Etiket arşivi: Rüya

Rüya

Gerçek ruhun beşere en büyük aksi sadâsı olan rü’yâ, Hakkı inkâra me’mur mad­deci mektep indinde, basit bir hayâl fonksi­yonu addedilir. Halbuki rü’yâ, insan harika bünyesinin en girift sırlarından biridir. Bu yazımızla rü’yâyı hurafe ve safsatadan uzak, hak ve ilim nâmına tahlile tabî tutacağız:

İlk önce uykuya âid (maddî) ilmî haki­katleri sıralayalım:

Uyku, beyinde çift bir merkezle idare olunan, maddî bir fonksiyondur. Fizyoloji ilmi, en yeni ta’rîfi şöyle yapıyor:

«Uyku, muvakkat beyin duraklaması ve­ya beynin ba’zı kısımlarının, bilhassa kısır kısmının duraklamasıdır..»

Uyku, maddemizin Ruhla ağızlaşma ma­halli olan sinir sisteminde ruhun inkıtâından meydana gelir.Uykunun cinlere, perilere izafe edildiği yıllarda, 14 asır evvel KUR’AN uykuyu ilmin son şekli olan ta’riften daha mükemmel tâ’rif ediyor: (S.Nebe, Âyet 8= Uykunuzu sukat kıldık. Sukat=muvakkat duraklama).

Rü’yâya gelince: Rü’yâ madde sınırla­rından ötede mediko-psikolojik bir vakıadır. Bu hükme götüren realiteler şu noktalarda hulâsa edilebilir.

1 — Rüyada zaman hükmü yoktur.

Umumiyetle rü’yâlar 2-4 saniye devam eder. En uzun rü’yâlara 6-8 saniye devam eder. Rü’yâmızda en girift ve uzun meşguli­yetler, hattâ halletdiğimiz riyaziye mes’eleleri, uzun seyahatler, hep bir kaç saniye içerisine sığar. Eğer rü’yâ beyin hücresinin veya sinir cümlesinin bir galatı olsaydı tefekkür ve hayâlin değilse bile, karar vermek için beyne düşen en kısa refleks müddetleri kadar olsa da, rü’yânın hiç olmazsa 20 – 30 dakika de­vam etmesi gerekirdi. Halbuki rü’yâ zamana tabî olmayan bir ruh vakıasıdır.

2 — Rü’yâ ile ilgili beyin de, sabit bir merkez veya faaliyet sahası yoktur. Uykunun ve birçok hîssi melekelerimizin beyinde sabit bir yeri olmasına rağmen, rüyanın sinir cüm­lesi ve beyne âid mıntıkalarda muayyen bir yeri yokdur. Beyin filmlerinde de rü’yâ gören­lerde bir değişiklik yokdur. Keza rü’yânın mariz şekilleri de yokdur. Yâ’nî bir insanda maddî sebeblerle bir rü’yâ inkıtâı, sonra tekrar başlaması mevzubahs değildir.

Aksine, insan, maddesîle vücûdünde en ağır hastalıklar geçirirken, bütün Vücût fonk­siyonları değişmesine rağmen en sarih ve vazıh rü’yâlar görür.

Bunama halleri ve sinir bozukluğ île rü’yâsını ifâde edemeyenler, yanlış bir tefsirle mariz rü’yâlı addedilemez.

3 — Rü’yâlar maddî ve hormonal tekâ­mülle de ilgili değildir. Bir çok çocuklar yaş ve görgülerîle kıyaslanamayacak kadar garip olgun rü’yâlar görürler. Bu bir özenti değil, ruhun yaşla ilgisi olmayan bir hikmetidir.

4 — Her ferd, kendi nefsinde bilir ki, rû’yâsında hiç gitmediği yerlere gittiği, hiç görmediği şahıslan gördüğü vâkîdir. Bâzı kere evvelden rü’yâda gördüğü yerlere, sonra­da sahiden gitdiğini ve ayni şeyleri gördüğü vâkîdir. Bu hâlin sayısız misalleri vardır.

5 — Rü’yâlar ruhî galatların (hallüsi-nasyon) aksine, çok kere daha vazıhdır. Hattâ hayâtda çözemediği fikrî ve ilmî mev­zularda tam sarahatle hakikatler bulunduğu vâkîdir. Rü’yâlarda bâzı kere saçma şuuraltı infialleri olabilir: ancak bu hâlin sebebi, ilerde bahsedileceği veçhile, mutlak selâmeti hâiz olmayanlarda görülür.

6 — Bir çok akıl hastalarında net ve dürüst rü’yâlar müşahede edilmişdir. Ya’nî sinir sistemi ve beynin normal çalışmadığı ahvâlde dahî, ruhî meleke tabiî olan rü’yâ vuzuhunu kaybetmiyor. Bilhassa interval epilepsi hastalığına dûçâr olanlarda beynin ön kortex kısmı hastalığı dolayısile hasta şahıs en ufak şuurdan dahi mahrumken ruh tam sıhhatini muhâfaza etdiğinden çok sarih, hattâ normal üstü olgunlukda rü’yalar müşâhede edilmişdir.

7 — Rü’yânın mühim bir medico-psiko­lojik tarafı da insan ahlâkının mi’yârı olu­şudur. Psişiatrinin psikanalizde dahi kabul etdiği veçhile rü’yâ vicdanın en sarih bir muhasebe plânıdır. Ya’nî fert çok defa hatâ ve sevap blânçosunu sinir cümlesi hâricinde ruh lâboratuvarı olan rü’yâda yapar.

Yedi madde hâlinde sıraladığımız rü’yâ­nın mediko-psikolojik hakikatlerine dâir ilmî vakıalardan çıkan hüküm şudur:

a) Rü’yâ, beyin ve sinir cümlesinden hâriçde, ruhî bir vakıadır. Maddî unsurların kânunlarîle değil, ruhî kânunlara tabî olarak incelenir.

b) Rü’yâ, ruhî bir galat değil, ruhî in­kişâfa bağlı, ve ruhun sıhhati için gerçek ma’nâ taşıyan bir vakıadır.

c) Rü’yâ, Vicdanın muhasebe lâboratu varı olarak ruhî inkişaf ve terbiye unsurudur.

d) Rü’yâ, ruha âid isbatların en gerçek ifadesidir.

Şimdiye kadar rü’yâyı bir bütün olarak inceledik. Bu büyük bahse âid şüpheli sualle­ri, rü’yânın tasnif ve tahlili hükümlerini gele­cek yazımızda belirteceğiz.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – İslamın Nuru Dergisi (1953)

Peygamberimizin Müjdeleyen Bir Rüyası

SEVGİLİ Peygamberimiz, bütün yeryüzüne gönderilmişti. Onun daveti bir ırka, millete, kavme veya yöreye değil, bütün insanlığadır. Onun için Kuran-ı Kerim’de “Ey Araplar!” tarzında bir çağrı cümlesi bulamazsınız. Kuran’daki bütün hitaplar, “Ey insanlar, ey iman edenler” şeklinde geneli kuşatır.

Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamber’in misyonunu, “Seni bütün insanlığa müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” (Bakara 19, Sebe 28, Fatır 24, İsra 105, Furkan 56, Ahzab 45, Fetih 8) cümlesiyle duyurmuştu.

Halbuki kendisinden önce gelen peygamberler belli bir ırka, bölgeye veya kavme indirildi.

İşte bu Peygamber (S.A.V), bütün çabasını insanlığın hidayetine yönlendirdi. Önce imanı öğretti. Allah’a imana ve itaate çağırdı. Sonra Yüce Rabb’e ibadet etmeye, kötülüklerden vazgeçmeye, ahlaki zafiyetleri ıslah etmeye, erdemli tavırlarda bulunmaya davet etti. Bazen konuşarak, bazen konuşturarak, bazen bakarak, sadece lisanı haliyle (duruşuyla), bazen de ikna etmenin en güzel yöntemlerini kullanarak bunu sağlamaya çalıştı.

Bu anlamda Efendimizin gördüğü ve aktardığı bazı rüyalarda önemli yer tutar. O, gördüğü rüyaları paylaşır, sonra da yorumlardı. O’nun gördüğü rüyalar, apaçık ve müjde dolu rüyalardı. İnsanları bağlardı. Çünkü Peygamberlerin rüyaları da bir anlamda vahyin bir parçasıdır.

İşte bu yazımızda, toplumu ıslah etmek için büyük çabalar gösteren Peygamberimizin müjde ve umut dolu rüyalarından birine yer vereceğiz. Efendimiz (S.A.V) buyuruyor:

Dün gece acayip bir rüya gördüm: Ölüm meleği, ümmetimden birinin canını almaya geldi, ana-babasına iyiliği onu çevirdi.

Ümmetimden birini kabir azabı ona açılmışken gördüm. Abdesti geldi, onu bundan kurtardı.

Yine birini şeytan korkutuyordu, zikri geldi, aralarına engel oldu.

Ümmetimden birini gördüm; susuzluktan dili dışarı çıkmış, havza ne zaman gelse men ediliyordu. Orucu geldi, onu suladı.

Ümmetimden birini gördüm; azap melekleri korkutuyordu. Namazı geldi, ellerinden kurtardı.

Ümmetinden birini gördüm; nebiler halka halka oturmuşlardı. Onlara yaklaşmak isteyince kovuluyordu. Gusül abdesti geldi, elinden tuttu. Onu benim yanıma oturttu.

Yine ümmetimden birini gördüm; onun arkası, sağı, solu, üstü, altı karanlık idi. O ise şaşkın halde idi. Haccı ve umresi geldi, onu karanlıklardan çıkardı, nura girdirdi.

Ümmetimden birini gördüm; müminlerle konuşuyor, fakat müminler onunla konuşmuyorlardı. Sıla-i rahim (akrabalarıyla ilgilenmesi) geldi, “Ey müminlerin topluluğu! Onunla konuşun” dedi. Konuştular.

Ümmetimden birini gördüm; ateşin hücumunda kalmıştı. Alev yüzünden eline geliyordu. Sadakası geldi; yüzüne perde, başına gölge oldu.

Ümmetimden birini gördüm; cehennem melekleri onu yakalamış. Emr-i bil-maruf, nehy-i anil-münker (iyiliği emretmesi, kötülükten sakındırması) onu ellerinden kurtardı. Onu rahmet meleklerinin yanına dahil etti.

Ümmetimden birini gördüm; dizleri üzerine oturmuş, onunla Allah arasında hicap var. Güzel ahlakı geldi, elinden tuttu, onu Allah’ın huzuruna girdirdi.

Ümmetimden birini gördüm; sayfası sola uçtu. Allah korkusu (ve Allah’ı sevmesi) geldi, sayfasını yakalayıp sağ tarafa getirdi.

Ümmetimden birini gördüm; mizanı hafif geliyordu. Çok çalışması geldi ağırlaştırdı.

Ümmetimden birini gördüm; cehennemin kıyısında duruyordu. Takva ile hareket etmesi geldi, onu kurtardı, biraz geçti.

Ümmetimden birini gördüm; cehenneme atıldı. Allah için dökülen gözyaşları geldi, onu oradan çıkardı.

Ümmetimden birini Sırat’ta dururken gördüm; hurma dalının titremesi gibi titriyordu. Allah’a olan hüsn-ü zannı (Allah’ı unutmaması ve Allah’ı terk etmemesi) geldi, titremesi durdu. Biraz geçti.

Ümmetimden birini bazen sürünüyor, bazen emekliyor, bazen takılıyor gördüm; bana olan salavatı geldi. Elinden tuttu, onu kaldırdı, Sırat’ı geçti.

Ümmetimden birini cennetin kapısına kadar gelmiş gördüm; kapı içten kapanıyordu. La ilahe illallah şehadeti geldi, kapılar açıldı, onu cennete girdirdi.

Hayatı boyunca hep güzele çağıran bu sevgili davetçinin cennetten sunduğu şu manzara ile yazımızı sonlandıralım: “Cennete girdim. Kuran sesini işittim. Kim bu okuyan diye sordum. Orada bulunanlar cevaben, Numan oğlu Harise’dir, dediler. Harise’nin içinde bulunduğu nimetin sebebi şudur: O, anasına, babasına karşı çok saygılıdır.”

SORALIM ÖĞRENELİM

Radyo, teyp veya televizyonlardan secde ayetlerini dinleyen kimsenin tilavet secdesi yapması gerekir mi?

Kuran-ı Kerim’de on dört yerde secde ayeti bulunmaktadır. Bu ayetleri okuyan veya işiten kişinin, tilavet secdesi yapması gerekir. Tilavet secdesi, ayetteki ilahi mesajı okuyan veya dinleyen kişinin, yaradanına itaatinin ifadesidir. Bu itibarla radyo, teyp veya televizyondan da olsa, ilahi mesajı işiten kişinin, tilavet secdesi yapması gerekir. Ancak, okunan ayetlerin tilavet secdesi olduğunu bilmeyenler, tilavet secdesi yapmakla yükümlü değildirler.

Yatarak Kuran okumak ve dinlemek caiz midir?

Kuran-ı Kerim’i okumak isteyen kimsenin abdest alıp kıbleye doğru oturarak okuması, Kuran’a saygının bir ifadesidir. Ancak Kuran’da, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anmak tavsiye edilmektedir (Ali İmran 3/191). Kuran da Allah’ın zikri olduğundan, herhangi bir saygısızlık kastı olmaksızın, yatarken Kur’an okumak ve dinlemekte sakınca yoktur.

Kadınların özel hallerinde (ádet ve loğusalık) yapamayacakları şeyler nelerdir?

Kadınlar  (hayız) ve loğusalık hallerinde, cinsel ilişkide bulunamaz (Bakara 2/222), namaz kılmaz, oruç tutmazlar (Buhari, hayz 1; Müslim, hayz 14-15). Bu konuda müçtehitler görüş birliği içindedirler. Kadınlar (hayız) ve loğusalık hallerinde kılmadıkları namazları daha sonra kaza etmez, ancak oruçları kaza ederler. Kadınların bu hallerinde, namaz ve oruçtan muaf tutulmaları. Diğer taraftan kadınlar, bu hallerinde müçtehitlerin büyük çoğunluğuna göre Kábe’yi tavaf edemezler. İslam, kadını bu durumda manen ve maddeten temiz ve duru kabul eder. Ancak ibadet konusunda yükümlü kılmak istemez, rahatlatmak ister.

Derleyip Nakleden: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Rüyaların Mâhiyeti

 RüyaRüyaların mâhiyeti ve onlara gönül bağlamanın doğru olup olmadığı husûsunda bizleri aydınlatır mısınız?

Gönüller Sultânı  Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde rüyalar hakkında şöyle buyurmuşlardır:

“Rüya üç kısımdır: Birincisi sâlih rüya olup Allah’tan bir müjdedir; ikincisi şeytanın verdiği korku, (vesvese) ve hüzündür;  üçüncüsü de kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdir. Kim rüyasında hoşlanmadığı bir şey görürse, onu başkalarına  anlatmasın; hemen kalkıp namaz kılsın…” (Buhârî, Ta’bîr, 26; Müslim, Rüyâ, 6)

Bunları kısaca açıklamak gerekirse;

1. Sâlih ve Sâdık rüyalar: İlâhî mevhibelerden biri olan sâdık rüyalar, gaybî hakikatlere vâkıf olmanın yollarından biri olarak kabul  edilmektedir. Zira uyku sırasında maddî âlemle irtibâtı asgarîye inen insanda, rûha âit hisler güçlenir. Ulvî manzaraları perdeleyen  nefsâniyet bulutları dağılarak görüş berraklaşır. Bu sûretle rüyalarında gayb âlemini seyretmek, bazı sâlih kullara nasîb olur. Bu  keşiflerin doğruluğu ise, uyanıkken müşâhede edilir.

Bir hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz  :

“Nübüvvetten geriye sadece mübeşşirât kalmıştır.” buyurunca ashâb-ı kirâm merakla:

“–Mübeşşirât nedir, yâ Rasûlâllah?” diye sordular. Efendimiz onların bu suâline:

“–Sâdık rüyadır.” diyerek cevap verdiler. (Buhârî, Tâbir, 5; Müslim, Salât, 207-208)

Mübeşşirât, ihlâslı mü’minlerin gönüllerinin rüya esnâsında ilâhî müjdelere, ilhamlara ve telkinlere açık hâle gelmesidir. Böyle  rüyalar net olarak hatırlanırlar. Bunlar, Cenâb-ı Hak tarafından ya müjde ya da îkaz mâhiyetindedir. Bunları vazifeli bir kısım melekler  ümmü’l-kitâb (levh-i mahfuz)’dan telâkkî ederek, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve müsâadesi ile, uyuyan insanın rûhuna seyrettirirler. Bu  sebeple denilebilir ki sâdık rüyalar, Levh-i Mahfuz’dan istikbâle akseden pırıltılardır.

Sâdık rüyalar, ehli tarafından tâbire, yani şifrelerinin çözülmesine muhtaçtır. Rüya tâbiri de Hak vergisi bir ilimdir. Peygamber  Efendimiz, namazlardan sonra bâzen ashâbın gördüğü rüyaları dinler ve tâbir eder, istikbâle dâir zuhûr eden tecellîleri îzah buyururlardı.

2. Şeytanî rüyalar: Şeytanın, insanı korkutmak, rûhu sıkıntıya düşürmek veya mahzun etmek maksadıyla müdâhil olduğu rüyalardır.  Yüksek bir yerden düşmek veya insanı tesir altında bırakan kargaşa ve felâket sahneleri görmek gibi. Böyle rüyaların bir esası yoktur.

Ebû Saîd el-Hudrî ’tan rivâyet edildiğine göre Nebî  şöyle buyurmuştur:

“Sizden biriniz hoşuna giden bir rüya görünce, (bilsin ki) o, Allah Teâlâ’dandır. Bu sebeple Allâh’a hamdetsin ve o rüyasını anlatsın.”

Diğer bir rivâyet de şöyledir:

“O rüyayı sadece sevdiğine söylesin. Hoşlanmadığı bir rüya görürse o da şeytandandır. Onun şerrinden Allâh’a sığınsın ve onu hiç  kimseye söylemesin. O zaman o rüya kendisine zarar vermez.” (Buhârî, Ta’bîr, 3, 46; Müslim, Rü’yâ, 3)

Çoğunlukla bulanık, yarı hatırlanan, karışık bir rüya gören, gördüğünü kimseye anlatmamalı ve şeytanın îğvâsından Allâh’a  sığınmalıdır.

3. Hâricî bir tesirle görülen rüyalar: Kişinin hâl ve hayâline bağlı olarak rüyasına akseden manzaralardır. Meselâ çok tuzlu yemiş olan  bir kimsenin rüyada bolca su içmesi veyahut da zihnini fazlaca meşgûl eden bir meselenin rüyasına girmesi gibi. Bunların da  tâbiri yoktur. Esassızdırlar.

Rüyanın mâhiyeti hakkında ise şunları söylemek mümkündür:

Rüyada görülen varlıkların her biri, lügattaki bir kelime gibidir. Yani rüya, âdeta ayrı bir lisandır. Bu lisanda görülen varlığa atfedilen  mânâ, uzak bir alâkaya dayanır. Yani büsbütün mesnedsiz ve sebepsiz değildir. Meselâ yılan, düşmandır. Bu mânâ, Âdem (a.s)’ın  kıssasına dayanır. Onda görülen her hâl ve hareket, düşmana âit bir tavır olarak îzah edilir. Fakat bir yılan dümdüz veya ölü gibi  hareketsiz görülürse, yol ile tâbir edilir

Diğer taraftan, rüya tâbirinde pek çok müessir rol oynar. Günler, mevsimler, rüyanın görüldüğü gece vakti vs. Meselâ kışın görülen  rüya geç tahakkuk ederken, sabaha karşı görülen rüya çabuk çıkar. Ancak bu tâbirler her rüya sâhibinin tabiatı farklı olduğundan  çoğu kez noksandır.

Rüya tâbiri ilmine vâkıf olan kimselere “muabbir” (tâbirci) denilir. Umum insanların istifâdesi için rüya tâbiriyle alâkalı pek çok eser  telif edilmiştir. Bunlardan İbn-i Sîrîn ve Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin tâbirnâmeleri meşhur olmuş ve ekseriyetle onlardan iktibas  sûretiyle günümüze kadar çeşitli kitaplar ortaya konulmuştur. Bununla beraber sırf böyle kitaplarda mevcut olan bilgilere dayanılarak  rüya tâbir etmek ve onlara îtibar etmek mahzurludur. Zira asıl tâbirin büyük bir kısmı “keşif”tir. Bunun için rüyayı tâbir edenin, mânevî bir salâhiyete sahip olması gereklidir. Bununla ilgili olarak İmam Hatipte hocalığımızı yapmış bulunan Merhum Celâleddin Öktem  Hocaefendi, vaktiyle rüya tabirinde bir üstâd iken, tevhîd-i tedrîsât kanunu sonrası bu salâhiyeti kaybettiğini bizlere şöyle  anlatmışlardı:

“–Bir zaman geldi ki, bu perde bana kapandı. Çünkü din dersleri lağvedildi. Beni de Felsefe hocası olarak tâyin ettiler. Akıl mahsûlü  olan felsefî nazariyeler içinde yüzmeye başlayınca, gönül pınarlarım kurudu.”

Diğer taraftan rüyalar ehil olmayanlara anlatılmamalıdır. Aksi hâlde yanlış tâbirin tehlikeleriyle karşılaşılır. Zira Peygamber  Efendimiz:

“…Rüya, ilk tâbirciye göre tahakkuk eder.” (İbn-i Mâce, Ta’bîr, 7) buyurmuştur.

 Rüyada görülen varlıkların her biri, lügattaki bir kelime gibidir. Yani rüya, âdeta ayrı bir lisandır. Bu lisanda görülen varlığa atfedilen  mânâ, uzak bir alâkaya dayanır. Yani büsbütün mesnedsiz ve sebepsiz değildir.

Ayrıca rüyanın şeytânî mi Rahmânî mi olduğunu ayırt edebilmek, ilâhî ilham ve telkinlere mazhar olmaya bağlı bir keyfiyettir. Üstelik insanların tabiatları birbirinden farklı olduğu için, aynı rüyayı gören iki şahsın rüyalarının tâbiri birbirinden çok farklı olabilir. Bu inceliği kavrayabilmek de mânevî bir salâhiyet ister.

Nitekim İbn-i Sîrîn Hazretleri’ne iki kişi gelip, rüyalarında hatip olarak hutbe okuduklarını beyân ettiklerinde bunu, onlardan birinin  hacca gideceği, diğerinin ise îdâm olunacağı şeklinde tâbir buyurur. Hakîkaten bir müddet sonra o iki şahıstan biri hacceder, diğeri  ise îdâm edilir.

Yine Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin, devrinin pâdişâhı I. Ahmed Hân’ın gördüğü bir rüyayı yorumlamaktaki mahâreti, bu konuda  mânevî salâhiyetin ne kadar önemli olduğunun bir delilidir:

Sultan I. Ahmed Han, bir gün rüyasında; Avusturya kralı ile güreşe tutuştuğunu, sırt üstü yere düştüğünü ve sırtının toprağa yapıştığını  görür. Ürpererek uyanır. Rüyanın zâhirî görünüşü korkutucu olduğundan bir hayli üzülür.

Saraya dâvet edilen tabircilerden hiçbiri Sultan Ahmed Hân’ın gönlünü tatmin edecek bir tâbir yapamaz. Neticede rüya Aziz Mahmud  Hüdâyî Hazretleri’ne arz edilir. Hazret-i Hüdâyî, zâhiren üzücü olan bu rüyayı şöyle yorumlar:

“Allah Teâlâ, insan vücûdunda sırtı, kâinatta ise toprağı en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki  kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, pâdişâhımızın sırtının toprağa gelmesi ile bu iki kuvvet birleşmiş olmaktadır. Dolayısıyla bu rüyadan, İslâm’ın temsilcisi olan pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşılmaktadır…”

Cenâb-ı Hak, bizleri dâimâ faydalı ilimler ile rızıklandırsın! Faydası olmayan her türlü ilmin şerrinden de muhafaza buyursun!

Âmîn…

Üstadın Sadık Rüyası

Birinci dünya savaşı başlamadan

Bahseder üstad, sadık bir rüyadan
Üstad, “Meşhur Ağrı Dağı’nın eteğinde

Dağ müthiş infilak eder birden, bire
Savrulur dağlar gibi parçalar

Yayılır dünyaya koca kayalar
Üstad, bakar ki o dehşet içinde

Yanındadır merhume validesi de
“Ana korkma, Cenabı Hakkın emridir”

Der, “O hem Rahim, hem de hakîmdir”
O halet-i ruhiyede iken, bakar birden

Mühim bir zat, peydah olur aniden

Der,“İ’caz-ı Kur’an-ı beyan et”

Anlar, bu büyük bir infilaka işaret

Dehşetli infilak, inkilabdan sonra
Hücum edilecek doğrudan Kuran’a

Kuran’ın etrafındaki kırılacak surlar

O an, kendini Kuran müdafaa başlar
İ’caz-ı, olacak onun çelik bir zırhı
Hazreti üstad yazacak, şu i’caz-ı

Bekir Özcan

www.NurNet.org

 

Çocuk Sineması

Sınıf öğretmeni, çocukların uykuları üzerine bir araştırma yapıyordu. Rüya görmenin insan ruhunu ne kadar rahatlattığını ve onlar için ne kadar gerekli olduğunu belirttikten sonra:

— Söyleyin bakalım!. dedi. Bu gece ne gördünüz?

Çocuklar, tek tek el kaldırarak rüyalarını anlatmaya başladılar. O haftaki rüyaların bir çoğu, üç gün önce meydana gelen korkunç tren kazası ile ilgiliydi. Bir de, cinnet geçiren bir emeklinin, karısı ve çocuklarını yol ortasında bıçaklaması ile… Öğretmen, arka sıralarda oturan bir öğrencinin el kaldırmadığını görünce, ona doğru yaklaşıp:

— Hayrola arkadaş!. dedi. Yoksa sen hiç rüya görmüyor musun? Küçük çocuk, yanakları pembeleşirken:

— Elbette görüyorum!. diye gülümsedi. Ama benim rüyalarım çok farklı.

— O zaman, gördüğünü anlat!. dedi öğretmen. Aynı şeyleri görmen gerekmiyor. Küçük çocuk:

— Ben, dedemle birlikte gittiğim balık avını gördüm!. dedi. Köyümüze yakın olan derede idik. Ve koca bir balık tutarak eve götürdük.

Öğretmen, yaptığı çalışmayı, bir sonraki dersinde de sürdürdü. O hafta görülen rüyaların büyük bir çoğunluğunda, petrol zengini bir ülkenin bombalanması sırasında ölen yüzlerce çocuk vardı. Diğer rüyalar ise, meşhur bir şarkıcının ayağından vurulması ve iş adamlarından birinin kaçırılması ile ilgiliydi. Öğretmen, arka sıradaki öğrencinin bu sefer de el kaldırmadığını görerek yanına gitti ve ona ne rüya gördüğünü sordu. Küçük çocuk, dışarıdaki karlı dağlara bakıp:

— Geçen hafta bir çok kuzumuz doğdu, dedi. Rüyamda onları, dağın yamacındaki pınara götürmüştüm. Bu arada çiçeklerle konuşup, gökyüzündeki kuşlarla yarıştım. Onlar gibi uçuyordum havada.

Öğretmen, araştırmasını biraz derinleştirdiğinde, çocuğun diğer kardeşlerinin de aynı türde rüyalar gördüğünü öğrendi. Hatta dedesi bile, onlar gibiydi. Sonunda merak edip:

— Hep bu türden rüyaları görmeniz çok harika!. dedi. Sanki birer film gibi her biri. Yoksa bunun için bir formül mü var? Küçük çocuk:

— Bilmiyorum öğretmenim!. diye gülümsedi. Televizyon alamayacak kadar fakir olduğumuz için, Allah bize bu filmleri gösteriyor olmalı.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi