Etiket arşivi: Şadi Eren

Şadi Eren Bildiri

Prof. Dr. Şadi Eren

Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

7 Ekim 2016 tarihinde Iğdır Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü soruşturma kapsamında çoğu öğretim elemanı olmak üzere Iğdır Üniversitesine bir operasyon yapıldı. 40 kişinin evinde ve üniversitedeki odalarında arama yapıldı, ilgili şahıslar soruşturmaları yapılmak üzere emniyete götürüldü. Olay medyaya “FETÖ’nün Iğdır Üniversitesindeki yapılanmasına yönelik bir operasyon” olarak verildi. Hatta “İlahiyat Fakültesi Dekanı Şadi Eren’in odasında Fethullah Gülen’e ait kitapların bulunduğu!” bile haber kaynaklarında yer aldı.

Hâlbuki darbe girişimi sonrası hemen her resmi müessesede olduğu gibi Iğdır Üniversitesinde de FETÖ’yle ilişkisi olanlara operasyon yapılmış, 17 kişi açığa alınmıştı. Bu yeni operasyonun, sanki öncekinin bir devamı gibi gösterilmesi tamamen bir algı operasyonudur, gerçeği yansıtmamaktadır.  Cumhurbaşkanımızın tam bir basiretle ifade ettiği gibi, “son zamanlarda ülkemizin değişik yerlerinde yapılan tutuklamalarda at izi it izine karışır hale gelmiştir.” Iğdır Üniversitesine yapılan bu operasyon, bu hakikatin tipik bir örneğidir.

Konuyla ilgili bazı gerçekleri şöyle ifade edebiliriz:

1-Ülkemiz 15 Temmuz darbe girişimini püskürtmekle tarihinin en önemli olaylarından birine tanıklık etmiş, yeni bir İstiklal Harbi kazanmıştır. Iğdır Üniversitesi, Iğdır’daki demokrasi nöbetlerine aktif olarak katılmış, ciddi katkılarda bulunmuştur. Bu operasyonda tutuklanan İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerimizden Yrd. Doç. Dr. İbrahim Akgün, Yrd. Doç. Dr. Musa Çetin gibi isimler, demokrasi nöbetlerinde yaptıkları konuşmalarla milli şuurun uyanmasına ve güçlenmesine ciddi, samimi katkılar sunmuşlardır. Ancak Iğdır gibi nüfusu küçük bir ilimizde bulunan tek resmi vakfı (Hamidiye Kültür Eğitim Vakfını) -hiçbir alakası olmadığı halde- FETÖ Vakfı olarak yasaklı vakıflar listesine aldıran bir zihniyet, bu olayda da FETÖ’yle uzaktan yakından alakası olmayan bu 40 kişiyi FETÖ mensubuymuş gibi göstermeye çalışmaktadır. Bu kişiler, asla FETÖ’den olmadıkları gibi,  aksine onlara karşı çok net bir şekilde tavır alan ve mücadele veren vatanperver kimselerdir. Kökü Amerikada olup oradan aldığı direktifleri Türkiyede uygulamaya çalışanlara karşı ciddi mücadele veren bu insanları, sanki onlardanmış gibi lanse etmek, büyük bir iftiradır, tam bir vicdansızlıktır.

2-Batı Dünyası, Ortadoğuda güçlü bir Türkiye görmek istemez. Hele hele Lozanın hükümlerinin bitmesine az bir zaman kala, masaya güçlü bir şekilde oturma potansiyeli olan Türkiye, hiç mi hiç işlerine gelmez. Son 25 yılda başta Irak olmak üzere Suriye ve ülkemizde meydana gelen olaylar bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Batı Dünyasının İslam coğrafyasını çok iyi araştırdığı, toplumsal ve mezhepsel haritalarımızı çıkardığı ve bunlara göre stratejiler geliştirdiği, en azından konunun uzmanları tarafından bilinen bir gerçektir. Hem Irak, hem Suriyede meydana gelen olaylarda sünni-şii farklılığının ön plana çıkarılması, bunun açık bir göstergesidir. 80 li yıllarda Irak ve İran birbiriyle savaştırılmış, sekiz yıl süren bu savaşta bir milyon Müslüman hayatını kaybetmiştir. Iğdır ilimizde % 40 nüfusun Caferi mezhebine bağlı Şii olması, ülkemizi kaosa sürüklemek isteyenlerin iştihanı kabartmaktadır. Elhamdülillah, Iğdırda sünni-şii farklılığı İslam alemine model olacak şekilde medeni bir seviyededir ve taraflar birbirleriyle İslam kardeşliğine yakışır bir tarzda beraberce yaşamaktadır. Bunda Üniversitemizin, özellikle de İlahiyat Fakültemizin ve Üniversitemiz bünyesinde faaliyet gösteren Caferilik Araştırma Merkezi’nin (CAMER’in) önemli katkıları bulunmaktadır. Caferi mollalar ve İlahiyat Fakültemizin hocalarının Hz. Alinin sözlerini derleyen Nehcü’l- Belağa eserini yıllardır beraberce okumaları, bu birlik ve beraberliğin güzel göstergelerinden biridir. Ayrıca, İlahiyat Fakültemizin öğretim elemanları sünni-şii ayırımı yapmaksızın okullardaki değerler eğitimi gibi faaliyetlere katılmakta, toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanmasına ciddi katkılar sunmaktadırlar. Eğitim camiasının içinde olanlar bunun farkındadır ve üniversitemizi takdirle karşılarlar. Ancak, bu manzaradan hoşlanmayanlar da vardır. Bu son operasyon, bu hoşlanmayanların bir operasyonudur. Bu nadide insanların Iğdır Üniversitesinden ayrılmaları sağlanıp, yerlerine başkalarının alınması planları yapılmaktadır. Öyle görülüyor ki, Iğdır’dan bazıları da kökü ta Amerikaya uzanan bu oyunun bir parçası olarak piyon görevi görmektedir. Elde edebilecekleri birkaç daire başkanlığı veya şube müdürlüğüne Iğdırın ve Türkiyenin huzur ve refahını satmak, en hafifiyle söylersek “büyük bir hıyanettir.” Ve “büyük düşün!” gerçeğinden uzak kalmaktır.

3-“Her ile bir üniversite”, hükümetimizin önemli ve başarılı projelerinden biridir. 5 yılı aşkın bir süredir Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemizde öğrencilerimize faydalı olmaya çalışan ve üniversitenin bir şehre neler kattığını günbegün gören biri olarak, yapılan bu hizmetlerin sekteye uğratılmaması gerektiğini düşünüyorum. Konuyu ifade etmesi bakımından şu hatıramı nakletmek isterim:

Bundan iki yıl evvel Kars ilimizde Kredi Yurtlar Müdürlüğü bünyesinde öğrencilere yönelik konferanslar vermek üzere davet edilmiştim. Caferi mezhebine bağlı iki esnaf arkadaş ile beraber gittik. Yolda, bu arkadaşlarımızdan biri dedi: “Hocam, şu işe bakın. İlahiyat Fakültesi Iğdıra açılacağı zaman biz buna karşı çıkmış, ‘devlet bizi asimile etmek istiyor” şeklinde düşünmüştük. Ama gelinen noktada konferansınıza biz sizi götürüyoruz.”

Bu türden yaşadığımız çok şeyler var. Özellikle kendim kaleme aldığım “Hz. Ali Diyor Ki” ve “Kardeşlik Felsefemiz” isimli eserlerin on binden fazla Üniversitemizce basılması ve değişik vesilelerle insanımıza ulaştırılması, çok faydalı sonuçlar vermiştir.

4-Iğdırda nüfusları birbirine yakın iki kesim vardır: Aşiret ve Azeriler. Bu iki kesim, aralarında ciddi bir problem yaşamamakla birlikte, tam istenilen bir birlik ve beraberlik de gösterememektedir. Üniversitemizin her iki kesimle de çok güzel münasebetleri ve faaliyetleri vardır, bu yönüyle adeta arada bir tampon görevi yapmaktadır. Böyle operasyonlar, ne Iğdıra bir fayda sağlar ne de ülkemize… Suçlular varsa elbette cezalandırılmalıdır. Fakat peşinen suçlu görüp FETÖ kılıfı altında böyle toplu bir operasyon yapmak, kamu vicdanını ciddi rahatsız etmektedir.

5- Adeta “üniversiteyi çökertme” diyebileceğimiz bu operasyonun kimin ve veya kimlerin işine yaradığı düşünülürse, resmi daha bütün olarak görebiliriz. İçeri alınan Üniversite elemanlarımız, sevilen, sayılan, saygın kimselerdir. Böyle bir operasyon, FETÖ’nün ekmeğine yağ sürer. Gezi Parkı, 17-25 Aralık operasyonları ve en sonunda meş’um 15 Temmuz Darbesiyle hedefine ulaşamayan dış güdümlü bu örgüt ve onu yönlendirenler, böyle operasyonları yönlendirerek muhalefet cephesini yaymaya, hükümet ve devlete karşı bir nefret duyulmasına sebebiyet verdirmeye çalışmaktadır. Keza, böyle bir operasyon, FETÖ davasını sulandırmaya, Ergenekon ve Balyoz gibi sonuçsuz kılmaya yol açabilir. Dolayısıyla, devlet yetkililerinin daha hassas davranması, böyle operasyonların arkasındaki büyük resmi ve hain emelleri öngörmesi beklenir.

6-Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemiz 1350 öğrencisiyle orta halli bir ilahiyat olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın “dindar nesiller yetiştireceğiz” şeklinde formüle ettiği hedefe karınca kararınca hizmet etmektedir. Böyle kamu nezdinde küçük düşürücü, itibar zedeleyici operasyonlarla fakültemizi itibarsızlaştırmaya çalışmak, dinini ve ülkesini seven dindar halkımızı üzmektedir.

Sekiz yıldan bu yana DOST TV de proğramlar yapan ve beş ayrı yayınevinde 20 den fazla kitapları toplamda 200 binden fazla basılmış yazar bir akademisyen olarak üstteki bilgileri değerli halkımızla paylaşır, saygılar sunarım…

NurNet.Org

Şeytandan korunma yolları nelerdir?

Şeytanın aldatmalarına karşılık Allah’a tövbe etmek

Tövbe, günahtan dönmektir. “Beşer şaşar” denilir. Yani insan, şaşan ve aldanan bir varlıktır. Peygamberler dışında masum kimse yoktur. Hatta peygamberler için bile “zelle” tabir edilen “hakka tam isabet edememek, içtihadında yanılmak” gibi durumlar söz konusu olabilmektedir. Ama masum olduklarından bu konuda kendilerine vahiy gelir, o yanlış düzeltilir.

Peygamber olmadığımıza göre muhakkak kusurlarımız ve günahlarımız da olacaktır. Ama Gafur ve Rahim olan bir Rabbin kullarıyız.

Allah, tövbeleri kabul eden, merhamet edendir. O, o kadar merhametli bir Allah’tır ki, kulunu bir kere terk edivermekle ilelebet terk edivermez. Kulu dönüp tövbe ettikçe, İblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar, yine bakar, sonsuz olarak bakar, bir oldu, iki oldu, nihayet üç oldu, “yetişir artık” demez, sayısız olarak döner bakar, çünkü Rahimdir, çok merhametlidir.

Pişman olmak da tövbedir. Ama sadece pişmanlıkta kalmayıp samimi bir tövbe ile o günahın lekelerinden temizlenmek lazımdır. Günahlarını hatırlayan birinin tam bir pişmanlık içinde gözyaşı dökmesi, iç dünyasında ciddi bir temizlik ameliyesi gerçekleştirecektir.

Takva ile yaşayan bir Hak dostu şöyle der: “Harama bak­makla cünup olan gözlerine, gözyaşı ile gusül yaptır.”

Tövbede ciddi olmak, Allah’a verdiği sözün ardında durmak esastır. Yoksa “yüz bin kere tövbe eder, yine şarap içeriz” şeklindeki yaklaşımlar maneviyattan nasipsizliğin alametidir.

Günahlar kire, tövbe ise bunları yıkayan deterjana benzer. Günahına samimi tövbe eden kimse, günahı olmayan kimse gibidir.

İnsanın günahları dağlar gibi de olsa, Allah’ın rahmet denizinde bir kum tanesi kadar bile yer işgal edemez. Bunu bilen kimse, günahları çok da olsa Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.

Şeytanın çekim alanından uzak kalmak

Mıknatıs, iğne gibi maddeleri kendine çeker. Bu çekim, mesafeyle de alakalıdır, mıknatısa yaklaştıkça çekim artar, uzaklaştıkça çekim azalır. Benzeri bir durum günahların çekiminde görülür. İnsan günahlara yakın oldukça kendini onlara kaptırır, uzak kaldıkça korunması daha kolay olur. Yüzmek için plaja giden biriyle, tenha bir yerde yüzen kimse, günahlar yönünden elbette aynı şartlarda değildir.

Günümüzde bir kısım gazeteler ve televizyonlar, bar ve meyhane gibi gayr-i meşru eğlence yerleri, bir kısım internet siteleri adeta şeytanın yayın organları ve yayın merkezleri gibi çalışmaktadırlar. Bunlar devamlı günahlara sevk etmekte, insanları yaratılış gayesine zıd mecralara yönlendirmektedirler. Televizyona karşı zaafı olan birinin televizyonlu odada durması imtihanını şiddetlendirir, saatlerini günahlarla dolu veya en azından boşu boşuna geçirmesini netice verir.

Hekimoğlu İsmail şöyle der:

“Günümüz Müslüman’ının hicreti, televizyonlu odadan televizyonsuz odaya geçmektir.”

Ömür boyu şeytan taşlamak

İbadetler, nice sembolik manaları da içlerinde taşırlar. Özellikle hac ibadeti pekçok sembollerle doludur. Mesela, Kâbe’ye “Beytullah” yani “Allah’ın evi” denilir. Bir büyük zatın evine misafir olan kimse onun nice ikramlarına mazhar olduğu gibi, hac ve umre için Kâbe’ye gelenler âlemlerin Rab­bi­nin nice ikramlarına mazhar olurlar.

Kâbe’ye yönelmek aslında Allah’a yönelmektir. Kâbe, bedenin kıblesidir. Ruhun kıblesi ise, Allah’tır.

Arafat’ta vakfe, mahşerin bir misalidir.

Hac’da şeytan taşlamak “adüvv-i mübin” olan o apaçık düş­manı hatırlamaya yöneliktir. Yoksa şeytan maddi cesediyle orada değildir.

Anlatılır ki, ariflerden biri rüyasında şeytanı gördü, elindeki asa ile ona vurmak istedi.

Şeytan dedi:

“Ben asadan korkmam. Ben ancak arifin kalp semasından doğan marifet güneşinin şuaından korkarım.”

Şeytan, Mina’da atılan taşlardan da korkmaz. Ama vesveselerine kulak verilmemesi onu rahatsız eder.

Öyle anlaşılıyor ki, şeytana muhalefet eden biri aslında onu taşlamaktadır. Bu zaviyeden baktığımızda, şeytan taşlamanın ömür boyu devam ettiğini söyleyebiliriz.

Yalnız kalmamak

İnsan, günaha meyilli bir varlıktır. Özellikle tek başına kaldığında şeytan bu fırsatı değerlendirir, vesveseleriyle ona “arkadaşlık” eder. Mesela, evde tek başına kalan delikanlı, ailesiyle beraberken bakamadığı müstehcen yayınlara kolaylıkla ulaşabilir veya aslında girmemesi gereken yerlere internetten girebilir. Hâlbuki başkalarıyla beraber olsa bunu yapmayacak veya yapamayacaktır. Demek ki, yalnız kalmak insanı manen tehlikelere maruz bırakıyor, cemaat halinde olmak ise otokontrol sağlıyor, insanlar birbirlerini korumada yardımcı oluyorlar.

Peygamber Efendimiz bu konuda bize şunu bildirir:

“Dikkat edin! Cemaat halinde olun. Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur. İki kişiden ise uzak durur.” (Tirmizi, Fiten,  7)

Ancak kötü tabiatlı kimse veya kimselerle beraber olmak “cemaat halinde olmak” sayılmaz. Böyleleriyle beraber olmak, masum ve saf insanların da onlara benzer hale gelmelerini netice verir. Bu açıdan kişi kimlerle beraber olduğuna dikkat etmesi gerekir. Peygamber Efendimizin ifadesiyle, “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde sizden birisi kiminle arkadaşlık yaptığına dikkat etsin.” (Tirmizi, Zühd,  45)

Göze dikkat

Kur’an-ı Kerim, şu ayetlerle iman sahibi erkek ve kadınları gözlerini haramdan sakınmaya ve iffetli bir hayat yaşamaya davet eder:

“Ey Peygamber! Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan çevirsinler, ırzlarını korusunlar. Böyle yapmaları kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.

Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan çevirsinler, ırzlarını korusunlar. Zorunlu görünen kısımlar dışında ziynetlerini göstermesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler.” (Nur Suresi,  30-31)

-”Harama bakıştan ne çıkar?” dememelidir. Çünkü bu tarz bakış maneviyata büyük zarar verir, zinaya kapıyı aralar. Gözüne sahip çıkmayan “beline” de sahip çıkamayabilir. Bekâr nice kimsenin, hatta evli olanların harama nazardan sakınmama sonucu gayr-i meşru ilişkiler içine girdikleri ortadadır.

-Günümüz şartlarında gözleri korumanın çok daha önem kazandığı ortadadır. Çünkü tarihin hiçbir devrinde görülmemiş şekliyle açık saçıklık yaygınlaşmış; dergi, gazete, televizyon, internet aracılığıyla her yeri istila etmiştir. Böyle bir ortamda gözünü haramdan sakınmayan birinin iffetli kalabilmesi çok çok zordur.

-Ayet-i kerime önce erkeklere bunu bildirmiştir. Çünkü bu konuda büyük imtihanı kadın değil, erkek vermektedir.

Bir hadis-i kutside şöyle bildirilir:

Yabancı kadına şehvetle bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim onu Benim korkumdan dolayı terk ederse, onun kalbine zevkini gönlünün ta derinliklerinde duyacağı bir iman neşesi ve tatlılığı veririm .

Peygamber Efendimiz, erkekler için en büyük fitnenin kadınlar olduğunu bildirir. (Buharî, Nikâh, 17) Günümüzde, araba tekerleği reklâmının bile yarı çıplak kadınlarla yapıldığı nazara alınırsa, durumun ciddiyeti ve vahameti anlaşılır.

Peygamber Efendimiz Hz. Ali’ye şöyle der:

Ey Ali! İlk gördüğünün ardından tekrar bakma. İlk bakış sana ait mubah, sonraki ise caiz değildir.” (Ebu Davud, Nikâh,  43)

İnsan yolda giderken ister istemez yabancı kadınları görür, bunda bir problem yoktur. Ama ardından nazarını tekrar tekrar onlara çevirmesi uygun olmaz, haramdır.

Başka bir hadiste şöyle buyrulur:

Bir Müslüman erkeğin gözü bir kadının güzelliklerine takılır da, sonra Allah’tan korkarak gözünü ondan sakınırsa, Allahu Teala ona ibadet sevabı verir. Ve o kimse kalbinde ibadetin tadını bulur.” (Ahmed b. Hanbel, V, 24)

-Hitap iman edenleredir. İmandan nasibi olmayanlar genelde iffet konularında da hassas değillerdir. İman ise kalpte bir yasakçı bırakır, “Harama bakamazsın” diye hatırlatır.

-Ayet-i kerime “Gözlerini haramdan çevirsinler, ırzlarını korusunlar.” derken önce gözden başladı. Çünkü iffetli kalabilmenin yolu, göze sahip çıkmaktan geçer. Gözüne dikkat etmeyen, günün birinde gayr-i meşru beraberliğe düşmekten kendini alamaz. Zira harama bakmak, zinanın habercisidir.

-Harama bakmak, hadiste “göz zinası” şeklinde ifade edilir. Şöyle ki:

Allah her uzva zinadan payını yazmıştır. Gözün zinası bakmaktır. Kulağın zinası duymaktır. Elin zinası tutmaktır… Nefis ister ve arzular. Azalar ise, ya bunu uygular veya terk eder.” (Müslim, Kader,  20)

-Kadınlara iffetlerini korumaları emredildikten sonra, “Zorunlu görünen kısımlar dışında ziynetlerini göstermesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler” denilmesi, onların bazı sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Erkek, yabancı kadınlara bakmayacak, ama kadınlar da kendilerini cazip bir şekilde göstermeye çalışmayacaklar. Bunun için de el ve yüz gibi zorunlu görünen kısımlar dışında diğer yerlerini güzelce örtecekler. Mesela sadece başını hafiften örtmekle yetinmeyip, başörtülerini boyunlarını ve göğüslerini kapatacak şekilde takacaklardır.

Namahrem olanlarla başbaşa kalmamak

İslam dini, yabancı kadına bakmayı yasakladığı gibi, onun­­la başbaşa kalmayı da yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöy­­le buyurur:

Sizden kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın. Çünkü bunu yaparsa üçüncüleri şeytan olur.” (Buharî, Nikâh,  111, 112)

Günümüzde bu tarz başbaşa kalmaların arttığı acı bir gerçektir. Bunun sonucu olarak en büyük günahlardan biri olan zina fiili de yaygın bir afet halini almaktadır.

İslâm Hukukunda seddüz-zerai’, vardır. Bu, günahlara yol açan vesilelerin yasaklanması anlamına gelir. Söz gelimi, zina yasak olduğu gibi, zinaya götüren şeyler de yasaktır. İçki haram olduğu gibi, onun üretimi, alım-satımı da haramdır.

Daha iffetli ve daha temiz bir toplum için hepimize düşen görevler vardır. Mesela:

-Karma eğitim yerine kız okulları ve erkek okulları esas alınmalı, en azından isteyen ailelere bu tercih hakkı tanınmalıdır. Daha yakın zamana kadar ülkemizde böyle okullar vardı, fakat yanlış bir tercihle bu okullar da karma hale getirildi. Dünyanın hemen her yerinde bu tür okullar vardır ve başarılıdırlar. Bizde bunların kapatılması yanlış bir uygulamadır ve bu yanlıştan artık dönülmelidir.

-Okullarda ve aile ortamlarında iffet meselesinin önemi anlatılmalıdır.

-İşyerlerinde başbaşa kalma ortamı meydana gelmemesi için tedbir alınmalıdır. Mesela, patronların bir kısmı bayan sekreteriyle başbaşa kalabilecek bir ortamdadır. Bu beraberlik, hanımını boşayıp sekreteriyle evlenmeyi sonuç verebilmektedir.

-Nişanlı olanlar evli sayılmazlar, birbirlerine yabancıdırlar. Bu dönemde başbaşa kalmaları zinaya yol açabilmektedir. Bu mahzuru ortadan kaldırmak için dini nikâh yaptırmaları meseleyi tam halletmez. Çünkü nikâhta esas olan bunun ilan edilmesidir. Diyanet İşleri Başkanlığı, dini nikâhın resmi nikâhtan sonra yapılmasını esas almaktadır. Buna dikkat edilmezse, başkalarının nişanlı olarak gördüğü gençler kendi aralarında aile hayatı yaşarlar, düğün salonuna kucaklarında bir bebekle gelebilirler. Veya erkek tarafının vazgeçmesiyle kız tarafı çok mağdur duruma düşebilir.

Mideye dikkat

Haram ile beslenen bir insan, haramî olur.

Anlatılır ki, İmam Azam’ın babası, gençliğinde bir dereden abdest alırken, dere suyuyla gelen bir elmayı ısırır. Birden bu elmanın kendisine helal olmadığını düşünür. Dere boyunca gider, dalları dereye doğru sarkan bir elma bahçesine rastlayınca, bahçe sahibine durumu anlatır, helallik diler. Bahçe sahibi “Bir yıl benim yanımda çalış, duruma bir bakalım” der. Bir yılın sonunda “benim kör, topal, sağır ve dilsiz bir kızım var. Seni onunla evlendirmek istiyorum, o zaman helalleşiriz” teklifinde bulunur. İmam Azam’ın babası kabul eder. Fakat kızı görünce şaşırır, karşısında sapasağlam bir dünya güzeli vardır!

Bahçe sahibi durumu şöyle açıklar:

“Kızım kördür, zira harama hiç bakmamıştır.

Topaldır, kötü yerlere hiç gitmemiştir.

Sağırdır, hiç uygunsuz sözler duymamıştır.

Dilsizdir, hiç boş şeyler konuşmamıştır. Haydi Allah mübarek eylesin.”

İşte böyle bir evlilikten İmam Azam gibi bir zat dünyaya gelir.

Manevi hayatın kıvam bulmasında helal gıdanın çok önemli bir yeri vardır. Haramla beslenen ailelerde manevi hayat ya hiç olmaz veya çok cılız olur. Gerçi çocuk masumdur, haram gıdanın sorumluluğu ailesine aittir, fakat -şöyle veya böyle- çocuk bu haram ortamdan etkilenir. Bu yüzden anne-baba, hem kendileri, hem de çocukları için helal gıdaya azami özen göstermeleri gerekir.

İstiaze

İstiaze, herhangi bir işe başlarken ve herhangi bir münasebetle “Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm”, yani; “Kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” cümlesini söy­lemeye verilen isimdir.

İstiazede “Allah’a firar edin!” emrine itaat etmek vardır. (Zariyat Suresi, 50)

Allah’ın kemal ve merhametine, kulun da kusur ve ihtiyacına bir sınır yoktur. Böyle olunca, Allah’a iltica ve dua, en önemli kulluk görevlerinden olmaktadır.

Bir başka ayette şu emir verilir:

“Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki, Allah Semi’-Alimdir.” (A’raf Suresi,  200)

Burada Allahu Teala’nın Semi’-Alim, yani “hakkıyla işiten, kemaliyle bilen” olarak ifade edilmesi son derece önemlidir. Zira kendisine sığındığımız zat, sesimizi duymazsa ve halimizi bilmezse bize yardım edemez.

Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. Kalbimizden geçenler O’na gizli değildir.

Konumuzla ilgili bir başka ayette Allah şöyle buyurur:

“Kur’an okuduğunda kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl Suresi, 98)

Çünkü Kur’an okumak isteyen kimse en güzel amellerden birini yapacaktır. Kur’an, dinin aslı ve esasıdır. İnsanın dili ve kalbi gıybet gibi hatalarla kirlenir. Bunun için dilini temizlemesi uygun düşer. Şeytan, ise böyle müspet işlerden hoşlanmadığından Kur’an okuyan kişiyi, Kur’an’ı anlamaktan ve onunla amel etmekten vazgeçirmek için var gücüyle uğraşacak, vesvese vererek Kur’an üzerinde düşünmekten onu alıkoymaya çalışacaktır.

Hadis kitaplarını incelediğimizde Hz. Peygamber’in, insana sıkıntı ve üzüntü verecek, onu zarara sokacak, dünya ve ahirette zillete düşürecek birçok konularda Allah’a sığındığını görmekteyiz. O’nun cehennemden; kabir fitnesinden; her şeyin ve her canlının şerrinden, nefsin şerrinden; yoksulluk ve borcun galebe çalmasından; tembellikten, küfürden, kötü ahlâk, kötü iş ve heveslerden; kederden ve çok yaşlılıktan; yan­gın ve sel felâketinden Allah’a sığınması bunlar arasında sayılabilir.

Sıralamada istiaze besmeleden önce gelir. Bizler “Euzü bil­lahi mine’ş-şeytani’r-racîm” der, sonra besmele çekeriz. Çünkü zararın def’i, faydalı olanı celbetmekten öncedir.

“Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” derken Allah’a sığındığımız şeyler şu üç gruptan birine girer.

1-İtikadi meseleler.

2-Ameli meseleler.

3-Bedenimize zarar veren hastalık, musibet gibi şeyler.

Yanlış inançlar taşımaktan, imanımıza zarar verebilecek hallerden; yaptığımız işlerde günaha ve harama girmekten; görülür görülmez bela ve musibetlerden Allah’a sığınırız.

“Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” ile şeytandan Allah’a sığınırken hangi cihetten sığındığımızın belirtilmemesi, genellik ifade eder. Yani şeytandan gelebilecek her türlü hallerden Allah’a sığınırız.

“Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” derken, bunun sırf dilde kalmayıp kalben de söylenmesi esastır.

Arif olanlar, Allah’tan başkasını görmek ve kesret âleminin kendilerine perde olmasından istiaze ederler.

Şeytandan korunma duaları

Şeytanı bize tanıtan Allah, ne gibi dualarla ondan korunacağımızı da bize öğretir:

1-Felak Suresi

Kur’an’ın son iki suresi olan Felak ve Nas Sureleri’ne “Muavvizeteyn” denilir. Yani, bunlarla Allah’a sığınılmakta ve bu iki sure insan için koruyucu zırh hükmüne geçmektedir.

Bazı rivayetlere göre, bir Yahudi tarafından Peygamber Efendimize sihir yapılmış, Cenab-ı Hak, Peygamberimize ve ümmete şifa olarak bu iki sureyi göndermiştir.

“De ki: Sığınırım sabahın Rabbine,

Yarattığı şeylerin şerrinden,

Karanlığı her tarafı bürüdüğünde gecenin şerrinden,

Düğümlere üfleyenlerin şerrinden,

Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden.” (Felak Suresi,  1-5)

Bu sureyle ilgili bazı noktalara dikkat çekmek istiyoruz.

-Âlemde hayır ve güzellik asıl olmakla beraber, az miktarda şer de vardır. Bu şerrin bir hikmeti istiazeye, yani Allah’a sığınmaya bakar. Hayırlı şeyler insanı şükre sevk ettiği gibi, şerli şeyler dahi istiazeye sevk eder.

-Bu surede belirtilen şerli şeylerden “sabahın Rabbine” sığınmakta şöyle bir incelik vardır: Gecenin karanlığını giderip nurlu sabahı getiren Zat, elbette kendine sığınanları şerlerin karanlığından hayırların aydınlığına çıkarmaya kadirdir.

-Gece vakti karanlık her tarafa çöktüğü sıralar, nice fesat komiteleri karanlık işlerle meşguldür. Ruhu kararmış kişiler, karanlık işleri için özellikle karanlık geceleri seçerler. Onların bu karanlık işlerinden, fesat planlarından “sabahın Rabbine” sığınmak gerekir.

-Şeytanın ve yoldaşlarının en büyük silahı kadındır. Günümüzde kadın, tarihte emsali görülmedik bir tarzda müstehcen neşriyatla, gayr-ı meşru şarkılarla ve daha başka cihetlerle kullanılmakta, muhataplarının hassas noktalarını tahrik ile onları adeta büyülemekte– hipnotize etmektedir. “Düğümlere üfleyenler” ifadesi sihirbazlara baktığı gibi, bu şekilde kullanılan şerli kadınlara da işaret etmektedir.

Kadına yaraşır bir iffetle tertemiz yaşayan, geleceğin imanlı nesillerini yetiştiren bahtiyar kadınları bundan tenzih ederiz. Zira “Cennet anaların ayakları altındadır.” (Aclûnî, I, 335)

-Hased, başkasında olan iyi bir hali çekememek, ondan bu halin gitmesini arzulayıp kendini ona ehil görmektir. Nice kötülükler, hep haset yüzünden meydana gelmiştir. Gökte ve yerde ilk kötülükler haset sebebiyle yapılmıştır. Gökte İblis, haset yüzünden Âdem’e secde etmemiş, yerde Kabil, haset yüzünden kardeşi Habil’i öldürmüştür.

-Ayette haset edenin şerrinden Allah’a sığınırken “haset ettiği zaman” kaydının getirilmesi işaret eder ki, hasit, hasedin gereğiyle amel etmediğinde zararı ancak kendinedir, kendini yer bitirir.

2-Nas Suresi

“De ki: İnsanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlahına sığınırım, o sinsi vesvesecinin şerrinden.

Ki o, insanların kalplerine vesvese verir. Hem cinlerden olur, hem insanlardan.” (Nas Suresi,  1-6)

Bu sureyle ilgili olarak da bazı inceliklere yer vermek istiyoruz:

-Bundan önceki surede “mahlukatın şerri, gecenin şerri ve düğümlere nefes edenlerin şerrinden” “sabahın rabbi” unvanıyla Allah’a sığınırken, bu surede ise insî ve cinî şeytanların şerrinden “insanların Rabbi– Meliki– İlahına” sığınmaktayız.

Yani, önceki surede Allah’ın bir ismiyle üç şeyden istiaze var. Bu surede ise, Allah’ın üç ismiyle bir şeyden istiaze söz konusu. Bu ise, onların şerlerinin ne derece büyük olduğunu ve ne derece onlardan Allah’a sığınmak lazım geldiğini gösterir. Nitekim Peygamberimiz şöyle dua etmiştir:

Allah’ım, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa, beni nefsimle baş başa bırakma.” (Ahmed b. Hanbel, V, 42)

Çünkü nefis, daima şeytanın telkinlerine hassas bir alıcı konumdadır.

-İnsanlardan habis ruhlu kimseler bir nevi şeytan görevi yaparlar. İnsanların hak yoldan sapması, günahlara dalması için telkinlerde bulunurlar. Aynı şeyi cinnî şeytanlar görünmeden üfleyerek yaparlar. Aralarındaki fark sadece ceset farkıdır, mahiyetleri adeta birdir.

Allah’ın bahşettiği insanlık nimetinin kıymetini bilmeyenler, insanlıktan çıkar, şeytan bir hayvana dönüşür. Böyle birisi, sözgelimi ilkokul öğretmeni olduğunda o safi zihinlere inkâr fikirlerini enjekte eder. “Allah varsa niye görülmüyor? Cehennem varsa, niye oradan hiç kafası kırık gelen yok” gibi görünüşte tutarlı, gerçekte ise cerbezeli söz oyunlarıyla maneviyata savaş açar, kendi gibi şeytan fikirliler yetiştirmek ister.

– Şeytan, pusudaki sinsi düşmandır, daima fırsat kollar, insanları günah çamuruna daldırır, ama o çamuru misk u anber sandırır. Dalalet bataklığına sürer “İyi yoldasın” der. Hadisin bildirdiği üzere, “Kanın damarlarda cereyanı gibi insanda dolaşır.” (Buhari, Bed’ül-Halk, 11) Yani, her damarda dolaşır, onu mağlup etmeye çalışır.

3-Peygamber Efendimize Öğretilen Dua

Şeytan, daima insana kötülüğü telkin eder. Fakat insan üzerinde zorla yaptırım gücüne sahip değildir. Sadece vesvese ve desiselerle onun ayağını kaydırmaya, hak yoldan saptırmaya çalışır. Kişiye böyle bir vesvese geldiğinde “Euzü billahi mineş şeytanir racîm” derse, şeytan hiçbir zarar veremez. Ve o kişi şeytanı dinlemediğinden dolayı büyük sevaplar kazanır.

Meleklere şeytan musallat olamaz. Onun için makamları sabittir. İnsan ise, şeytana uymakla nihayetsiz alçalabileceği gibi, dinlememekle de nihayetsiz yükselebilir. Şeytanın işi vesvese vermek, insanın görevi o vesveseye kapılmayıp Allah’a sığınmaktır. Bir ayette şöyle bildirilir:

Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki, Allah Semi’-Alimdir.” (A’raf Suresi, 200)

Birisi, bir maneviyat büyüğüne “Efendim, şeytan bana çok vesvese veriyor, ne yapayım?” diye sorar.

O zat, “Sen bir evin önünden geçerken evin köpekleri sana havlasalar ne yaparsın?” der.

Adam “Yerden taş alır, üzerlerine atarım” deyince o maneviyat büyüğü şu manidar sözü söyler:

“Ben olsam öyle yapmam. Hemen evin sahibine seslenirim. O, köpeklere seslenince hepsi köşelerine çekilir, seslerini keserler. İşte bunun gibi sana vesvese geldiğinde sen de Allah’a sığın. O zaman şeytan sana bir zarar veremeyecektir.”

Cenab-ı Hak, bu konuda Resul’üne şu duayı ders verir:

De ki: Ya Rabbi, şeytanların dürtmelerinden Sana sığınırım. Yanımda bulunmalarından da Ya Rabbi yine Sana sığınırım.” (Mü’minun,  97-98)

Mealde “dürtmeler” şeklinde ifade ettiğimiz kelime, ayette “hemazât” şeklindedir. “Atı mahmuzlamak” deyimi de buradan gelmektedir. Atın mahmuzlanması onu daha süratli koşturduğu gibi, şeytanların “hemezatı” insanı günah vadilerinde çılgınca koşturtur.

Şeytanların bir çeşit değil, çeşit çeşit vesveseleri olmasına işaret olarak “hemezât” kelimesi çoğul olarak gelmiştir.

İşte, o dürtüler insana geldiğinde hemen Allah’a sığınmak ise, atı dizginlemek ve istediği yerde durdurabilmek gibidir.

Şeytanların insanın yanında bulunmaları ise, namaz kılar­ken, Kur’an okurken, yerken, içerken vb. durumlarda onun amellerine karışmak istemeleridir. Sözgelimi, besmele­siz olarak yiyen-içen kişiye şeytan arkadaşlık eder, onun rız­kına ortak olur, bereketi kaçırır.

Ve özellikle can boğaza geldiği anda şeytandan uzak kalabilmek çok önemlidir. Çünkü o sekerat hali koca bir ömrün en önemli anlarıdır. Şeytan orada son bir hamle ile iman cevherini almak ister. Üstteki duaya devam eden kişi, bütün bu hallerde şeytanın arkadaşlığından ve dürtülerinden kurtulur.

Şeytan, davasında samimidir. İnsan yüzünden ilahi rahmetten kovulduğundan onun ezeli-ebedi düşmanıdır. Her türlü vesveseyi kullanarak onu saptırmaya çalışır. Mesela, kötülükleri ona süsler, güzel gösterir. Kişi bunu aştığında, bu defa iyilik yaptırmamaya çalışır. Eğer bunu da aşsa “Bari az yapsın” der, azaltmak ister. Bunu da geçse bu defa “gurur-kibir-riya” gibi şeyler önüne sürer “Bak, sen başkasın, senin gibisi yok” tarzında şeyleri telkin eder. Kişi salimen bunlardan kurtulsa yine ümidini kesmez, “Bu defa kazandın. Fakat bir gün tuzaklarımdan birine elbet seni düşürürüm” der, pusuda bekler.

4-Bazı İstiaze Örnekleri

 1-Hz. Nuh şöyle der:

Ya Rabbi, bilmediğim şeyi Sen’den istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, zarara düşenlerden olurum.” (Hud Suresi,  47)

Hz. Nuh, büyük peygamberlerden biridir. Uzun zaman kavmine Allah’ı anlatmakla beraber kavmi ona inanmamış, sonunda tufan ile cezalandırılmışlardır. Hz. Nuh’un oğullarından biri de tufanda boğulanlar arasındadır. Sular yükselirken, Hz. Nuh hem peygamberlik, hem de babalık şefkatiyle oğluna “Yavrum, gel bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerden olma” der. Fakat oğlu “Beni sudan koruyacak bir dağa çıkar, kurtulurum” diyerek gemiye binmez. O sırada bir dalga gelir, Nuh’un oğlu suların içinde kaybolur gider.

Hz. Nuh, “Ya Rabbi, şüphesiz bu oğlum ehlimdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen Hakimler hakimisin” der.

Allah şöyle buyurur: “Ey Nuh, o senin ehlinden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel sahibidir. O halde, hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni, cahillerden olmandan menederim.”

Hz. Nuh der: “Ya Rabbi, bilmediğim şeyi Sen’den istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, zarara düşenlerden olurum.” (Hud Suresi, 42-47)

 2-Hz. Musa, şöyle der:

…Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım…” (Bakara Suresi, 67)

Gerçi ilim sahipleri de şeytanın aldatmalarına kanabilir, ama cahil insan bu konuda daha korumasız bir haldedir. Cehalet, karanlığa benzer, ilim ise nurdur. İnsanın görevi, her türlü karanlıklardan Allah’a sığınıp aydınlığa yönelmektir.

 3- Hz. Yusuf, küçüklüğünde kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atılır. Oradan geçen bir kervan tarafından kurtarılıp, bir köle olarak Mısır’a satılır. Onu satın alan Mısır Azizi’nin hanımı Züleyha, önceleri kendisine evladı nazarıyla bakarken, Yusuf delikanlı olduğunda bakışı değişir. Evde kimsenin olmadığı bir gün tüm kapıları kapatır ve bütün cazibedarlığıyla Yusuf’u kendine çağırır. Hz. Yusuf “Allaha sığınırım” der ve kaçmaya başlar. (Yusuf Suresi, 23)

Daha sonraki bir safhada, ya zindana atılmak veya Zü­ley­ha’­nın dediğini yapmakla karşı karşıya kalınca Allah’a şöyle yal­varır:

Ya Rabbi, zindan onların beni davet ettikleri şeyden bana daha sevimlidir. Eğer bu kadınların hilesini benden çevirmez­sen onlara meyleder ve cahillerden olurum.” (Yusuf Suresi,  24)

Normal şartlar altında zindan arzu edilen bir yer değildir. Fakat mukabilinde Allah’a isyan varsa, zindan tercih edilir. Çünkü “Allah’a isyan olan şeyde kula itaat edilmez.” (İbnu Mace, Cihad,  40)

Tarih boyunca, Hz. Yusuf misali zulmen ve iftira ile pek çok kimse hapse ve zindana girmiştir. Bu bahtiyar insanlar hizmetlerine orada da devam edip, orayı bir “medrese-i Yu­su­fiye” haline getirmişlerdir.

Şeytanla mücadelede kudsi kelimelerin tekrarı

İnsan maddi hayatı için gıdasına dikkat etmek zorundadır, yoksa güçten ve kuvvetten düşer, basit bir mikrop onu yere serebilir. Ama bünye kuvvetli olduğunda mikroplar ona bir şey yapamaz.

Benzeri bir şekilde, bu insan manevi hayatı için de manevi gıdalar almalıdır, yoksa manen cılız kalır, şeytanın istekleri karşısında direnemez, küçük bir vesvese onu mağlup düşürebilir. Ama manevi gıdasına dikkat ederse, şeytanlar ve şüpheler ordusu da gelse Allah’ın izniyle bir şey yapamazlar.

Allah’ı anmak kalbin temel gıdasıdır. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle bildirir:

Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (Ra’d Suresi, 28)

Zikrin en şümullü bazı kelimeleri, rivayetlerde şöyle bildirilmiştir:

“Sübhanallahi vel-hamdülillahi ve la ilahe illallahu val­la­hu ekber, ve la havle ve la kuvvete illa billah.”

Bunların her biri, bir cihetten değerlendirildiğinde şeytana vurulmuş bir darbedir.

Bunları sırasıyla kısaca değerlendirmede fayda görüyoruz:

Sübhanallah: Bu kelime hayret ve hayranlık bildirir. Şeytan, insanı tefekkürden alıkoymak ister. Ama bu kudsi kelimeyi tekrarlayan ve manasını düşünen kimseler âleme ve olaylara yüzeysel bakmazlar, varlıkları ve olayları bir kitap gibi mütalaa ederler, zihinsel tembellikten kurtulurlar.

Elhamdülillah: Bu kelime, Allah’ın sanatını methetmeyi ve nimetlerine şükretmeyi ifade eder. Şeytan, insanı ilahi sanatı takdirden ve nimetlerini hissedip derin derin şükretmekten engellemek ister. Bunu diline vird edenler kendilerini görmek ve beğenmek yerine ilahi sanatın mükemmelliğini görürler, o mükemmellik içinde gelen sayısız nimetleri fark edip, şükrederler.

La ilahe illallah: Bu kelime, Allah’ın birliğini anlatır. Şeytan, insanı kesrette boğmak ister. Ama bu mübarek kelimeyi tekrarlayan ve tefekkür eden kimseler Allah’ı hatırlarlar, “Ne­­rede olursanız olun O sizinledir” manasını kendi derunların­da hissederler. (Hadid Suresi, 4)

Allahu ekber: Bu kelime Allah’ın büyüklüğünü bildirir. Gerçek büyük O’dur. O, her şeye kadirdir. Hiçbir şey O’na zor ve ağır gelmez. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Bu kelimeyi okuyan ve düşünen kimse, şeytanın “Acaba Allah insanları tekrar diriltebilir mi?” gibi vesveselerinden sıyrılır. Ayrıca, varlıkları büyük görüp onların karşısında ezilmekten, büzülmekten kurtulur.

La havle ve la kuvvete illa billâh: Bu kelime, Allah’ın insanın tek başına olumsuz şeylerden kurtulamayacağını, olumlu şeylere de güç yetiremeyeceğini anlatır. Şeytan ise insana bunun tersini söyler, “İstesen sen her şeyi yaparsın” der. İnsan bu kelimeyi tekrar ile kendini beğenmekten kurtulur, Allah’a tevekkülün hakikatine ulaşır.

Sorularla İslamiyet

Yazar:
Şadi Eren (Prof.Dr.)

Hz. İsa Dünyaya Tekrar Gelecek mi?

Peygamber (asm), ahirzamanda meydana gelecek olaylardan söz ederken; Hz. İsa’nın tekrar dünyaya geleceğini, haçı kıracağını, domuzu öldüreceğini, İslâm dini üzere amel edeceğini bildirir. Bu rivayetler, bir kısım ilim ehlince ahirzamanda, Hristiyanlığın mânen İslâm’a dönüşmesi olarak değerlendirilir. Bir kısım ilim ehli ise, Hz. İsa’nın bedenen tekrar geleceğini söyler. Kur’an-ı Kerim âyetlerinde Hz. İsa’nın tekrar gelişiyle ilgili bazı işaretler söz konusudur. Meselâ şu âyetlere bakalım:

“O, kıyamet için bir ilimdir (alâmettir)” (Zuhruf, 61) Âyette ‘o’ zamiri Hz. İsa olarak açıklanır. Fakat aynı âyetin yorumunda, ‘o’ zamirini Kur’an’a raci kılanlar da olmuştur. Çünkü Kur’an, kıyametin gelişinin yakınlığına delalet eder. Veya onunla kıyametin halleri ve dehşetli durumları bilinir. Kurtubî, zamiri Hz. Peygambere raci görür. Çünkü Hz. Peygamber, işaret ve orta parmaklarını gösterip, “ben ve kıyamet bu ikisi gibiyiz” demiştir.

“O, insanlarla hem beşikte, hem de yetişkin iken konuşacak.” (Âl-i İmran, 46) Hz. İsa daha kundakta bebek iken harika bir şekilde konuşmuştur. Mealde ‘yetişkin’ şeklinde ifade edilen kelimenin aslı ‘kehlen’dir ve bu ifade bazı yorumlara göre 35-40 yaşlarından sonrası için kullanılır. Hz. İsa ise, 33 yaşında semaya yükseltilmiştir. Demek ki tekrar gelecek ve o dönemi yaşayacaktır. Ancak ‘kehlen’ kelimesinde böyle bir yaş anlamı görmezsek aynı neticeye varamayız.

“Kitap ehlinden hiçbir fert yoktur ki, ölümünden önce O’na (İsa’ya) iman edecek olmasın…” (Nisa, 159) Bazı yorumlara göre bu âyet Hz. İsa’nın tekrar geleceğine ve ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanların kendisine toptan iman edeceğine işaret eder. Kanaatimizce bu âyeti ‘sekerat hâli’yle açıklamak daha uygun olur. Perdenin aralandığı o anda ehl-i kitaptan olan her fert O’nun gerçek şahsiyetini görecek ve o şekilde inanacaktır. Ama bu iman kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. Zira imtihan bitmiş, iş işten geçmiştir.

“Selâm bana doğduğum gün ve öleceğim gün ve diri olarak kaldırılacağım günde.” (Meryem, 33) Bazı yorumlara göre ‘öleceğim gün’ ifadesi Hz. İsa’nın tekrar geleceğine bir işarettir. Zira O, ölmemiş, semaya yükseltilmiştir. Demek ki tekrar gelecek ölümü tadacaktır. Bu yorum ilk bakışta çok kuvvetli görülse de delil olmaktan uzaktır. Çünkü Maide Suresi’nin son sayfasında anlatılan olayda Hz. İsa’nın vefat etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Konunun hayli ayrıntıları olmakla beraber, şu noktalara işaretle yetiniyoruz:

Kur’an’ın bir kısım âyetleri muhkem, bir kısım âyetleri müteşabihtir. Muhkem, mânâya delaleti açık olan; müteşabih, mânâya delaleti kapalı olan âyetler için kullanılır. Muhkemin te’vili bilinir, mânâ ve tefsiri kolay anlaşılır. Müteşabihte ise, mânânın çok vecihlere ihtimali söz konusudur. Muhkem âyetler, Kur’an ağacının kökü, müteşabih âyetler ise, o ağacın dalları durumundadır.

Müteşabih âyetler, aklı işlettirmek, taklit zulmetinden kurtarmak içindir. Muhataplarına, köklü bir anlayışa ulaşmaları için, lugat, fıkıh gibi ilimlerin tahsiline lüzum hissettirir. Bu tür âyetler, insan aklının daha çok çalışmasını sağlamış, onu aklını kullanmaya zorlamıştır. Müteşabih âyetler ufuk açıcıdır. Ulaşılan her ufuktan ilerde bir başka ufuk kendini gösterir. Böylece, idrak bir ufuktan bir başka ufka açılır, düşünce monotonluktan kurtulur, Kur’an’a yönelenler “ufuk-u âlâ”ya/en yüce ufka doğru yol alırlar.

Müteşabih âyetler sadece iman edilmek için değil, aynı zamanda anlaşılmak için gelmiştir. İslâmî düşüncenin gelişmesi, müteşabih âyetlerin muhkem âyetler rehberliğinde yorumuyla gerçekleşecektir. Muhkem âyetler tefsir, müteşabih âyetler te’vil edilir. Te’vil, “bir delile dayanarak, lâfzın muhtemel mânâlarından birini tercih etmektir.” Te’vilde bir katiyet olmayıp, “mümkün bir ihtimal” söz konusudur. Bu cihetten, müteşabih âyetlerle ilgili te’viller, kanaat verebilirse de kesinlik ifade etmezler. Bunlarla ilgili nihaî hüküm ve söz, Cenab-ı Hakk’ındır. “Doğrusunu Allah bilir” kaydıyla “bu müteşabih âyetten murat bu olabilir” diye göstermek, “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa bazı kalblerde kilitler mi var” âyetinin mucibince amel etmektir. (Muhammed, 24)

Müteşabihatı bütünüyle yorum dışı bırakmak ise, Kamer Suresi’nde beş defa tekrarlanan “Biz Kur’an’ı zikr (öğüt) için kolaylaştırdık. Yok mu düşünen?” âyetine aykırıdır. (Kamer, 15, 17, 22, 32, 40) Muhkem âyetler ‘ümmü’l kitab’tır. Yani, ana kitap veya kitabın anası, esasıdırlar. Meselâ, Allah’a ‘el’, ‘vecih’, ‘gelmek’… isnat eden âyetler müteşabih; “hiçbir şey O’nun misli gibi değildir” âyeti ise muhkemdir. (Şura, 11) Keza, “Meryem oğlu İsa ancak Allah’ın elçisi ve kelimesidir. O’nu Meryem’e ilka etmiştir ve O’ndan bir ruhtur” (Nisa, 171) âyeti müteşabih; “Allah’ın bir çocuk edinmesi olur şey değildir” âyeti ise muhkemdir. (Meryem, 35)

Hz. İsa’nın Allah’ın bir kelimesi, olması, babasız bir şekilde doğrudan ‘kün (ol)’ emriyle yaratılmış olduğu cihetledir. O’ndan bir ruh olması ise,—haşa—Hristiyanların iddia ettikleri gibi, Hz. İsa’nın Allah’tan bir cüz, uluhiyetten bir rükün olması anlamında olmayıp ‘teşrif’ içindir. Her ne kadar bütün ruhlar Allah’ın yaratmasıyla ise de, Hz. İsa’da özel bir durum olduğundan, Cenab-ı Hak, O’nu doğrudan zatına nispet etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah gökleri ve yerde olanları size musahhar kıldı” âyetinin devamında “hepsi O’ndandır” denilmesi konumuza açıklık getirmektedir. (Casiye 13) Gökler ve yerdekiler Allah’tan bir parça olmadığı gibi, Hz. İsa da O’ndan bir cüz değildir.

Sonuç

İşte, bu tür farklı yorumlara açık olması sebebiyle, bahsedilen âyetlerin Hz. İsa’nın nüzulüne delaleti katiyetten çok, bir kanaat bildirebilir. Bu konuda gelen hadisler esas alındığında ise, Hz. İsa’nın kıyamet öncesi geleceği yorumu çıkar. Hz. İsa’nın nüzulüne inanmak, akideye dahil değildir. İlgili âyetler ve hadisler te’vile açık olduğundan “ben Hz. İsa’nın ahirzamanda bedenen tekrar nüzulüne inanmıyorum” diyen birisi, asla tekfir olunamaz. Zira bu tür bir ifade, âyet veya hadisi inkâr olmayıp, onların muhtemel bir te’vilini reddetmektir. Aynı âyet ve hadislerin başka yorumları da vardır. Müteşabih âyetlerde nihai söz Cenab-ı Hakk’ındır. “O gün sırlar ortaya çıkacak” (Tarık, 9) âyetinin hükmüyle, sırlar kıyamet günü bildirilecek, “Allah kıyamet günü, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size açıklayacak” âyetinin mânâsı görülecektir. (Hacc, 69) … Hem ilgili âyetler ve hem de ilgili hadisler bir arada düşünüldüğünde şöyle bir ortak kanaate varmak mümkündür:

Cenab-ı Hak, Hz. Cebraili zaman zaman insan şeklinde Peygamber Efendimiz ve ashabına göndermiştir. Sahabeden, Dıhye şeklinde görülmesi veya tanımadıkları bir şahıs olarak gelmesi gibi.. Hz. Hızır’ın ara sıra bazı insanlara görünmesi, şehitlerin ruhlarının bazı savaşlarda Müslümanlara yardım için gelmeleri çokça rivayet edilmektedir. Hatta vefat etmiş bazı zâtların ara sıra onlarla alâkalı bazı kişilere göründüğü bilinmektedir. Bu tür olaylardan hareketle, ahirzamanda Hz. İsa’nın bazı insanlara görünmesi, onları irşad etmesi, kendi dinine mensup insanları teslisten kurtarıp tevhide sevk etmesi mümkündür. Bu şekilde geldiğinde, herkesin onu gerçek Hz. İsa olarak bilmesi tanıması gerekmez. Kanaatimizce, herkesçe bilinecek şekilde gelmesi de şu dünyadaki imtihan sırrına aykırı düşmektedir.

Şadi Eren / Zafer Dergisi

Günümüzde “CİHAD” Nasıl Yapılmalı? Nasıl Anlaşılmalıdır?

İnsan, sosyal bir varlıktır; yaratılıştan medenidir. Şahsi hayatını, ancak toplum hayatıyla devam ettirebilir. Yediği ekmekte, giydiği elbisede nice insanların emeği vardır. (1) Bundan dolayı insan, topluma şükran borçludur. Herbir fert, topluma yararlı çalışmalar yapmak zorundadır.

Her insanın mahiyetinde, bitmez tükenmez arzular, kin, intikam gibi duygular olduğundan, tarihin hemen her devrinde toplumda bir takım sıkıntılar yaşanmıştır. Aklı başında olan insanlar, kötü duyguların mahkumu kimselerle mücadele ettiğinde, o toplum bir huzur toplumu olmuş, mücadeleyi terk ettiğinde, toplum bozulmuştur.

Kur’an’da Yahudilerin Allah’ın lanetine uğradıkları anlatılırken, şu özellikleri nazara verilir:

“… Bunun sebebi; isyan etmeleri ve haddi aşmalarıdır. Onlar, birbirlerini yaptıkları fenalıklardan alıkoymazlardı…“(Maide Sûresi,78-79).

Yahudilerin başına gelenin, ümmet-i Muhammed’in de başına gelmemesi için, Resulullah pek çok uyarılarda bulunur.

Mesela: “ Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir.” (2)

Mesela, TV yayınlarının kontrolünde devlet eldir. Programları tenkit eden yazarlar birer dildir. Fakat, el durumunda olanlar, sadece dil mertebesinde kalıyorlarsa, vazifelerini yapmıyorlar demektir. Konuşması lazım gelenler, sadece kalben buğz etmekle yetiniyorlarsa, imanın en zayıf mertebesindedirler anlamındadır. Şu hadis, bu noktada bize yol gösterir:

Bir gün Resulullah, etrafındakilere şöyle der: “Sizden birisi kendini küçük düşürmesin!” Bunun üzerine “Ya Resulullah, derler. Bizden biri kendini nasıl küçük düşürür?” Resulullah şöyle cevap verir: “Kötü bir durum görür. Orada Allah için bir söz söylemesi lazımdır. Fakat o, bir şey demez. Allah ona kıyamet günü “şöyle şöyle demene engel olan neydi ?” der. O kimse, “insanlardan korktum” deyince, Cenab-ı Hak buyurur: “Asıl benden korkman gerekmez miydi ?” (3)

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” şeklindeki bir düşünce, İslami olamaz. Müslüman, toplumda meydana gelen olaylara ilgisiz kalamaz. Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in şu ikazı, son derece anlamlıdır:

Ey insanlar ! Sizler, “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidayette olduktan sonra, başkasının dalaleti size zarar, vermez” (Maide Sûresi,105) ayetini yanlış anlıyorsunuz. Biz Resululah’ın şöyle dediğini duyduk: “İnsanlar kötülüğü görüp de, onu değiştirmeye çalışmazlarsa, Allah’ın onlara umumi bir bela vermesi yakındır.” (4)

Resulullah’ın şu ifadesi de, kâmil müminin kötülüklere karşı tavrını belirlemektedir: ” Cihadın en efdali, zalim sultanın yanında, hak sözü söylemektir.” (5)

Ancak, şu hususun bilinmesinde yarar vardır: ” Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek, doğru değildir.” (6)

Mesela, İslam’ın Mekke döneminde müslümanlara şu İlahi hatırlatma yapılır;

Onların Allah’tan başka taptıkları şeylere sövmeyin ki, onlar da bir ilme dayanmaksızın haddi aşarak Allah’a sövmesinler…” (En’am Sûresi,108)

Saldıran bir yılana karşı yapılması gerekenle, uyuyan bir yılana karşı yapılması gereken birbirine karıştırılmamalıdır. Fevri hareketler, kahramanlıktan ziyade, duygusallık alametidir.

Toplumdaki kötülerle iyilerin mücadelesini Resulullah (asm.), aynı gemide yer alan iki grup yolcu temsiliyle anlatır. Bir grup yolcu geminin güvertesinde, diğer grup yolcular ise, geminin alt katındadır. Alt kattakiler güvertedekilerden su isterler. Üstekiler ise, ne su verirler ne de onların su almak için yukarı çıkmasına müsaade ederler. Bunun üzerine, alt kattakiler, su elde etmek niyetiyle gemiyi delmeye başlarlar. Üsttekiler, buna engel olurlarsa hepsi kurtulacaklar; onları kendi hallerine bırakırlarsa, beraber boğulacaklardır. (7)

İşte toplum o gemidir. Tarihin her devrinde bu gemiyi batırmak isteyenler olmuştur. Günümüzde de, yaşadığımız toplum gemisini batırmaya çalışanlar az değildir. Bu menfi çalışanlara mukabil, müspet cephede yer alanlar, görevlerini yapmak zorundadırlar. 

Prof. Dr. Şadi Eren / Sorularlaislamiyet.com

Kaynaklar:
1-Bkz. İbnu Haldun, s.41 – 42
2-Tirmizi, Fiten, 11; İbnu Mace, Fiten, 20; Ebu Davud, Salat, 242
3-İbnu Mace, Fiten, 20
4-İbnu Mace, Fiten,20; Ebu Davud, Melahim,17; Tirmizi, Fiten, 8
5-Ebu Davud, Melahim,17; Tirmizi, Fiten, 13; İbnu Mace,Fiten, 20
6-Nursi, Mektubat, s., 265
7-Tirmizi, Fiten,12

Eğitim Sistemi İçin Atılan Tarihi Adım

Türkiye Akademisyenler Platfromunun teşebbüsü ile başlatılan Eğitimde Paradigma Dönüşümü adlı çalıştayı yöneten Prof. Dr. Osman Çakmak ;
“Çalıştayın tarihi bir görev ifa ettiğini şimdiye kadar yapılmayanı yaptığını” söyledi. Çakmak, çalıştay, eğitim düzen ve anlayışımızın bir  medeniyet  duruşu sergileyen konuma çıkarılması ve kendi kimliğimizle  ayağa kaldırılması ihtiyacını,  ortaya koyduğunu  sözlerine ekledi.  Platform başkanı Çakmak ayrıca yeni Bakanın işe  zihniyet dönüşümü ile başlamalı” gerektiğine dikkat çekti.
Çalıştay tarihi bir görev yaptı
 Bu yazımda esasen, Milli Eğitimin direksiyonuna geçen sayın Nabi Avcı ’nın önünde bulacağı eğitim sorunlarından söz edecektim.. Yeni bakan işe zihniyet değişimi ile başlamalı, muhtevaya dair reformları gündeme getirmeli diyecektim. Halbuki, geçen haftalarda organizesinde yer aldığım EĞİTİMDE PARADİGMA DÖNÜŞÜMÜ  adlı çalıştaydan söz etmeyi ve bir değerlendirme yapmayı daha uygun buldum.
 yazı tahtası ve tebeşir
Türkiye Akademisyenler Platformunun teşebbüsü ile başlatılan Çalıştaya Üsküdar Üniversitesi ev sahipliği yaptı ve Tuzla belediyesi destek verdi. Bu toplantıya vesile oldukları için Üsküdar Üniversitesi rektörü Nevzat Tarhan hoca ve Tuzla Belediye Başkanı Şadi Yazıcı ve Belediye başkan yardımcısı Turgut Özcan’a ne kadar teşekkür etsek az. Zira bu Çalıştayla çoğu katılımcıların ifade ettiği gibi “tarihi bir görev ifa edildi”. Zira bu çalıştayın ders kitaplarının materyalist, seküler ve tek tipçi söylemlerinin bizi biz yapan değerleri yerle bir ettiği, bizleri hormonlu kişilere dönüştürdüğü bütün çıplaklığı ile ortaya kondu. Çözüm paketleri gündeme geldi. Eğitimde kendi referans sistemlerimizin kurulmaya başlanması ve ders kitaplarının ve eğitim materyallerinin kendi medeniyet anlayışımızla yeniden yazılması için imkanları bir araya getirilmesi ihtiyacı bütün şiddeti ile kendini gösterdi. Çalıştay, eğitim düzen ve anlayışımızı revize ederek yeni bir paradigma, müfredat ve içerikle buluşturmanın zamanının gelip geçtiğini ortaya koydu. 
Bu çalıştay, ülkede ders ve eğitim kitaplarının kimliğe kavuşması için çırpınan akademisyen, öğretmen, yayıncı ve bürokratları bir araya gelmişti. Toplantılar sonucunda ortak bir yol haritası belirlenmesi yolunda önemli mesafeler alındı.
Çalıştay, ders kitaplarına ve yayınlarına muhteva-mana ve derinlik kazandırılması için bir yol haritası arayışı idi. Amaç, eğitim ve bilim dünyamızda süregiden kopya ve taklitçiliğe dur demek ve eğitimi kendi ekseninde kimliğe ve medeniyet duruşuna sahip kılmaktı. Özellikle ders kitaplarını ve müfredatı jakoben ve ideolojik ögelerden arındırmak için neler yapılabileceğini ortaya koymaktı.
Çünkü okullarda okuduğumuz kitaplar bize bu âlemi ve içindeki varlıkları sahipsiz ve gayesiz olarak öğretir. Bu bakış açısına göre gökte bir Güneş vardır, ama onu oraya yerleştiren birisi yoktur. Güneşin orada olmasının bir amacı da yoktur. Bulutlar hareket eder, yağmur yağar, ama onu kimse göndermez, kendiliğinden ve hedefsiz bir şekilde gelir! Göklerde veya yerde var olan her şey ve cereyan eden her hadise, böyle başıboş ve hedefsiz bir şekilde anlatılır. İnsan ise amaçsız olarak dünyaya gelir, gelişmiş hayvanlardan bir hayvandır. Bilim diye, objektiflik diye sunulan pozitivist, determinist, mater¬yalist anlayış zihinleri şekillendirmeye devam ediyor.
Bu hem çalıştay ve hem de panel aktivitelerinin birlikte yürütüldüğü bir yoğun toplantılar dizisiydi. Türkiye Akademisyenler Platformu (TAP) adına genel aktivitenin koordinasyonu ve organizasyonu görevini üstlenmiştim. Kısa bir zaman aralığında gerçekleştirilmesi gerekiyordu toplantının. Marmara öğretmenler grubu, sömestir tatilini değerlendirmek istiyor ve bu aktivitenin Şubat tatili aralığında olmasını talep ediyorlardı. Bu yüzden Samanyoluhaber.com haftalık süregiden yazılarıma bir iki hafta yazılara ara vermek zorunda kaldım. Okuyucularımızdan özrümün kabulünü rica edeceğim. Bu arada 20 yıldır görev yaptığım Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nden ayrılmam ve yeni bir üniversiteye (Yıldız Teknik Üniversitesi) geçişim de bu yoğunluğun içinde vaki oldu.
İşgal Altındaki Eğitime Özgürlük Arayışı
Gerek panellerde ve gerekse çalıştayda gündemde olan asıl konu, yukarıda da belirttiğim gibi, eğitimdeki materyalist felsefi bakış ve ideolojinin bilim diye sunulmasına karşı eğitimin objektifliğe kavuşturulması için çözüm yolları teşkil etti. Hatırlarsanız sayın başbakan Recep Tayyip Erdoğan “dindar bir gençlik yetiştirmek istediklerini, muhafazakâr demokrat bir parti olarak kendilerinden ateist bir nesil yetiştirmelerinin beklenemeyeceğini ifade etmişti. Bu söz hayli tartışmalara yol açmıştı o zaman. Bu sözün ardından çözüm için eğitimin yetenek öğütmesi ve hiç bir şeyi hakkıyla öğretmemesi (örneğin ülkemizdeki yabancı dil öğrenimini ele alalım) konusu gündeme getirilmeliydi. Bunun yanında eğitimin ve okulların inanç ve insani değerleri yerle bir eden yapısına nasıl çözüm bulaca konusu ele alınmalıydı. Bunların hiç biri gündeme getirilemedi. Çünkü problem hem teşhis edilmiş değildi, hem de nasıl çözüleceğine dair elde çözüm paketi bulunmuyordu. İşte bu çalıştayla çözüm paketlerine ulaşıldığını söyleyebilirim.
Evet okullarda batıda çoktan terkedilen determinist kartezyenci bilimsel hurafelerin öğretildiği kimsenin umurunda görünmüyor. Bu konularda doğru dürüst ne sempozyuma ne de çalıştay vb aktivitler yapılıyor. Medyanın da gündeminde değil. Teşhisi bile yapılmamış hastalık olarak devam ediyor materyalizmin eğitime hakimiyeti. Biz de böyle olduğu gibi topyekün islam dünyasının bir problemi bu. Çocuklarımız iyi ve doğru şeyleri okullardan değil alternatif kaynaklardan sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu eğitim ve yayıncılık faaliyetlerinden öğreniyorlar. Yada derslerin-müfredatın zehirlerini panzehire dönüştürmede mahir muallimlerimizden talim ediyorlar. 
Çalışma masalarından birisi “derslerin ve müfredatın felsefi arka plana kavuşturulması” idi. Bu çalışma grubunca ele alındığı gibi, eğitime ruh ve muhteva – ideal verilmeyince biçimsel-şekilsel tedbirler öne çıkıyor Marifet ve hikmet yerine malumat -kuru bilgileri kafaya yığıp duran ezberci sistem (sınav-test çözme için eğitim yapma) hakim oluyor. Okullarla testlerle öğretilenlerin temeline inerseniz -ilkel, kaba, çağdışı pozitivist hurafeler ve jakoben söylemleri görürsünüz. Eğitimin bu ruhsuz hali ne öğrenciyi motive ediyor ne de öğretmeni.
Milli Eğitim Bakanlığı’ nda hep merkezden (Ankara) üretilen “güzel” (şekilsel) projeler sahipsiz kalıyor. Ders kitapları bedava ama, % 90 öğrenci ve öğretmen tarafından kullanılmıyor. Diğerleri gibi “Yapılandırıcı Müfredat Reformu” da yarı yolda kaldı. FATİH projesi ile derslikler akıllı tahtalarla donatılıyor ama teknoloji harikası “akıllı tahtalar”, içerik kazandırılamadığından, az sayıda kullanan öğretmenlerimiz ise, “hızlı test çözmede iyi bir alet bulduk” diyorlar (her şey merkezi sınavlara endekslendiğinden). Halbuki bu muazzam ve değerli yatırımlarda amaç bu değildi. Tüm bu durumlar Milli Eğitimin “politikasızlığını” daha doğrusu “sahipsizliğini” göstermiyor mu?
Ortaokullarda, liselerde zıvanadan çıkan uyuşturucu kullanımı, çarpık cinsel ilişkiler gibi ahlâkî çöküntüler bu eğitimin “acı meyveleri” ve amaçlanmayan “yan ürünleri” olduğu da görülmüyor. Bu ülkenin hırsızları, yolsuzları, tuzu kuru semirmiş Ergenekoncuları ve dağa çıkmış teroristleri kaba ve ilkel hurafeleri, öğreten bu seküler-laik eğitimin ürünleri değil mi? Teröre karşı tedbir üstüne tedbirler alınırken, milyarlar bu yolda sarfedilirken, bu eğitim , ahlaksızlığı-kimliksizliği olduğu kadar terörü de beslediği görülememektedir.
 
Çalıştayın Başarısı
Çalıştayın en dikkate değer bir yönü yayıncılık ve eğitimle ilgili tarafları bir araya getirmesiydi. Çalıştaya 250 aşkın kayıtlı katılımcıların büyük çoğunluğunu öğretmen ve öğretim üyeleri teşkil etti. Milli Eğtim bakanlık yetkilileri kadar sivil toplum kuruluşları ve örnek ve model eğitim ve yayıncılık geliştiren kurumların temsilcileri geliştirdikleri modeli anlattılar. Bakanlıkca hayata geçirilmeye çalışılan FATİH projesini ve dijital yayıncılık konusunu Bakanlık yetkililerinden dinleme imkanı bulduk. FATİH projesi genç ve dinamik bir ekip ve ülkenin yerli kaynakları ile geliştirilen muazzam bir proje. İçi doldurulabilse eğitime çağ atlatacak bir poje. Fatih projesinin içinin doldurulması ihtiyacının bu çalıştayda aşikar bir şekilde görülmesi bu çalıştayın önemi bir kat daha artırdı. Yayıncılık ve ders kitabı ve eğitim materyal üretiminin boyutları ve bilinmeyen yönleri (özellikle dijital yayıncılık) her sahanın uzmanı tarafından ele alındı ve anlatıldı. Böylece büyük resmi ve resmin bütününü görme şansı ortaya çıktı.
Tuzla Belediyesi Kültür tesislerinde yapılan kapanış törenine Hekimoğlu İsmail’in katılması aktiviteye ayrı bir renk kattı. “Bilimler ve Yorumlar” kitabı ile fen eğitimine yeni bakışın ilk tohumları atılmıştı. Hekimoğlu İsmail’e bu hizmetinin anısına bir şükran plaketi takdim edildi. Dikkat ve ilgi çeken, takdir gören bir olay ise Van Valiliğinin “bu toplantı çok önemli, mutlaka katılmamız gerekir” diye karar alarak, Vali Yardımcısı Zafer Coşkun’un bir ekiple (İl Milli Eğitim şube müdürleri ile) toplantıya katılması idi. Zafer Coşkun eğitime duyarlı, dinamik ve çalışkan bir bürokrat. Aynı zamanda üstün bir yetenek. Van Valiliği, terörün önlenmesinde eğitimin ve insanımızın manevi değerlerinin öne çıkarılması konusunun farkında. Van’da Valiliğin ve Milli Eğitim Müdürlüğünün öncülüğünde uygulanan Değerler eğitimi örneği Van Vali Yardımcısı Zafer Coşkun tarafından sunuldu. Van Valiliğinin eğitime duyarlılığını tebrik ediyoruz. Bu duyarlılığın diğer vilayetlerimize de sirayet etmesini diliyoruz. İstanbul Milli Eğitim müdürü Muammer Güler’in programa katılımı ve programın ruhuna uygun bir konuşma yapması da takdire değen diğer önemli bir olaydı.
Programa yurt dışından da katılım vardı. Örneğin “evde eğitim (Home Education)” konusunun uzman Jarred Everette Thomson (ABD) Açık öğretim-ev okulu ve aile eğitimi modelleri masasına katıldı ve Amerikadaki uygulamayı anlattı. Sosyolog Prof. Dr. Ferid el-Attas (Singapur Milli Üniversitesi Malay Araştırmaları Bölüm Başkanı) ile Doç. Dr. Necati Aydın (King Saud University) bilimin ve eğitimin nasıl ateizme-materyalisme alet edildiğini anlattılar konunun dünyadaki uzmanları olarak.
Çalıştaya ön hazırlık olarak gündüz ve akşam akşam ayrı programlar yapıldı. Toplamda 40 kadar sunum gerçekleşti. Akşam programının bir oturumu yayıncılıkta ve eğitimde güzel ve örnek uygulamalara tahsis edilmişti. Örnek ve model uygulamalar bizzat işin pratisyenleri tarafından anlatıldı.
Ülkemizde özel kuruluşların geliştirdiği çok değerli yayıncılık ve eğitim örnekleri ile ilgili sunumlar heyecanla izlendi. İnsanımızın önü açıldığı takdirde (müfredat serbestliği sağladığımız ve eğitim üstündeki devlet tekelini kaldırdığımızda) muazzam sonuçlar çıkacağını hayal etmeye başladım. Temennimiz, içine düştüğümüz kompleksten, Batıya göre hizaya gelme hastalığından kurtulup kendi kimliğimiz ve insani değerlerlerimizle ayağa kalkmak. Görülmüyor mu ki değerlerimizden aldığı güçle bulunduğu ülkelerde model eğitim ve örnek okullar oluşturan insanımız Dünya yüzünde eğitim destanları yazmaktadır.
Açık Öğretim Liselerinin Açtığı İmkanlar
Açık Öğretim Lisesinde okuma imkanını gerçek bir eğitim başarısına dönüştüren eğitim model ve uygulaması şayan-ı hayretti. Kısaca söz etmeden geçemeyeceğim.
Liselerin ahlaki yozlaşmanın mekanı haline gelmesi ve üstelik hayata-mesleğe dair faydalı bir şeyler sunamaması karşısında duyarlı aileler Açık Öğretim Liselerini iyi bir alternatif olarak görüyorlar. Eğitim hizmetleri sunan vakıf ve kuruluşlar, Açık Öğretim Lisesinin içini dolduracak metotlar keşfetmişler ve bu imkanı büyük bir fırsata dönüştürmüşler. Şöyleki, çeşitli özel kurumların kurs niteliğinde sürdürdükleri faaliyetlerde Açık Öğretim Lisesine kayıtlı olan öğrenciler için üstelik en az üç tür eğitim birlikte sunuluyor: (1) Açık Öğretim Lisesi sınavlarında başarılı olmak için lise eğitimi, (2) temel ahlaki – manevi değerler eğitimi yanında bazı mesleki ders ve uygulamalar-entelektüel becerileri kazanma kurs ve eğitimleri, (3) Üniversite Giriş Sınavına hazırlık eğitimi. Genelde yatılı olarak sürdürülen bu süreçte öğrenci vakitlerini rehber öğretmenler eşliğinde daha verimli geçirmekte ve yaşayarak öğrenme imkanı bulmaktadır. Bu eğitim süreci, gezi, gözlem, kitap okuma gibi sosyal ve kültürel aktiviteleri ile destekleniyor. Entelektüel faaliyetler, spor ve sanat faaliyetleri liselerde olduğu gibi buralarda “sözde” kalmıyor. Disiplinli ve planlı çalışma meyvesini veriyor ve bu eğitim kurumu mezunları ÖSS nin üniversite giriş sınavlarından fevkalade yüksek puanlarla istedikleri üniversite bölümlerine kayıt olma imkanı elde ediyorlar. Üstelik bu eğitimle Açık Öğretim Lisesini 2.5 veya 3 yılda tamamlama şansına ulaşıyorlar.
Bu kurs eğitimlerini cazip hale getiren bir başka nokta, masraflar dışında kâr amacı güdülmemesi vesilesi ile eğitim masraflarının çoğu aile için makul bir düzeyde kalmasıdır. Burada eksikliği hissedilen şey, ateizmin ve materyalizmin sözcüsü haline gelen ders ve eğitim kaynakları karşısında kendi medeniyetimizin ve kimliğimizin sesi olacak ders kitap, yardımcı kitap yada eğitim materyal ve kaynakları.
Açık öğretim lisesi örneği de gösteriyor ki çağın en yeni bilgilerini sunacak hikmet dersi verecek eğitim kaynaklarına olan ihtiyaç üst düzeyde bulunuyor. Umarız ki yeni Milli eğitim bakanı şeklî dönüşümlerden meden uman öncekilerin yolundan ayrılır ve aslî ihtiyaçlara ve çözümlere yönelir. Eğitimi bir medeniyet davası olarak görür ve Batının karikatür taklidi şeklinde süregiden eğitim için gerçek reçeteleri gündemine alır.
İnsanımızın geliştirdiği Açık Öğretim Lise modelini daha ileri götürmek için Devletin yapacağı çok katkılar var. Örneğin Liselerin laboratuar ve uygulama alanları bu amaçlarla boş saatlerde kullandırılabilir.. Böylece çoğu Liselerde atıl vaziyette duran imkanlar değerlendirilmiş olacaktır (liselerde çoğu laboratuarların kapılarının sürekli kilitli kaldığını, ders ve laboratuar malzemelerinin çoğunun kutularının açılmadan beklediğini bu vesile ile belirtelim).. Devlete yük olmadan fedakarlıklarla yapılan bu tür faaliyetlere kolaylıkların sağlanması örneğin bu kurumlara öğrenci başına burs gibi katkılar yapılması bu faaliyetlerin yaygınlaşması ve eğitimin topluma mal edilmesi adına önem taşımaktadır. Aslında bunlar Devletin başta gelen görevleri arasında bulunuyor.
Devlet Patron Olmayı Bırakmalı ve Eğitim Rekabete Açılmalı
Panel sunumlarında ve çalıştay gündeminde beliren eğitime kısa ve basit çözüm yolu şuydu: Eğitimin toplumsallaşması ve sivilleştirilmesi. Bu konu sıkca dile getirildi. Bu konuda masa çalışmalarında önemli sonuçlar çıktı. Konunun hayatiyetine binaen ele alınan gerçekçelerden kısaca söz etmek isterim..
Bakın sendikalar özgürlük çabası içinde olduklarını iddia ediyorlar. Özgürlük çabası içinde olduklarını iddia eden bir çok sivil kuruluş var. Ancak onlardan eğitimin önünün açılmasının müfredat serbestliğinin sağlanması, eğitimin topluma mal edilmesi ve devletçi tekelin bırakılmasına bağlı olduğunu duyamıyoruz. Sendikalar ve sivil kuruluşlar, devletin eğitim-öğretim faaliyetlerindeki tekeline karşı mücadele etmesi gerekirken, tam tersine devlet müdahalesinin kendi ideolojik arzularına göre olmasını istiyorlar. Gerçek eğitim sorunlarını dillendirmenin, eğitimi özgürleştirmeye yönelik çabaların çok çok uzağında kalıyorlar.
Güvensizlik üzerine kurulu ve kendi insanından korkan ürkek yapı devam ettikçe insanımızda var olan dinamikliği eğitime ve gelişime aktarmak mümkün değil elbette. Evet nasıl ekonomide özelleştirme savunuluyor ve özel sektörün pek çok işi devletten daha iyi yaptığını görüyorsak, eğitimde de -gerçek anlamda- özelleştirmenin önünü açmak durumundayız. Devlet eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektörünün çalışanlarının statüsünde konum değiştirmedikçe yapılanlar kozmetik değişiklikler olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir.
Türkiye’de çoğu müesseseler misyonuna uygun yapılandırılamadığından varlığı “sözde” kalmaktadır. Özel okullar konusu da bunlardan birisi. Ülkede görüntüde özel okullar var. Ama bu okullarda da her şey “merkezden” belirleniyor. Evet tekrar tekrar vurgulayalım ki ülkemizde devletçi yapı eğitime her alanda hakim durumda. Hem finanse ediyor, hem müfredatı hazırlıyor ve istediği gibi değiştirebiliyor ve hizmet sağlıyor. Bu şekliyle Kuzey Kore tipi katı ve merkeziyetçi bir yapı hükmediyor ülkemizde. Ülkemizde ana okullarından üniversiteye kadar, adı vakıf ve özel okul olsa da hepsi de aslında devlet okulu. Gidin bakın okulların giriş kapılarındaki tabelalara. Kimisi MEB, kimisi YÖK üzerinden olmak üzere tamamı devlete bağlı ve bağımlı. Bağımsız bir eğitim kurumu göremezsiniz. Müfredat, tamamen, bazen doğrudan bazen dolaylı yollardan, devlet tarafından belirlenmekte. Merak edenler bir “özel kolej” ile bir devlet ilkokulunun sözgelimi birinci sınıflarını müfredat ve dersliklerin ideolojk endoktrinasyon mesajlarıyla bezenmesi bakımından karşılaştırsın. Evet ülkemizde eğitimde kelimenin tam anlamıyla bir tekelcilik var. Tekeli tasfiye edip piyasaları serbestleştirmedikçe eğitimin önünü açmamız zor görülüyor. Üstelik bu durum kimseyi şaşırtmıyor ve bu tekelcilik ve devletçi anlayış kabullenilmiş durumda.
Hayatın her alanında gelişmenin, ilerlemenin başlıca yolu rekabet olduğunu biliyoruz ama iş eğitime gelince özelleşmenin karşısında duruyoruz. Özel sektörün eğitim sahasına girmesi ile işleri daha iyi yapma arayışı, iyileri taklitle kötüyü terk etme süreci olan rekabet başlayacaktır. Halbuki rekabet hangi sektörde dışlanmışsa o sektör atalete, verimsizliğe mahkûm olmaktadır.
Özel okulların yaygınlaşmasını sağlayacak büyük bir alt yapı olduğu halde, bu sahada gelişme olmamasını iyi tahlil etmeliyiz. Özel sektörün eğitime girmesini sağlayacak şartlar teşekkül etmemektedir. Rekabet ortamı kaldırıldığında kalite yarışı da olmamaktadır. Devlet özel okullara destek vermeyerek özel eğitimin önünü kapatmaktadır.
Çalıştay masalarında, bu konular ayrıntıları ile ele alındı. Eğitimde kalitenin sağlanmasının devlet tekelciliğinin bırakılmasına ve eğitimin topluma mal edilmesine bağlı olduğu ortak görüş olarak belirdi. Devletin demokrasinin de gereği olarak halkına güvenmesi ve müteşebbislerin önünü açması, müfredat serbestliğini sağlaması ve maliyeti önemli ölçüde karşılayacak şekilde öğrencilere destek (burs vb destekler) vermesi konuları ele alındı.
Devlet sadece bazı dersleri tüm eğitim kurumlarında zorunlu tutabilir. Örneğin kendi tarih, kültür ve medeniyetimize ait derslerle birlikte Türkçe mecburi ders olabilir. Avrupa’da nasıl ki, Latince mecburi bir ders ise, bizde de örneğin Osmanlıca dersi mecbur tutulan derslerden olabilir. Fizik, Kimya, Biyoloji, ve diğer temel dersler de tabi öğretilmelidir. Ancak bunların dışındaki derslerin muhtevasını ve süresini, içinde suç unsuru barındırmadıkça özel okulların belirlemesine izin verilmelidir.
Kimlik İnşa Edici Bir Eğitim
Tekrar edelim ki toplantılar dizisinde, ülkemizde eğitimin kimliksizliği ve yönsüzlüğü ve hedefsizliği asıl problem olarak ortaya çıkıyordu. En belirgin ihtiyaç ise kendi kimliğimizi, medeniyet değerlerimizi yansıtan ve aynı zamanda bilimsel derinliği ve yeterliliği olan kitap ve eğitim materyali hazırlanması..
Katılımcıların birleştiği hususlardan birisi, çocuk ve gençlerimiz okullarda aldığı eğitimle kimliğini ve kendisini bulamadığı, kendi olamadığı gerçeği idi. Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirveleri bir anlam ifade etmiyor. Kendini tanımadan başkalarını tanımak taklitçiliği, kopyacılığı netice veriyor. Çocuk ve gençlerimiz kişiliksiz ve ezik fertler haline geliyor ve büyük düşünmeyi öğrenemiyorlar.
Çalıştay raporunda eğitim müfredatlarının milli kimliğin korunarak yenilenmesi, ders ve eğitim materyal ve kitaplarınn ideolojik ve jakoben öğelerden arındırılarak bilimselliğe ve felsefi arka plana kavuşturulması; müfredatta tek tipçiliğe ve müfredat dayatmasına son verilmesi; okulların benimsetme ve şartlanma merkezi olmaktan çıkarılması bunun için ezber yerine keşfe dayalı, icada dayalı öğrenme metotlarının hakim kılınması gibi teklifler yer aldı. 
Sonuç olarak Panel ve Çalıştay’ın “formalite” çalışmalar cümlesinden olmayıp büyük bir ilgi ve içtenlikle gerçekleştirildiğini, çok değerli düşünce ve önerilerin dillendirildiğini söyleyebilirim.Hazırlanan raporlar ilgili ve yetkililere sunulduktan sonra platform web sitesine (www.akademikplatform.net) yüklenecek ve kamuoyu ile paylaşılacak. Ortaya çıkan raporlar, Türkiye Akademisyenler Platformunun bundan sonraki çalışmalarında yol haritası teşkil edecektir. Katkı verenlere teşekkür ediyoruz.
 
Yeni Milli Eğitim Bakanından beklenenler
Boyutlarını pek de farketmediğimiz eğitimdeki “işgalin” ortaya konması açısından konuya baktığımızda tarihi bir görevin ifa edildiğini söyleyebilirim. Elbette problemin çözümlenmesi için üstü örtülü halden kurtarılması ve anlaşılması, teşhis edilmesi gerekiyordu. Bu toplantı bu yönde önemli bir adım oldu. Toplantının tam da Milli Eğitim Bakanlığında görev değişimi sürecine rast gelmesi Çalıştayı daha da manidar kılmaktadır. Zira Çalıştay sonuçlarını ve raporlarını diğer bürokratlara olduğu kadar bizzat sayın Bakana da sunmayı planlıyoruz.
Yeni bakan Nabi Avcı entelektüel birikimi ve tecrübesi oldukça yüksek bir bürokrat, pratisyen ve aynı zamanda bir akedemisyen. Anadolu Üniversitesi’nde ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde iletişim felsefesi ve iletişim sosyolojisi üzerine dersler verdi. 1995 ve 1996 yıllarında Kanal 7 Televizyonunda 360 derece isimli program yaptı. Aynı dönemde Yeni Şafak gazetesinde yazarlık ve yöneticilik yapmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve Başbakanlık’ta danışman olarak çalıştı. Başbakanlık Başdanışmanı ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürüttü. Edebiyat ve sanat bilgisi oldukça yüksek bir entelektüel.
Tüm bunlar Milli Eğitim dünyasında güzel şeyler olacak diye bize ümit veriyor. Süregiden makus talihin değişeceğine dair kanaatlarımızı güçlendiyor. Sayın Bakana yeni görevinde başarılar diliyoruz. Sivil toplum kuruluşlarını olduğu kadar özellikle işin mutfağında ve uygulamasında yer alan öğretmen ve eğitim yöneticilerini de çözüm sürecine dahil eden katılımcı (tabanın sesini dinleyen) bir yönetim anlayışı takip edeceğini umuyoruz ve bekliyoruz.
Prof. Dr. Osman Çakmak / Samanyolu Haber