Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Refik-i Âla’ya Yükselen Aziz Bir Ruh!

Refik-i.ala.ya.Yukselen.Aziz.Bir.RuhEfendimiz (asm) hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâlleşmeyi arzu eder, ashabına hayır temennilerde ve son tavsiyelerde bulunmak ister.

Hz. Bilal’e şu emri verir:

“Halka ilân et. Mescit’te toplansınlar. Onlara son vasiyetim olacaktır.”

Hz. Bilâl, emri yerine getirir. Efendimiz, (asm) Allah’a hamd ve senadan sonra Ashabı Kirâma şöyle hitap eder:

“Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır. Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım gelsin vursun. Birinizin malını almışsam, gelsin hakkını alsın. “Sakın hak sahibi, ‘Şayet kısas talebinde bulunursam, Resûlullah bana darılır.’ diye düşünmesin!

Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir. Yahut helâl edendir. Ben Rabbimin huzuruna üzerinde kul hakkı olmadan varmak istiyorum.”1

“Ey insanlar! Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyor!

Ey insanlar! Siz bana karşı hiç bir şeyle delil bulamazsınız!

Zira ben, ancak Allah’ın Kitabı Kur’an’ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım.

Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz. Bana güvenmeyiniz. Çünkü ben, sizi Allah’ın gazabından kurtaramam!” 2

“Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Namaza dikkat ve devam ediniz!” buyurmuş, 3

‘Mahbub-u kulüp, muallim-i ukül, mürebbi-i nüfüs, sultan-ı ervah’ olan Peygamberimiz hicretin on birinci senesi, Rabi’ül’evvel ayının on ikisi, pazartesi günü miladi 8 Haziran 632. yılında fazilet dolu nurlu ruhu, bu fani âlemden ebedi âleme yani Refik-i â’la’ya yükselmiştir. Peygamber-i Zişan manen hay ve mutassaruftur.

Hz. Ömer:

“Kim Peygamber öldü derse, onu öldürürüm” diyordu. Hz. Ebu Bekir, derin acılar içinde olduğu halde, büyük bir sorumluluk örneği göstererek Müslümanlara şu konuşmayı yapar:

“Ey Müslümanlar! Sizden kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o ölmüştür. Ama kim Allah’a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah ebedidir.”

Sonra Kur’an’ın şu ayetini okuyor:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse siz geri mi döneceksiniz. Kim sözünden geri dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri ödüllendirir.” 4

Bu konuşmadan sonra Müslümanlar sakinleşir. Devlet başsız kalmaması için, aynı gün Hz. Ebu Bekir halife seçilir,

Peygamberimiz  sağlığında Hz.Ali’ye “ vefat ettiğim zaman beni, sen yıka.”5 buyurmuş,

Hücre-i saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olan Hz.Ali, Rabi’ül’evvel ayının on üçü, Salı günü öğleye doğru Resul-i Kibriya’nın yıkanma ve kefen işi tamamlanır,

Hz. Ali  o’ zat-ı pakı yıkarken “Anam babam sana feda olsun! Hayatında da, vefatında da temizsin, güzelsin ya Resulullah!” demiş, hane-i saadetinde önce erkekler, sonra kadınlar cenaze namazını imamsız tek tek kılmışlar. 6

Bediüzzaman, Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

‘Şer’an ehl-i iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekremini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor.’ 7

Ümmetinin Salât ve selamı sana Ya Resulallah!..

6.6.2013

Rüstem Garzanlı/ Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1-Taberî, 3.191

2-Taberî, 3.196

3-Müsned,1.78

4-Âl-i İmran 144

5- İbni Sa’d,

6- İbni Sa’d,

7- Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup,

Mirac Yüksek Bir Hakikattir!

5 Haziran 2013 günü, çarşambayı perşembeye bağlayan gece Miraç Kandilidir. Miraç, İslam dininde Hz. Muhammed (a.s.m.)’in göğe çıkması sonucu mukaddes bir yolculuğun ve manevi bir yükseliş anlamındadır. Hicret’ten bir yıl önce, Recep ayının 26- 27.nci gecesine takabül eden anlarında, Habibi, sevgili Peygamberimiz Hz.Muhammed’ı (asm) huzura Kabul etmiştir.melekleri, cenneti ahireti Cenab-i Allah’ın cemalini gözleriyle müşahade etmiştir. Beş vakit namaz bu gecede farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de İsra suresinin ilk ayetinde bu manevi yolculuğun ilk aşaması şöyle anlatılmaktadır. 

“Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

Asrın mücedidi Hz.Bediüzzaman,  Peygamber’in (asm) miraca çıkması, sebep ve hikmetlerini otuz birinci sözde ne güzel anlatmıştır.Bir misal ile der ki: Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.

Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz’i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz’i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.

Peygamberimiz  (a.s.m) bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte olduğu için Cenab-ı  Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.

Peygamberimizin  (a.s.m.) elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi mi’râç’in bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.

Yani Peygamber  (a.s.m.) bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (ettehiyattü, elmüberekattü, esselavatü, etteyibattü) dört kelimeyle arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi,

Cenab-ı Hak her şeye her şeyden daha yakındır, fakat her şey ona sonsuz şekilde uzaktır.Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz.

Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, ona yanaşmak mümkün değildir. Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak her şeye yakındır, ama her şey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber  (a.s.m.), Cenab-ı Hakkın lütfüyle bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraça yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.

Yerküremiz, yani Dünya yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman’ın Arşına çıkaramaz mı? Elbette çıkarabilir.

Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz (a.s.v.)’mı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi, mübarek bedenini arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.

Dünyada cesed ruha arkadaşlık ettiği gibi,Kudret sahibi Allah (cc) cennette dahi bedeni ruha arkadaş edecektir. Madem ki, cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü’l-Me’vâ’nın gövdesi olan Sidretü’l-Müntehaya Efendimiz (a.s.m.) zatının arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir. Peygamberimiz Miraca sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.

Bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün; diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir. İşte Peygamber Efendimiz  (a.sm.), Burak’a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.

Mü’min bir insan, namazda bir çeşit Miraçla kâinatı arkasına alarak İlâhî huzura girebilir. Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi kalp gözü açık olan bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları, melekler bir anda yerden Arşa çıkmaları, Arştan yeryüzüne inmeleri gibi,

Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün mü’minlerin imamı, bütün Cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimizin bir anda Miraca çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür, şüphesiz ve doğrudur.

İslam aleminin mübarek Miraç Kandilini tebrik ederim. Saygılarımla

 4.6.2013

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.Org

Âlemin Yaratılış Sebebinin Birisi de Duadır

Memleketimizin birçok yerlerinde havaların ısındığı ilkbahar aylarında türbe ziyaretleri yapılıyor. Anadolu yöresinde bu ziyaretler daha revaç görmektedir. Tarikat şeyhleri, din âlimi, ilim ve irfanla ömrünü sırat-i müstakim üzere geçiren Allah’ın sadık dostları, Hayatta iken insanların teveccühlerine mazhar oldukları gibi; vefatlarından sonra da türbeleri ziyaret edilir, dualarla ilgi ve alaka devam eder.

Türbe ziyaretlerine kimi Allah rızası için gider, duada bulunur. Kimi maksadı aşarak maddi manevi istek ve dileklerde bulunur, Dua ve dileğin kabulü için mezar civarında bulunan ağaçlara bez-çaput bağlayanlar, ölüyü vesile kılıp adakta bulunanlar, türbenin taşlarını öpenler,  dilek taşlarına taş yapıştıranlar, çocuk sahibi olmak için türbenin toprağını başına dökenler, nazardan, afat ve musibetlerden korunmak için türbenin üzerindeki beze sarılarak batıl inançlara itibar edenler var.

Bu batıl ve maksadı aşan ziyaretler ölünün ruhunu rahatsız ettiği gibi, yapılan boş ve afakî duaların ve ziyaretlerin de kimseye faydası olamaz. Şark’ta darb-ı mesel bir söz var. “ Huda dağı saman yapabilir, işlek’in başını da içine koyabilir. Ama yapmadığı şeyi yapmaz.” Yani esbab-i kabul dairesinde yapılmayan, lüzumsuz ve malayani dualar boşa çene çalmaktan ibarettir.

Diyarbakır yöresinde uzun zaman müftülük yapmış nüktedan ve hazır cevap merhum Mehmet Uyanık, camide biri dua ederken, “Ya Rabbi bana iman ver, Ya Rabbi bana iman ver” durmadan bu isteğini tekrar edince, rahmetli müftü de “Yarabbi bana da bir kamyon ver; bir otobüs ver.” duada bulunur,

Adam, “ Sen ne diyorsun, iman istesene, durup dururken kamyon, otobüs Allah’tan istenir mi?”

Müftü: “ Kardeşim senin herhalde kamyonun; otobüsün var,  Benim de imanım var, işte ikimizde olmayanı istiyoruz” der,

Evet, bu hadisede alınan mesaj bu olsa gerek: Elbette iman’da; mal’da istenir, fakat kabul ola bilecek duaya âmin demek lazımdır. Esbaba başvurmadan sadece kavli dualarla isteklerde bulunmak eksikliktir.   Allah’ın ve Resulünün emirlerine riayet edilirse, farz olan emirler noksansız yapılırsa, helâl dairede çalışır, haramdan uzak kalırsa istikamet üzere iman ister, keza insan fiilen çalışıp helal kazanç elde ederse elbette kamyon da, otobüste isteyebilir. Hem ahiret hem de dünya ikisi için de fiili ve kavli çalışmak lazımdır. Yoksa, durup dururken ne iman gelir, ne de otobüs….

Bediüzzaman, fiili ve kavli dua için şöyle diyor:”… Zira sebeplerin bir araya gelmesi ve hal ve fiille yapılan dualar, Cevad-ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.” 1

Bediüzzaman, başka bir eserinde  “….Duanın tesiri büyüktür. Özellikle dua devam ederse netice vermesi galiptir, hatta âlemin yaratılış sebebinin birisi de duadır. diyor,2

Zaman zaman Kur’an’ın Ayet’lerinden belirli bir sayıda (Ayetül kürsü, fatiha-i şerif, İhlâs süresi vs.)  ayetleri bir gayeye maksat yaparak çocuğum şu okulu kazansın, ben şu işe gireyim, zengin olayım gibi dua ve dileklerde bulunanlar da oluyor. Ayetleri okuyup dilek ve arzusu yerine gelmediği zaman bu kez Kur’an’a ve hadislere karşı inanç ve itikadı kırılıyor. Bu nedenle Kur’an’ın Ayetlerini dilek ve maksatlara vesile değil, esbab-ı kabul dairesinde dua ve ibadet niyetiyle okunmalıdır.

Cenab-i Allah (cc) “ Biz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını arttırır.” buyurur.3

Mü’min, Kur’an’dan feyz almasını bildiği, bu maksatla okuduğu, dinlediği için, Kur’an ayetleri kendisine şifa ve rahmet vesilesidir. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi onun hastalığını artırdığı gibi, zalimin Kur’an’dan uzak durması da onun hüsranını artırır.

Fatiha suresinde: İyyake na’büdü ve iyyake neste’in, ayet-i Kerimede Cenab-i Allah mealen şöyle buyurur: “Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.” 4

Allah’tan başka kimseye ibadet edilmesin, medet ve yardımda o’ndan beklensin. Aksi takdirde ölmüş bir insandan, taştan, topraktan, ağaçtan ve bezden imdat ve medet beklemek tamamen batıl ve hurafe bir davranıştır. Ancak Allah ve Resulünün değer verdiği şeylere kıymet ve değer vermek lazımdır.

Peygamberimizin değer verdiği her şeye, sahabe-i kiramda kıymet ve değer vermişlerdir. Örneğin: Hz. Ömer (ra) bir umre’de, Haceru’l Esved’i öperken şöyle buyurmuş: “Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın vardır. Ben Resulullah’ı (asm) seni öperken görmeseydim, asla öpmezdim.” 5

İşte Hz. Ömer, (ra) haceru’l evsed’i öpmesi, peygamberimizin onu öpmesi içindir. Dolayısıyla haceru’l esved’i öpmek sünnettir.

Allah(cc) bazı yerlere kutsiyet lütfetmiştir. Örneğin Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram ve Ravza-i Tahire gibi mukaddes mekân olarak kılınmıştır. Bu kutsiyet tamamen Allah’ın tasarrufu altındadır. Hacerü’l Esvet taşı aziz kılmıştır, hikmeti de ancak o’ bilir. Bize düşeni ise mübarek saydığı şeylere bizim de saygı göstermemizdir. Mübarek olan mekânlara indirilen rahmet ve bereketten istifade ederek bolca dua etmek,  batıl ve hurafe şeylerden uzak kalmaktır. Saygılarımla,

16.5.2013

Rüstem Garzanlı / Diyarbekir

Kamu Yöneticisi

 

ALINTI LAR:

 

1- 23. Söz, 1.mebhas,

2- 24. Mek.1.zeyl.

3- İsrâ,82/ Diyanet yay.

4- Fatiha,5.  “

5- Tecrid-i Sarih terc.

 

Akil Adamlar Bediüzzaman’dan da Akıl Alsınlar!

Bir memlekette hak ve hukukta, adalette haksızlık ve şiddet varsa, orada barışçı ve demokratik bir çözüm üretilemez. Husumet, kin ve nefret hissi hâkim olur. Devletçilik fikri menfi milliyetçiliği ve güçlü devletleri doğuruyor. Bu devletler de asla adil davranmaz, vatandaşı tebaa görür, eziyet, zulüm, baskı ve tahakkümü göstererek, güce dayalı yaşamayı ikame eder.

Türkiye, Cumhuriyete geçişle demokrasinin geleceğini ümitle bekleyen halk, ne yazık ki zamanın hükümeti İslam şiarı olan Arapça ezanı kıldırır, mukaddes Kur’an-i kerimin okunması yasak edilir, laiklik adına; mukaddesatlar bir bir yasak edilir. Şeyh Sait isyanı, Kürt halkın toprak bölme korkusu vs. bahanelerle, Şark halkı üzerinde baskı kurma, askeri vesayetin altında darbelerle, ihtilallarla, sıkıyönetimlerle bölge halkı perişan edilmiş,

Devlette,  bu halkın dini, dili, kültürü, örf ve âdetini inkâra ve psikoloji baskıya dayalı politikalar uygulamış, suç ve şiddetten anarşi ve terör doğmuştur. Otuz seneden beri karşılıklı şiddet ve baskıların faturası pahalıya mal edilmiş, binlerce insan ve milyar dolar milli servet heba olmuştur.

Bediüzzaman bir asır önce Şark’ı Anadolu, Orta doğu ile tüm İslam memleketlerinin refahı için çözüm yolu olarak demokratikleşme, eğitim, ırkçılığın önlenmesi ve ekonomik kalkınmayı önermiştir. Ömrünü insanlığın saadeti için, Kur’an’ın ışığında geçiren Bediüzzaman, şu tespitlerde bulunmuştur.“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır; bu üç düşmana karşı sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihat edeceğiz” İfadesiyle demokratikleşmeyi, hürriyeti, eğitim ve girişimciliği kalkınmanın esası olarak görmüş. Fen ve sanat silahıyla cehalet ve fakra hücum edin demiştir.

Hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir” Aksi takdirde hürriyetten yoksun bir cumhuriyet içi boş bir istibdattan başka bir şey değildir, diyen Bediüzzaman, Padişah, Peygamber (asm)’ın emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.” Türk ve Kürt’ler komşularıyla dost olup el ele vermeleri  veciz bir ifadeyle tavsiye eden Bediüzzaman şöyle buyurmuş: “Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur.”

Bediüzzaman, Cehalete karşı da eğitim silahı önermiştir. Van, Bitlis ve Diyarbekir’de medresetüzzehra ismi ile bir üniversitenin açılmasını istemiş, amacı din ve fen ilimlerini beraber okutarak akla, vicdana ve kalbe hitap edecek bir eğitim sistemini temin etmekti. Bu üniversitede Arapça, Türkçe ve Kürtçe tedrisatın yapılmasını isteyen Bediüzzaman, Arapça din dili olduğu için vacip, Türkiye’nin resmi dili Türkçe olduğu için lazım, Kürtlerin ana dili olan Kürtçeyi de caiz görmüştür. Bu üç dille tedrisat yapılmadığı zaman elli sene sonra Kürtler ana dilini isteyecekler,

Bin yıldan beri ayni toprak üzerinde yaşayan iki millet; bir vücut olan Türk ve Kürt milletini bir birine bağlayan İslam kardeşliğidir. Türkün ana dili olduğu gibi kürdün de ana dili vardır. Kürdün ana dilini öğrenme hakkını çok görmemek lazımdır. Üstad, bir sineğin hakkını bile müdafaa etmiş, “küçücük sineklerime dokunmayınız.” demiş.

Hak, hukuk ve adaletin tesisi için, Şark’ta arzu ettiği üniversitenin açılması için Bediüzzaman, 1907 yılında Sultan Abdülhamit’le görüşmek ister, arzusu yerine getirilmediği gibi birçok sıkıntılara da maruz kalan Bediüzzaman, fikrinden vaz geçmez, bu kez Sultan Reşat’la görüşme yapar, medresetüzzehra için 19 bin altın tahsisat çıkarılır, ne yazık ki 1914 yılında başlayan 1.dünya savaşı nedeniyle üniversite projesi askıya alınır. 1922 yılında TBMM’de Mustafa Kemal’le görüşür, meclise önerge verilir, 163 milletvekilinin imzasını taşıyan bu önerge 150 bin lira tahsisatla kabul edilir. Medrese ve tekkelerin kapatılması yüzünden proje bu seferde gerçekleşemez,

Bediüzzaman, zaruret denilen fakirliğe ve geri kalmışlığa da “ziraat, ticaret ve sanatı” tavsiye etmiş, “Maişet için tarik-i tabiî ve meşru ve zihayat sanattır, ziraattır ve ticarettir; gayr-i tabii ise, memuriyet ve her nevi ile imarettir” demiş.

Memuriyeti ve idareciliği temel meslek olarak görmemiştir. “Memuriyete ve imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir”diyerek memuriyeti geçim kaynağı değil, millete hizmet etmek için istemeli. İsrafa alışan idareci ve memurların çok olduğu, tüketimin arttığı, üretimin azaldığı, herkesin gözünü devlet kapısına diktiği bir ülke fakir düşer,

Bediüzzzaman, “Muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teavünü” emretmektedir. Kalkınmanın da barışında esası ancak bunlara dayanır. “muhabbet, hürmet ve merhamettir.” Zira “Hamiyet, muhabbet, hürmet ve merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illa yalandır, sahtekârlıktır.”diyor.

Şark’ın önemli bir şair ve ediplerinden olan Şeyh Sadi-i Şirazi’nin dediği gibi “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” Bu veciz sözün özetinde şunu anlıyoruz. Hükümetin ve devletin toplum üzerindeki görevi, asayişi ve barışı sağlamaktır. Artık kuvvete dayalı istibdatların zamanı geçti onun yerine muhabbet geldi,

Otuz yıldan beri memleketimizde çıkan çatışmaların son bulması artık zaruriyet hâsıl olmuştur. Bu rahatsızlığı bertaraf etmek için elini ateşin içine koyan ve büyük bir siyasi risk alan hükümetimizin barış sürecine verdiği destek ve iyi niyet inşallah bir sulh-i umumiye medar olacaktır. Muhalefettin de milli birlik ve beraberliği sağlayacak barış sürecine destek vermeleri bir vatandaşlık görevidir.

Türk ve Kürt halkının otuz yıldan beri özlemle beklediği bu barış süreci için, yurt sathına dağılan akil adamlarının en önemli destekçileri olan maneviyat insanlarımızın fikir ve görüşlerinden istifade etmeleri, barışa büyük bir katkı olacağını umut ediyorum. Çünkü Şark’ta din hâkimdir. Halkın birliğini ve beraberliğini sağlayacak ancak dini referanslardır. Din âlimlerinin referansları halk üzerinde tesirlidir. Bu nedenle halen hayatta olan âlimlerden ve eserleriyle aramızda yaşayan müçtehitlerin fikir ve önerilerinden yararlanmak gerekir.

Mesela asrımızın büyük müçtehidi, müellif Bediüzzaman hazretleri, Orta doğu ve Şark’ta hâsıl olan bugünün hadiselerini yüz sene önce hissetmiş ve önerilerde bulunmuştur. Bu önerilerinden  “akil adamları” istifade etmelerinden yarar var,

Kalıcı bir barışın sağlanması için demokratikleşme, devlet ırkçı politikalarından vazgeçerek iman kardeşliğini yeniden tesis etmek, komşularımızla hatta tüm Orta doğu halkı ile dost olmak, din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı Bediüzzaman modeli eğitim müesseselerini açmak, ekonomik kalkınma ile hür teşebbüse önem vermek lazımdır.

Başta tüm İslam âlemi ve Türkiye’ye huzur ve barışın gelmesini, kin ve husumeti geride bırakıp kardeşçe bir arada yaşamayı Cenab-i Allah’tan niyaz ediyorum.

28.4.2013

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

Ey Müslüman Kardeşim Uzat Elini, Husumet ve Adavetin Vakti Bitti!

1878’de Şarkî Anadolu’nun yüksek dağların eteğinden, Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünden dünyaya ilim, irfan sahasına bir güneş gibi doğan Bediüzzaman Said Nursi, Küçük yaşlarından itibaren ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alır. Sekiz yaşında iken Tağ Köyünde tahsiline devam eder, oradan da Doğubayazıt’ta gider, üç ay süren tahsilinden sonra icazetini alır. Anlaşılması zor olan konuları kolaylıkla anlaması ve ezbere alması gibi farklılıkları nedeniyle, zamanın âlimleri ona “ Bediüzzaman” unvanı verir. Yani zamanın harikası, zamanın güzeli, kimseye benzemeyen, zamanın garibi manaları taşımaktadır.

Bediüzzamanın sergüzeşti hayatı daha çocuk iken başlar: Bitlis’te Vali Ömer Paşanın konağında iki yıl, daha sonra Van’da on yıl kalır. Horhor medresesini kurar, o zamandan beri fen ilimleriyle; din ilimlerinin birlikte okutulacağı, “ Medresetüzzehra” adı verdiği üniversite projesinin eğitim esasları ve yönetim şeklini de belirler,

Van’da bir üniversite açılması niyetiyle 1907 yılında İstanbul’a gider, niyeti Ortadoğu’da açılacağı üniversite ile Türk, Arap, Kürt, Ermeni ve diğer unsurların birliğini ve beraberliğini sağlamaktı, Sultan Abdülhamit ile görüşmesi gerçekleşemez.

1910 yılı bahar ayında Van’a döner, birkaç ay sonra, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerindeki aşiretleri ziyaret eder. Meşrutiyetin faydalarını anlatır. Kış mevsiminde Şam’a gider. Orada âlimlerin ısrarı üzerine Emeviye camiinde İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını belirlediği bir hutbe irad eder.

Bediüzzaman,“Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihette Kurun-i Vusta’da (orta çağ) durduran ve Tevfik (alıkoymak) eden altı tane hastalığı beyan eder,

1- Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi,

2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiye de ölmesi,

3-Adavete muhabbet,

4-Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek,

5-Çeşit çeşit sâri (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdat,

6-Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek,

Bediüzzaman, Arap saadetinin Fecr-i sadıkı yakınlaştığını, yani saadet güneşinin çıkması yakınlaştığı, “istikbal yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak ve hâkim, hakaik-ı Kur’aniye ve imaniye olacak” müjdesini veriyor,

İslam âleminin birleşmesini ve istikbal de Kur’an’ın hâkim olacağını, his-i kablelvuku ile 1371’de başta Arap devletleri, âlem-i İslam’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslami devletler teşkil edeceklerini haber veriyor.

İslam âlemi içinde bir sulh-i umumiyi ümit eden Bediüzzaman, Araplar ümitsizliği bırakıp, İslamiyet’tin kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüt ve ittifak ile el ele verip, Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edecekler,

Konuşmasının devamında,“Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını  ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıta’ları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.” demiştir.

Sıdk, İslamiyet’in gerçek ve sağlam temellidir. Yüce duyguların yapısıdır. Onun için üstad sıdkın yani doğruluğu içimizde ihya edip, onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Yoksa sıdk yerine dalkavukluk, yapmacık ve alçakça bir yalancılık geçer, sıdk ile yalancılık arası da yoktur, birbirlerine muhaliftirler. “Yol ikidir. Ya doğru ya yalan, ya da sükût değildir.” Toplumun güveni ve asayişin altüst olması yalancılık ve maslahatın kötüye kullanmasındandır. Onun için Üstad, “ her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” demiştir.

Adavette, karşı muhabbeti öneren Bediüzzaman, “ muhabbete en layık şey muhabbettir. Husumete en layık sıfat husumettir.”  Toplumun hayatının temini, saadet ve muhabbetle olur. “ Husumet ve adavetin vakti bitti” diyor. Çünkü adavetin basit sebepleri, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek bir divaneliktir. Devamında şöyle diyen Bediüzzaman, muhabbet, kardeşlik ve sevmek İslamiyet’tin mizacıdır. Ehl-i adavet mizacı bozulmuş bir çocuğa benzer, ağlamak ister; bir şey arıyor ki, onunla ağlasın. Sinek kanadı gibi ehemmiyetsiz bir şey, onun ağlamasına bahane olur. Bir kötülük için on iyiliği görmezlikten gelir. Bu insafı ve iyi niyeti tamamen reddeder.

“Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir.”  Bütün ehl-i İslamı bir tek hükmünde gören Bediüzzaman, birbirine manen lüzum olsa maddeten yardım eder, Müslümanlar birbirlerine bağlıdırlar. Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi cinayet işlese, düşman olan aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler hükmüne geçer, o aşiretin bir ferdi medar-i iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder.

Bediüzzaman, Müslümanları itihad-i ıslama davet ediyor.  Müslümanların birliği gerçek İslam milliyeti ile gayrete gelmeli, yoksa zarardır, diyor.

Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ki saadetleri meşveret-i şer’iye yani dine, kurallara uygun olarak yapılan meşverettir. Asya kıta’sının geri kalmasının sebebi de o şura-i hakikiyeyi yapmamasıdır. Bu nedenle Bediüzzaman, “ Asya kıta’sının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şuradır” demiş.

Nasıl fertler birbirleriyle meşveret ederler, kavim, kabile, milletler ve kıt’alar dahi şura yapmaları lazımdır. İslam’ın ayaklarına konmuş çeşit çeşit baskı, keyfi uygulama zulüm ve tahakküm kayıtlarını, zincirlerini açacak ve dağıtacak, meşveret-i şer’iyedir. Hürriyet-i şer’iye,  Cenab-ı Hakkın Rahman ve Rahim tecellisiyle bir ihsan ve imanın bir esasıdır.

1925 yılında, Vilayat-ı Şarkî’yeden; Garbi Anadolu’ya nefyedilen Bediüzzaman, Van’ın halkı  “aman efendim bizi bırakıp gitme, müsaade buyur sizi göndermeyelim, arzu ederseniz Arabistan’a götürelim, yalvaran silahlı guruplara, ahaliye “ Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum.” diyerek hepsini teskin etmiştir.

Bediüzzaman’ın nefyi, istibdad-ı mutlakın icra-i faaliyetlerinin ilk seneleriydi, gizli dinsiz komiteleri “İslam şeairleri birer birer kaldırarak, İslam ruhunu yok etme, Kur’an’ı toplatıp imha etme ve otuz sene sonra Kur’anı kaldırma planın hesabını yapıyorlardı.

Bin seneden beri Kur’an-ı Hâkimin bayraktarları olan Türk vatandaşını, İslamiyet’ten uzaklaştırarak, Kemalizm rejimine zemin hazırlandığı bir ortamda, Risale-i Nur böyle dehşetli bir zamanda meydana gelmiş, kati burhanlarla akli, mantıki delillerle küfr-i mutlakı tarumar ederek, masonların, komünistlerin, dinsizlerin belini kırmıştır.

Risale-i Nur bu millet-i İslami’ye yi maddi manevi felaket ve helaket tehlikelerden bir sed-i Kur’an’i ve nur-i imanı olarak muhafazaya vesile olmuştur. Kur’an-ı Kerimin hakiki bir tefsiri olan Risale-i nur, okunan yerde sadaka yerine geçer, belayı defeder.

Said Nursi Hazretleri, ülkesi onu sürgüne ve hapse mahkûm ettiği halde asla küsmemiş, hapishanede bile ülke insanlarının geleceği için Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i nuru yazarak vatandaşlarının imanına, ilmine ve fikrine hizmet etmekten geri kalmamış,

“Husumet ve adavetin vaktinin bittiğini” söyleyen Bediüzzaman, insanları daima muhabbete, sevgiye hoşgörüye davet etmiştir. Şarkî Anadolu’dan; Garbî Anadolu’ya sürgün edilirken, vatan sathını bir görmüş, “Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum.” demiştir.

Şark ve Garbın arasında ayırım yapmamış, Türk, Kürt, ırk ve mezhep ayrımı yapmamış.

“Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir.” demiş,

Bediüzzaman, Anadolu mescidinde ve âlem-i İslam camiinde konuşuyor. Ehl-i İslam’a Kur’an’dan aldığı dersini tekrar ediyor. Tekrar edilen Kur’an’ın dersini tüm İslam âlemi nasip dar olmayı, hakiki milliyetimizin esası olan İslamiyet’i hal ve ahvalimizde yaşatmayı Yüce Rabbimden niyaz ederim.

22.4.2013

Rüstem Garzanlı / Diyarbekir

Kamu Yöneticisi