Etiket arşivi: sağlık

Hastalığın Penceresinden Stratejik Keşif: “Güvenme – İnanma” Olgusu

Hastalıkta, Tevhit, Teslim ve Tevekkül Penceresinden Stratejik Keşif; Güven(inanma) Olgusu

Güvenin hastalıklar ortamındaki yansıması, İnanmak, İman etmek, bağlanmak, istimdat etmek olarak ortaya çıkmaktadır. Burada zaman zaman hastayı zaman zaman de hekimi ele alıp, Şafi isminin tecelli etmesindeki sırrı aramaya; tevhit, teslim ve tevekkül penceresinden stratejik keşif yaparak Allah’a inanma ve iman etmenin, güven olgusu içindeki yerini tespit etmeye çalışalım.

Tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkülde saadeti dareyni iktiza eder. Bu mükemmel yaklaşımla, hasta ve hastalığın iman (güven) iklimindeki yansımalarının nasıl değişim gösterdiğini görebilirsiniz. Hastalıkların dışa vurumun da Tevhit inancının derecesinin etkili olabileceği tezinden yola çıkarak bazı görüşlerimizi ve konunun hasta-hekim ilişkisindeki yansımalarını anlatmaya çalışalım.

Kendi dünyasında yalnız olan insan, hastalığa yakalanma sonrası ilk yapması gerekenin, acziyetini ve fakriyetini bilip, istimdat edeceği birine bağlanmak ya da ona yönelmek arzusu olmalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrı derceylemiştir. Tevhitle başlayan, teslim ve tevekkül ile devam eden silsiledeki en ufak marazdan hâsıl olan değişimin, hastaların şifa bulmasındaki sırrı negatif yönde tetiklediğini söyleyebiliriz.

Kişi, hastalığının dış ortama yansıyan verilerinin değil, hissettiği ama bir türlü ifade edemediği sıkıntılarının keşfedilmesini bekler. Yüksek oranlarda hasta yoğunluğu ve trafiği olmasına rağmen gerçek hasta oranının sayısal değeri çok düşük kalır. İnanın bana yaşanılan o kadar çok ‘‘sinirsel” olarak nitelemek zorunda kaldığımız psikolojisi bozulmuş, ruh âlemi sıkıntılı çok sayıda hasta ile karşılaşıyoruz. Sinirsel tabiri kullandığımızda bir nebzede olsa hastanın güveni ile karşılaşıyor ve hasta tarafından kabul görüyoruz. Burada tabiatıyla eksik ve gelişmesi gerekenin hekim-hasta ilişkisindeki güven yani inanma olgusudur. Bu yüzden hem hastayı hem de hekimi zaman zaman tevhit, teslim ve tevekkül denkleminde anlatmamız gerek.

Mevcudat içinde, en kıymettar varlık hayattır, vazifeler içinde ise en kıymettarı hayata hizmet etmektir. Bu geçici ve fani hayatın baki ve kalıcı bir hayata dönüşmesinde Şafi ismine ayinedar olan hekimin bir nebzede olsa hissesinin var olduğu bilinmelidir.

Hekimler, hastaların iç ve dış dünyalarının âleme yansımalarını, etkilerini anlayarak daha rahat iletişim kurma şansı bulurlar.

Hiçbir dış görünüşte ön yargılı bakmaksızın, karşılaştığımız birçok hastada asıl problemin akıl, kalp, ruh üçlemesinde, Tahkiki imandaki zafiyetten kaynaklanabileceğini söyleyebilirim. Bu oran kesin böyledir demek anlamı da çıkarmamak gerekir. Asıl vazifemiz Allah’ın şifa sıfatının tezahürüne çalışmak olmalı tabii ki. Biz sadece eldeki verileri kullanarak hatırlatıyor ve iman noktasında farkındalık oluşturuyoruz. Güvenini kazandığımız hastalara hastalığın imani boyutunu da ifade edebildiğimiz zamanlarda gördük ki, ‘Bediüzzaman’ında ifade ettiği gibi’ Saadeti Dareyn’e ulaşmayı yeniden fark etmelerini ve keşfetmelerini sebep olabiliyoruz. Algı değişimini başlatabiliyoruz. Bu arada tahkiki iman ile taklidi iman arasındaki makasın açıklığı ile ters orantılı olarak Tevhit Dejenerasyonunun olduğunu gözlemlerim le söyleyebilirim.

Taklîdî îmân, îmân esaslarının âile ve çevreden öğrenildiği kadarıyla, delilsiz bir şekilde kabûl edilmesiyle elde edilen zayıf bir imandır.

Tahkiki iman ise, iman hakikatlerini delil ve ispatlarıyla birlikte ilmen öğrenip kalben tasdik etmekle elde edilen sağlam bir imandır. Her yerde ve her şeyde tevhide dair delilleri göre göre bütün kâinatı bir Kur’an gibi okur, Allah’ı görür gibi iman eder hâle gelinmesidir.

Hasta bozulan kimyasını kendi dili ile ortaya koyarak, bozulan yâda tamir görmesi gereken parçalarını birleştirmek hekimin işidir. Hastalığının gizli kalmış ipuçlarını satır aralarında bize verir. Biz de bazı sorularla bu süreci yönetir ve yönlendiririz. Doktor bey diye başlayan hastalık öyküsü, aslında bizim şifa oluşturabilmemizin ilk adımlarıdır.

İnsan hayatı boyunca hastalıklardan uzak kalmayı, her zaman şifa dairesinde olmayı ister. Sağlığını yeterince korumadığı dönemlerde ise hastalıklarla yüzleşme dönemi başlar. Bir an kendini yeniden çek eder. İç âlemini ve bedenini dinlemeye alır. Çevresini, işini, eşini, aşını, çoluğunu, çocuğunu, kısaca sahip olduğu varlıklarla olan tüm bağını düşünmeye başlar. Gözlerinin önünden yaşadığı hayat film şeridi gibi gelir geçer. Günlük hayatta alışkanlık haline gelen yaşam siklüsünü düşünür. Çünkü zafiyetini, acziyetini anlarken, bu farkındalığı hastalık sayesinde elde etmiştir. Önce neden ben hasta oldum sorusunu sorar? Ve hastalığı kendine yakıştıramama durumları baş gösterir. Bediüzzaman; Hastalığı tarif ederken, hayat-ı içtimaiye-i insaniye de en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin edici, insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden duygulardan kurtarıcı olarak ifade eder.

Etrafı muhteşem bir manzara ile dolu olan insan yalnızlığının farkına hastalık sayesinde varır. Acizliği onu kalben yumuşatırken akıl ve ruh henüz daha eski kıvamındadır. Hayatı boyunca kendini her şeyin üstünde gördüğü bir pozisyon da iken, şuan zafiyet ve acziyet içindedir. Bu düşüncelerle hemen kime? Sorusunu sorar. Kime teslim olayım. Ömrü boyunca “Vücudunu mucidine feda et mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın” tabiri ortada dururken ve hiç bu konuda gayret göstermezken, şimdi biranda kendini teslim edecek birini arar duruma düşer. Aradığı aslında güven duygusunu sadece ve sadece onda yaşayabileceği birisini bulmaktır.

Bu tarz bir kişi varsa sorun yok, yoksa telefonlar işlemeye başlar. İlk danıştığı dostlarıdır. Tanıdık bir hekim var mı? Diye sorulur. Önce dostuna sonra dostunun dostuna güvenmeye zorlanır. Asıl güvenmesi gerekeni ise hep es geçmiştir. Fakat artık güvenme yani inanma, yani teslim olma, yani tevhitte kalma, yani kadere razı olma, yani kadere rıza gösterme anı gelmiş çatmıştır. Formül bellidir.

Neden ben? İle başlayan sorulara muhatap olan aciz ruhu ve zaif bedenini tetikleyen nefsi, sabırsızlıkla geride bıraktığı hayata dönmesini arzular. Tam bu sırada sabır göstermesi ile, hastalığı dert olmaktan çıkıp, bir nevi derman haline geçmesini sağlar. Ayrıca kendine yakıştıramadığı hastalığı, ehemmiyetli olan hayat meyvesinin de zail olup gitmesini bir nebzede olsa önüne geçmiştir. Düşünmeye ve yeniden iç âlemine dönmeyi tetiklenir. Bu yüzden sabır hatırlatıcı olarak bilinmelidir.

Neden ben sorusuna cevabı ise Bediüzzaman şöyle ifade ediyor. Ne yaptım ki böyle başıma geldi diyerek Rububiyet’i İlâhiye’yi tenkit etmek, maddi hastalıktan daha musibetli, manevi bir hastalıktır, neden ben diye soru sormaktan ziyade bize verilmiş olan hastalığı vazifeli bilip ona göre davranmak gerek. Hastalığı vücuda misafir olarak gönderilmiş olarak bakmalı ve vazifesini bitirmesini beklemeli ve şükretmeli der.

Ayrıca, menfi manada yapılan ibadetler grubunda da hastalıkları sayar. Hasta görünürde aczini ve zaafını hisseder, Halik’ı Rahimine iltica eder, yalvarır. Halis, riyazıs, manevi bir ibadete mazhar olur, başlangıçta menfi olarak görünen bu hastalık şükür sayesinde ibadet hükmüne geçer ve geçmiştir de. Ayrıca sıkıntılı geçen bu zamanlar yani ömür dakikaları belki birer saat ibadet hükmüne geçebilir diye de devam eder.

Hastalık karşısındaki tutumumuz ne olmalı. Sabır, şükür ve tahammül etmek olmalı. Tahammülsüzlük ise birçok hastada rastladığımız bir durumdur. Hastalık musibetine karşı Halik’ı Rahime ilticada yetersiz kalmadır. Bu tarz hastalar genelde sabır, şükür ve halikı rahime iltica etmek yerine, şekvacı olurlar. Kime karşı önce hastalığına, haline, sisteme, çevresine, etrafına ve Yaradan’ına şekva ederler. Şekvadaki ısrarları ise vücudlarının kendilerinin olduğu algısıdır. Allaha ilticadan uzaklaştıkça, vücudunun amiri olduğunu sanarak şekvasını artırır. Tam bu sırada hastalık devreye girerse, yeniden sabır ve şükür haline dönebilir.

Bedenindeki aksayan kısmın tamir zamanı gelmiştir. Bu tamir için bazı kurallar işleyecektir. Vücudumun bozulan parçasının tamirini yapmak ve şifa bulmak için güvenli birini seçmem gerekir. Bu yüzden hastalık aslında bir ihsanı ilahidir bir hediyeyi rahmanidir. Hastalığı bizim alarm veren ışığımız ve lambamız olarak algılamamız gerek. Bu maraz için Halik’ı Rahime iltica etmek, yardımı ondan beklemek olmalıdır.

Nasıl ki soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, karanlık olmaz ise ışık bilinmez, hastalık olmazsa sıhhat lezzetsizdir, hakikati anlaşılmaz. Sıhhatin lezzetini arayan adam zaman zaman yakalandığı hastalıkları pozitif bir hale dönüştürebilmelidir. Bu pozitiflik aslında yaratılmasındaki çekirdekte saklı olan İmanı Billah’ı, Marifetullahı öğrenmek ve talim etmek olduğunun yeniden keşfidir. Yoksa Allah’ı unutup bir saatlik dünya hayatının zahiri keyfi ile sonsuz olan hayatı Ebediyesini kaybedebilir. Kulluğunu terk ettiğinde, hastalık ikazı ile dünya sevgisinden vazgeçer ve asli vazifesine döner.

Bazen de sıhhat ve afiyet olmak gaflete sürükleyebilir. Gaflet sonucu kişi kendinde bazı cevherler keşfetmeye başlar. Bu da onun lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan, ikazını da bir nebze de olsa hastalıklar hatırlatır.

İnsan vücudu taştan demirden değildir, belki daima ayrılmaya müsait, muhtelif maddelerin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bu yüzden hayatımız boyunca yaptığımız amellerimizi tek bir şans gibi düşünerek ciddiyet ve samimiyet içinde yapmalıyız. Tekrar bir saniye bile olsa geriye dönmek yok. O zaman en iyi şekilde amellerimizi yapmamız en büyük kazancımız olacaktır.

Bütün mevcudatla, kalben, ruhen ve nefsen alakalı olan insan, akıl, kalp ve ruh üçlüsünün hastalığını aramak, bulmak ve tedavi etmekle mükelleftir. Bu üçlü denklemi aynı anda harekete geçiren ise yalnız ve yalnız hastalık musibetidir. Bir kere daha anlamalıyız ki ölüm mukadder ve tagayyür, etmiyor değişmiyor. O yüzden hastalığın verdiği korku telaşı yerine onu misafir kabul edip, kendimizi yeniden resetlemek olarak algılamamız gerekir.

Bu arada toplum içinde insana hürmet, saygı ve merhameti hastalıklar verir. İnsan hayatı boyunca, vahşetten ve merhametsiz tutumlardan kaçınır. Merhamet, hürmet, şefkat, saygı gibi güzel hasletleri bekler ve arzu eder. Hasta olmayanlarda, ise henüz acziyetini ve fakriyetini hissetmediklerinden asi ve şiddet içeren duyguları daha güçlüdür. İmanı zedeli hastaların kalbindeki merhamet ve hürmet eksikliğinden, hürmet ve şefkat görmek istediği durumlarda kabalık onlara yapışır. Ama imanla, tevhid, teslim ve tevekkül ise her yer ve zamanda insana lazım geliyor. Hastalık zamanında ise en üst seviyeye çıkar. Buradan anlaşılan, iman eğer kalpte yer etmişse, kişiyi hastalığında bile yararlı bir hal ve tavır almasını tetikler.

Eğer hastada, Allaha güven noktasında uzaklık varsa, merhametin, hürmetin ve şefkatin ortaya çıkmasını önleyen cidalleşme, kabalaşma ön planda olur ki, şifa ve rahmet beklediği hekimlere de bunu yansıttı için, şefkat ve merhamet hisleri karşılıksız kalır. Hekimliği performans ve iş olarak gören, gönlünden bir şey vermeyen, şefkatini göstermeyen, merhametini hissettirmeyen, hekimin ise manevi duyguları zafiyet içindedir. Asli görevi, hastalara bir merhem olmak, bir teselli vermek, manevi bir reçete yazmak, hastanın marizini ondan uzak eylemek, geçmiş olsun ve Allah şifa versin demek makamında olmaktan çok uzakta kalır.

Meyus ve ümitsiz bir hastaya manevi bir teselli, bazen bin ilaçtan daha ziyade etkilidir, bunun için hekimin Allaha olan yakınlığı çok önem arz eder.

Sonuçta hasta iyileşmez, hekimde rahmete açılan kapıdan içeri girip Cenab-ı Hakkın şafi isminin kendinde tecelli etmesine gösteremez. Mütedeyyin hekim ise meşru bir dairede nasihat eder ve tavsiyelerde bulunur. Hasta o tavsiyeye ve o teselliye itimat ederse hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir ferahlık verir.

Psikolojik hastalık kısmının en müessir ilâcı ise ona ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır.

Hakikat nazarındaki hastalıkların çaresi ne olmalıdır, Bediüzzamanın reçetesi nedir?

Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, küre-i arz olan eczahane-i kübrâsında, her derde bir devâ istif etmiş. O devâlar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan bilmek gerektir. Derdi O verdiği gibi, şifayı da O veriyor.

Hastalıkların kaynaklarından ve korunma yollarından ise Bediüzzaman şöyle ifade eder. Günümüzde popüler olan koruyucu hekimliği yıllar önce 6 kalemde izhar etmiştir. Ekser hastalıkların bu 6 şeyden kaynaklandığını söyler. Bunlar; 1-Sû-i istimâlâttan, 2-Perhizsizlik, 3-İsraf, 4-Hatîat, 5-Sefahet, 6-Dikkatsizlik,

Sonuç olarak; Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi ve her derde devâ ve hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani, tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz

Evet, dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden, adeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük ve hasta, mânevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak darbelerine, yara ve bere içinde olan o mânevî vücuduna birden şifa verip, yaralardan kurtarıp hakikî şifa verdiğini pek çok ispat etmişiz. İman ilâcı ise, ferâizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men eder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştahı kesiyor, gayr-ı meşru keyiflere gitmeye mâni oluyor; ondan istifade ediniz.

Hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından, tevbe ve istiğfarla, dua ve niyazla istimal ediniz. Cenâb-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffâretü’z-zünub yapsın.

Âmin, âmin, âmin.

“O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde ’Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır’ derler.”(2)

“Hastalandığımda bana şifa veren de O dur.“(3)

Aytekin Coşkun

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR;

1-Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Yirmi beşinci Lem’a, Devalar

2-Bakara Süresi, 2:156.14

3-Şura Süresi, 26.79-80.

Sigarayı At Ömrünü Uzat

 

        Yazının başlığını okuyunca belki zihninizde yanlış bir algı oluşabilir. Başlığı “Sigara sağlıklı ömrü kısaltır. Ömrü sağlıksız hale getirir” manasında kullandım yoksa hâşâ insanın kendi ömrünü uzatma gücüne sahip olduğu düşüncesinde değilim. Daha dikkat çeken bir slogan mantığı ile kullandım. Sigara içmeyen bir birey olarak sigaranın zararlarına dikkat çekmek amacıyla bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

Yıllar önce Üniversite yıllarında Sigaranın Zararları ile ilgili geniş kapsamlı bir araştırma yapmıştım. Bu araştırmam Akademik içerikli  idi. Araştırmayı yapmadan önce sigaranın zararlarını hep kulaktan duyma bilgilerle biliyordum. Fakat bu araştırmadan sonra sigaranın ne kadar büyük bir düşman olduğunu çok kesin ve bilimsel olarak öğrenmiş oldum.

Araştırmam da çok ilginç bilgilere ulaştım.Hatırladığım kadarı ile size aktarmaya çalışacağım.

1-Sigaraya başlama genelde çocukluktan  ergenliğe geçerken ya özentiyle yada aile ve arkadaş çevresinin etkisiyle oluyor.Özenti ile sigaraya başlayan çocuk ,büyüklerin sigara içtiğini görüyor ve büyükler içiyorsa doğru bir davranıştır düşüncesine kapılarak sigaraya başlıyor.

Aile ve çevrenin etkisiyle başlayan çocuklarda ise ailede sigara içenlerin etkisi çok fazla olmaktadır.Anne,baba,ağabey ,abla veya arkadaşları sigara içiyorsa çocuk onları örnek alarak sigaraya başlıyor.Sigaraya başlama bazen arkadaş çevresinden psikolojik baskı sonucu ve arkadaş çevresinden dışlanma korkusu ile de olmaktadır.

2-Sigaraya başlama nedenlerinden biriside hayatta karşılaşılan sorunlardan sigara içerek teselli bulma çabası.

3-Sigara içen aile ortamında yetişen çocukların çoğunda akciğere bağlı bronşit,astım gibi hastalıklar oluştuğu tespit edilmiş.Tiryakilerde ise akciğer ve karaciğer kanseri riski diğer insanlara göre % 90 daha fazla olmaktadır.

4-On beş yıl sigara içen birisinin vücudunda 4-5 kilogram katran birikiyor.Bu katran zamanla soba borusundaki  is gibi damarları tıkamaya ve kalp,damar hastalıklarına sebep olmaktadır.Hatta bazen kangrene bile sebep olmaktadır.

5-1 paket sigaradaki katranı çıkarıp insana şırıngayla verseniz insanı yarım saate öldürecek bir etkiye sahip.

6- Yapılan bir araştırmada bir tane sigarayı bir kuşa içirdiğinizde anında öldürecek kadar zehirli madde içerdiği ortaya çıkmış.

Araştırma hakkında aklımda kalanlar yukarıdaki anekdotlardır. Bir de işin maddi yönüne baktığımızda her gün 1 paket sigara içen bir insanı düşünelim.1 paket en ucuz 5 TL olsun bu aylık 150 TL demektir.Aylık bazda düşünürsek bu bir ailenin kuru gıda ihtiyacını karşılayabilir.Bir aile için 8 kg et demektir.Bir  aile için 300 tane ekmek,10 kg çay,75 kg şeker demektir.Ya da kitap hesabıyla düşünürsek en az 5 liradan 30 tane kitap demektir.Bu durumu yıllara yaydığımızda 1 yılda 360 kitap demektir.Bu miktarların ne kadar büyük olduğunu düşünün.Akıl ve mantıkla hareket eden bir  insan bu hesabı yapsa yine sigara içmez.

Yukarıdaki aktardığım bilgilerin ışığında soruyorum. Ömrünüzü kısaltmak ve malınızı ateşe atmak mı yoksa ömrünü sağlıklı ve huzurlu, malını bereketli kılmak mı? İstersiniz. Cevabı size kalmış.

Hamit DERMAN


Televizyon Erken Yaşlandırıyor

Uzmanlar, ekran başında geçirilen zamanın insanı yaşlandırdığını ancak alınabilecek bazı tedbirlerle cildin yaşlanmasını geciktirmek mümkün olduğunu belirtti.

Celal Bayar Üniversitesi (CBÜ) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serap Öztürkcan, ekran karşısında bilinçsizce yenilen abur cuburların kilo alımına yol açtığını, bunun da cildin dengesini bozarak istenmeyen yan etkilerin ortaya çıkmasına neden olduğunu belirterek, “Sonuç olarak ekran başında geçirilen zaman cildi yaşlandırıyor” dedi.

CBÜ Dermatoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Öztürkcan, insan ömrünün uzamasıyla birlikte kişilerin imajına, görüntüsüne olan düşkünlüğünün arttığını, gerek kadınların gerekse erkeklerin cilt sağlığına, genç görünmeye eskiye nazaran daha çok önem verdiğini belirtti.

Cildi genç tutmak için insanların artık daha bilinçli hareket ettiğini kaydeden Öztürkcan, sebzelerde bulunan vitaminlerin cildin güzelliğine ciddi katkıda bulunduğunu, vitaminlerin cilt güzelliğinde önemli yer teşkil ettiğini dile getirdi.

Yaşlanmanın fizyolojik kaçınılmaz bir süreç olduğunu, yaşla birlikte ciltte değişimlerin yaşandığını ancak bunun bazı tedbirlerle geciktirilebildiğini ifade eden Öztürkcan, cildi genç tutmanın yollarını şöyle anlattı:

Sağlıklı beslenme, vitaminler, balık yağı, Omega 3 gibi vitaminler cildimizin genç kalmasında, cildin yenilenmesinde çok etkili. Cildi genç tutan vitaminler yeşil sebzelerde bol miktarda var. Cildin yaşlanmaması için güneş ışınlarından korunmamız mutlaka gerekli. Cildimizin yaşlanmasında en önemli faktör güneş ışını. Bunlarla birlikte fiziksel aktiviteler de yaparsak derimizin güzel, kendimizin de genç kalmasını sağlayabiliriz.

Öztürkcan, televizyon bilgisayar ekranı karşısında uzun süreler geçirmenin, bu davranış kalıbının beraberinde getirdiği bazı alışkanlıklarla cilt sağlığı üzerinde olumsuz etkileri bulunduğu kaydetti.

EKRAN KARŞISINDA 6-7 SAAT GEÇİRİYORUZ

Cildi bir yandan genç tutmak için çaba gösterilirken diğer yandan ise farkında olmadan televizyon ve bilgisayar başında geçirilen zamanla aksi yönde davranış sergilendiğine dikkati çeken Öztürkcan, sözlerini şöyle tamamladı:

Cilt sağlığı artık her şeyden önemli hale gelmeye başladı. İnsanlar görselliklerine çok önem vermeye başladı. Ancak bunu yaparken bir yandan da cilt sorunlarına neden olabilecek yaşam tarzını düzenlemek gerekiyor. Günümüzde artık televizyon ve bilgisayar başında günde 6-7 saat vakit geçiriliyor. Televizyon önünde veya bilgisayar başında oturmak, bir kere başlı başına hareketsizliğe neden oluyor. Ekran karşısında bilinçsizce yenilen abur cuburlar ve hareketsizlik doğal olarak kilo alımına yol açıyor, cildin dengesini bozarak istenmeyen yan etkilerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Sonuç olarak ekran başında geçirilen zaman cildi yaşlandırıyor.

DÜNYA BÜLTENİ

Ne Çok Şeysin Sen Ey Gaflet

Onca yıllık tıp tahsilimde duymadığım o cümleyi, sinema dersleri aldığım yönetmen Semir Arslanyürek’ten duydum ve hâlâ unutmuş değilim.

Demişti ki: ‘Ne zaman bir organ varlığını hissettirirse, o organ hastalanmış demektir.’ Yani ki: Varlığını hissettirmeyen bir organ, hatta var olduğunu bile unutturacak denli sessizce çalışan bir organ sağlıklı demektir. Öyle ya; biri ‘Bende kalp var!’ diyorsa, ‘Kalbim rahatsız. Artık var olduğunu bana hissettiriyor’ demek istemektedir.

Bu cümleye benzeyen cümleler o kadar çok ki.. ‘Şekerim var!’ ‘Babamda prostat var.’ ‘Ah böbreğim.’ ‘Midem, midem.’ Denizcilerden de duyduğum olmuştu: ‘Bugün deniz var.’ Deniz ile bize sunulan o sükunet kıyısından köşesinden eksilince ancak, denizin bize sunulduğunu fark edebiliyoruz. Denizle sunulan sükûnet ve sessizlik, mavilik ve duruluk tam olunca, sunulanı görme oluyoruz.

Garip değil mi? Kalbim göğsüme ne zaman konuldu? Hatırlamıyorum. Midem, ne zamandır böğrümde asılı duruyor? Farkında değilim. Nefesimi kalbimin odacıklarında hiç bitmeyen o çılgın çalkantılar anlamlı kılıyor.

Uykumda bile durmuyor kalbim; ben bende değilken kıpır kıpır sabahı ediyor; uyumuyor. Midem ‘Bak ben buradayım işte!’ dercesine, yanmasıyla daralmasıyla ikide bir varlığını başıma kakmıyor.

Kimi hastaların geceli gündüzlü kalp atışlarını duyduğu bir rahatsızlığı vardır. Yaşamak kâbus olur. Başlarını sokacaklarını bir köşe bulamazlar. Hiçbir yere sığmazlar. Hiçbir anda sükûnet bulamazlar. ‘Ya durursa’ kaygısı, hayatlarını zehir eder, huzurlarını yerinden söküp atar. Bir kalplerinin olduğunu unutamazlar bir türlü. Her an tıkır tıkır çalıştığını, her an durabileceğini akıllarından çıkaramazlar.

Oysa, akıllarından çıksa da gerçek değişmez. Kalpleri dakikada yüzlerce kez kasılıp gevşer. Damarlarının her köşesinde, her kıvrımında bir anda binlerce reaksiyon olup biter. Hücrelerinde her an mikro-ateşler yanar ve söner. Unuttuklarımızın hepsi bize verilendir. Öylesine güzelce verilir ki onlar, Veren verdiğini bile unuttururcasına verir sanki. Başa kakmaz. Hatırlatmaz. Sağlıklıysa bize verilen, hiç fark etmeyiz onu.

Sağlıklı olan eksiksiz verilmiştir; noksansız durur yanımızda, içimizde. Eksildiğinde ise rahatsız eder bizi. Demek ki, verilen eksilince fark ediyoruz verildiğini. Verilen arttıkça, verildiğini fark edemez bir uykuya yatıyoruz.

Hal böyle olunca, şu kadarını hatırlamamız sorun olmaz diye ümit ediyorum: Cömertlik sadece çok vermek değildir. Cömert, çokça verdiğini hissettirmeden verendir de. Tersinden düşünelim. Cimri vermek istemez. Verse bile zorla verir, rahatsız olarak verir. Verdiği için de her fırsatta verdiğini verdiği yüzünden rahatsız eder. Göz kapaklarımız verilmiştir bize. Ama şimdi bu yazıyı okurken/yazarken bile farkında mıyız tam dört tane gözkapağımızın olduğunun?

Güzelliğimiz odağı kirpiklerimizi, bizim olan kirpiklerimizi şunca yıl, bir kez olsun saymak geldi mi aklımıza? Gözümüz verilmiştir bize. Açıp kapadıkça, sağa sola döndürdükçe, ‘Ben buradayım!’ dercesine gıcırdıyor mu hiç? Eklemlerimiz de öyle. Tenimiz.. Yüzümüz. Dudağımız, dilimiz, damağımız, ellerimiz. Verildiğini fark ettirmeyecek kadar unutturuyorlar bize varlıklarını. Şükür ki öyle..

Bunaltıcı bir baş ağrısının gelip geçmesinden sonra, ne güzel gelir bize ‘ağrısız baş’ımız. Dayanılmaz bir diş ağrısından sonra, nasıl da mutlu oluruz tek bir dişin bile orada öylece sessizce duruşuyla. Kanayıp duran bir yaranın sarılmasıyla, sızlayıp duran bir yanığın tedavisiyle ne kadar çok seviniriz. Sessizliğe seviniriz. Kıpırtısızlık için minnettar kalırız. Unuttuğumuz için tırnak ucumuzu, azı dişimizi, göz kapağımızı mutlu oluruz. Unuttuğumuz kadar çok şey verilmiştir bize. Unutkanlığımızın tek nedeni verilenlerin çok oluşu, eksiksiz ve hatasız oluşudur.

Hayır, hayır! Sadece teşekkür etmeyi unutuyor değiliz. Teşekkür etmeyi unutturacak denli eksiksiz ve kusursuz, sancısız ve ağrısız, sessiz ve gürültüsüz verildikleri için ayrıca teşekkür borçluyuz verilenlere.

Bize cömertçe veren, bolca veren, verdiğini bile hissettirmeyecek kadar sessizce veren, en çok gafletimizden dolayı şükür bekliyor olmalı bizden. Gaflete düşecek kadar başa kakmaksızın verdiği için en çok da gafletimiz yüzünden şükür borçlanıyoruz O’na.

Şükredemediklerimize, şükretme ihtiyacı duymadıklarımıza da şükürler olsun diye..Gafletin bile üzerimize sessizce serilmiş sıcacık bir yorgan, omuzlarımıza şefkatlice sarılmış bir şal olduğunu görebilelim diye. En çok ‘Benim’ sandıklarımızı, ‘Bana verilmiştir’ demeyi bile unuttuğumuz bedenimiz üzerinden bize tattıran işte böylesine nezaketli bir cömerttir, Cevad’dır, Muhsin’dir, Latif’tir, Kerîmdir. Hiç olmazsa, unutabildiğini unutma.

Senai Demirci

Meşrubatta Alkol Tehlikesi !

Müslümanların, helal, haram ve şüpheli şeylere karşı hassasiyetinin bilhassa Ramazan’da daha da fazla olması icab ederken maalesef, bu mevzuda bazılarının kafa karıştırıcı “fetva”larına sarılıp bilmeden aldanan veya bilse de nefsine hoş geleni tercih ederek hassasiyet körelmesi yaşayan tüm dünyadaki ve ülkemizdeki Müslümanların sayısı hiç de az değildir.

Numan İbnu Beşir diyor ki: Rasulüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle söylediğini işittim.

“Helal bellidir, haram da bellidir. İkisinin arasında bir çok kimse tarafından bilinmeyen helala benzeyen veya harama benzeyen şeyler vardır. Şüpheli şeylerden kaçınanlar dinini ve ırzını korumuş olurlar. Şüpheli işleri işleyenlerin misali şuna benzer. Bir korunun etrafında koyun sürüsünü otlatanların koyunları her zaman o korunun içine girip ondan otlayabilirler. Her hükümdarın bir korusu vardır. Allahın yer yüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir. Şunu bilin ki insan vücudunda bir (bir çiğnem) et  parçası bulunmaktadır. O salah bulursa bütün vücut salah bulur. O fesada giderse bütün vücut fasit olur. O da kalptir.” (Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim).
Bu hadis, birçok Müslüman tarafından bilindiği halde, manâsına uygun hareket edilmediği görülür. Halbuki, Hadis Profesörü Yaşar Kandemir’ e göre, bu hadis İslâm’ ın özünü tam manâsıyla aksettiren beş hadisin başında gelir.
Bilhassa Suudî Arabistan’ da gazozların çok içilmesi, ülkemizde Adıyaman, Urfa ve Diyarbakır illerimizin ve o illerden başka şehirlerimize göç etmiş vatandaşlarımızın taziyelerine bile, kolilerle gazoz götürülmesinin âdet haline getirilip moda olması, Ramazan’da gazoz satışlarının daha da çok artması ibret vericidir !
Bu sebeble, gazozların imalinde tat ve koku verici esansları suda çözünür hale getirmek için dışarıdan kasdî olarak sekir verici ve damlası bile haram olan etil alkolün ilave edildiğinden bahseden, sekiz yıl önce Yeni Şafak gazetesi Düşünce Günlüğü sayfasında yayınlanan “Gazozlar” ile ilgili “Cola Rekabeti” başlıklı yazımı tekrar yayınlıyorum:

‘Cola’ rekabeti 

İnsanların büyük çoğunluğu ‘Hedonism’in kölesidir. Kendilerine lezzet veren şeye yönelirler ama ötesini düşünmek istemezler. Aksine, lezzet peşindeki bu hallerini savunmaya, kendilerini bu mevzuda haklı görmeye ve göstermeye çalışırlar.
İsmindeki iki kelimeden biri ‘Cola’ olan gazozlar var. Ülkemizdeki gazozlar ‘Gazlı alkolsüz içecek’ (gazoz) adlı, Türk Standartları Enstitüsü’nün Ekim 1992’de yürürlüğe giren TS4080 No.’lu standardına göre üretilir. Bu standart 20 sayfa olup isteyen her vatandaş, bedeli mukabilinde Türk Standartları Enstitüsü Merkezi’nden veya bürolarından temin edebilir. Bu standardın 2. sayfasında ‘Gazoz Sınıfları ve Spesifik Maddeleri’, 3. sayfasında da ‘Gazozun Genel Özellikleri’ tablo halinde verilmiştir. İkinci tablo ‘Kimyasal Özellikler’in 3. satırında, gazoz cinslerinin litrede 5 gr. kadar etil alkol (bütün alkollü içeceklerde sarhoşluk verici) bulunabileceğinin belirtilmesi dikkati çekiyor. Daha açık ve anlaşılır olarak söylemek icap ederse, binde 5 gr. etil alkol ihtiva edebilen herhangi bir gazoz çeşidinin (sade, meyveli, kola, tonik, aromalı) 330 ml’lik bir kutusunda 10 ml. şaraptaki kadar etil alkol vardır (şarapta %15 etil alkol bulunduğu göz önüne alınırsa). Bu durumda, kendisine küçük bir kadehte sunulan 10 ml. şarabı, ihtiva ettiği 1.5 gr. etil alkol sebebiyle içmeyi reddeden birinin aynı miktar etil alkolü 330 ml’sinde ihtiva eden kutu gazozları hiç tereddütsüz içmeleri tezat olmuyor mu?
İnsanların büyük çoğunluğu ‘Hedonism’in kölesidir. Kendilerine lezzet veren şeye yönelirler ama o lezzetin ötesini düşünmek istemezler. Aksine, lezzet peşindeki bu hallerini savunmaya, kendilerini bu mevzuda haklı görmeğe ve göstermeye çalışırlar.
Bu vesile ile, akla gelebilecek birkaç soru üzerinde durmak istiyorum:
1 – Gazozlarda binde 5g. etil alkol bulunabiliyorsa, bunların standardına niçin ‘Gazlı Alkolsüz İçeçek (Gazoz)’ standardı ismi verilmiştir? Bu standardın ismindeki alkolsüz kelimesi ile içinde bulunabilen binde 5g. alkol birbirini nakzetmiyor mu? Belki bir oturuşta içilebilecek miktarda olmayan etil alkolü, standardı hazırlayanlar ‘kabil-i ihmal’ gördükleri için, bu standardın isminde ‘alkolsüz’ kelimesini kullanmış olabilirler. Fakat bu standardı hazırlayanların nazarında ‘kabil-i ihmal’ görülen bu etil alkol nispetinin, ‘başka standart’lara göre de ‘kabil-i’ ihmal olmayacağını gözden uzak tutmak icap eder. Diğer bir sebep de ‘alkol’ kelimesini itici bulan bir halka bu meşrubatı benimsetmek için ticari bir taktik olarak ‘alkolsüz’ kelimesinin bilhassa standart ismine dahil edilmesi olabilir.
2 – Gazozlarda az da olsa, niçin etil alkol bulunur? “Sade gazozlar” da dahil, bütün gazozlarda tat veya koku verici esanslar kullanılır. Bu esanslar, yağ cinsinden maddeler olup suda çözünmezler. Bunları suda çözünür hale getirmek için hem su ile hem de yağlarla tam karışabilen (çözünebilen) ara çözücülere ihtiyaç olur. Bu hususta en bol, en ucuz ve en yaygın olarak kullanılan ara çözücü de etil alkoldür. Etil alkol bunun için gazozların terkibine girer. Kimya bilimi açısından bunun biraz daha açıklaması şöyledir: Kimyada, ‘benzer olanlar, birbiri içinde çözünür’ kaidesi vardır. En mühim ve en çok kullanılan çözücü de su olduğundan suyun dışındaki bütün çözücülerde hidrofil (suyu seven, su ile tam karışan) ve hidrofob (suyu sevmeyen su ile tam olarak karışmayan) olarak ikiye ayrılır. Moleküllerinde hidrofil bulunduran maddeler su ile hidrofil assosiasyon yaparak berrak bir çözelti verebilir. Yağ cinsi maddeler, bu sebeple benzin, eter, toluen gibi çözücülerde çözünür. Etil alkol ise molekülünde hem hidrofil hem de hidrofob grub bulundurduğundan hidrofil grubu ile hidrofil assosiasyon, hidrofob grubu ile de hidrofob assosiasyon yaparak ara çözücü vazifesi görür.
Karmaşık gibi görünen bu mevzuu, aslında herkes çok basit bir deneme yaparak kolayca anlayabilir. Bir iki damla yağ cinsi madde (zeytinyağı, çiçek yağı veya diğer sıvı yağ ve esanslar) bir şişe suya ilave edilse, ne kadar şiddetle ve uzun müddet çalkalansa berrak bir çözelti vermez. Bu bir iki damla yağ -bulunursa, biraz etil alkolde- kolayca çözülebilir. Etil alkol bulunamazsa, tuvalet ispirtosu veya kolonya da %75-80 etil alkol ihtiva ettiğinden, bunların az bir miktarları da yağ cinsinden bir iki damla maddeyi kolayca çözerek berrak bir çözelti verir. Bu berrak çözelti şimdi bir şişe suya ilave edilirse, suyun berraklığı bozulmaz. İşte gazozlarda tat ve koku verici yağ cinsi maddelerin berrak bir çözelti verecek şekilde suda çözünür hale getirilmesi için ara çözücü kullanma işlemi budur.
3 – Etil alkolden başka, sekerat (sarhoşluk) verici olmayan sağlığa başka zararı da olmayan ara çözücüler yok mudur? Vardır. Fakat bunlar etil alkole nispeten biraz daha pahalıdır ve imalatçının bunları seçip kullanmakta bir gayesi ve hassasiyeti yoksa, etil alkolden başkasını kullanmaz.
4 – Tat ve koku verici yağ cinsi maddeleri suda çözünür hale getirmek için kullanılan etil alkol, gazoz içinde kimyevi bir değişime uğramaz mı? Etil alkol, hidrofil ve hidrofob assosiasyon yaparak yağ cinsi maddelerin suda çözülmesini sağlar. Kimyada bunun adı ‘solvatasyon’ olup fiziki bir olaydır. Fiziki olaya giren maddelerin asli mahiyeti genelde değişmez. Bir değişim olsa, bu fevkalade az oranda olabilir. Etil alkol tat ve koku verici yağları kimyevi değişime uğrayarak (solvoliz ile) çözmüş olsa idi, kendi ile birlikte çözdüğü maddelerin asli mahiyetinde de bir değişim olacaktı. Böyle bir değişim olsa idi, o yağların tat ve koku verme hassaları da kalmayacaktı.
Bu fiziksel özellikleri çözeltiye katmak için yapılan imalat işleminde istenen tat ve koku özelliklerinin işlem sonucu kaybolmayıp devamı, kimyevi olarak, ne bu tat ve koku verici yağlarda ne de onları suda çözünür hale getiren etil alkolde karşılıklı etkileşim (interaction) ile asli mahiyetlerinde bir değişikliğin olmadığının delilidir.
5 – Son yıllarda ‘cola’ rekabeti’nin artmasının sebebi nedir? Her birinin piyasaya çıkışının özel bir sebebi olabilir. Bir genelleştirme yapılması doğru olmaz. Bir süper devletin kapitalizmine tepki duymak ve bu tepkiyi duyanlardan müşteri portföyü olarak istifade etmek, Filistin davasında taraflardan birine destek veren kola üretici bir firmaya karşı, buna tepki duyarak ve tepki duyanlara satın almaları için imalat yaparak kola markaları piyasaya çıkarmak, kola piyasasını kapitalizmle ve emperyalizmle savaşın mühim savaş alanlarından biri görmek ve biri haline getirmeye çalışmak, etnik sebepler v.s.
Ancak bizim için ‘cola’ rekabeti yapanların bunu niçin yaptıklarından çok, nefsimizin neyi, niçin yaptığı asıl önemli olanıdır. Yiyecek ve içeceklerden helalini araştırıp almak, hem kendimize hem bakmakla yükümlü olduklarımıza karşı temel bir vazifemizdir. Eğer helalini araştırıp seçmek zor geliyorsa, pratik bir kolaylık olarak helalini araştıran, seçen, yapan ve satan markaları seçmek elimizdedir. “Allah (c.c.) bizleri hakkı hak bilip ona tâbi olan, bâtılı bâtıl bilip ondan sakınanlardan eylesin” duasıyla akla kapı açıp, ihtiyarı (cüz’i iradeyi) elden almamak lazım geldiği inancındayım.
(Yeni Şafak gazetesi, 28.7.2003 Pazartesi, “Düşünce günlüğü” sayfası)
Prof. Dr. Mustafa Nutku
www.NurNet.Org