Etiket arşivi: sadeleştirme

Bediüzzaman’ın Türkçesine yapılan hakaret-amiz itirazlar

Son zamanlarda Üstad Bediüzzaman’a dil uzatmak, onun ve nur talebelerinin aleyhinde ileri-geri konuşmak moda olmaya başladı. Bundan iki-üç yıl önce şiirle iştigal eden bir zat, bugün yaklaşık 60 dile çevrilmiş bulunan Risale-i Nur hakkında “Risale-i Nur’un dili çok kötüdür” demişti. Ayrıca şu hezeyanda bulunmuştu: “Risale-i Nur okuyanlar bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir.”

İşte önceleri ateist, sonradan ateistlikten dönmüş olduğunu söyleyen birisi, bu şaheserler hakkında böyle bir iftirada bulunmuştu. Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar hakkında ateşli öfke kusan bazı şahıslar da, bu gibilerin aşağılayıcı sözlerine sarılarak Bediüzzaman gibi hayatını İslam’a vakfetmiş olan ve yazdığı eserlerle ehl-i imanın imanlarını kurtarmaya çalışan bir İslam âlimine ve okurlarına, haddi aşacak şekilde dil uzatıyorlar.

Önce şu tespiti yapmamız lazım: Şairler şöhret meraklısıdırlar; hatta bazıları şöhretle anılsınlar diye caminin duvarını bile kirletirler. Onlar Bediüzzaman gibi ömrünü mahviyet içinde Kur’an’a hizmetle geçiren âlimleri hiç ama hiç anlayamazlar. Hatta imanı kurtarmanın ve Kur’an’a hizmetin de çok yabancısıdırlar.

Allah aşkına, Risale-i Nur için, “Çok kötü ve anlaşılmaz bir dille yazılmış” demek, o eserleri anlayarak okuyanlara açık bir iftira değil midir? O eserleri okuyanlar için, “Peşinen anlamamayı kabul edenler” demek aşağılayıcı bir dil değil midir? Kaldı ki, Bediüzzaman’ın dili, eğer müfterinin dediği gibi, çok kötü olsaydı, neden bu kadar tahsilli ve aydın insan bu eserleri okumaya devam ediyorlar? Neden dünyada ortalama 60 dile çevrilmiş bulunuyor? Neden Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında bugüne kadar yüzlerce uluslararası sempozyum düzenlendi?

Her şeyden önce Risale-i Nur’un o kişinin şiirleriyle mukayese edilemeyecek derecede kabule mazhar olması, iftira sahibinin kıskançlığını ortaya koyduğu gibi, dilinin de sorunlu olduğunu en iyi anlatan bir durumdur.

Bediüzzaman gibi vefat etmiş mazlum bir insana ve yıllarca laik rejimin takibinde kalan ve hapis yatan talebelerine böyle isnatlarda bulunmak insafa, vicdana ve dine sığar mı? Ateistlikten döndüğünü söyleyen birisi, eğer sözünde doğruysa bu iftirayı yapabilir mi?

Risale-i Nur elbette ki, tenkit edilebilir. Müellifin kendisi de, “Benim gibi iyi derecede Türkçe bilmeyen…” diyerek özrünü beyan ediyor. Ama “Bu eserlerden kimse bir şey anlamaz” demek toptan, maksatlı ve aşağılayıcı bir dildir.

Eğer denildiği gibi “Çok kötü bir dille” yazılan bir eser, Türkiye’de en çok tekrarla okunan bir eser durumuna gelmiş ise, o zaman bu sözün sahibi zımnen, Türkiye’nin yarısına yakın kısmının geri zekâlı ve ahmak olduklarını söylemeye çalışıyor. Bu tutum, bizzat kendisinin sorunlu bir kişiliğe sahip olduğunu göstermektedir.

“Risale-i Nur okuyanlar bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir” sözü, ehl-i insaf olan herkese göre, hem Risale-i Nur’u okuyanlara hem Bediüzzaman’a bir hakaret ve bir iftiradır. Şunu söyleyeyim ki, Said Nursî’yi “Deccallara meydan okuyan imanın remzi” olarak tanımlayan, Risale-i Nurları da “Büyük bir imparatorluğun son sözleri” olarak değerlendiren çağımızın büyük sosyoloğu Cemil Meriç Risale-i Nurlar hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Risâle-i Nur’da üslûp ile mana tam bir ahenk halindedir. Denizin suyunda tuzla su nasıl kaynaşmışsa, Nur eserlerinde de mana ile üslûp o şekilde kaynaşmıştır. Bu itibarla Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir.”  Bu sözler, böylelerinin ağzına vurulan büyük bir şamardır.

Aslında nefse ağır geldiği için, onun kitaplarını inceleme zahmetine katlanamayanların Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a dil uzatmaları, hakarete varan ifadeler kullanmaları ve itirazları, sadece onların seviyelerini ortaya koymaktadır. Oysa Bediüzzaman’ın Türkçesi çok güzel ve çok özel bir Osmanlı Türkçesidir. Üstad, konu dağılmasın ve anlam zarar görmesin diye, Risale ve mektuplarında anlam bütünlüğüne çok önem vermiştir. Ayrıca okurlarının durumlarını göz önünde bulundurarak Türkçesini hep yenilemiştir. Mesela, 1935 yılında yazılan Eskişehir müdafaası ile 1952’de yazılan İstanbul Gençlik Rehberi müdafaasının Türkçeleri çok farklıdır. Keza Barla Lahikasındaki mektuplarla Emirdağ lahikasındaki mektupların Türkçesi oldukça farklıdır. En son yazılan mektuplar daha sade bir Türkçe ile yazılmışlardır. Ne var ki, bugünkü İngiliz gençleri Şekspir gibi klasik bir yazarı okurken anlamakta biraz zorluk çektikleri gibi, günümüz gençlerinin de Risale-i Nur’u okurken biraz sıkıntı çekmeleri son derece normaldir.

Kaldı ki, Bediüzzaman’ın hasımları kabul etmeseler bile, Risale-i Nurlar bugün milyonlarca insan tarafından okunmakta ve anlaşılmaktadır. Risale-i Nurlar iman ilm-i halleridir. Nur talebeleri bu eserleri, bazı hocalar gibi, “Acaba neresinde ne gibi bir eksiklik bulabilirim de onu el-âleme ilan edeyim” niyetiyle okumuyorlar. Onlar saadet-i ebediyenin anahtarı olan tahkiki imanı elde etmek için okuyor ve tahkiki imanı elde ediyorlar da. Bundan daha büyük bir servet olabilir mi? Hangi şairin şiir kitabı veya hangi yazarın çok satan kitabı bu kadar ulvi bir zevke okunabilmiş ve milyonlarca insana iman hazzını verebilmiştir?

Risale-i Nurların dili o kadar tatlı, o kadar ruhu okşayan bir üslupla yazılmış ki, okurlar onu okumaya doymuyorlar. Üstelik müellifin kendisi bile, Esmaü’l-Hüsnâ’nın bazı isimlerini farklı bir açıdan şerh eden Haşir Risalesi gibi bazı eserlerini defalarca (500 defa) okuduğunu itiraf ediyor.

Şimdi numune olarak Bediüzzaman’ın birkaç vecizesini buraya alacağım:

İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir. Küfür insanı gayet canavar hayvan eder.”

Nasılki esmada bir ism-i azam var, öyle de o esmanın nükuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır. Ey İnsan! Eğer insan isen kendini oku! Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali vardır.”

Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel firaklarla doludur.

“Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”

İşte iman, işte marifet, işte Osmanlı aydınının güzel Türkçesi… Acaba bu kelimelerin ifade ettiği manalar bu kadar tatlı bir üslupla başka türlü ifade edilebilir mi? Bu sözlerin neresinde hakikate aykırı bir kelime ya da anlaşılmaz bir taraf vardır? Kuşkusuz, şair veya yazar olduklarını söyleyenler bu ulvi manalara çok yabancı oldukları için bunları idrak etmekten uzaktırlar.

Peki, hoşlanmadıkları birçok tarikat lideri ve cemaat olduğu halde bunlar neden özellikle vefat etmiş olan Bediüzzaman’a ve Risale-i Nurlara saldırıyorlar? Çünkü bunlar, Ehl-i sünnet itikadını bozup kendi arzularına uygun bir İslamiyet ortaya koymak istiyorlar. Bu çabalarına en büyük engel, Ehl-i Sünnet itikadını en iyi şekilde müdafaa eden Risale-i Nur’u görüyorlar. Risale-i Nur, tıpkı Mevlana’nın Mesnevisi gibi, İslam’ı anlatan ve tecdit eden ve asırlara hitap eden manevi bir Kur’an tefsiridir. Eğer Mevlana kısmen devletin koruması altında olmasaydı bu kişiler ona da çok saldırırlardı.

Bir de Kur’an’ın şairler hakkında ne söylediğine bakalım:

 Allah Zü’l-Celal Şuara Suresinde şöyle buyuruyor:

 (وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ  أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ  إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُوا  وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ) “Şairlere ise, haddi aşan azgınlar tabi olurlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başka.”

Allah burada iman edenler ve amel-i salih işleyenler dışındaki şairleri hicvediyor. Anlıyoruz ki, şairlerin büyük kısmı, haddini bilmiyor, her vadide kalem oynatmaya çalışıyor ve yapmadıkları şeyleri söylüyorlar. Salih amel işlemek şartıyla iman edenler müstesnadır.

Şu da vardır: Bu tür hakaret dili kullananlar, ellerinde demir türü siyaset topuzu ve iş verme imkânı olanlardan çok korkarlar. Fakat Nur talebeleri gibi cehennem ateşinden kurtulmak için imanlarını güçlendirmeye çalışan, bu meseleye hayatlarını vakfeden ve ellerinde siyaset topuzu bulunmayanlardan elbette ki korkmazlar. Onun için meydanı boş buldukça saldırıyorlar. Faraza eğer bir gün Nur talebeleri işveren konumuna geçip ellerine idari bir güç geçecek olursa, mesela vali, rektör veya bakan olurlarsa, o Risale-i Nur ve Bediüzzaman aleyhinde konuşanların hepsi, iş bulmak ya da işlerinde yükselebilmek için birer meddah kesilirler. Her gün ellerine Risale-i Nurları alıp gösteriş yapmaya çalışırlar. Bu tür olaylara, yaşayarak defalarca şahit olan bu fakire inanın; hakaret edenler bu kadar korkak ve bu kadar zavallıdırlar.

Musa Kazım YILMAZ

Kaynak: RisaleHaber

Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (1)

.. son zamanlarda Risale-i Nur ve Nurculuğa alâkasını bir su-i niyete bağlamak istemem; bir ikbâl arayışı olduğu vehmi de taşımıyorum. Tamamen dinî bir hamiyetin tezahürü olduğu zan ve temennisindeyim.

Ne var ki, bu kadarcık bir hamiyetin teşvikiyle büyük bir ummanın girdablarına dalmasını, ilim ve mantık zemininde makul bir yere koymanın imkânı yok. Karadeniz mizacının coşkun bir tezahürü olması ihtimali de Külünk’ün hatalarına mazeret teşkil etmez, edemez…

Risâle-i Nur, altı bin sahifelik bir umman, tarihin kaydettiği birçok dâhiyi boğacak girdab ve fırtınaları olan bir ilim ve irfan denizi. Rehbersiz ve pusulasız yol almak ne mümkün! Bugünün nesilleri için ise büsbütün yabancı bir dünya. Ne zeminini teşkil eden ilimlerden haberimiz var, ne de diline âşinayız. Kamal Atatürk’ün harf ve dil inkılâbıyla kapı ve mazgallarını açılmamak üzere kapadığı kadîm irfân hisarımızın bu son ve en parlak külliyatını tahkik ve ihata etmek bir yana, şöyle-böyle anlamaktan bile aciziz. 

Ayıp değil, tahrib edilmiş bir medeniyetin dilini, ilmini ve düşüncesini mektepsiz sökmeye çalışıyoruz.

Külünk’ün bu büyük eser külliyatını yıllarca diz çökmeden, dirsek çürütmeden, uzun geceleri kızarmış uykusuz gözlerle sabaha bağlamadan anlaması da, ihata etmesi de mümkün değil. Risale-i Nur Külliyatı sayfaları karıştırılarak, merak ve tenkid kasdıyla göz gezdirilerek fethedilemez. Mukaddes bir mâbedin rahmanî dünyasına girer gibi huşû ve vecd ile heceleyecek, öğrenmeye, bilmeye talib olacaksınız, hürmette kusur etmeyeceksiniz ki, sonsuz hakikatlerinin büyüleyici dünyasını açsın size.

Kulaktan dolma bilgilerle, medya sayfalarına akseden dedikodularla, siyaset sahnesinin maksadlı tertibleri ile Risale-i Nur ve Nurculuk hakkında konuşamaz, ahkâm kesemezsiniz. Hayır, konuşmasına konuşursunuz da, söylediklerinizin bir değeri de, tesiri de olmaz.

Hele de Risale-i Nurların “tahrif” edildiğini söyleme cür’eti gösterecekseniz, ayaklarınız değil kafanız yere sağlam basacak, her türlü itiraz ve tenkide de hazır olacaksınız…

Şunu tehir etmeden, hiçbir şübhe ve tereddüde yer bırakmadan söylemek isterim ki, Risâle-i Nurların tahrif edildiği iddiası yalanın büyüğüdür; yalan ve iftiranın. Bu habis iddiada bulunanların tamamı aynı mevziin neferleri değil şübhesiz. Metin Bey gibi bu habis yalanı hakikat sanıp dostane yaklaşanlar gibi, bu büyük hizmetin önünü kesmek, insanların artan taleb ve alakalarını durdurmak, kafa karıştırmak için kullananlar da az değil. Ama bu şeni iftiranın asıl menşei Nurlarla ve Üstad’ın yakın talebeleri ile muarazaya giren dâhildeki şerir fırkalardır.

Önce hemen şunu kaydedelim ki, tahrif adına ortaya konanların tamamını doğru ve bozma maksadlı tasarruflar olarak kabul etseniz bile ne Nurların hedef ve maksadına halel verecek çaptadır, ne de Nur Talebelerinin istikametini bozacak vahamette. Zirâ, binde biri teşkil etmeyen bu tahrif (!) noktalarının zayıflığını ademe mahkûm edecek dokuz yüz doksan dokuz kuvvetlinin varlığı yerinde duruyor.

Önce tahrif iddialarını ana hatları ile tasnif edelim:

1–Kürt, Kürdistan ve Kürtlere dair bazı ifadelerin değiştirildiği
2–Hristiyanlık başta olmak üzere muharref semavî dinlerin hoş gösterildiği
3–İngilizlere dönük bazı sert ifadelerin yumuşatıldığı
4–Bazı mektub veya kısımların Latince baskılarında yer almadığı…

Bu iddialara tek tek eğilmeden önce “tahrif” mefhumuna bir nebze vuzuh kazandıralım. Lügatler mefhumu iki kelime ile karşılıyor: Değiştirmek, bozmak… İkisi de tahrif, ikisi de merdud. Ancak aralarında niyetten kaynaklı büyük bir uçurum var. Faraza kısa bir cümle üzerinden meseleye bir nebze aydınlık düşürelim mi?

Cümlenin aslı şöyle olsun:

“Allah dedi ki!” Bu kısa cümleden iki muharref cümle çıkaralım. Birincisi, “Allah buyurdu ki!”; ikincisi ise, “Şeytan dedi ki!” Evet, her iki cümle de muharreftir, yani değiştirilmiştir. Yine de aralarında bir uçurum var. Zirâ muharref birinci cümlede maksad, mânâ ve hakikat sadece daha farklı, belki daha doğru bir kelime ile ifade edilmiş. En azından bir iyi niyetle karşı karşıya olduğumuz bedihidir.

Oysa ikinci cümlede tahrif, değiştirmekle sınırlı kalmamış, bozma kasdına varmıştır. Mânâ, maksad ve hakikat tamamen tersyüz edilmiştir. Hak ve hakikati bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu tasarruf kimden ve nereden gelirse gelsin, merdud ve menfurdur.

Gelelim Nurların Tahrif edidiği yalanına. Öncelikle şunu hemen söylemek isterim ki, değil Bediüzzaman gibi eşsiz bir dahi ve âlimin telifatına izni olmaksızın düzeltme kasdı ile bile müdahale etmek, herhangi bir yazarın da eserine müdahale edilemez. Zirâ kitab ve düşünce en kudsî mülkiyetlerdendir, izinsiz tasarruf edilemez.

Komşunuzun duvarında beğenmediğiniz bir taşa müdahale etmemekte gösterdiğiniz hürmetin çok daha fazlasını kitaba göstermeye mecbursunuz. Buna rağmen iyi niyetli müdahale ile bozma kasdı taşıyan müdahaleyi aynı kefede tartmak insaf değildir.

Vâkıa Risale-i Nurlarda bu her iki tahrif de bahis mevzuu değildir. Her geri zekâlı gibi, her hain de yüzlerce el yazması Osmanlıca nüshası imha edilmeden Latin baskılarına müdahalenin akîm bir tasarruftan öteye geçmeyeceğini bilir.

Binaenaleyh tahrifat yapılacaksa, hele de bozma kasdı taşıyan bir tahrifat yapılacaksa hareket noktası önce Osmanlıca nüshaları imha etmek olmalıdır, Latincelerini tırtıklamak değil.

Metin Bey ile birlikte hariçten gazel okuyanların tamamı da idrak etmeliler ki, Risale-i Nurları tahrif etmek ne hain ve münafıkların haddidir, ne de ahmak dostların uzanabileceği bir fiildir.

Üstad hayatta iken baştan sona kendisinin talimat ve emirleri harfiyen yerine getirilerek Külliyatın Latince baskıları tamamlanmıştır. Fasikül fasikül Üstad’ın tashihine mazhar olmuş Latince baskılara “tahrif” gölgesi düşürmeye çalışmanın müstahak ifadesi şeytaniyetdir.

“Üstad Latince bilmiyordu!” yollu eblehçe itirazlar ise iddia sahiblerinin şuursuzluğuna tutulmuş parlak bir aynadır sadece. Zirâ, Üstad’ın bu Latince fasikülleri yakın birkaç hizmetkârı ile birlikte dikkatle tashih ettiği, ilk el birçok kaynağın şehadetiyle sabittir. Bir talebesine bu fasikülleri okuturken kendisi de bazen dinleyerek, çoğu zaman da baskıya esas teşkil eden Osmanlıca aslından takib ederek tekrar tekrar tashih ve kontrol edip, baskıya öyle gönderdiği yazılı kaynakların uhdesindedir. Hüsnü Abi yakın bir şahid olarak hayattadır, kapısı da herkese açıktır, sorulabilir.

Kadran mihrakların ikide bir sahneye buyur ettiği, tedavülden bir türlü çıkmayıp Külünk gibi kendi halinde bir siyasinin beyanat malzemesi olacak kadar da hakikat vehmedilen “tahrif” iddiası şenaatı nereden mi besleniyor?

Hüseyin YILMAZ

E-posta: oncekelam@gmail.com

Yazı serisinin linkleri

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-1/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-2/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-3/ ‎

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-4/

Kaynak: RisaleHaber

Okumayı nasıl unuttuk?

Çamaşırı, bulaşığı ve daha nice zorlu işleri makinelere yükleyeli epey zaman oldu. Fakat okuma işini bizim adımıza yapacak bir makine henüz icad edilmedi. Biz her zamanki eğlencelerimize dalıp gitmişken, bir makine bizim yerimize kitap okuyup da bilgilerini bluetooth gibi bir mekanizma ile bizim beynimize yüklese, böylece her hafta bir kitabı, her sene ortalama 50 kitabı okuma zahmetini çekmeden okumuş olsak fena mı olurdu?

Gerçi kitap okuma makinesini icad edemedik, ama kitap okumayı mekanik bir işe haline çeviren yöntemler icad ettik. Bunlara da “kolay okuma,” “basit okuma” gibi isimler taktık.

Bu yöntemlerin işleyişi son derece basit:

Biz olduğumuz yerde duruyoruz. Kitabı kendi seviyemize indiriyoruz. Ve okur gibi yapıyoruz. Sonunda da, Woody Allen’ın meşhur nüktesinde olduğu gibi, meselâ Savaş ve Barış’ı okuduktan sonra, olayın Rusya’da geçtiğini anlayabiliyoruz!

***

Biz bu tuzağa yeni düşmüş sayılmayız. Latin alfabesini de bize kolaylık vaad ederek kabul ettirmişlerdi. Anlatıldığına göre, zor olan alfabeyi terk edip kolay olana geçince okumayı da, yazmayı da çok kolay öğrenecek ve çok okuyup çok yazan bir toplum olacaktık.

Bu vaadlerle okumayı bir gecede unuttuk. Yüzyılların ilim ve irfan birikimini sırtımızdan atıverdik. Bu suretle, kolaylık denen şeyin “ilim ve irfan yükünden kurtulmak” mânâsına geldiği anlaşılmış oldu. Bunu takip eden diğer kolaylıklardan sonra ulaştığımız “okuma-yazma-anlama-anlatma” seviyesi, halihazırdaki resimde görüldüğü gibidir.

***

“Kolay okuma” merakının, bizden çok önce Batı toplumlarında başgösterdiğini anlıyoruz. Ünlü düşünür Thoreau, on dokuzuncu yüzyılda, “kolay okumalar” ve “küçük okumalar” şeklindeki uygulamalardan yakınıyordu:

Kim olursa olsun, yere düşmüş bir gümüş doları kapmak için yolunu değiştirir. Ama, eskilerin en üstün akıllı adamları tarafından söylenmiş altın değerindeki sözler orada dururken, biz, ancak kolay okuma, başlangıç ve sınıf kitapları seviyesindeki kitapları okumayı öğreniyoruz. Okulu bitirdikten sonra da, ancak ‘küçük okumalar’ ile çocuklara hitap eden başlangıç seviyesindeki hikâye kitaplarını okuyoruz. Ve okuma, konuşma ve düşüncelerimiz, ancak pigmelere ve cücelere yaraşan pek düşük seviyelerde kalıyor.

Ünlü düşünür, sözlerinin devamında, hiç okuma yazma bilmeyen köylüler ile kolay okuyucular arasında ciddî bir fark göremediğini söylüyor.

***

Okumak bir kafa işidir; kafa yormak da dünyanın en zor işidir. Bunu anlamak bize zor gelmiyor. Anlamakta zorlandığımız şey şu:

Okumak, aynı zamanda, dünyanın en zevkli işidir. Zordur, ama zevklidir. Göz için bakmak, dil için tatmak ne ise, zihin için öğrenmek ve yeni ufuklara açılmak da odur. Zihnin iştahına ilim ve irfanla cevap vermek, midenin açlığına bir ziyafet sofrasıyla cevap vermekten çok daha haz verici bir iştir. Yoksa, insanı bulunduğu yerden daha yukarıya çıkarmayan bir okumadan kim ne bekleyebilir?

Gel gelelim, dildeki çoraklaşma kelime dağarcığımızı sürekli olarak daralttığı için, okunmaya değer birşeyler arayanlar, aradıklarını buldukları zaman, ekseriyetle onun yanında bir de problem buluyorlar:

Dil problemi.

Bu problem, aslında, insanın zihnini yeni âlemlere açacak ve onu yeni mânâlarla tanıştıracak bir fırsat iken, kolay okumalara alıştırılan ve sahilden uzaklaşmaya cesaret edemeyen ürkek ve tembel beyinler, bu fırsatın değerini takdir edemiyor.Orada bir pazar bulunduğunu keşfeden tüccarlar ise, en değerli eserleri mânâ zenginliğinden soyutlayarak, kimi zaman da “sadeleştirme” gibi etiketler altında “kolay okuma” versiyonları üretmekte gecikmiyorlar.

Netice:

Biz yerimizde sayıyoruz; okur gibi yaptığımız kitaplar geriliyor.

***

Kolay okumalarımızın en kötüsü, Kur’ân söz konusu olduğunda karşımıza çıkıyor. Gerçi onun metni üzerinde oynamak ve “kolay okuma” versiyonlarını üretmek kimsenin aklından geçen birşey değil. Fakat muhtelif ilimlerin ve on dört asırlık irfan birikiminin yardımıyla onu anlamaya çalışmak ve onun üzerinde ciddî şekilde kafa yormak bize zor geliyor. Bu defa Kur’ân’ı mânâ derinliğinden ve zenginliğinden soyutlayarak sıradan bir metin olarak ele alıyor ve onu en basit ve tembel zihinlerin seviyesinde incelemeye başlıyoruz.

İşte, kolay okuma hevesinin bizi getireceği yer bundan başkası değildir. Merhum Muhammed Gazalî’nin bizi bir şokla kendimize getirmesi gereken şu tesbiti, bu konuda başka söze hacet bırakmıyor:

“Öncekiler Kur’ân’ı okuduklarında onun seviyesine yükseliyorlardı. Biz ise Kur’ân’ı okuyup kendi seviyemize indirmeye çalışıyoruz.”

ÜMİT ŞİMŞEK

Barla Lahikasıyla Sohbet Ederken Dedim

Barla Lahikasıyla Sohbet ederken dedim: Barla Lahikası Ablam, Dün Mektubat Ağabey Bana demişti Sadeleştirme Hakkında Sen Ne dersin?

  • ..kendini de mü’min biliyor. Mâdem hak ve hakîkat olan şerîat-ı Ahmediyenin kavaninini iltizam etmiyor ve hakîki tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü’min oluyor. Îmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz îman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor, denilebilir. [1]

“..kendini de Asrın İmamının Mesleğine sadık zannediyor kalbimiz Üstadımızla beraberdir biliyor. Mâdem hak ve hakîkat olan şerîat-ı Ahmediyenin kavaninini ders veren Ahirzamanın insanlarını Beşeriyetten çıkarıp insan yapan Risale-i Nuru iltizam etmiyor ve hakîki tarafgirlik etmiyor, gayr-ı Nur biTalebesi bir Nur’a Dost oluyor.

Ama cahil dost düşmandan fena tesiri olur. Çünkü düşman harici olurca şecaat, dahili olursa evham korsu havf verir. Îmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, Nura talebe olmaya niyet say u gayret etmeden cehd sarfetmeden tahkiki imana ve asrın anlayış tarzına uygun hizmet edemez ve say u gayreti istenen neticeyi vermez.

İslâmiyetsiz îman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor, o halde nasıl olurda Risale-i Nur’a hücum manasında sadeleşrtirmeye iyi niyetle  nazar edilir diye sorarım. denilebilir.” Dedi.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan özel

[1] Barla Lahikası (355)

 

www.nurnet.org

Sadeleştirmeye Açılan Kapı!

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.[2]

Malumdur ki Risale-i Nur Ehl-i Sünnet itikad ve amelinin en ahir tecdid hareketidir. Bu tecdid hareketi geleneksel bir hareket değildir. Nitekim gelenek olarak tabir edilen tasavvuf hareketidir. Tasavvufa gelenek denilmesi ise sabit olan kaidelere ve eskiden beri silsile yoluyla günümüze gelmiş olmasıdır. Bu sebeple geleneksel bir hareket tecdid vazifesi yapamaz.

Mesela silsile yoluyla gelen asardan bir misal vermek gerekirse. Hüccet-ül islam İmam-ı Gazali (r.a.) kendisinde 900 sene boyunca gelen olanlara istikamet göstergesi olmuştur. Bu hadise 1. Cihan harbi zamanlarına dek sürmüştür ki zaten bu tarihten sonra madden ve manen ecnebi istilası Alem-i islama musallat olmuştur. Bu musallatiyet ise belki bir asırdır devam etmekte.

Bu bir asır boyunca sahte kahramanlar veya şahs-ı manevi teşekkül edemeyen geçici ışıkların olduğu malumdur.

“Evet milyonların, milyarların kalbinde asırlardan beri kanamakta olan o derin yarayı saracak yegâne müşfik el; İslâmdır. Her ne kadar ufuklarda zaman zaman bazı uydurma ışıklar görülüyorsa da.. müstakbel, bütün nur ve feyzini güneşlerden değil, bizzât Rabb-ül Âlemîn’den alan ezelî ve ebedî “Yıldız”ındır. O yıldız, dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.[3]” Bura mehazde de geçtiği gibi İslamiyet Dünyanın selahiyetine ve kurtuluşuna dair tek çaredir. Dünya insanlığını bu çareden uzak tutmak için var gücü ile islam düşmanları çalışmaktalar. Ya istikametli islamiyeti setretmek için yalancı uyduruk hareketleri nazara veriyorlar veya türetiyorlar.

Risale-i Nur Hareketi ise Dünyada kıtalarda okunmakta ve 62 lisana tercüme edilmesiyle islamın Ehl-i Sünnet vel Cemaat efker ve itikadını neşretmektedir. Dünya durdukça tecdid hareketi devam edecektir. Son müceddid ve müçtehid olan Bediüzzaman Said Nursi’nin asarı Risale-i Nur Külliyatı namındaki eserleri bu tecdid vazifesini ila yevm-ül kıyam devam ettirecektir inşallah. “O yıldız, dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.[4]” hakikatini dünyanın tüm dillerinde izah, isbat, şerh, tefsir, atıflarını yapacaktır. Risale-i Nur Hareketi bu vazifesiyle var olan şeyleri nakleden gelenekten ayrılıp tarz ve usul farkıyla muvaffak olmaktadır.

Nitekim gelenek var olanı nakletmiştir. Gelenekte iman ve akaid muhkem sağlam rasih olmalı ki o evrad u ezkardan istifade edilsin. Aksi taktirde istifade edilemeyecektir.

“Tarîkat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız Cennet’e giden pek çok, fakat imansız Cennet’e girecek yok. Onun için imana çalışmak zamanıdır.[5]” sözü ise yanlış anlaşılmaktadır. Şöyle bir misal vereyim. Trafik kazası olmuş yaralılar hastahaneye gelmiş. Doktor hemen kalbe ve beyne müdahale ediyor. Oradan birisi çıkıyor doktor kalbi beyni bırak bacak kırılmış ona müdahale edin dese doğru olur mu?

Veya pamuk Çukurovada yetişir o pamuk tohumunu alsan Yozgata eksen olur mu? Olur ama pamuk çıkmaz. Veya Akdeniz meyvesini Turunçgilleri getir Yozgata ek olur mu olur ama meyve vermez. Veya çay’ı al Çukurovaya götür olur mu? Olur ama meyve vermez… işte üstadımız da zaman tarikat zamanı değil demekle tarikata düşman olmuyor zaman ve zemin uygun olmadığı izah etmektedir.

Şimdi buna tarikat düşmanı demek çaya, pamuğa, turunça düşmansın demek gibi olmaktadır.

         “Risale-iNur, Kur’anın malıdır. Arşı ferşe bağlayan Kelâmullah ile mazi canibindeki milyarlar ehl-i iman, evliya ve enbiya alâkadar..[6]” Risale-i Nur Külliyatının tesiri kırmak için muhtelif desiseler istimal edilmiştir. Oyunlar oynanmıştır. Mesela önce Risaleleri izah ediyoruz diye içine istikametsiz şeyler koymak.. var olan apaçık meseleleri izah diye içinden çıkılmaz hale getirmek.. sadeleştirme diye içinde var olan nice manayı budayıp tek bir mana koymak.. tefsir ve izah ve şerh ve sadeleştirme diye içine kelime katmak yanlış olarak kelime koymak.. var olan kısımları çıkartmak veya ekiltmek.. gibi teşebbüslerle nurun kuvvetini kırmaya teşebbüs hareketidir.

            Her şeyin kıblesi vardır. Kıblesiz bir şey yoktur. İnsanın kıbleside istikamet ve sadakattır. Bir yere bağlanmak ve oraya gitmek gereklidir. Hedef sadakat süreç ise istikamettir. Risale-i Nur Külliyatının istikamet yolu Lahikalardan geçmektedir.

Sadeleştirme bir cinayettir. Buna şiddetle karşı çıktık, çıkacağız, çıkmak gereklidir.

            Lakin sadeleştirmede bizlerde suçluyuz! Nasıl mı? Ders okurken düz okumakla, izah etmemekle, oku oku anlarsın demekle, izahta bulunmamakla sadeleştirmeye kapı açılmıştır. Bu konuda taş gibi duranlar sadeleştirmeden mesüldürler. Bilsinler hatalarını anlasınlar.

ifrat gibi tefritde muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefritile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler.[7]”

Düz okumakta olanlar bu sebeple mesuldür. Çünkü “ifrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir.[8]” Risale-i Nur okuyupta izahta bulunmayan, kelime manalarını bile vermeyen kimseler asrın tefsiri olan Risale-i Nurun önünde perde gibi durmakla Risalelerin anlaşılmamasına sebep olmuştur ve olmaktadır.  Asrın tefsiri olunca umumi bir teveccüh var. Adam ne yapsın nurun mertebesine çıkamıyor o halde nuru kendi seviyesine indiriyor.

Sadeleştirmede suçlu olduğumuz yan budur. Dikkat, tefekkür, devamlı okumak, müzakere, münazara, müteala, atıf gibi şeyleri yapmamakla suçluyuz.

Bizler bunları liyakatiyle yapsa idik bu sadeleştirme ihanetine kapı açılmayabilirdi.

Derslerde 45-50 dk düz okuyup geçenlerin, izahta bulunmayanların ve içimize giren ulema-is su’un kulakları çınlasın gelsinler bu sözlerime haksızsın desinler!

Sadeleştirmenin önüne geçmek ise bu tadad edilen sayılan şeylere dikat etmekle olur. Yoksa kendisi herkes anlasın diye boş bırakmak koyunu kurda kaptırmak için koyunu boş bırakmaktan başka bir şey değildir!

Bahtiyar odur ki: Risale-i Nurdan istifadesi azami olup azami istifade ettirip yansıtıp sirayet ettirendir.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

Haşiye – Dipnot:

[1] Muhakemat ( 62 )

[2] Muhakemat ( 73 )

[3] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 269 )

[4] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 269 )

[5] Tarihçe-i Hayat ( 224 )

[6] İşarat-ül İ’caz ( 229 )

[7] Muhakemat ( 22 )

[8] Muhakemat ( 22 )