Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Bismillah, Rahman ve Rahim’deki Hazineye Bakınız!..

kainatBismillah Allah’ın adı ve sikkesidir. Yani o’nun mührüdür. Bir Ayet olduğu halde Neml (karınca) süresinin içinde de bir defa geçtiği için Kur’an-ı Kerimde yüz on dört defa besmele geçmektedir. Bütün kâinatın mecmuundaki yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşma ve cevap vermeyi tezahür eden ve koruyanıdır. Arşı ferşe bağlayan ve kâinatı ışıklandıran her dakika herkes ona muhtaç olan bir hakikattir.”Her hayrın başıdır.” “hayır”, öyle bir şey olmalı ki; o hayra Bismillah’la başlandığında bereketlensin, o iş daha kolay yapılabilsin, zor işler kolaylaşsın, onun için Cenab-ı Allah’ı (cc) şefaatçi yapıp hayır işlerde kullanıldığı zaman kolaylığa, berekete ve hayra vesile olur. Aksi takdirde Allah’ın rızası olmayan şeylere vesile edip işin kolaylığı dilenmez. Besmele ayni zamanda bir “meşruiyet ve helallik” garantisidir. Besmeleyi şuurlu olarak kullanırsak hem bir ibadeti kazanır hem de gafletten kurtuluruz.

Bediüzzaman, “…Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder.”Diyor. 1

Demek ki, Allah’ın rızası hayır ve güzellikte var, yasakladığı şeyler de rızası yok, o’nun ismiyle başlanmayan iyi bir amel dahi olsa hayır yoktur. Çünkü o mübarek isimde kolaylık ve bereket vardır.

Bediüzzaman,“… bu kelam güneş gibidir. Yani güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir, başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. Bismillah başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor; ikinci bismillah daha lazım değildir.”Diyor. 2

Bismillah’taki :”be” cardır. “İsm” ise mecrurdur. Yani “be” kelime başına getirilerek ile manasında kullanılır. Mesela: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile… Derken “ile” kelimesi “be” ile temin ediliyor. Yani “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile “De ki” söyle manasınadır. Bu konuya Bediüzzaman şöyle bir açıklık getiriyor: De ki” “kelimesi mukadderdir. Yani:  “Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve talim et.”

Demek besmelede İlahi ve zimni bir emir var. Binaenaleyh, şu mukadder olan “de ki” emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü Resul olmasaydı, tebliğ ve talime memur olmazdı. Kezalik, haşrı ifade eden câr ve mecrurun takdimi, tevhide imadır.”  2

Yani, “de ki” bir emir kipidir. Cenab-ı Allah (cc) Peygamber efendimize (asv) hitap ve beyanda bulunmaktadır. “de ki” hem tevhit hem de nübüvvette işarettir.

Rahman sıfatı yardıma, rızka muhtaç olan bütün mahlûkatına hiçbir ayrım yapmadan merhamet etmesidir.  “Rahman Rezzak manasınadır. Rızık, bekaya sebeptir. Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir. Vücut ise, birincisi mümeyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müessire olmak üzere, “ilim, irade, kudret” sıfatlarını istilzam eder.

Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, “basar, sem, kelam” sıfatlarını iktiza eder ki, merzuk, istediği zaman ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şüphesiz, birinci sıfatı olan “ hayat”ı istilzam ederler.” 3  

Demek ki “Rahman” hayatı gerektirdiği gibi şeriat ve adaleti de iktiza eder.

Rahim sıfatı ise, “Zat-ı zül cemalin “fiili sıfat-ı gayriyeye işarettir.” . Cenab-ı Allah’ın (cc) insan camiasına şefkat ve merhameti Rahim sıfatının tecellisidir. Rahim sıfatı tüm mahlûkatın her birine ayrı ayrı tecelli ettiğini ve tek tek ilgilendiğine işarettir. Bu da haşre delâlet eder.  Rahman sıfatı büyük nimeti, Rahim sıfatı ise küçük nimeti gösteriyor. Yani, Vahdet ve Tevhit gibi. Vahdet külli ihata eder, Tevhit ise tek tek mahlûkat üzerinde tecelli eder. Mesela, güneş bir iken etrafı külli bir şekilde aydınlatması Vahdete,  denizdeki kabarcıklar üzerinde güneşin tek tek görünmesi ise Tevhide örnek gösterilebilir,  

Netice-i kelam, Kur’an’ın dört esası olan; Tevhit, Nübüvvet, Şeriat ve adalet ile Haşir, Bismillahirrahmanirrahim’de de ima edilmektedir, şöyle ki: Bismillah, car ve mecrur kaidesince: “de ki” Tevhit ve Nübüvveti, Rahman: şeriat ve adaleti, Rahim ise haşrı işaret eder.

Yâ Rabbi ve yâ Rabbe’s- Semavati ve’l’- Aradin! Yâ Halıki ve yâ Hâlık-ı Külli Şey!

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyetiyle teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hakimiyetinin ve rahmetinin hakkı için…….Bediüzzaman Sad Nursi Hazretleri ile  tüm Risale-i nur talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza  eyle ve cenetü’l- Firdevste mes’ut kıl. Âmin,âmin,âmin….

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

KAYNAKLAR

1- Sözler, 21. Söz

2- işaratü’l i’caz fatiha süresi

3- 14.Lem’a,2 makam

Horozu Öttüren Kırmızı Kravat!

Sene 1994 ilkbaharın başlangıcı havalar ısınmış, toprak altından bir nevi berzah âlemine uyanan ve neşv-u nema eden bitki tohumları; ağaç dalları yeşil yapraklarla sarmış, etraf rengârenk gelincik çiçekleriyle süslenmiş, hafif rüzgârın esintisiyle etraftaki bitkiler;  ağaçlar dal, yaprak ve çiçekleriyle Mevleviler gibi cezbeye gelmiş bir bahar döneminde, sermaye-i ömrünü bitirmiş; âlem-i berzah yolculuğuna giden bir dostumuzun vefat haberini Elazığ’dan duyduk, kaderin cilvesi; bir taraftan berzah âleminden dar-i dünyaya gelen nebat kafilesi, diğer taraftan da dünyadan; berzah âlemine göç eden insanlar! Bir devir teslim meydanı, bir deveran, bir imtihan yeridir. İşte bu dünya…  Taziye münasebetiyle birkaç arkadaşla Diyarbakır’dan Elazığ’a gittik.

 Elazığ’a kadar gelmişken 1925 yılından bu yana faaliyette bulunan  “Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi” bugünkü belirgin ismi ile tanınan akıl hastanesi’ne de uğralayalım, dedik.

 … Derken ziyaretçi olarak akıl hastanesine gittik. Psikolojisi bozuk fakat zeki, akılları ise dağınık hastalar var, işte tarife uygun bir hasta ile hastane bahçesinde karşılaştık. Bize önce güzel bir iltifat gösterdi, daha sonra, muhtemelen bizi ağırlayacak imkânı olmadığını ima ederek şöyle konuşmaya başladı:

“vakti zamanda babamın Malatya girişinde çiftliği vardı, yedi çadırı kuruluydu, bir sürü koyunları vardı; kazan-kazan, et- pilav pişirilirdi, sofra yerden kalkmazdı, gelen gidenleri ağırlardık. Ah! nerede o zamanlar?” diye, ifade-i meram etikten sonra, bir sigara istedi,  yaktı sigarayı, nefes üstüne nefes sigaranın dumanı çekmeye başladı,  pür bir dikkatle boynumda ki kırmızı kravata derin… den baktı, baktı… Galiba düzgün bir kıyafet üzerinde ki “kırmızı kravat” onu çok düşündürmüştü… İşte o derin bakış içinden anlamlı bir hitap!

 “arkadaş! benim de bir horozum var, boynuna kırmızı kravatı takarsam öter mi.?” dedi,

“Evet… Evet, öter kardeşim.” dedim.

Yanımızdakiler bize güldüler, bende güldüm, ama gülüşüm başka bir gülüş… Hani güçlü biri; zayıf birisine hakaret edince, zayıf; kaviye karşı hafiften gülümseyerek vakıayı örtmeye çalışır. İşte benim de ağlama yerine tebessümle bir nevi halet-ı ruhiyemi gizlemeye çalıştım…

 Aldım mesajımı, o deli kardeşimden… “Nice elbise vardır, içinde insan yoktur; Nice insanlar vardır, üzerinde elbise yoktur” Hz. Mevlana’nın sözü ne kadar manidardır. Herkese bir hisse düşebilecek kadar gerçek payı var…  Sanırım.

İnsanoğlu kendini biraz güçlü, biraz itibarlı, biraz cebinde parayı gören, biraz makam ve mevki sahibi olan, biraz da şan ve şöhreti elde edince hemen dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp üstün bir konumda kendini hisseder. Zira Bediüzzamana göre, ”Zaaf gururun madenidir.” Zayıf insanlar açıklarını kapatmakla gurur ve kibire kapılırlar. Kibirli insanlara bakıldığı zaman çoğu sonradan görme oldukları ve sosyal hayatta işgal ettikleri makam ve mevkinin ehli olmadıkları anlaşılır. Bu tür insanlıktan nasibini almayan insanlar ne kanunu ne de insanlığı tanımazlar. Ne yazık ki: Makam da, mevki de, şöhrette, zenginlikte çabuk elden çıkan nesnelerdir…

Cenabı Allah (cc) Kur’an-ı azim-ü’şân da şöyle buyurmaktadır “İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz sevmez. Yürüyüşünde tabii ol, sesini de alçalt” Lokman,31/18

Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimat eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır… Tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır.” (Bediüzzaman, Hizmet Rehberi)

Ya Rabbi,işinde sebat eden,nimetine şükreden, ibadetini güzel yapan,doğru konuşanlardan bizi eyle, amin!…

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

Kaz, Ördek,Tavuk ve Hindilerin şekvası!

31 Aralık Pazartesi günü,1/Ocak Salı gününe bağlayan gece yılbaşı gecesidir. 2012 yılı sonu, 2013 yılın başıdır. Hırıstiyan âleminde hem noel bayramı hem de yılbaşı olarak kutlanmaktadır. Türkiye’de de yılbaşı kutlamaları yapılmaktadır. Bu kutlamalar kültürel bir değerlendirmeyle müslümanları inançlarından uzaklaştırmaya bir zemindir.

Her nedense Hristiyan âlemi için noel baba ve yılbaşı bir değer taşıyabilir. Çünkü: Küsleri, dargınları biraraya getirip barışa, sevgiye ve eğlence yapmaya bir vesiledir. İşyerlerini, evlerinin üst köşelerini süsleyip dini inançları gereği noel baba ve yeni yılı kutlayabilirler. Ama hiçbir ilahi din büyük masrafla, ısrafla, çılgınlıkla içkiyle, kumar ve eğlencelerle bayram ve yılbaşı kutlamaları müsaade etmez. Ne yazık ki hıristiyan dininde bir dini bayram olan noel bayramı böylesi rezaletle kutlanırken müslüman ülkesi olan Türkiye’de de çılgınlıkla yılbaşı kutlamaları yapılmaktadır.

Peygamberimiz(sav):”Bizden başkasına benzemeye çalışanlar bizden değildir.” buyurmuşlardır.1

Gene, Peygamberimiz  (sav) başka bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:”Kendi isteğiyle bir topluluğa benzerse, onlardan olur.” 2

Yılbaşında işyerleri ve ev köşelerini süslemek için çam ağaçlarına yapılan kıyımlar, Cenab-ı Allah’ın insanlara rızık olarak verdiği hindileri bu meşru gıdayı içki sofralarında nameşruleştirerek o mahlûklara da bir kıyım yapmak, hiçbir İlahi dinin esaslarıyla bağdaşmaz.

Allah (cc) rahmet etsin Diyarbakır’da sıddık hoca ismiyle bilinen bir müttaki âlimden işitilen bir hadise:” Rivayette vardır ki: kıyamet gününde ehli cehennemliklerin etrafından bir sürü hindi, kaz, ördek, tavuk vs. toplanır. Cehennemliklere “dünyada bizi yediniz,bizimle gıdanızı aldınız,neden ibadet yapmadınız, bugün hücrelerimizi cehenneme götürüyorsunuz.?” Diye şekvada bulunacaklar. Dünyada bile ”Hattâ deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, “İstirahatimizin selbine sebep oldular” diye rivâyet-i sahiha vardır.”3

Bediüzzaman Avrupa’yı taklit edenler için şöyle buyurmaktadır:Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”4

 

Üstad, Avrupa ikidir der, Biri, hakiki İsevilikten ilham alarak insanlığın hizmetine çalışan müspet Avrupa, diğeri de maddi felsefenin dalalettinden boğulmuş, insanlığı günah ve zülmete teşfik eden menfi Avrupadır.

Bediüzzamanın yukarıda bozuk ve menfi dediği Avrupa’nın ikinci menfi yüzüdür. Diğer müspet yüzüne düşmanlık göstermek doğru olmaz. Hatta sanatta Avrupa feninden yararlanmak onlarla teşrik–i mesaide bulunmak lazımdır. Menfi Avrupanın ahlaksız ve islamiyetle bağdaşmayan şeylerini yapmayınız, üstadın tenkit ettiği nokta budur.

Netice olarak Avrupadan müslümanlara gelen günah ve sefahatlara karşı korunmak ve muhafazaya çalışmak lazımdır. Avrupanın modalarını kendimize model göstermemek lazımdır. Peygamberimizin müslümanlara ve insanlığa bıraktı iki şey: Biri Kur’an diğeri ise sünnettir. İman ve ahlak dersleri olan Risale-i nuru okumalıyız, okutmasını yaymalıyız ki. Avrupa kâfirlerinin ve Asya munafiklerinin şerinden kurtulalım.Allah’a emanet olunuz.

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yönetici

 

KAYNAKLAR                                                                                                                                                                                  

1Tirmizi,istizan,                                                                                                                                     

 2Ebudavut,4031                                                                                                                                    

3-Kastamonu lah.46.mektup                                                                                                                 

 4- Lem’alar, On Yedinci lem’a, Beşinci Nokta.

İbret Alınırsa Her Bir Hadise de Bir Mesaj Var!

İnsanın sergüzeşt-i hayatı, Hazreti Âdem’in (as) cennetten; dünyaya atılmasıyla başlar, o günden bu güne sosyal ve içtimai hayatın içinde müspet ve menfi hadiseler cereyan ede gelmiş, her hadise vuku buldukça insanın ibret ve mesaj alınması için tarih olarak kayda geçiyor.

Müspet hadiseler: İnsanların efdalı ve en mükemmeli olan Peygamberlerin kıssalarından, mesela, Nuh (as) gemicilikte, Musa (as) asası ile suyun çıkartması, İsa (as) tıpta, Yusuf (as) saati, Davut (as) demiri hamur gibi yoğurmakta revaç olmuşlar. Manen, insanlara sizde çalışınız tıpta, fende, ilim ve irfanda maruf ve meşhur olunuz; uçağını, uydunu, gemini, su sondajını yapma sanatında da mucit ol mesajı vardır,

Bediüzzaman şöyle diyor: “İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif bir mizaç ile yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşitli meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela. İnsan müntehab şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, zinnetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.” 1

Demekki, insanın arzu ve ihtiyaçları sonsuz olduğundan imkân ve kabiliyetlerinin inkişafından terakki edilmesi gerekiyor, dolayısıyla sosyal ve içtimai hayatın meşru istek ve arzuları da ancak çalışmayla olabilir.

Menfi hadiseler ise: Gene Peygamberlerden yola çıkılırsa, ilki Hz. Âdem’in cennetten atılması, İbrahim(as)’in ateşe atılması, Nuh (as)’in tufanı, Zekeriya (as)’in hızarla kesilmesi, Yusuf (as)’in kuyuya ve zindana atılması, İsa (as)’in çarmığa asılması, Musa (as)’ın Firavun’la, Hz. Muhammed (asv)’in Ebucehil ve küffarla yaptığı mücadele ve keza Hazreti Eyüp (as)’mın hastalığı menfi ibadet olarak görünse de neticede murad-i ilahinin iktiza ettiği mükâfatlar birer imtihan sırrı olarak tezahür etmiştir.

Bazen insanın işlediği hatadan dolayı musibetlere maruz kalmıyor. Allah bir tecrübe ve imtihan olsun diye musibet verir. Musibetlerin en ağır imtihanı peygamberler ve ondan sonra âlimler ve evliyalar görmüşler, hâlbuki peygamberler masum ve günahsızdırlar, deme ki her gelen musibet günah cihetiyle değil, belki imtihan cihetiyle verilmiştir. Mülk Allah’ındır. Tasarrufta o’nundur. O’nun tasarrufunda haksızlık imkânsızdır.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir:

“Birinci Vecih: Cenab-i Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şafi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor ve hakeza…”Mülkün maliki mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” 2-

Menfi hadiseler,insanın bu dar-i dünya yolculuğunda karşılaşmış olduğu musibetlerdir. Eğer insan bu musibetlere karşı tahammül ederse ahreti için büyük sevap ve ibadete çevirmiş olur. Zaten insanın yaratılış gayesi ibadet ve kulluktur.

Cenab-ı Allah tahammülünden aciz kalabileceğimiz musibetlerden, belalardan bizleri muhafaza etsin, mülkün maliki olan Allah’tan gelen musibetleri de hakkımızda hayırlara vesile etsin âmin…

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR           

ALINTI

1 ve 2 – Lem’lar

Her Musa’nın Bir Firavun’u Vardır!

Hazreti Âdem aleyhısselam ile dünyada insanın serüveni başlamış, Kabil ve Habil çocuklarının nesli için yaşama şekli onlara öğretmiş, oğlu Kabil büyüyünce babasının kurduğu düzene karşı çıkmış, kardeşinin malına kıskanarak onu öldürmek istemiş. Habil Allah’tan korktuğu için Kabil’e zarar vermek istemedi; ona dedi ki: “Ben istiyorum ki, sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezası işte budur.”1

Kabil niyetini icra etmeye kararlıydı, çünkü o nefsine mağlup düşmüş, kardeşinin malını ve izzetini gasp edecekti; nihayet,”nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü: bu yüzden de kaybedenlerden oldu.”2,

Bu cinayetle Kabil ilk cani, ilk diktatör, ilk zalim ve ilk sömürücülerden oldu. Peygamber efendimizin (asm) bir hadis-i şeriflerinde “kötülüğe sebep olan onu yapan kadar gibidir” buyurmuştur. Kabil’de öldürme hadisenin ilk sebeplerindendir.

“Her Musa’nın bir Firavun’u vardır.” Demişler. İyi ile kötü, zalim ile mazlum, hak ile batıl her zaman aynı alanda görünmüş,aynı  meydanda mücadele etmişler, bu mücadelenin ilk başlangıcı Hazreti Âdem ile İblis’ti, zamanla Hazreti Nuh ile Sâm, Hazreti Davut ile Câlut, Hazreti İbrahim ile Nemrut, Hazreti Musa ile Firavun, asr-ı saadette Hazreti Muhammed (asm) ile Ebucehil, ahir zamanda Hazreti Mehdi ile deccal ve süfyan’a kadar devam ede gelmiş, Habil tarafı ehl-i iman; Kabil tarafı ehl-i küfür, yani ”hak ile batıl” bu iki kutup kıyamete kadar birbiriyle mücadele edecek, elmas ruhlu Ebubekir’ler cennete;  kömür ruhlu Ebucehil’ler de cehenneme gidecekler…

İki akıl hastasından ibretli bir mesaj! 

İstiklal savaşından sonra, 1925 yılında Elazığ’da “Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi” kurulur. Halen devam etmekte olan“akıl hastanesi” ismiyle maruf  bu hastanede iki deli kavga eder, kavgaya müdahale eden bir misafir araya girer ve kavganın nedenini merak eder,

“Neden kavga ediyorsunuz?” der, onlardan biri şu cevabı verir:

 “Serseri adama bak”  “ben firavun’um” diyor.

”O Firavun’sa, bende Musa’yım. Firavun, Musasız olur mu?” demiş,

 “her Musa’nın bir Firavun’u vardır.” darbı mesel olan bu veciz söz her şeyi ifade etmektedir.

Bediüzzaman,”hak ve batıl’ı” iki nazar olarak öne vermektedir. Biri “dalalet nazarı, diğeri “iman nazarı” şeklinde ifade buyurmaktadır.

Dalâlet nazarı: Talep etiklerini elde etmekten aciz olan insan kendini himayesiz anlar, dolayısıyla hüzün, keder ve dalaletinden dolayı kendini yetimler gibi zanneder. Kimsesiz, güçsüz ve zayıf görür. Dolayısıyla Allahtan alakasını kesen adam, âlemin tümünü düşman ve korkulu görür. İman ve İslamiyet’ten ayrılan biri daha kimseyle kardeşlik bağını kurmaz ve alakayı keser. Menfaat üzerine küçük irtibatları olsa da bir değer taşımaz.

Hele ölüm hadisesini yokluk ve idam, yaşadığı hayatı ise manasız, karmaşık bir muamma olarak görür. Onun için ölümü tahattur etmek bile istemez. Bu sefer beyhude bir yaşantı ile birkaç günlük yaşam için dünyada oyalamaya başlar. Oysa imansız bir kalp ne kadar servet ve variyet sahibi de olsa, kalbi ve ruhu sıkıntılı, manen bir cehennem içinde olur.

“Sırat-ı müstakimi kaybeden çok belalı,  zararlı ve müşkülatlı yollara düşer.” Ne kadar güzel ve veciz ifade etmiştir, Hazreti Bediüzzaman….

İman nazarı: “Ağlar yetimler gibi değil,” belki sorumlu ve yükümlü bir memur veya vazifeli bir kul olarak kendini görür. Dolayısıyla Allah’ın varlığı bütün nimetlerin üstünde olduğunu anlar. “Sırat-ı müstakim” yolunda hareket eder.

İman ehli, kadere ve hadisatlara, Kur’an’ın ve Peygamberin terbiye ve talimiyle bakar. Mesela: İnsanı bu dar-ı dünyadan ayrılan ölüm vakıası belki zahiren acı da görünse, iman ehli der ki ölüm ve kabir ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Dünyanın cüz’i meseleleri için fazla sıkıntıya girmem, “Allah var, gam yok” der, bir istinat noktayı bulur ve rahatlar.

Sonuç olarak dalalet ve iman kanadının mukayese edilmeyecek kadar birbirlerin- den uzaktır. İman nurunu kaybeden bir insan dünya serveti hep onun olsa beş para etmez.

Bediüzzamanın bir sözü ile noktalamak istiyorum.”Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ahirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insan kalbi, ruhu tavahuş eder, vicdani daima muazzep olur.” 3

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

KAYNAKLAR

1-Maide/29

2-maide/30                                                                                                             

3-29.Şua,3.nokta