Etiket arşivi: sabır

Evlilik Okulu: Susan Kurtulmuştur

“Susmak huyların efendisidir.” buyuruyor sevgili peygamberimiz. Susmanın iletişimde ne kadar kıymetli olduğunun farkında değiliz.

Yuttuğumuz hiçbir sözden dolayı pişman olmayız. Fakat söylediğimiz pek çok sözden dolayı pişman olmuşuzdur. Bazen susmak söyleyeceğimiz sözden çok daha fazlasını anlatır karşımızdakine.

Karı koca ilişkisinde de muhabbeti kaybetmemek için susmayı bilmek lazım. Çok konuşmak aşkın düşmanıdır. Pek çok sevgi gereksiz ve boş konuşmak yüzünden bitmiştir.

Konuşmak da susmak da bir sanattır aslında, kadın-erkek hepimizin en çok bilmesi gereken. En çok da biz kadınların. Konuşmayı seviyoruz ve çoğu zaman ölçüyü kaçırıyoruz. “Çok konuşan çok hata yapar.” diye bir söz kalmış zihnimde. Ağzımızdan çıkan her sözünde diğer tarafta hesabını vereceğimizi de düşünürsek susmanın dünya ve ahiret hayatı için ne kadar kıymetli olduğu daha da iyi ortaya çıkıyor.

Teknoloji yüzünden çok gürültülü bir dünyada yaşıyoruz. Akşamları bir süreliğine de olsa televizyonu bilgisayarı kapatıp karı koca sessizliği paylaşabilmeli. Bir çay içerken göz göze bakışmanın, sevdiğinin omzuna başını koyup onda dinlenmenin tadını hangi sözcükte bulabiliriz.

Gözün anlattığı dilin söylediğinden daha önemlidir. Dilimiz o kadar gevezelik ediyor ki gözlerimiz konuşmayı unuttu. Her akşam eşinizle beş dakika da olsa gözlerinizle sohbet edin. Dakika tutun ve beş dakika boyunca birbirinizden gözlerinizi ayırmayın, ona duygularınızı, sevginizi gözlerinizle anlatın, bu arada kesinlik ile konuşmayın. Dudaklarınızı konuşmak için değil gülümsemek için kullanın.

Allah rasulu “Susan kurtulmuştur.” buyuruyor. Susmak sizi eşinizle yaşayacağınız pek çok tatsızlıktan korur. Üç dakika çeneyi tutmak bizi üç günlük üzüntüden korur.

“Aşk saadetini kim elde eder? Susan kimse.” diyor Cervantes. Aşık olmak kolay da dilimiz yüzünden aşkımız uzun sürmüyor, aşkımızın saadetini, mürüvvetini göremiyoruz. Dil sussa gönül konuşacak. İkisi bir arada olmuyor. Hele telefon şirketlerinin şu bedavaları yüzünden gençler daha sözlüyken, nişanlıyken birbirinden bıkıyor.

Evliliğinde problem yaşayan hanımlara sabrı ve sukûneti tavsiye ettiğim zaman hanımlar genellikle annelerini ninelerini örnek gösteriyorlar. “Annelerimiz sustu sabretti de ne oldu, kıymetleri bilinmedi, dert sahibi oldular.” diyorlar. Oysa anneleri aslında sabretmemiştir, gerçekten sabredebilselerdi dert sahibi olmazlardı. Onlar görünüşte susmuşlar fakat içten içe büyük bir kızgınlık duydukları için gözleri ile kocalarına kızgınlık ve öfke kusmuşlardı. Öyle susmanın bir değeri yoktur.

Mesela erkek bir şeye sinirlendi kızdı, kadın sustu. İçinden “Beş dakika susarsam öfkesi geçer.” deyip kadın gözleri ile ateş püskürmeden, nezaketle susarsa kazanır. Erkek az sonra karısının gönlünü nasıl alacağını bilmez. Fakat biz genellikle susmak yerine eşimizi susturmaya çalışıyoruz, kendi haklı olduğumuzu ispat etmeye uğraşıyoruz.

Haklı çıksak sanki bir ödül var. Adam tartışma bitsin diye “tamam haklısın” dese içinden de “Allah belanı versin, sus artık” dese mutlu mu olacağız? Hiç bir tartışmada kimse kimsenin haklı olduğunu kabul etmez. Çünkü kızgınlık gerçeğin önünde perdedir. Aynı zamanda kızgınlık, gerginlik pek çok hastalığın sebebidir. Konuşarak hem kendimizi yoruyoruz hem de eşimizi. Sevdiğinle sessizliği paylaşmak güzeldir. Tabii eşler sinir bozucu bir sessizliği değil, sessizliğin sukûnetini paylaşmalılar.

Kızdığımız, üzüldüğümüz zaman Rabbimizin “Allah sabredenlerle beraberdir ve Allah sabredenleri sever.” ayetlerini hatırlayalım. Susmak sabır işidir.

“Bir avuç sabır, bir kova beyinden üstündür.” der bir Hollanda atasözü. Zekamıza ve dilimizin keskinliğine güvenip herkese laf yetiştirebiliriz ama bu bizi iyi bir insan, iyi bir mümin yapmaz tam aksi çıkacak arızalardan dolayı bu davranışımız bizi daha mutsuz ve agresif yapar. Oysa sabırla maddi ve manevi pek çok kazanım elde ederiz.

Kadınlar susmayı, erkekler konuşmayı öğrense (erkekler çok konuşsunlar anlamında söylemiyorum, eşlerine iltifat etmeyi, tatlı sözler söylemeyi öğrenseler) pek çok evlilik kurtulur.

Susmak asla eziklik değildir. Kadınlar sustukları zaman ezileceklerini zannediyorlar bunun için bir gayret kendileri erken davranıp kocalarını dilleri ile ezmeye çalışıyorlar. Kadın kızgınlıkla o lafı oraya oturturken kocanın gönlünden kaç fersah aşağı düştüğünün farkında olmuyor çoğu zaman.

O söze de cevap verme, eşinin ailesi hakkında kötü konuşma, her kavgaya annesinin, kardeşinin adını karıştırma, sürekli sorular sorup bunaltma, her şeyi de öğrenmeye çalışma ya da her şeyi kocandan fazla bildiğini ispat etmeye uğraşma, her tartışmada eski defterleri ortaya dökme…Ne sen yorul ne de eşini yor. Dünyaya böyle küçük şeyleri problem yapmak için gelmedik, bunların bir de diğer tarafta hesabı var. Kızgınlık anında söylediğimiz sözlerin çoğu nefis tatmininden başka bir şey değil.

Misalleri daha çok kadınlar üzerinden verme sebebimi açıklamaya gerek yok herhalde. Biz kadınlar erkeklerden daha fazla konuşuyoruz ve susmayı pek sevmiyoruz. Erkekler daha kolay susabiliyorlar. Erkeğe de gereksiz yere çok konuşmak, küçük şeyleri dert etmek hiç yakışmıyor. Tabii ki yazıda susmanın kıymetini anlatırken zaten az konuşan erkekleri tümden susturmayalım. Erkeğin eşine ile sohbet etmek için zaman ayırması gerekir. Kadınların konuşma ihtiyaçları vardır.

Güzel susmayı mutlaka öğrenmemiz lazım. Suratımızı asmadan, tavır almadan, yüz ifademizle aşağılamadan, hakaret etmeden. Kadın eşine kırıldığında yüzünde mazlum bir “kırıldım, üzüldüm” ifadesi olsa, masumiyetini anlatmak için bir torba laftan çok daha etkili olur kocası üzerinde.

Erkek de kırıldığında küçümseyici bakışlar atmadan, ağırbaşlılığını koruyarak susarsa bu da pek çok sözden daha etkilidir.

Bir beyefendi “Karım hoşuma gitmeyen şekilde konuşmaya başladığında susarım. O sustuktan sonra başka odaya gider şükür namazı kılarım. ‘Allah’ım bana susmayı nasip ettiğin için sana şükürler olsun.’ derim.” demişti. Susmak öyle böyle değil, zor iş. Şükür namazı kılacak kadar hem de.

Siz kibar susabildiğiniz için şükür namazı kıldınız mı hiç?

(Tabii bütün yazdıklarım aynı zamanda kendime. )

Bu dersin ödevi: Sinirlendiğiniz zaman gidin aynada yüz ifadenize bakın. Büyük ihtimal kendi yüzünüzü bile görmek istemeyeceksiniz. Bu eziyeti eşinize yapmayın. Yüz ifadenizi kontrol ederek kibar susmayı öğrenin.

Karı koca akşamları konuşmadan beş dakika göz göze bakışma, gözlerinizle konuşma ve sevgiyi gözle anlatma alıştırması yapın. Dikkat edin birbirinize dik dik bakmayın.

Bir anlaşmazlıkta hemen dilinizle eşinize ona saldırmaya ve kendinizi savunmaya geçmeyin. O çok konuşuyor ve devamlı sizi suçluyorsa cevap yetiştirmeye uğraşmayın, söylenmesi gerekli bir söz varsa onu söyledikten sonra güzelce susun ve ve gidin şükür namazı kılın.

www.cocukaile.net /  Sema Maraşlı

Aile: Şimdilik mi, Sonsuza Kadar mı?

Modernizm Batı’nın yaşadığı tarihsel ve sosyolojik tecrübe neticesinde ortaya koyduğu kavram ve kurumlar üzerinde yükselen bir hayat tarzıdır. Buna rağmen bu husus göz ardı edilerek modern hayat anlayışının evrensel ve medeni olmanın göstergesi olduğuna dair bir ön kabul oluşmuştur. Böyle bir ön kabul ve Batılı olmak adına gösterilen çabalar da zaman içinde farklı medeniyet mensuplarının zihinsel dönüşümü ile sonuçlanmıştır. Hayatın tümüne ibadet nazarıyla bakması ve her şeyi bu temel üzerinde anlamlandırması gereken biz çağ Müslümanlarının da bu etkilenmenin dışında kaldığı pek söylenemez. Toplumsal kurumlara yüklediğimiz anlamlar açısından olaya yaklaşıldığında bu sürecin bizleri ne kadar etkilediği ve yönlendirici hâle geldiği daha iyi anlaşılabilir. Toplumun temeli olan aile ve bu kurumla birlikte gündemimize giren evlilik, eş ve çocuğa dair algılarımızın bakış açımıza göre nasıl farklılık arz ettiğini bu yazıda ele almaya çalışacağız.

evlilik mutlulukEvlilik

Evlilik iki ayrı dünyanın kaynaşması ve buluşmasına vesile olan bir beraberliktir. Yeni bir yuvanın kurulması niyetiyle bir genç kızın ailesinden “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli” ile istenmesi daha en başta kutsal olanla bağ kurmak, hatta kutsal olanı referans edinilerek böyle bir talepte bulunmak demektir. Böyle bir anlayış aynı zamanda kurulacak yuvada en üst otorite olarak Yaradan’ı kabul etmenin, her halükarda O’nun rızasını gözetme niyetinin ve birbirine karşı sorumluluk hissiyle dopdolu olmanın bir ifadesidir. Bu sürecin hayırlısı ile sonuçlanması için taraflar birbirlerine karşı kolaylaştırıcı olmayı tercih ederler. Sonuçta evlilik eşlerin ibadeti hükmündedir.

Modern algıda ise esas olan birey ve bireyin istekleridir. “Aşkın” olanla bağını koparan veya zayıflatan modern insanın en büyük sorunu güven problemidir. Hayatı madde yönüyle ele alıp bu alanda yapabildikleriyle kendine güvenlik alanı oluşturmaya çalışan birey için evlilik de aşkın boyutundan soyutlanır ve maddi ihtiyaçların giderilmesine yönelik bir birliktelik halini alır. Evlilik öncesi sözleşme hazırlanması gibi bir hususun gündeme gelmesi daha en başta konuya ne kadar sığ yaklaşıldığının bir göstergesidir.

Her nasılsa duygular galip gelip maddi noktalarda da anlaşma sağlandığında evlenmenin daha çok şekle bakan ve prosedür yönünün ağır bastığı süreçler gündeme gelir. Mesela genç kızların duygusallığı göz önüne alınarak romantik bir müzik eşliğinde belki de delikanlının hanım kızın önünde diz çökerek “Benimle evlenir misin?” sözleriyle yapılan teklif hayalleri süsler. Bu sahnenin illa ki tek taş pırlanta yüzükle tamamlanması da olayın “tamamen duygusal” yönü olarak algılanır!

Yine evliliğin anlam ve önemiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan pek çok husus “olmazsa olmazlar” olarak ortaya konur ve taraflar arasında soğuk savaşlar yaşanır. Sonuçta evlilik kimin kime hakim olacağının hedeflendiği bir kör dövüş haline gelir. Bu kadar uğraş ve prosedürden sonra “Beni hayal kırıklığına uğrattın” diyerek yollarını ayıran gençlere günümüzde sıkça şahit olmaktayız ne yazık ki. Ne onca para ödenerek alınan ziynet ve eşyalar ne de geçmişte yaşanan güzellikler onları bir arada tutmaya yetmiyor. Aile olmak, hayatı paylaşmak bunların çok ötesinde ve daha derin bir anlam taşıyor çünkü.

Eşler

Hayatın bir ibadet şuuruyla yaşanması gerektiğinden hareketle bir araya gelenler bilirler ki, yıllarca yaşadıkları aile ortamından çıkıp yeni bir yuva kurmaları sıradan basit bir olay değil, Alemlerin Rabbi Allah’ın (cc) bir ayetinin tecellisidir. Çünkü Kur’an’da “Sizi bir erkek ve dişiden yaratması ve aranızda sevgi var etmesi O’nun ayetlerindendir” buyurulur. Böyle ilahi kaynaklı bir sevgi üzerine temellendirilen aile yuvası çok uzun soluklu ve hayır üretmeye yönelik bir birliktelik olacaktır kuşkusuz. Çünkü eşler ebediyete uzanan bir yolda yol arkadaşı olmaya niyetlenmiş ve azmetmiş insanlardır. Yine onlar birbirinden öğrenmeye, birlikte öğrenmeye her an hazırdırlar. Çünkü hayat okulunun evlilik şubesinde sevgi, saygı, paylaşma, dayanışma, sabır, sadakat, huzur, güven, bağışlama, hoşgörü, özür dileme, gönüllü vazgeçme gibi derslerin son nefese kadar talebeleri olduklarını unutmazlar. Birbirlerinden razı olmalarının Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olacağı umudunu taşırlar içlerinde. Aradan yıllar geçtiğinde birlikte olgunlaşmanın ve dost olmanın güzelliğini yaşarlar. Böyle geçirilen bir ömür her iki eş için de daha dünyada iken cenneti soluklamak anlamına gelir.

Hayatı paylaşma ve dayanışmadan ziyade rekabet ve mücadele ile anlamlandıran modern algının bu yaklaşımı evlilik kurumuna da yansımıştır. Özellikle kadının ezilmemesi için ekonomik bağımsızlığını kazanmış olmasına yapılan vurgu bundan kaynaklanmaktadır. Kendi ayakları üzerinde duran bireylerin kimseye katlanmaya, hiçbir zorluğu göğüslemeye tahammülü yoktur. “Şimdi ve burada” olanı önceleyen modernizm için ötelere dair bir hesap yoktur ki, hayatın zorluklarını aşmak yolunda eşlere birbirine destek olma ve birlikte başarmanın mutluluğunu yaşama tavsiyesinde bulunabilsin. O nedenle en küçük sebeplerle bile mukaddes aile yuvasının dağılması gündeme getirilebiliyor. Günümüzde ekonomik zorlukların da katladığı geçimsizlikler nedeniyle yuvaların dağıtılmasının yaraya merhem olmadığı aksine çok daha başka problemlere zemin teşkil ettiği gerçeği üzerinde durup düşünülmesi gereken bir meseledir.

Çocuk

Allah’a ibadet niyetiyle bir araya gelen ve O’nun rızasını gözetenlere sunulan büyük bir nimet… Külfeti de beraberinde getiren en güzel lütuf… Âlemlerin Rabbi’nden bir emanet yüklenmiş olmak düşüncesiyle ebeveyni iliklerine kadar titreten küçük insan… Yaradan, yeryüzünde sorumluluk sahibi olarak bulunduğunu unutmaya meyyal insanoğlunu, kendilerine karşı çok büyük sorumluluk hissi duyacağı evlatlar vermek suretiyle ne güzel terbiye etmekte. Çocukların hem dünya süsü hem de bir imtihan olduğu bilinci anne babaya bir istikamet verecektir şüphesiz. Çocuk konusuna da “Aşkın” olanla bağını koparmadan bakabilen ebeveyn, onu iyi yetiştirmek hedefine yürürken ellerinde sağlam bir yol haritası bulacaktır. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar sınırlı dünya hayatının sürur ve neşe kaynağı olmakla kalmazlar, ahiret yurdunda da ölen ebeveyninin amel defterlerinin açık kalıp sevap hanesine kaydın devamını sağlayacak hayırlar işleyen güzel insanlar olurlar. Yaradan’ın insana biçtiği ömür böylece bereketlenir. Kişi dünyadan göçmüş olsa bile ardından yetişen hayır silsilesi kuşaklar boyu adını yaşatır ve sonsuz hayatına katkıda bulunmaya devam eder.

Bireyi ve isteklerini ön plânda tutan modernizm için, yine daha yolun başında çocuğa bir emanet veya lütuf olarak bakılmadığını, ona sahip olunduğunu veya kendinin zannedildiği yanılgısına düşüldüğünü görüyoruz. Fütursuzca sarf edilen “çocuk yapmak” gibi bir ifade bunu anlatıyor aslında. Hayatın merkezine kendini koyan ve yapıp etmelerinin kendinden kaynaklandığını zanneden aklın söylettiği sözler bu ve benzerleri. Bunun yanı sıra bireysel özgürlük çok önemsendiğinden çocuk bir yük ve özgürlüğü kısıtlayıcı bir varlık olarak da algılanabilir. Daha ileri düzeyler de kadının fıtratını reddedercesine hamilelik ve çocuk yetiştirmek, vücudu deforme ettiği ve yıprattığı ileri sürülerek istenmeyen olgular gibi lanse edilebilir. Ama yine de içte bastırılamayan duyguların tatmini için hayvan sevgisine yönelmeler bir alternatif gibi ortaya konabilir. Bu, fıtratla savaşan aklın kendini oyalaması için oyun ve oyuncak üretmesine benzemektedir.

Bir diğer husus, hayat tek boyutla değerlendirildiğinde çocuğun da sadece dünyaya bakan yönüyle ebeveynin ilgi alanına dahil olması hususudur. Ne yediği, giydiği, hangi okula gittiği, mesleği, oturacağı ev, kazancı, arabasının markası vs., anne babanın hayatları boyunca cevap aradığı en önemli sorular haline gelmektedir. İstikbal düşüncesi burası ile sınırlandırılmakta ve ebedi hayat burası için ihmal edilebilmektedir. Bu mukayeselerden sonra diyebiliriz ki, hayatı imanla ve ibadet şuuruyla yaşamak her şeyi Allah’ın belirlediği anlam çerçevesine oturtmak demektir. Kendiyle, diğer insanlarla, tabiatla ve Yaradan’la barışık olmak isteyenler için bu büyük bir lütuftur. Aksi bir durum dinimizde bir şeyi yerinden etmek anlamında zulümdür. Allah ebediyet yolcularına aile, eş ve çocuklarıyla olan imtihanlarını kolaylaştırsın. Burada başlayan beraberlik sonsuz nimetlerin sunulacağı ebedi saadet yurdunda en güzel şekilde devam etsin.

Ayten Yadigar / Zafer Dergisi

Başarılı Olmanın İki Sırrı: “Sabır ve Sebat”

O kadar çok “kişisel gelişim” ve “başarı” kitabı pompalandı ki, herkes ister istemez etkilendi… Tabii gençler daha fazla etkilendiler. Sadece Amerikan menşeli “gelişim” kitapları değil, devlet de gençlerini başarıya zorluyor, sınavdan sınava koşturuyor.

Sanki hayat “başarı”dan ibaret! Sanki hayatta başarıdan daha önemli şeyler yok: İman gibi, ebediyet gibi, mutluluk gibi, sevgi gibi, aşk gibi, huzur gibi, aile gibi, duygu gibi…

Ve daha pek-çok şey…

Başarı “makam”, “para” ve “güç” getirebilir, ama bunlar “mutlu” ve “huzurlu” bir hayat için yeterli değil.

Bir sürü ortaokulda, lisede, üniversitede konferanslar verdim. Gelen sorular arasında “Nasıl başarılı olunur?” sorusu başı çekiyor.

Kimse huzur ve mutluluğun yolunu keşfetmeye meraklı değil. Sanırım yetişme tarzından kaynaklanıyor.

Biz çocuklarımızı “adam” olmaya değil, “başarılı” olmaya yönlendiriyoruz. Ancak nasıl başarılı olunacağını söyleyemiyoruz.

Oysa bunun da bir mantığı var ve biz bu mantığı “başarılı” olmuş insanların hayatlarında bulabiliriz…

Öncelikle peygamberlere bakın: “Artık bitti” denilen yerde, sadece imanlarına dayanarak yeniden dirilişi gerçekleştirdiler.

Osman Gazi’ye bakın: “Yapılamaz” denileni yaptı ve hiç yoktan bir devlet kurdu…

Fatih Sultan Mehmed, “alınamaz” denileni (İstanbul) aldı ve devletini imparatorluk burcuna yükseltti…

Selçuklu ve Osmanlı hükümdarlarını bu açıdan bir daha inceleyin: Göreceksiniz ki, başarıya ulaşmanın yolu “sabır” ve “sebat”ı içselleştirmekten geçiyor.

Bunun dünya tarihinde de pek çok örneği var: Meselâ dünyayı değiştirenlerden biri olarak kabul edilen Thomas Alva Edison’un (1847-17 Aralık 1931) hayatına bakın: “Yağ ve fitil olmadan ışık olmaz” diyenlere karşı, “olacak” dedi, “ben dünyayı ampulle aydınlatacağım!”

Herkes onunla alay ederken, o laboratuarına kapanmış, gecesini gündüzüne katıp çalışıyordu. Fakat aksilikler de peşini bırakmıyordu. Bir ara laboratuarında yangın çıktı ve tüm notları yanıp kül oldu.

Herkes Edison’un, “Artık her şey bitti, bu iş olmuyor, zaten ben de yaşlandım” demesini beklerken, o yapacağı yeni başlangıçların heyecanını yaşıyordu.

Edison’un kararlılığını (sebat) okuyamayan genç bir gazeteci yanına yaklaştı ve haline acıyarak, “Çok geçmiş olsun üstat” dedi, “maalesef tüm emekleriniz yandı.”

Çok şükür tüm hatalarım ve yanlışlarım yandı” diye karşılık verdi Edison, “artık sıfırdan başlayabilirim!”

“Yeni başlangıç”ların heyecanını yaşayan Edison, 67 yaşındaydı. Ne yakınıp dövündü, ne de matem tuttu. “Yandım-yıkıldım” nutukları da atmadı. Hiç vakit kaybetmeden yeni bir laboratuar tuttu ve büyük bir heyecanla yeniden çalışmaya başladı.

Öyle bir “yeni başlangıç” yaptı ki, her şeyini kül eden yangının üzerinden henüz bir ay geçmeden, ilk fonograf cihazını yapmayı başardı.

Özetle söylemek gerekirse: Başarının iki ayağından biri “sabır”, ikincisi “sebat”tır!

Yavuz Bahadıroğlu / moralhaber.net

Dünyayı En Az Zararla Geçmek

Ahiretin varlığı bizleri dünyada aldığımız her zevk ve lezzetten daha bir saadete, mutluluğa ve huzura kavuşturur. Dünyada ahiretin faidelerine ve varlığına yaşayarak, duyarak, hissederek ulaşmamızın en marifetli sebebi ahiretin varlığıdır.

Her zevkin, lezzetin, saadetin bir zahmet kapısından geçtiğini bilerek; ahiretin varlığının da dünya kapısından geçtiğini bilmeliyiz. Eğer ahiretin faide ve güzelliklerine bilerek, inanarak dünyada çalışabiliyor, gayret gösterebiliyorsak; hiçbir dünya zahmeti, meşakkati bizi yolumuzdan alıkoyamaz.

Allah’ın rızası dairesinde dünyanın her müşkiline eyvallah diyerek yürümeye çalıştığımız bu kudsî yolda kimse bizi engelleyemez.

Yalçın ve sert kayaları andıran dünyanın musibetleri, belaları ise bize allı pullu, cafcaflı, süslü dünyanın mahiyetini izah eder, açıklar ve ispat eder: Bir zorluk ve kolaylık; bir iyilik ve kötülük girdabında fânî, geçici imtihan dünyasını, anlatırlar bizlere…

Eğer dünya her türlü sıkıntısı, belası, musibeti, meşakkati, zahmetine rağmen bizlere ebedî, saadetli ve lezzetli bir ahiretin bâkî hayatını kazanmamızda vesile olabiliyorsa bizim için makbul ve masumdur diyebiliriz. Her zaman kendimizi akıllı kabul ederek kâr ve zarar hesabı yaparız ya…İşte hesap, işte aklımız buyurun!..

İnancımız ve itikadımız bizi dünyada karşılaştığımız fırtınalar, engeller ve zorluklara takılmaya, devamlı onları dile getirmeye değil; bizlere ahireti, ahiret getirilerini, kazandırdıklarını anlattırmalı, söylettirmelidir. Açılmış bir kapının özellikleriyle değil açık kapının gösterdiği şeylerle alâkadar olmayı, akıl ve fikir edebilmeyi yine inancımız, itikadımız, imanımız bizlere ders verebilmelidir…

Bizler için en büyük hesap ve hayatımızda en büyük gaye dünya, ahiret muvazenesini en iyi bir şekilde yapabilmek olabilmelidir.

En büyük faidenin geleceğini bildiğimiz ahireti ve ahiretin işlerini; en büyük zararın geleceği dünya ve dünya işlerine hiçbir zaman değişmemeliyiz. Eğer bizim gayemiz, hedefimiz ebedî bir âlemde, ebedî bir hayat vaad eden Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaksa bizler hem dünyaya, hem ahirete Onun emir ve yasakları doğrultusunda bakabilmeli ve yaklaşabilmeliyiz. Elbette bu yolda göstereğimiz sabır, gayretle Cenab-ı Hakkın inayet ve keremine mazhar olabilir, ahiretin mezraası dünyayı en az zararla geçebiliriz. Tevfik ve hidayet Allah’tan…

Rıfat Okyayın / Nur Postası

Cennete Giren Fazilet Sahiplerine Melekler Sorarlar?

Peygamberimiz (a.s.v.) bir hadis-i şeriflerinden şöyle buyurmaktadır:
     
Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar:

“Faziletiniz nedir?”

Onlar da: “zulme uğradığımız vakit sabrederdik; bize kötülük edilince de, rıfk  (şefkat) ile davranırdık” diye cevap verirler.

Bediüzzaman Hazretleri sabırla alakalı şöyle diyor: “Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.1

“Taat üstünde sabır”Bir müminin Cenab-i Allah’ın emrettiği şekilde sıkılmadan, nefsin gayri meşru isteklerine karşı gelerek ibadetlerini devamla kılınmasıdır. Samimi ve daimi kılınan bir ibadet elbette güzel ahlakı da beraberinde getirir. Düzgün ahlaka sahip birinin hem kendine, hem ailesine hem de topluma faydalı olur,

İbadeti devamla ifa eden biri, bunca zamandan beri ibadet ve iyilik yaptım biraz ara vereyim dememek lazım, Çünkü ecel gizlidir ne zaman geleceği belli değil, uhrevi hayat için ne kadar ibadet yapılırsa o kadar kardır. Taatta yorulma, iyilikte ara verme yok, devam var.

“Masiyyetten sabır”  Günah işlememeye sabretmektir. Nefis daima kötülükleri arzu eder.  Bugünkü ortamda ahlaksızlığın, hayâsızlığın, haram ve günahların çoğaldığı ve bu ahlaksızlığın zemini de hazır olmasına rağmen günahlardan korunarak “nahy-i anil münker” yani dinimizin yasakladığı, Allah’ın razı olmadığı işlerden uzak kalmak ancak sabırla mukabele etmekle olabilir. Böylesi güçlü sabrın kaynağı da ancak hakiki imanla olur.

“Musibete karşı sabır” Halık-ı Rahim bu dar-ı dünyada insanın terakkiyatı için birçok imtihanla tabi tutmaktadır. Uhrevi terakkiyenin en önemli sebepleri olan hastalık, açlık, fakirlik, kaza ve musibetlerdir, sabır ve şükür etme noktasında insanı tecrübe eder,  böylece Allah’a tevekkül etme,  O’nun verdiği musibet ve kaza takdirine razı olma metaneti öne çıkmaktadır; şeytan, musibetzedenin nefsiyle, kalbiyle meşgul olur,  kaderi tenkid ettirmeye çalışır. Şeytanın bu vartasından ve itirazından kurtulma çaresi ancak kadere teslim ve musibete karşı sabırlı olmaktır.

Vakti  zamanda köy komşularımızdan  biri rahmetlik olur. Adamın eşi hem  genç hem de  bir kaç çocukla ortada kalınca,  merhumun ağabeyi dul olan yengesiyle ikinci evliliği yapar. Bu evlilikten rahatsız olan eski hanımı Gülnaz teyze  inat olarak namazı bırakır,

Komşuları, “Gülnaz, neden namazı bıraktınız?”

Gülnaz, “inadına namazı bıraktım” der.

Aslında Gülnaz teyze namazlı, niyazlı, çocuklarına dini vecibelerini öğreten, itikatlı; misafirperver, köyde de çok sevilen biri, her nedense kumaya tahammülü olamayınca eşinin inadına bir kaç gün namazı askıya almakla tepkisini gösterir,

Gülnaz teyzenin kocası bir müddet sonra fani dünyadan baki dünyaya irtihali vaki olur, ruhunu Rahman’a teslim eder.  Gülnaz teyze hem kazaya bıraktığı namazlarından Allah’a karşı mahcubiyetten hem de kocasına yaptığı tepkiden duyduğu pişmanlığını akan gözyaşları gösteriyordu.

Gülnaz teyzenin hadisesinden önemli bir kıssa!

Teyzenin evvela, Allah’a sığınarak hem ibadetine devam hem de vaki olan hadiseye karşı sabırlı olmasıydı; lüzumsuz ve zararlı tepkiler sonradan üzüntüye neden oluyor, önemli olan dünyevi musibetleri büyütmeden şükürle mukabele ederek Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Çünkü: “dünyevi musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor.” 2

Allah sabredenlerle beraberdir.”3 Ayet-i Kerimenin mealinde de anlaşıldığı üzere Allah (cc) insanları sabra davet etmektedir. Akıllı olan bu davete icabet edip kadere teslim olmaktır. Onun için taat üstünde sabır, masiyyetten sabır ve musibetlere karşı sabır etmek hem musibetzedeye bir teselli hem de Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olur.

Cenab-ı Allah(cc) tüm mü’minlere sabr-ı Cemil ve hüsnü hatime versin. Âmin…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

Kaynaklar:

1- sözler, 21.ci söz

2- şualar, 13.cü şua

3- Bekara /153