Etiket arşivi: sadaka

Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvî olan zekât

Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvî olan zekât hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan “Ez-zekâtü kantaratü’l-İslâmî” hadis-i şerifi mervîdir.

Yani

Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır.

İnsanların hey’et-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekâttır.

Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar.

İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryaki, ilâcı muavenettir.

Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesâvisine, hatalarına dikkat edersen, hey’et-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün:

•  Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne.”

•  İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren, ancak zekâttır.

Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve Bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.

Arkadaş! Hey’et-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır.

Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden, zekât ve muavenettir. Halbuki, vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz.

Bu yüzdendir ki aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sedaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir.

Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.

Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucib iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor.

Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak; istediğin kadar şahitler mevcuttur.

Hülâsa: Tabakalar arasında musalâhanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.

Sadaka ve Zekat | İşârâtü’l-İ’caz (45)

Bediüzzaman Said Nursi

www.NurNet.org

Yeni Doğan Bebek İçin Yapılacak Dua

Dua, kulun Rabbine yönelip O’ndan yardım dilemesidir.
Dua bir ibadettir.
Dua bir ibadet olduğuna göre, onun sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle yapılması gerekir. 
Cenab-ı Hak her yerde hazır ve nâzırdır. İnsanın yaptığı her duayı işitir ve cevap verir.

Doğum yapacak hanımın sıhhat ve kolaylıkla doğumunu yapması niyetiyle, önce Âyete’l-Kürsî okunur, sonra Felâk ve Nâs sûreleri okunur. Bunlardan sonra da şu âyet okunur
“İnne Rebbekümülahüllezi haleka’s-semâvâti ve’l-arda fî sitteti eyyâmin, sümme’stevâ ale’l-arşi, yuğşi’l-leyle’n-nehâra yetlübühû hasîsen. Ve’ş-şemse ve’l-kamere ve’n-nücûme müsahharâtin bi-emrih, elâ lehü’l-halku ve’l-emru. Tebârekellahü Rabbü’l-âlemîn.”

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) kızı Fâtıma (r.anha) validemizin doğumunda bu duayı okutmuştur.
Anne baba ve çocuğun yakınları sıhhatli bir doğum haberini alıncada.
Çocuğun Müslüman olarak yaşaması, Allah’ın rızası dairesinde ömür sürmesi, şeytanın şerrinden korunması ve hayırlı bir evlat olması için hayır duada bulunmalıdır.

Çocuk ilk görüldüğünde Kelime-i tevhid okuyup yüzüne üflenir.

Anneye şöyle dua edilir. 
” Barakallahu leke bima razeka’kellahü min veledin ve cealehü salihan”.

Çocuk beyaz beze sarılır, çocuğun bulunduğu oda da, yastık ya da yorgan ve çarşafta, gerek kıyafet ve eşyaların hiçbirinde resim olmamasına dikkat edilir.
Anne çocuğunu emzireceğinde sağ göğsünden emzirmeli.
Şartlar haiz olduğunda abdestsiz emzirmemeye özen gösterilmeli.

Al-i İmran suresi 36. Ayetini ve ihlas süresini okumak faziletlidir.
7 defa El Berru (celle celalühü)
7 defa Eş Şehid (celle celalühü)
3 defa da Kadir suresi okunursa çocuk hiç zina etmez diye rivayet edilmiştir.

Eş, dost, komşulara evde ziyafet vermek, sevincimizi onlarla paylaşmak güzel bir davranıştır.

Hakka süresi zeytinyağına okunup çocuğun vücudu ovulursa dünya sevgisi ondan sıyrılır.

Çocuğun bulunduğu yerde bir hatim okumak ruhaniyetine olgunluk verir

Çocuğun ahlakının güzel olması için 40 gün kulağına yusuf suresi okunur.

Çocuğun itiatkar olması için hergün bir tane yasin suresi okunur.

Çocuğun zeki olması için kulağına bir defa fetih suresi okunur.

Yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okunur,( böyle yapılırsa cin zarar vermez) yüzüne karşı ismi söylenir.
Ezan ve kamet, çocuğa yapılan ilk iman telkinidir.

Rasulullah (sav) güzel isim koymanın önemini şöyle açıklıyor:
“Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse isimlerinizi güzel yapın.”

Kötü olan isimlerin çocuklara verilmemesi gerekir.
Kötü isim konmuş çocuk; ”Allah beni doğuştan Müslüman olarak dünyaya gönderdi, sen neden bana kötü manaya gelen ismi koydun?’ diye isim koyandan davacı olacaktır.

Rasulullah (sav) erkek çocuklarına isim olarak, Abdullah, Abdurrahman, Muhammed, Hasan, Hüseyin gibi isimleri kız çocuklarına da Aişe (Ayşe), Fatıma, Zeyneb, Hatice, Cemile, Zehra… gibi isimleri tavsiye buyurmuştur.

Her çocuk için akika kurbanı kesilir. Bu kurban, doğumunun yedinci günü, onun adına kesilir. O gün saçı da traş edilir ve ağırlığı kadar gümüş sadaka verilir,bu sadakanın sevabı hürmetine, çocuğun İslamî bir anlayış içinde ömür sürmesi niyaz edilir, kaza ve belalardan mahfuz kalması dileğinde bulunulur.

Doğumla başlayan bir mükellefiyet daha vardır, O da oğlan çocuğunun sünnet ettirilmesidir, sünnet, Kelime-i şehadet gibi Müslümanla kafiri birbirinden ayırır.
Sünnet etmenin belli yaşı yoktur, muhite, çocuğun sıhhatine, beden yapısına göre değişebilir. Yedi yaşını geçmemeli, bulûğ çağına erdirmemeli. Çünkü, bundan sonra mahremiyet devresi başlar, haramlık söz konusu olur.

Çocuk yetiştirmek, onu imanlı, devletine, milletine yararlı bir evlat olmasını temin etmek baba sülbünden başlar. Baba eve haram lokma getirmemeli.

Bu hususta asrın müceddidi Bediüzzaman‘ın babası ve annesinin hassasiyetine bir göz atalım.

Baba Mirza Efendi, çiftçilik yaptığı tarlasından öküzleri ile birlikte evine dönerken komşu bahçe ve tarlalardan bir şey yemesinler, rızıklarına haram karıştırmasınlar diye öküzlerin ağzını bağlardı.

Haram lokmanın girdiği hanelerin niçin iflah olmadığı ortada. Çünkü haram vücuda girince, önce karakteri ve ahlâkı bozar. O haneyi cehennem hayatına çevirir.

Annesi Nuriye hanım hamile kalınca, abdestsiz yere basmamış, onu abdestsiz emzirmemiştir.
“Hiçbir zalim onu eğemesin, hiçbir âlim onu yenemesin’ diye dua etmiş, hiçbir gece kaçırmadığı teheccüd namazları, ibadetlerindeki hassasiyeti oğlu Said”e ziyadesiyle sirayet etmiş.

Nuriye Hanım, oğlunu ağladığı vakitlerde “Hu hu hu Allah, La ilahe illallah” nidasıyla sakinleştirdiğini ve Said’in sırf bu nedenle konuşmaya başlarken söylediği ilk kelimenin “Allah” olduğu söyler.

“Çocuğun hayırsızı olmaz. Allah hayırlı ana-baba versin.” 

Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki:
“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevi derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum.”
“Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslamiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayrimüslim birisinin İslamiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.” 

Babalar çocuklarını helâl rızık ile beslemekle mükellef olduklarını bilecekler. Bunun hiçbir mazereti yok. İkincisi, Annenin bütün hissiyatı, kızgınlığı, öfkesi, sevinci, vesairesi sütle beraber çocuğa geçer,ve çocuk o noktada anneden almış olduğu bu tesirle hırçınlaşır, üzülür ama araya ihlâs süzgeci , abdest süzgeci koyduğunuzda, o süreçte anne durulanır, sakinleşir, kendine gelir, bütün o hayallerinden, korkularından, ürkekliklerinden kurtulur. Münhasıran kendini çocuğu emzirmeye hazırlar. O zaman annenin bütün beşerî zaafları geride kalır.

Hatta Fatih Sultan Mehmed’in annesi çocuğunu emzirmeye başladığı zaman, Yasin okurmuş. Yasin’i bitirdiğinde çocuk doyarmış. O nuranî havayla çocuğa maddî gıdayı veriyor. Öyle bir çocuk Fatih olur işte. 

Bugünün anne-babalarının almaları gereken en büyük ders, büyüklerin annelerinin babalarının, o büyükleri yetiştirirken göstermiş olduğu hassasiyetlerdir.

Derleyen : Çetin KILIÇ
Kaynaklar:
Hadis külliyatı
Risaeli nur külliyatı
Bedüzzamnın hayatı
Sorularla İslamiyet

Rızık ve Ecel

İlahi kaza ve kader, bütün fiillerimize taallûk ettiği gibi, rızık ve ecelimize de taallûk etmiştir. Her şey gibi, rızık ve ecel de o İlâhî takdirden hariç kalamaz. Şimdi bu iki konuyu ana hatlarıyla ayrı ayrı inceleyelim.

1. RIZIK

a. Rızık ve Taksimatı:

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi, Rezzâk, yâni rızık vericidir. Allah’ın diğer isimleri yanında Rezzâk isminin tecellîsi de O’nun takdiri ile olmaktadır. Hak Teâlâ, Hâlık (yaratıcı) ismini tecellî ettirmekle atomlardan sistemlere, çiçeklerden yıldızlara, mikroplardan arslanlara kadar çeşitli varlıklar yarattığı gibi, Rezzâk ismini tecellî ettirmekle de bütün hayvan nev’ilerine muhtelif rızıklar yaratmıştır. Her gün mesaiye başlayan sayısız kuşların, böceklerin, balıkların ve diğer hayvanların, hayatlarının devamlarına vesile olacak rızıklarını arayıp bulmaları, rızık dağıtma hâdisesinin başıboş ve tesadüfî olmadığını, bu dağıtımın ancak bir Rezzâk-ı Zülcemâl’in İlâhî takdiri ile yapıldığını göstermektedir.

“Ve her zîruhun rızkı tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var.”

Rızık taksimatı asırlar arasında da sözkonusudur. Her asırdaki insanlar ve hayvanlar kendilerine takdir edilen nimetlerle rızıklanmışlar ve dünyadan göçüp gitmişlerdir. Asırlar değişmiş, rızıklar ve rızıklananlar değişmiş, lâkin Rabbimiz yeni rızıklar ve rızka muhtaçlar yaratarak Rezzâk ismini daima tecellî ettirmiştir ve ettirmektedir. Rezzak isminin tecellisi Cennette de devam edecektir.

Şu kâinatta lütuf ve ihsanla dağıtılan rızıklardan faydalanan her bir hayat sahibi kendi çapında küçük bir kâinattır. Onun içinde de rızık bekleyen çeşitli âzalar ve her âzada muhtelif hücreler vardır. Arslanın rızkı ile balığın rızkı ayrı ayrı olduğu gibi, insan bedeninde de meselâ, bir göz hücresiyle beyin hücresinin rızkı birbirinden farklıdır. İşte, aldığımız gıdaların midemizde taksim edilmesi, her bir âzaya, hücreye lâyık ve münasip rızkın gönderilmesi ne kadar büyük bir rezzâkiyet hakikatidir! Bu hâdisenin her an, her hayat sahibinde meydana geldiğini düşündüğümüzde Rezzâk isminin azametli tecellisine bir derece bakabiliriz.

İşte, rızkın asırlar, nev’iler, âzalar ve hücreler itibariyle bu hârika ve hassas taksimatı Hâfız-ı Zülcelâl’in takdiri iledir. Bu İlâhî takdir, insanlar arasında da hikmetle bir rızık taksimatı yapmıştır. Her insanın ömrü boyunca alacağı rızık, Cenâb-ı Hak tarafından tâyin ve takdir edilmiştir. Kimse kimsenin rızkını yiyemez, sözü bu mânâyı ifâde etmektedir. Bu sözü, rızık takdir edildiğine göre, çalışmanın bir mânâsı yoktur, şeklinde anlamamak gerekir. Bu anlayış, İslâm’ın tevekkül esasına zıttır. Her hayat sahibi gibi biz de rızkımızın ne şekilde takdir edildiğini bilemediğimize göre, rızkın sebeplerine teşebbüs etmekle görevliyiz. Şu farkla ki, bu teşebbüsü biz irademizle yaptığımız halde, bir kuş veya bir arı aynı işi bir nev’i ilham ile yapmakta ve rızkını aramaktadır. Helâl dairede kalmak şartıyla, rızık için her türlü teşebbüsü yaptıktan sonra elde ettiğimiz netice için, Allah’ın takdiri böyle imiş, demek durumundayız.

b. Helâl ve Haram Rızık:

Bu dünya bir imtihan meydanı olduğundan, insan helâl ve haram rızık kazanmakta serbest bırakılmıştır. Tercih insana aittir. Lâkin Cenâb-ı Hak, insanlara helâl rızık kazanmalarını emretmiş, haram rızıktan onları men etmiştir. Bu hakikat, ilm-i kelâm âlimleri tarafından; “Zât-ı Akdes’in helâle rızası var, harama rızası yoktur,” şeklinde ifâde edilmiştir. Bazı kimseler bu ifâdeyi yanlış değerlendirmekte ve Cenâb-ı Hakk’ın haramla rızıklanmamıza rızası olmamasını, O’nun haramı yaratmaya rızası olmadığı şeklinde anlamaktadırlar. Bunun neticesi olarak, Allah’ın rızası olmadan hiçbir şey vücuda gelmeyeceğine göre, yukarıdaki ifâde yanlıştır, demektedirler. Hâlbuki şerrin işlenmesi şer olduğu halde, yaratılması şer değildir. Yâni, ‘Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.’ Meselâ, Cehennem’in yaratılması şer değil, hayırdır. Fakat oraya gitmeye sebep olan fiillere teşebbüs etmek şerdir. Hak Teâlâ Hazretleri’nin o fiilleri işlememize rızası yoktur. Nitekim onlardan bizi men etmiş ve azab ile tehdit buyurmuştur. Lâkin insanların bu tehditlere rağmen söz konusu fiillere teşebbüs etmeleri hâlinde, Cenâb-ı Hak, o fiillerin yaratılmasını İlâhî iradesiyle takdir etmektedir.

2. ECEL

a. Ecelin Mânâsı:

Ecel, vakit ve müddet mânâsına geldiği gibi, vaktin bitimi ve müddetin sona ermesi mânâsına da gelmektedir. Vakit tâyin edilmiş şeyler için, müeccel ifâdesi kullanılır. Her şey gibi insan ömrünün müddeti ve sonu da Allah tarafından takdir ve tâyin edilmiştir.

Ecelin takdiri, insan ömrüne bir müddet tâyin edilmesi demektir. Bu bakımdan ecel birdir, değişmez. Hastalıklar ve haricî müdahaleler ölüm için ancak birer zahirî sebeptirler.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda mübhem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ibham perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zîhayatın eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez.57

Kur’ân-ı Kerîm’inde ecelle ilgili bazı ayetleri takdim edelim:

“O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra (her birinize) bir ecel tayin etmiştir.”58

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”59

“Hiçbir toplum ecelini geçmez ve ondan geri de kalmaz.”60

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”61

“Allah insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”62

b. Ecel-i Kaza, Ecel-i Müsemmâ:

Ecel, ilm-i kelâm âlimleri tarafından ecel-i kaza ve ecel-i müsemmâ olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Ecel-i kaza, insanın dünyada yaşadığı müddet demektir. Ecel-i müsemmâ ise, insanın ölümüyle başlayıp kıyâmete, haşre kadar uzanan ve hesap gününde muhasebesinin tamamlanmasıyla son bulan müddettir.

Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh, insan bedenine girmeden önce hayat sahibi olduğu gibi, bedenden çıktıktan sonra da hayatı devam etmektedir. İşte, ruhlar âleminde yaratılan ve âhirette hayatı ebediyen devam edecek olan insan ruhunun, bu dünyada beden içerisinde geçirdiği müddete ecel-i kaza, ölümle başlayıp mahşerde hesabının tamamlanmasına kadar olan müddete ecel-i müsemmâ denmektedir.

Ecelin, vaktin bitimi mânâsına göre, ecel-i kaza dünya hayatının, ecel-i müsemmâ ise kabir âleminin sona ermesidir. Diğer bir ifâdeyle, ecel-i kaza kabir âleminin, ecel-i müsemmâ ise âhiret âleminin başlangıcıdır.

c. Sadakanın Ömrü Uzatması:

Sadaka, zengin Müslümanların servetlerinin bir kısmını, sırf Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine ikramda bulunmaları ve mallarından tasadduk etmeleridir.

Zekât İslam’ın şartlarından biri olup, hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmış ve otuzdan fazla ayette zikredilmiştir.

Zekât ve sadaka, Allah’a iman ve muhabbetin derecesini artırır; huzur ve saadetin kaynağı olur. Toplum hayatındaki intizam ve asayişi temin eder. Toplum hayatını zehirleyen hased, kin ve nefret gibi kötü hasletleri ortadan kaldırır. Çünkü insanların yükselmesine engel olan ve o toplumu isyan ve ihtilaf gibi felaketlerden muhafaza eden en tesirli ilaç sadaka ve yardımlaşmadır. Böylece, fakirlerden ve yardıma muhtaç olanlardan zenginlere karşı hürmet, itaat ve muhabbet meydana gelir.

Cenab-ı Hak, hikmetiyle kimi insanları zengin, kimini de muhtaç etmiştir. Zenginleri malla, fakirleri de sabırla imtihana tabi tutmuştur. Bütün bunlar ilahi hikmetin birer muktezasıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir hurmanın yarısı ile de olsa cehennemden korunun! Onu da bulamazsan taltif ve güzel söz ile…”

Evet, sadaka, cehennem ateşine bir perdedir. Sadaka, insanın başına gelebilecek bir çok bela ve musibetlerden onu muhafaza eder.

Bir başka hadis-i şerifte ise:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, -ki Allah, helalden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.”

buyurmuşlardır.

Evet, toprağa atılan bir çekirdeğe bedel, senelerce meyve veren bir ağacı, bir yumurtadan bir tavus kuşunu ve bir damla sudan büyük bir veliyi yaratan Allah, elbette ki, insanların yaptığı hayır ve hasenatın karşılığını da kat kat verecektir.

Yahya Bin Muaz: “Sadakadan başka ağırlıkta dünya dağlarına denk gelecek hiçbir ‘dane’ düşünemem.” demiştir.

Ancak, böyle mühim sevaplara nail olmanın şartı, verdiği sadakadan dolayı minnet ve eza etmemek ve gururlanmamaktır. Yoksa taş üstüne atılan ve zayi olan bir tohum gibi, o sadaka ve yapılan iyilik de zayi olur. Bu husus Kur’an’ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Gani’dir, Halim’dir.” 63

“Ey iman edenler, sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Tıpkı malını insanlara gösteriş için dağıtan; Allah’a ve ahiret gününe inanmayan herif gibi. Artık onun durumu, üstünde biraz toprak bulunan ve üzerine bir sağnağın inip kendisini bütün yalçınlığı ile ortada bıraktığı bir kaya gibidir. Böyle kimseler, yaptıklarının hiçbir yararını görmezler. Allah, inkârcılar topluluğunu doğru yola çıkarmaz.”64

Cenab-ı Hak, sadaka veren mü’minleri şöyle meth-ü sena etmektedir:

“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar varya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” 65

“Şüphesiz sadaka veren erkek ve kadınlara ve Allah’a güzel ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır; bir de onlara pek hoş bir mükâfat vardır!” 66

“Mallarını Allah yolunda harcayan, verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve gönül incitmeyen kimselerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”67

Başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi uygun olsa da en güzeli ve en efdali onu gizli vermektir. Hatta bazı büyük zatlar, sadakaların başkalarının aracılığıyla vermişlerdir ki, sadakayı alan kimse kendilerine karşı mahcup olmasın. Bir ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Sadakaları açık verirseniz, o ne iyi ve eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” 68

Sadaka ile ilgili bu kısa bilgilerden sonra, sadakanın ömrü uzatması meselesine değinelim: Bazı kimseler Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in:

“Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır.”

hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Önce şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise Allah’ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farzedelim. Bu şahsın sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın sözkonusu sadakayı vereceğini bildiği için ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerîf ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mü’minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allah-u Zülcelâl’in lütfu ve ihsanıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların def’ine vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların def’ine sebep olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların def’i, bizim için ayrı bir nimettir. Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, Şerh-i Akaid adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir:

Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek mânâsınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk’ın ağaca lütuf ve ihsanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın ömrü mânen bir yıl uzamış demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine salih ameller ile getirebilirler.

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürûr ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü’minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre mânen hayattadır demektir.

Ayrıca, Müslümanların vücuda getirmiş oldukları kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, vakıflar, çeşmeler ve medreseler de hayır defterinin kapanmamasına sebeptir. Bütün bunlar İslamiyet’in emretmiş olduğu tasaddukun, lütuf ve ihsanın birer neticesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

57. Şualar
58. En’am Suresi 6/2.
59. A’raf Suresi 7/34.
60. Hicr Suresi 15/5.
61. Nahl Suresi 16/61
62. Zümer Suresi 39/42.
63. Bakara Suresi, 2/263.
64. Bakara Suresi 2/264.
65. Bakara Suresi, 2/274.
66. Hadid Suresi, 57/18.
67. Bakara Suresi, 2/262.
68. Bakara Suresi, 2/271.

Evlilik Sadakası

İnsanı iyileştiren en temel şeyin başkasına iyilik etmek olduğunu düşünürüm ben. Birinin ihtiyacını gidermek, yaralarına merhem olmak, ağlayan bir kalbin gülebildiğini görmek muhatabımızla birlikte bize de huzur verir. Modern dünya bencilliğinin ve bireyselciliğinin bunu anlaması zordur elbette ama  umudu tükenen kalplerin ısıtıcısıdır iyilikte bulunmak.

Biz insana dair pek çok erdemi, dini yükümlülükleri  ötekiler üzerinden bir sorumluluk adderiz. Başkalarına yaptığımız şeylerin makbul olduğuna inanırız. O sebeple ev halkı için bir iyilikte bulunabilmemizin şartı genelde onların da bir iyilikte bulunmasını beklemek ile nihayet bulur. Sonrasında umutsuzluğa kapılmak kolay olduğu için, evliliklerin iyileşebileceğine dair çok da umudu olmuyor çiftlerin.

Ben anneliğin de evliliklerinde sadakası olduğunu düşünürüm. Tdk sadakayı; Yardım amacıyla karşılıksız verilen şey olarak tanımlıyor. Sadaka vermek bize neden iyi gelir? Birinin ihtiyacını gidereceğimizi bilmek, içimize huzur vereceği için bize de dönüşü bereketli olur. Üstelik verir ve unuturuz. Sadaka verdiğimizin yakasına yapışıp sen de bize iyilik yapacaksın demeyiz.

Karşılık beklemeden, sadece eşimizin ya da çocuğumuzun ihtiyacını gideriyor olmanın sadaka bilinciyle yapılırsa yüklerimizi hafifleteceğine inanıyorum. Ayrıca sadaka dediğimizde hemen maddi şeyleri algılıyor olmak da büyük bir yanılgı. Zira müminin tebessümünü bile sadaka sayan bir bakışın muhataplarıyız her birimiz.

Şimdi elinize bir kağıt kalem alsanız mesela, eşinizin sevdiği on şeyi yazsanız, “O da bana yapar mı?” , “ Ne anlar o iyilikten “ “ Şimdiye kadar neler yaptım” cümlelerini bir tarafa bırakıp , her gün yapabileceğinizen az bir maddeyi yapsanız neler olur dersiniz? Ben güçlü kalkanların kalktığı evliliklerde bile yavaş yavaş kalkanların ineceğini düşünüyorum.

Ama bunun için olumsuz cümlelerden uzaklaşıp, yaptığımızı unutarak yol almalıyız. Bir de “ Yapayım da kurtulayım” halinden çok, ona iyilik etmek bilinciyle yapmayı unutmamak gerek. Diğer türlü yaptığımız sadaka olmaz.

Ramazan boyunca sadakalarıma verilecek sevapların misliyle karşılığı olduğunu düşünürseniz evlilik sadakalarının çok kârlı bir yanı olacağı muhakkak.

Eşinin sevdiği on şeyi kendisi bulamayanlar, bizzat eşlerine sorarak maddeleri sıralayabilirler elbette.

Ya da çocuğuyla arası kötü olanlar ebeveynlik sadakasına saysınlar bu iyiliği…

“ İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir” demiş atalarımız.

Sadakanın belaları defedeceğini söyler Efendimiz (s.a.v)

Verebilmek de nasiptir… Nasipsizlerden olmamak için Ramazan’ı hayırla tamamlamak isteyenler bir denesinler derim. Belki de evliliğinizin evlilik sadakasına ihtiyacı vardır.

Tuğba Akbey İnan

cocukaile.net

Zekât ve Sadakada İstikamet

Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınanların, Hz. Peygamber’in sünnetlerini kendilerine rehber edinenlerin, ticarette doğru, zekat ve sadaka verme hususunda çok titiz davranan tacirler, peygamberler, sadıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacağı ifade edilmiştir.

Bütün İlahi fermanlarda imandan sonra salih amel zikredilir. Salih amelde ise öncelikle namaz ve zekat nazara verilir. Zira namaz bütün bedeni ibadetleri, zekat ise mali ibadetleri içine alır. Zekât, temizlik, artma ve bereket demektir. Başka bir ifadeyle Cenab-ı Hakk’ın kendi lütfünden servet vermiş olduğu zenginlerin, sırf Allah rızası için mallarının belli bir miktarını, Allah’ın bildirdiği kimselere ve yerlere vermesidir. Böylece hem muhtaç olanların ihtiyaçları giderilmiş, hem sehavet gibi yüksek bir haslete mazhar olunmuş, hem de Allah’ın emri yerine getirilmekle O’nun rızası kazanılmış olur. Zekâtla hem mal sahibi temizlenir, hem de malında bereket görülür. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, bununla onları (günahlardan) temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin…”1

Zekât, İslam’ın şartlarından biri olup, hicretin ikinci senesinde oruçtan önce farz kılınmıştır. Zekât hakkında otuzdan fazla ayet-i kerime vardır.

Zekât, her şeyden önce kulun Allah’ın emrine itaat etmesinin en güzel bir nişanesidir.

Zekât ve sadaka, insanı günah ve cimrilik kirlerinden temizler, mü’minin kalbinden mal sevgisini atıp, Allah’ın rızasını ve sevgisini esas maksat yaptırır.

Zekât ve sadaka; kin, kıskançlık, haset, fitne ve sosyal patlamaları ortadan kaldıran en mühim bir ilaçtır. Zira zekât ve sadaka, fertleri birbirine sevdiren, ve yardımlaşmalarını sağlayan sosyal bir düzenlemedir. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

Namaz, dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslam’ın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.”2

Zekâta sadaka da denilmektedir. Ancak sadaka; hem farz hem de nafile olan malî ibadetler için kullanıldığı halde, zekât sadece farz olana mahsustur. Zekât ve sadaka, Allah’a iman ve muhabbetin derecesini artıran mühim bir ibadettir. İnsan, zekât ve sadaka vermekle hem nimetin şükrünü eda, hem de nefsini terbiye eder.

Cenab-ı Hak, hikmetiyle bazı insanları zengin, bazısını da fakir etmiştir. Zenginleri servet ve mallarının zekâtını vermek ve gurura düşmemekten, fakirleri ise sabır ve kısmetine razı olmaktan imtihana tabi tutmuştur. Bütün bunlar ilahi hikmetin birer muktezasıdır. İnsanların maişet cihetiyle birbirinden farklı olmaları, birbirlerine yardım etmelerine ve toplum hayatındaki nizamın devamına sebep olur. Bu şekilde muhtelif vazifeler ve hizmetler yerine getirilerek dünyevi maslahatlar temin edilir. Bu husus bir ayette şöyle ifade edilmiştir:

“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık…”3

Bundan dolayıdır ki, zenginlere dinin esaslarından biri olan zekât ve sadaka emredilmiştir. Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Allah rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Nasipleri bol olanlar, kendi nasiplerini, kendileriyle eşit seviyeye inecek derecede, ellerinin altındakilere (yanlarında çalıştırdıkları köle ve hizmetçilere) vermezler. Şimdi Allah’ın nimetini mi inkar ediyorlar?”4

Bediüzzaman Hazretleri de zekatın ehemmiyetini şöyle ifade eder:

Zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.”5

Cenab-ı Hak, insanın helal olan kazancından ihtiyaç sahibi kardeşlerine tasadduk etmesini emir buyurmaktadır. Allah ikramda bulunan kullarını sever. Himmetini yüksek tutan insan, alan değil, verendir. Peygamber Efendimiz (sav.): “Veren el, alan elden üstündür.” buyurmaktadır. Bir ayette de mealen şöyle buyurulmaktadır:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her biri yüz taneye sahip yedi başak bitiren bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazla verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi bilendir.”6

Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, gerek farz gerek nafile olarak mallarını Allah yolunda ve din uğrunda güzel bir niyetle sarf eden müminlerin hali, ekilen bir danenin haline benzer ki, bir dalda yedi başak ve her başakta yüz dane vardır.

Demek ki, bir insan ebediyete bakan küçük bir daneyi bile küçük görmemelidir. Belki insan onun ile kurtuluşa erebilir. Hangi amelin daha hayırlı olacağı ve insanın hangi amelinden dolayı Allah’ın rızasına mazhar olacağı hiç belli olmaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir hurmanın yarısı ile de olsa cehennemden korunun! Onu da bulamazsan taltif ve güzel söz ile…”

Güzel bir söz, tatlı dil ve bir tebessüm sadaka sayıldığı gibi, kişinin cehennem ateşinden kurtulmasına da vesile olabilir.

Başka bir hadis-i şerifte de Resûlullah (sav.) şöyle buyurdu:

“Ey âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. Veren el, alan elden üstündür (unutma).”

Diğer bir hadis-i şerifte ise:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, -ki Allah, helalden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla onu büyütür.”

buyurmuşlardır.

Evet, sadaka, cehennem ateşi ile veren arasında bir perdedir. Sadaka, insanın başına gelebilecek bir çok bela ve musibetlerden onu muhafaza eder.

Peygamber Efendimiz (sav.),

“Az sadaka çok belayı def eder ve sadaka ömrü uzatır.” ve

“Sadaka yetmiş çeşit belaları def eder.”

buyurarak bu gerçeği ifade etmektedir.

Bu bakımdan, İ’la-yı kelimatullah uğrunda çalışan fedakâr, hamiyetli ve alicenap insanlara maddi ve manevi yardımda bulunmak sadakanın en hayırlısıdır ve insanın başına gelebilecek birçok bela ve musibetlerin de def’ine sebeptir. Böyle bir sadakanın sevabı Allah katında nihayetsizdir. Allah, infak eden, malını Allah rızası için dağıtan kullarını ikramıyla mükâfatlandırır.

Evet, toprağa atılan bir çekirdeğe bedel, senelerce meyve veren bir ağacı, bir yumurtadan bir tavus kuşunu ve bir damla sudan büyük bir veliyi yaratan Allah, elbette insanların yaptığı hayır ve hasenatı zayi etmez ve karşılığını mutlaka kat kat verir.

Sadaka ve zekât huzur ve saadetin kaynağıdır; toplum hayatındaki intizam ve asayişi temin eder. Zekât ve sadaka, toplum hayatını zehirleyen haset, kin ve nefret gibi kötü hasletleri ortadan kaldırır. İnsanların yükselmesine engel olan ve o toplumu isyan ve ihtilaf gibi felaketlerden muhafaza eden en tesirli tiryak sadaka ve yardımlaşmadır. Bu vesileyle fakirlerden ve yardıma muhtaç olanlardan zenginlere karşı hürmet, itaat ve muhabbet meydana gelir. Böyle insanlar, ihtiyaç sahiplerinin daima duasını alırlar.

Erzurum’un Başkurtdere Köyünde Veyis Ağa adında zengin bir zat varmış. Bu zat, her yıl İstanbul’a büyükbaş hayvan ve koyun sürüsü götürüp satar, gerek kendi köyündeki gerekse etraf köylerdeki ihtiyaç sahipleri için de muhtelif giyecek malzemesi alır ve döndüğünde onlara dağıtırmış. O köylüler de bu zata daima hürmet gösterir ve sürekli dua ederlermiş. Hatta onların: “Allah’ım sen Veyis Ağaya ver, o bize verir.” duası darb-ı mesel olmuştur. İşte bu zat, Allah’ın kendisine ihsan ettiği imkânları ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmekle hem Allah’ın rızasına mazhar olmuş hem de o insanların duasını almıştır.

Lütuf ve ihsan sahibi olan zatlara karşı hürmet, dua ve muhabbet etmek vicdanî bir vazifedir. Zaten sahavet sahibi olanlar her zaman ve her yerde hürmet ve muhabbete mazhar olurlar. Cömert olan kişiler, ehl-i hak ve ehl-i insaf nazarında her zaman takdire şayandırlar.

Hz. Peygamber, şöyle buyurur:

Cömert kişi, Allah’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın ve cehennem ateşinden uzaktır. Cimri insan, Allah’tan uzak, cennetten uzak ve cehennem ateşine yakındır.”

“Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.”7

“Gıpta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir.”8

Yine Hz. Aişe validemizden rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyurmuşlardır:

“Sahavet bir şeceredir. Kökü cennettedir. Onun dal ve budakları dünyaya uzanmıştır. Bir kimse, o ağaçtan bir dalı tutarsa, (yani cömert olursa) o dal onu cennete götürür. Cimrilik de bir ağaçtır. Onun da kökü cehennemdedir; dal ve budağı dünyaya uzanmıştır. Bir kimse o ağaçtan bir dal tutarsa, (yani cimrilik ederse) o dal da onu cehenneme götürür.”

Bütün peygamberlerin güzel sıfatlarından olan sahavet ve cömertlik, en büyük bir meziyet ve en büyük bir fazilettir. Yapılan hayır ve hasenat ister takdir edilsin, ister edilmesin mühim değildir. İhlas sahibi olan kişi, şan, şöhret ve gösterişe değil, sadece Allah’ın rızasına taliptir ve O’na meftundur. Bu bakımdan o, yaptığı her hayır ve hasenatı halis bir niyetle yapar.

Cömert, eli açık ve kerem sahibi demektir. Cömertlik ise; cûd, sehâvet, ikram, ihsan ve yardım manalarına gelir.

Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, ihtiyaç sahiplerine Allah rızası için ihsan ve yardımda bulunmasıdır. Cömert kişi, “Rızkı veren Allah’’tır; ben sadece bir tevziat memuruyum.” der ve Allah’ın kendisine ihsan ettiği mallardan ihtiyaç sahiplerine tasadduk eder.

Cömertliğin Zirvesi

Cömertliğin en düşük derecesi, malının zekatını vermektir. Çünkü zekat fakirin hakkıdır ve kişinin onu vermesi zaten borcudur. Cûd ise, malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakmaktır. Cömertliğin üçüncü ve en büyük mertebesi ise; başkalarını kendi nefsine tercih etmektir ki, buna “isar hasleti” denilir. Başta Resûl-ü Ekrem (sav.) olmak üzere bütün peygamberlerin, sahabe-i kiram efendilerimizin ve mürşitlerin takip ettiği bu yol, faziletin, uhuvvetin ve sahavetin en üstün derecesi ve zirve noktasıdır. Asr-ı saadette bu hasletin akılları hayrette bırakan sayısız misalleri vardır. Burada sadece iki misali dikkatinize sunmak istiyorum.

Sahabenin büyüklerinden olan Hz. Talha’nın ahbaplarından birisi yanına gelerek ihtiyacı olduğunu söylemesi üzerine, Hz. Talha; “Vallahi benim sana verebileceğim bir dirhem nakdim yoktur, ancak yüz dirheme almış olduğum bir bağım var, git onu sat ve ihtiyacını temin et.” der.

Bütün kâinatta tecelli eden esma-i ilâhiyenin tamamı ruhunda kemal derecede tezahür eden Peygamber Efendimiz (sav.), seha ve cömertlikte de emsalsiz ve en büyük bir örnektir. Onun en sevdiği şey ikram etmekti. Mekke’ye gelen misafirleri evine götürüp ikramda bulunurdu. Kendisinden bir şey isteyeni asla geri çevirmezdi. Eğer yanında verilecek bir şey bulunmazsa, ya ashabından ödünç alarak verir ya da “Şu gün gel vereyim.” derdi.

Allah Resûlünün cömertliğini ifade den binlerce misallerden birini dikkatinize sunmak isterim:

Huneyn Savaş’nda ganimetten elde edilen ve Resûlullaha düşen develer için Safvan İbni Ümeyye: “Ne güzel develer.” deyince, Hz. Peygamber (sav.): “Öyle ise onlar senin olsun.” demiş ve hepsini Safvan’a hediye etmiştir. Bunun üzerine Safvan: “Bu kadar cömertlik ancak peygamberlerde bulunur.” diyerek hemen Müslüman olmuştur.

Cebrâil (a.s) şöyle der:

“Allah’ın Resûlü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir.”9

Hz. Peygamber, elinde olan maddî imkanlarını ihtiyaç sahiplerine dağıtınca şu ayet nazil oldu:

“Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma), onu büsbütün de açıp saçma (israf etme); aksi halde kınanmış olursun ve kendi kendine hayıflanacak duruma düşersin.”10

Peygamber Efendimiz (sav.):

“Ben dağıtıcıyım, veren Allah’tır. (Hazineler O’nundur.)”

“Veren el, alan elden üstündür.”

“Allah, cömerttir ve cömertliği sever.”

gibi hadis-i şerifleriyle, lütuf ve ikramın, ihsan ve cömertliğin ehemmiyetini vurgulamıştır.

Resûl-i Zîşan Efendimiz (sav.) diğer bir hadislerinde şöyle buyurdular:

“Cenab-ı Hakk’ın üç yüz altmış ahlak-ı mukaddesesi vardır. Her hangi bir mümin bunların biri ile vasıflanmış olarak Allah’ın huzuruna çıkarsa cennete girer. Bu güzel ahlakların Allah indinde en sevgilisi ise, sehadır, cömertliktir.”

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.): “Ya Resullullah! Beyan buyurduğunuz bu hasletlerden biri ben de var mıdır?” deyince Allah Resûlü: “Yâ Ebu Bekir! Bunların hepsi sende vardır.” buyurarak, O yar-ı vefakârını tebşir etmiştir.

Bir mümin, Cenab-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği maddî ve manevî varlığını Allah yolunda ve O’nun rızâsına uygun bir biçimde sarfetmelidir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: ‘Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve salihlerden olsam.’ demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.”11

Şunu da ifade edelim ki, bir kişinin şükrünü eda ettiği az mal, şükrünü eda edemediği çok maldan hayırlıdır. İnsan kendisine ihsan edilen maddî ve manevî nimetlerden dolayı Cenab-ı Hakk’a şükretmelidir ki, o nimetler elinden çıkmasın ve ziyadeleşsin. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Eğer (ikram ve ihsanlarıma) şükrederseniz, ben de nimetlerimi ziyadeleştiririm.”12

Evet, insanlar, nimetin kadrini bilip şükür vazifesini ifa ederlerse, o nimet artarak devam eder. Nimete karşı nankörlük edip şükretmemek ve saygı göstermemek ise, o nimetin elden gitmesine sebep olur. Öyleyse kendine verilen nimetlerin ziyadeleşmesini ve elden gitmemesini isteyenler, şükür ve senada kusur etmemelidirler. Çünkü küfran-ı nimet, hem Hakk’a karşı, hem de halka karşı büyük bir nankörlüktür. Peygamber Efendimiz (sav.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “İyilik gördüğü insanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.”

Bediüzzaman Hazretlerinin şükürle ilgili şu vecîz ifadelerine de kulak verelim:

Halık-ı Rahmanın, kullarından istediği en mühim iş şükürdür.” 13

Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet, hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.” 14

İnsan, dünya nimetlerinde her zaman kendinden aşağı durumda olanlara bakmalıdır ki, elindeki nimetlerin kadrini bilsin ve şakirlerden olsun. Bu noktada kendinden üstün olanlara bakanlar küfran-ı nimet tehlikesine düşebilirler.

Şükrün zıddı ise, nimeti inkâr etmek ve ihsanı unutmaktır. Hayır ve hasenat yapmayan, sahip olduğu imkanlardan ihtiyaç sahiplerine vermeyip cimrilik eden ve şükür vazifesini ifâ etmeyen nankör insanlar, üzerinde hiçbir şey bitmeyen, çorak toprağa benzetilmişlerdir.

Yine Bediüzzaman Hazretleri umumi nimetlere daha ziyade şükredilmesi gerektiğini şöyle ifade eder:

“Sem’, basar, hava, su gibi umumî nimetler daha ehemmiyetli, daha kıymetli olduklarına nazaran, hususî şahsî nimetlerden kat kat fazla şükre istihkak ve liyakatları vardır.”

“Binaenaleyh o gibi umumî nimetlere karşı nankörlük edip şükran etmemek, en büyük küfran-ı nimet sayılır. Hal bu merkezde iken, bazı insanlar şahıslarına ait hususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de şu umumî nimetler onlara şümulü yokmuş gibi fikirlerine bile gelmiyor. Halbuki en büyük nimet, âmm ve daimî olan nimetlerdir. Umumiyet kemal ve ehemmiyete delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delalet eder.”15

Evet, Cenab-ı Hakk’ın insanlara ihsan ettiği enfüsî ve afakî nimetler nihayetsizdir. Enfusî nimetler mi yoksa afakî nimetler mi daha kıymetli ve daha ehemmiyetli bir düşünelim. Acaba; “sema denizinde ziyadar bir kabarcık” olan, her gün ziyasını başımızdan aşağı döken ve bütün nebatatların neşv-u nema bulmasına vesile olan güneş mi daha kıymettar, yoksa gözümüz mü? Hava mı yoksa ciğerlerimiz mi? Toprak mı yoksa su mu? İnsan ülfetten dolayı afakî nimetlere bakamıyor ve onlara hamd ve şükretmek çoğu zaman aklına gelmiyor.

İnsanın arzuları ebede kadar uzanmış olduğundan her arzusuna nail olması mümkün değildir. Bu sebeple birçok insanın şükrü bırakıp, kanaatsizliğe ve nankörlüğe saptığı görülür.

Halbuki kişi, Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetlere kanaat etmelidir. Çünkü, “Kanaat bitmez, tükenmez bir hazinedir.” İmam-ı Gazzâli der ki: Malı olmayan kişide hırs değil kanaat; malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır.

Şunu da ifade edelim ki, insan her zaman hakkında hayırlı olanı istemelidir. Kişi, eğer malın çoğu hayırlı olacaksa onu, azı hayırlı olacaksa onu talep etmelidir. Zira insan, hakkında neyin hayırlı, neyin şer olacağını bilemez. Cenab-ı Hak Eyüp (a.s) gibi sevdiği bir kulunu hastalıkla imtihan ettiği gibi, kimini servet ile, kimini de makam ile imtihan eder. Kur’an’da bahsi geçen Karun’un durumu bu meseleyi ispata kâfidir.

Bu bakımdan insan, elindeki imkanlar ölçüsünde tasadduk etmelidir ki, Allah’ın rızasına mazhar olsun. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.”16

Müslümanların inşa ettikleri kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, vakıflar, çeşmeler ve medreseler İslamiyet’in emretmiş olduğu tasaddukun, lütuf ve ihsanın birer meyvesidir.

Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyurmaktadır:

“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”

Yahya Bin Muaz: “Sadakadan başka ağırlıkta dünya dağlarına denk gelecek hiçbir şey düşünemem.” demiştir.

Ancak, böyle mühim sevaplara nail olmak için, kişinin verdiği zekât ve sadakadan dolayı minnet ve eza etmemesi ve gururlanmaması gerekir. Zira mülk Allah’ındır, o sadece bir emanetçi ve bir tevziat memurudur. Yoksa taş üstüne atılan ve zayi olan bir tohum gibi, o sadaka ve iyilik de zayi olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Ganidir, Halimdir.” 17

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler, sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Tıpkı malını insanlara gösteriş için dağıtan; Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi. Artık onun durumu, üstünde biraz toprak bulunan ve üzerine bir sağanağın inip kendisini bütün yalçınlığı ile ortada bıraktığı bir kaya gibidir. Böyle kimseler, yaptıklarının hiçbir yararını görmezler. Allah, inkârcılar topluluğunu doğru yola çıkarmaz.” 18

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazan da faidesiz gider. Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenab-ı Hakk’ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekât namına versen;Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?”19

Cenab-ı Hak, sadaka veren mü’minleri şöyle methetmektedir:

“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya onların Rableri katında mükafatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.”20

“Şüphesiz sadaka veren erkek ve kadınlara ve Allah’a güzel ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır; bir de onlara pek hoş bir mükafat vardır!”21

Zekât ve sadaka vermeyenlerin durumu ise bir ayette şöyle ifade buyrulur:

“Altını, gümüşü hazineye tıkıp da onu Allah yolunda sarfetmeyenler ise, işte onları acı bir azap ile müjdele.”

“O gün bunlar (gümüş ve altın) cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve ‘İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı.’ denilecek.”22

Başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi uygun olsa da en güzeli ve en efdali onu gizli vermektir. Hatta bazı büyük zatlar, sadakalarını başkalarının aracılığıyla verirler ki, sadakayı alan kimse mahcup olmasın. Bir ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Sadakaları açık verirseniz, o ne iyi ve eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”23

Adamın biri, alimin birine açıktan bir şey verdi. Alim onu kabul etmedi. Başka birisi aynı zata, gizli bir hediye verdi, onu kabul etti. Sebebi kendisine sorulduğunda: “Bu zat sadakanın usulüne riayet ederek gizli verdiği için kabul ettim, ötekisi nezaket kaidelerine riayet etmediğinden onun sadakasını reddettim,” diye cevap verdi.

Yine bir kimse, bir arife aleni olarak bir hediye vermek istedi, fakat arif almadı. Aynı adam aynı hediyeyi gizli verince arif bu kez kabul etti. Adam bunun sebebini sorunca, arif şöyle cevap verdi: “Sen onu aşikare vermekle riya ile Allah’a isyan ediyordun, ben de sana yardımcı olamazdım. Gizli vermekle (yalnız Allah rızasını kastetmiş olduğundan) Allah’a itaat etmiş oluyorsun. Sadakanı kabul etmekle bu iyiliğinde ben de sana yardımcı oldum.”

Cenab-ı Hak, sadaka ve ihsan ile muhtaçlara ve özellikle akrabalara yardım etmeyi emretmektedir. Akrabanın hukukuna riayet etmek ve onların yardımına koşmak son derece mühimdir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav.) şöyle buyurmaktadır:

“Yoksullara verilen sadaka bir sadakadır, akrabalara verilen ise iki sadakadır.”

İslâm dini şefkat ve merhamet dini olduğundan sadakaya ve yardımlaşmaya büyük ehemmiyet vermektedir. Muhtaçlara yardım eden kimseler, “Allah’ın rahmeti ihsan edicilere yakındır.”24 hitabına mazhar olurlar.

Beled Suresinde de hayır ve hasenat yapmayanlar, yoksula ve yetime ikram etmeyenler şöyle ifade edilir:

“Biz ona iki göz bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona apaçık iki yolu göstermedik mi? Fakat o, o sarp yokuşa göğüs veremedi. Bildin mi sen, o sarp yokuş nedir? Köle azat etmek, Veya salgın bir kıtlık gününde yakınlığı olan bir yetimi veya hiçbir şeyi olmayan yoksulu doyurmaktır. Sonra da iman edip de sabrı tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır. İşte bunlar, amel defterleri sağlarından verilenlerdir.”25

Zekât ve sadakanın verilmesinde şu hususlara dikkat edilmesi gerekir:

– Sadakayı vermekte israf olmaması.

– Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.

– Minnet edilmemesi. (Çünkü nimeti veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır.)

– Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.

– Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle ilim, fikir, kuvvet ve amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara yardım edilmesi.

– Sadakayı alan adamın, o sadakayı sefahette değil, ihtiyaçlarına sarf etmesi.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Tevbe Suresi 9/103.
2 Nursî, B.S İşaratul İ’caz.
3 Zuhruf Suresi, 43/32.
4 Nahl Suresi, 16/71.
5 Nursî, B.S Mektubat.
6 Bakara Suresi, 2/261.
7 Tirmizî, Birr, 40.
8 Buhârî, Temennâ 5; Tevhid, 45.
9 Müslim, Fezâil 12, Hadis No: 2308.
10 İsrâ Suresi, 17/29.
11 Münafikun Suresi, 63/10.
12 İbrahim Suresi, 14/7.
13 Nursî, B.S Mektubat.
14 Nursî, B.S Mektubat.
15 Nursî B. S Mesnevi-i Nuriye.
16 Al-i İmrân Suresi, 3/92.
17 Bakara Suresi, 2/263.
18 Bakara Suresi, 2/264.
19 Nursî, B.S Mektubat.
20 Bakara Suresi, 2/274.
21 Hadid Suresi, 57/18.
22 Tevbe Suresi, 9/35.
23 Bakara Suresi, 2/270.
24 A’raf Suresi, 8/56.
25 Beled Suresi, 90/8-18.