Etiket arşivi: said

Arafta Yaşamak!

Mutlu olamazlar, Arafta değil de gaflettedirler. Hepimiz gaflete düşer ya da Arafta kalabiliriz. Arafta kalanlar ya da bulunanlar üzülmeyebilirler, ama gaflette olanlar üzülebilirler.

Yaşadığımız çağın hastalığı olarak bilinen Arafta kalmak ya da bulunmak, cennet ya da cehennem aralığında yaşamak gibi tabir etsek yanılmış olmayız. Bu iki nokta arasındaki hayat çizgimizde bizim hangi aralıklarda ve nerede durduğumuzdur. Bu çizgi üzerindeki yerimizin hangi tarafa yakın olduğunun bilinmesidir. İman, Tevhid, teslim, tevekkül bir tarafta, ataistik yaşam-inançsızlık-körü körüne bağlanarak oluşan yaşam ise diğer tarafta. Toplum genelinde herkesin iman ettiği ve kendini Müslüman olarak tarif ettiği ortada dururken.

Hayat tarzımız ve yaşam şeklimizde dine bakış açımız bazen değişim gösterebilir. Kişiler Ateist olmamalarına rağmen yaşantısında ya da toplumda Ataistik bir tavır ve davranışlar manzumesi içinde olabilirler. Onları bu şekilde görmek çok doğalmış gibi lanse edilebilir. Buna gelişmişlik ya da çağdaşlık olarak yorum getirebilirler. Aslında düpedüz inançsızlık çizgisinde seyreden yaşantılarının dışa vurumundan başka bir şey değildir. Batı medeniyetini her yönü ve işleyişi ile kendilerine uygun görüp bir başka medeniyetin tarzını ise hor görme alışkanlıklarını devam ettirirler. Yeri gelince öcü, yeri gelince gerici olarak bu yaşam tarzını benimseyenleri yaftalarlar.

Ateizmin getirdiği serbestiyeti farklı manalar yükleyerek, çağdaşlık ve yenidünya düzeni kelimelerinin arkasına sığınırlar. Diledikleri ölçüde pervasızca ve gayri ahlaki tüm şeytani oyunlarını ortaya koyarlar. Diğerleri ise onların gözünde yobaz ve gerici profilinde hapsolurlar.

Döngüsel hayatın içinde kendilerini hiçbir zaman Ateist olarak adlandırmazlar, fakat ALLAH (c.c) haşa yokmuş gibi tavır içinde yaşamlarını sürdürmekten de geri durmazlar. ’’Kadına hürriyet’’ bayrağı altında, kadına sahip olmanın provalarını yaparlar. Kadehlerini tokuştururken Blues dinlemeyi marifet sayarlar. Puro tüttürmek ise Havana’dan(Küba) daha dün geldim işaretidir. Birçok akla hayale gelmeyen olayları yaşamak için nefis ve akıl oyunlarını çağdaşlık fikri düşüncesi perdesi arkasına gizleyerek ya da saklayarak ortaya koymaya çalışırlar. Bir nevi akıl, kalp ve ruh üçlüsünü uyuştururlar. Kalplerindeki hisleri Ramazan’da ortaya çıkmaya çalışsa da, ne hikmetse ortaya çıkmadan kaybolurlar. Yani Araf da kalırlar ve yaşarlar. Cennet ya da cehennem arasında mutsuz bir şekilde ortada kalırlar. Mutlulukları zehirli bir bal hükmünde olan geçici hevesatları olmaktan öteye gitmez.

Ateist değilim Müslümanım deyip, Ataistik şekilde bir hayat döngüsü içinde yaşam standartlarını en tepeye çıkarmaya çalışırlar. Kimi zaman birilerinin sırtına kimi zaman ise başkalarının omuzuna basarak yükselirler. Ama hiçbir zaman bu kurgunun içinden çıkma gayreti içinde olmayı düşünmezler. Gaflette olduklarını inanmazlar.

Bediüzzaman eserlerinde bu durumu taklidi iman içinde olanlar olarak tarif eder. İmanın en ilkel ve en basit şeklidir aslında. Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu gibi gözükür. Ehl-i sünnet alimlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişinin imanını aklî ve dinî delillerle güçlendirmekle sorumludur. Arafta kalmak bu nedenle mümkün görünmemektedir.

Asıl olan tahkiki imanı elde etmek ve elde ettiği ölçüde yaşam döngüsünü buna göre sürüklemek ve yapabilmek olmalıdır. İmanı kuvvetli hale getirmek, bu zamanın birinci vazifesi olmalıdır ki, taklidi imandan tahkiki imana geçiş olsun. Ta ki Fen ve Felsefeden gelen inkâr hücumlarına karşı dimdik ayakta durabilmek ve dayanabilmek için. Taklidi ve zahiri bir imanla kalırsa, inkârcı fikirler karşısında imanını muhafaza etmekte zorlanabilir ve dalalet karşısında mukavemet edecek gücü de kendisinde bulamaz.

Tahkiki imandan bahsedersek, Allah’ın isim ve sıfatlarını, kâinattaki yansımalarını okuyarak, her şeyde ve her yerde Allah’ı görerek, varlığına ve birliğine iman ederek inanmak olmalıdır.

Bunu örneklersek, Cuma namazında okunan hutbenin sonundaki ayetin meali, manası sözlü olarak cemaate anlatılır. Adaletten, akrabaya bakmaktan, yardımdan, fuhşiyattan kaçınmaktan, kumardan, faizden, krediden yani haram kılınmış olanlardan çekinilmesi öğüt olarak ifade edilir. Yıllarca bu söylem her Cuma ifade edilmesine karşın, gaflet olarak niteleyebileceğimiz Arafta kalanları hiç mi hiç etkilemez.

Yasaklarla ve günahlarla iç içe geçmiş bir yaşam tarzını benimseyenler sadece namazda bir an düşünürler ya da ramazanda bu yaklaşım içine girerler. Namaz ve Ramazan biter bitmez ise yine aynı serencamda hayatlar devam eder gider.

İmanı elde etmek ve bunu yaşamınızın vazgeçilmez bir parçası haline getirmek kolay değil. Ama Arafta kalmayı devam eden bir yapımız olmaması için de dikkat etmeliyiz. Kısa ve ahireti kazanmak adına geldiğimiz şu dünya hayatı, bize ebedi hayatımızın kaybedilmesi meydanı olur ki bu da istenilmeyen bir durum olur. Ebedi hayatını kim kaybetmek ister ki?

Ebedi ve daim olan hayatı kazanmanın yolu yaşantısını Ateistik bir durumdan çıkarmak ya da gafletten uyanmak olmalıdır. Maalesef hepimiz şeytanın desiselerine uyup, zaman zaman gaflete düşebiliriz. Ama arafta kalmak için çaba sarf etmek ise farklı.

Allah hepimizi arafta değil, iman ettiği ölçüde, hakiki imanı yaşam döngüsüne sunduğu oranda yüksek bir ubudiyet içinde olmayı ve bu dünyayı Ahiret tarlası olarak görüp, gerekli hazırlığı yapan bir kul olmayı nasip etsin. Kalbin hayatı iman ile ölümü küfürledir. Sıhhati ibadet ve taat iledir. Hastalığı ise günahla meşgul olmak iledir. Ancak Allaha zikretmekle bundan kurtulunabilir.

08.11.2012

Aytekin COŞKUN

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın şefkat ve siyaset anlayışı

Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz. Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Bediüzzaman’ın siyaset âlemine Yeni Said nazarıyla bakışının en ziyade dile geldiği eser olarak Emirdağ Lâhikası’nın sayfaları arasında dolaşırken, siyasetin uzağında durmakla birlikte sosyal hayata ve siyasete dair tazammunları da bulunan bir büyük iman hizmetinin hangi şartlarda, hangi temeller üzerinde kurulup hangi mecrada geliştiğini gözler önüne seren mektuplar çıkar karşımıza. Bu mektuplar, içlerinde, hayata dair üzerinde henüz hakkıyla durulmamış nice sağlam imanî ölçü barındırır. Ve yine bu mektuplar arasında dolaşırken, insan, bir nevi Bediüzzaman’ın hayatını onun dilinden dinliyor olduğu hissini içinde uyandıran ipuçlarıyla karşılaşır.

İşte böylesi bir ipucu, Afyon mahkemesi safahatında ‘kanunca ifadesi alınması lâzım geldiği halde;’ bunun hem kendi haksızlıklarını ayan beyan ortaya koyup Bediüzzaman’ın hakkı müdafaa etmesine imkân tanıyacağını bildiklerinden olsa gerek, ‘ifadesinin alınmaması’ gibi bir kanunsuzluk karşısında Adliye’nin sorumlularına ve İçişleri Bakanına hitaben yazılan şikâyet mektubundadır.

Bu mektubun ikinci sayfasında, kendi duruşunu tarif ederken, “otuz seneden beri ‘euzubillahi mine’ş-şeytânirracîm deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan” ifadesini de kullanır Bediüzzaman. Nitekim, Bediüzzaman’ın siyasetten bu istiazesinin hikmetini ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın mağlubiyetinin hikmetinden sual bâbında yazılan “Rüyada Bir Hitabe”nin sonunda dile getirdiğini; dolayısıyla otuz sene evvel siyasetten gerçekten ictinab ettiğini görürüz.

Mektubun bir sonraki sayfasında ise, dikkat çekici başka bir ifade daha vardır: “Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat…”

YA ŞEFKAT YA SİYASET

Birbirini takip eden iki sayfada gelen iki ‘otuz sene’ bitiştirildiğinde, bu otuz seneye beraberce rengini veren iki unsur da birbiriyle eşleşir. Bediüzzaman otuz senedir siyasetten ictinab etmektedir ve otuz seneden beri şefkat onun için bir hayat düsturudur. Bu da, onun siyasetten ictinabı ile şefkati bir hayat düsturu haline getirmesi arasındaki birebir ilişkiye; dolayısıyla, siyaset ile şefkat arasındaki zıtlığa işaret etmektedir. Demek, siyasetin şefkati zayi eden bir tarafı vardır; aklın merkezine siyaset yerleştiğinde kalbin merkezinden şefkat yitip gitmektedir.

Bediüzzaman’ın bu iki ifadesiyle işaret ettiği ‘ya şefkat ya siyaset’ denklemi, onun başkaca mektuplarında daha açık ifadelerle çıkar karşımıza. Yine Emirdağ Lâhikası’nda, “Neden ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun?” şeklinde bir soruya verdiği cevapta Bediüzzaman açıkça, “İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un dört esasından biri olan ‘şefkat etmek,’ zulüm ve zarar etmemektir” demektedir. Yine Emirdağ Lâhikası, her iki cildinde, “Umumun selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz. Cemaatin selameti için ferd feda edilir. Vatan için herşey feda edilir” anlayışını ‘merhametsiz, gaddar siyaset’in bir ‘kanun-u esasîsi’ olarak zemmetmekte; bu anlayışın Kur’ânî adalet ilkesiyle çelişkisini ısrarla dile getirmektedir.

Aynı lâhika içerisinde yer alan ve modern zamanların topyekün savaş anlayışının simgesi ve merhametsizliğin sofistike kılıfı olarak işgören ‘reelpolitiğin’ vazgeçilmez bir aracı olarak ‘bomba’ya dair satırlar, şefkati hayat düsturu kıldığı andan itibaren Bediüzzaman’ın neden siyasetten ictinab ettiğinin kalbleri ihtizaza getiren bir izahı niteliğindedir. Bu satırlarda Bediüzzaman, “insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayeti”nden ve “cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmının hem küre-i arza, hem nev’-i beşere müstebidâne, merhametsiz tahribatı”ndan şikâyet etmektedir.

Şualar’da yer alan ve mahkeme müdafaatı içerisinde dile getirdiği bir meseleyi kayda bağlayan bir başka mektubunda Bediüzzaman pekâlâ ‘elinden geldiği’ halde siyasetten içtinabını “Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men’ediyor” diye başlayan satırlarla izah etmektedir.

Bediüzzaman’ın siyaset ile şefkat arasında gördüğü bu ters orantı, onun başkaca mektuplarında ve risalelerinde sadece modern zamanlara mahsus olarak değil, tarihin daha önceki safhalarına da bakar şekilde irdelenmektedir. Meselâ sultanların ve padişahların kendi saltanatlarını ikame için kardeşlerinin ve hatta çocuklarının ölümüne sebebiyet vermeleri siyasetin ‘merhametsiz’ veçhesinin bir örneği olarak zikredilmektedir. Yine, Bediüzzaman’ın İslâm tarihine dair en kritik okumalarından biri olarak Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilâfet-saltanat geriliminde ikinci tarafın ‘siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını’ gözeterek adalet esaslarını zayi edişlerine dikkat çekilmektedir.

KALBİN MERHAMET ÇAĞRISI

Bütün bu satırlar, insana, Bediüzzaman’ın yine Emirdağ Lâhikası’nda dile getirdiği, “Siyasetçi ekserce tam müttaki dindar olmaz, tam müttaki dindar siyasetçi olmaz” hükmünü hatırlatıyor. Hemen belirtelim, burada bir ‘ekserce’ kaydını düşüyor Bediüzzaman ve ondan öncesinde ‘güneşler gibi iman taşıyan bir kısım sahabe ve selef-i salihîn’i bu genel kuralın bir istisnası olarak zikrediyor. Böylece, sahabilerin içinde dahi ‘bir kısmı’ nı bu kapsama alanı içine dahil ediyor. Emevî siyasetinin sahabiler arasında yer alan öncülerinin siyasî maslahat adına yaptıkları, Bediüzzaman’ın ‘bir kısım’ kaydıyla bu ‘istisna’ya düştüğü istisnanın hikmetini bize ifşa ediyor.

Özetle, istisna kaydı düşmekle birlikte Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında sadece modern zamanlara mahsus olmayan, ama modern zamanlarda daha bir aşikar surette ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz.

Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Gönül ister ki, her siyasetçi, Ömer misali ‘Dicle kenarında ayağı incinen kuzudan dolayı dahi hesaba çekileceği’nin idrakiyle hareket etsin…

Ve böylesi bir dünyada, köşeleri ‘reelpolitik’le dolduran siyasî analizcilerin ve ekranlarda reelpolitik dersi veren siyaset vaizlerinin karşısında kalbin ve vicdanın merhamet çağrısını dillendiren hakikat kahramanlarının da sesinin gür çıkması gerekiyor.

Tâ ki, şefkat-siyaset ilişkisinde siyaset lehine şefkati zayi edenleri doğrultmak mümkün olsun.

Bediüzzaman’ın siyaset karşısındaki duruşu, bu açıdan, bir kez daha okunmalı, yeni baştan irdelenmeli…

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası dergisi

Ölümüm, Hayatımdan Çok Dine Hizmet Edecek!

Ben rahmet-i İlâhî’den ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek. Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir sûrette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhî’den ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var. Ben bütün tehdidâtınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum: “Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara ‘Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun’ dedikleri zaman onların imanı ziyadeleşti ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir’ dediler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173) Mektûbat, s. 418

***

Felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede Cenâb-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum.

Mektûbât, s. 412

***

Madem Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi benim ölümümle daha ziyade halisane inkişaf edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enaniyete vesilelikle itham edilmeyecek ve rekabeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi bulmadığı için daha mükemmel ve ihlâs ile o vazife devam edecek.

Hem ben dünyada kaldıkça gerçi bir derece yardımım olabilir; fakat adi şahsiyetimin ehemmiyetli rakipleri, münekkitleri, o şahsiyeti itham edebilir ve Risâle-i Nur’a ihlassızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir. Hem bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nuraniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır. Bir nöbettar yerine, binler bekçi çıkar.

Elbette ölüm gelse, “Baş üstüne geldin” demek gerektir. Hem, madem Nur şakirtlerinden çokları hem malını, hem istirahatini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde feda ediyorlar. Sen, ey nefsim; neden fedakârlıkta en geri kalmak istersin?

Hem katiyen bil ki, çok biçarelerin hayat-ı bakiyelerini Nurlarla kurtarmak hizmetinde, fani ve zahmetli ihtiyarlık hayatını memnuniyetle bırakmaya lüzum olsa veya vakti gelse, razı olmak gayet lezzetli bir şereftir.

Emirdağ Lâhikası, s. 174

İlâhi ente maksudi ve rızaike matlubi

(Ya Rabbi maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmaktır)

Bedeli en yüksek para: İsraf

Bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

Nasıl ki, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de kainatın dengesinin bozulmasına sebep oluyor. Gereksiz yere tüketilen her litre su, alınan fazladan her kıyafet, küremizi daha fazla ısıtıyor ve hem onda yaşayanlara hem de o yaşayanları Yaratan’a karşı büyük bir zulüm oluyor. Efendimiz’in (a.s.m.) lüks içinde yaşadığı için bir sahabenin namazını kılmayacak kadar önem verdiği israf hem Kur’an’da hem de hadislerde katî bir şekilde yasaklanmıştır.

İsraf, “yeme, içme, giyim kuşam, alış veriş, uyku ve istirahat, hatta konuşup yazmak gibi her türlü hâl ve davranışta sınırı aşmaktır” diye tarif ediliyor. Âyet ve hadislere baktığımızda, bütün israfların yasaklandığını, bazılarının haram, bazılarının da mekruh sayıldığını görüyoruz.

Peki, israf neden yasaklanmış ve bu yasağın hikmetleri nelerdir? Başta Üstad Bediüzzaman’ın İktisat Risalesi olmak üzere İslâmî kaynaklarda özetle şu cevaplara rastlıyoruz:

İsraf, öncelikle kâinattaki hikmete zıttır. Çünkü kâinat tam bir hikmetle yaratılmış ve hiçbir şeyde asla israfa yer verilmemiştir. Meselâ, kafamıza o kadar çok organ ve parça yerleştirilmiş ki, sayısız görevleri başarıyla görüyorlar. Şayet her birine tırnak kadar bir yer verilseydi, kafamız Ağrı Dağı gibi büyük olurdu. Hâlbuki öyle olmamış, her biri maksada ne kadar yarayacaksa, ona o ölçüde yer verilmiş. Hiçbir şekilde israfa gidilmemiştir.

İşte bizden istenen de, kâinata konan bu hikmete uymak. Meşru maksatlarımızı görecek ölçü ne kadarsa, o ölçüde tüketmek ve sınırı aşmamak.

İsraf nimeti küçümsemektir

İsraf, şükre de zıttır. Bunu vicdanımızla da hissedebiliriz. Meselâ, birine bir hediye verilse, o da verenin gözü önünde onu çöpe atsa; hiç şüphesiz o hediyeyi küçümsemiş olur. Hatta diliyle teşekkür etse bile, bu tavrıyla teşekküre zıt bir davranış sergilemiş olur.

Cenâb-ı Hakkın sonsuz rahmetiyle verdiği nimetleri israf etmek de, o nimetleri küçümsemek anlamını taşır. Hem israf kanaatsizliği doğurduğu için çalışma şevkini kırar. İnsanı tembelliğe atar. Şükredeceği yerde devamlı şikâyetçi olur.

Ayrıca israf, Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nimeti küçümseme anlamını taşıdığı için de, o nimetten mahrum olmaya sebep olur.

Sonra israf, nimetlerdeki İlâhî rahmete karşı bir saygısızlıktır. Çünkü insanlar bile, acıdığı muhtaç birisine bir miktar para verse, o da o parayı kumara verse, elbette onlar bundan hoşlanmazlar. “Acıdık, para verdik. O da bizim merhametimizi kötüye kullandı, saygısızlık etti” derler.

İsraf, aynı zamanda bereketsizliğin de sebebidir.

Manevî bir dilencilik

Ayrıca israf, beden ve çevre sağlığını da bozan sebeptir. Nasıl ki, fazla yiyip içmek, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de çevre dengesinin bozulmasına sebep olur (Aşırı tüketimin çevre dengesini ne kadar bozduğunu, artık ilim adamlarından sıradan insanlara kadar herkes tartışıyor).

Hem israf, manevî dilencilik zilletine düşüren bir sebeptir. Yani insan, gelenek görenek gibi sebeplerle zorunlu ihtiyaç olmayan şeyleri alıp tüketmeye başlarsa, gelir gider dengesi bozulur. Başkalarından borç para almaya kendini mecbur hisseder ve manevî dilenciliğe ve sefalete düşer.

Efendimiz müsrifin namazını kılmadı;

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir süre, zorunlu ihtiyaçların üstüne çıkarak tereffüh (lüks) için borç alan ve bu borçla ölen kimselerin cenaze namazlarını kılmamış, Sahabelere “onun namazını siz kılın” buyurmuştur.

Özellikle bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

  • İsraf, sefahatin, sefahat de sefaletin kapısıdır.
  • İsraf, nimet içindeki lezzetleri hissedememenin sebebidir.
  • İsraf, nimetlerdeki lezzetin tadını alamamanın da sebebidir.

Daha bunlar gibi pek çok sebep ve hikmet sıralanmıştır ki, bunlardan israfın ne kadar şer olduğu ve insanı şerre götürücü önemli bir sebep olduğu açıkça anlaşılıyor. Kur’ân ve Sünnet her türlü şerri yasakladığı gibi şeytanların at kişnettiği israf alanını da yasaklamıştır.

İsraf şeytanların kardeşidir

Kur’ân şöyle buyuruyor:

Ey âdemoğulları! Yiyin için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez.” Çünkü “israf edenler şeytanların kardeşleridir.

Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) şu sözlerle israfı, ihtiyaç fazlası tüketimi yasaklamıştır:

Yiyiniz, sadaka veriniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız.

Bu hadis-i şerifte sadakada bile israf olabileceği belirtilmiştir. Şayet insan başkasına muhtaç olacak ve sefalete düşecek kadar sadaka verirse, bunun da israf olabileceği belirtilmiştir.

İnsan ne kadar zengin olursa olsun ve ne kadar bol nimetler içinde bulunursa bulunsun, yine de ihtiyacını giderecek kadar harcama yapmalıdır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şu uyarısı, israf alanının ne kadar geniş olduğu konusunda oldukça dikkat çekicidir:

Resulullah (a.s.m.), abdest almakta olan Sa’d’a uğramıştı. ‘Bu israf da ne?’ buyurdular. Sa’d, ‘Abdestte de israf olur mu?’ dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, ‘Evet! Akan bir nehir üzerinde olsan bile!’ cevabını verdi

İsraf hem candan hem maldan ediyor

İmam Nevevi’nin de ifade ettiği üzere, İslâm âlimleri bu ve benzeri hadislerden hareketle, abdest alırken fazla su kullanılmasını, deniz kenarında bile olsa “mekruh” saymışlar ve bu konuda görüş birliğine varmışlardır.

Hanefî mezhebinde, kişinin kendisine ait olan veya kullanılması mubah olan suda israfın tahrimen mekruh, mescitlere vakfedilen sularda ise, israfın haram olduğuna hükmetmişlerdir. Bu yasakta İslâmiyet’in başka maksatları bulunduğu için, suyun nehirde bedava akması gibi fevkalâde bolluğu, ondan ihtiyaç fazlası harcamanın mekruh olmasını ortadan kaldırmıyor. Buradaki İlâhî maksatlardan biri, kişiye, günde beş defa israfın kötülüğünü hatırlatmak, bir değeri de tabiata olan saygıyı gönüllere yerleştirmektir diyebiliriz.

Günümüzde bu saygının gönüllerden silinmesi sebebiyle çevreye ne kadar zarar verildiğini, yaşanan çevre felâketleriyle artık daha iyi anlıyoruz. İhtiyaç fazlası tükettiğimiz her şey bize bütün zararlarıyla geri dönüyor. İklim değişikliğinden hava ve toprağa karışan zehirlere kadar birçok şey hayatı olumsuz etkiliyor. Bazen de hem candan hem de maldan oluyoruz.

Hem varlığa hem de Allah’a karşı zulüm

Şu hadis-i şerif de, israfın bir kötülük, bir haddi aşma ve bir zulüm olduğunu belirtmesi bakımından ibretlidir:

“Hz. Peygamber (a.s.m.), kendisine abdest hususunda soru soran bir bedeviye, organlarını üçer defa yıkamak suretiyle abdest almayı fiilen gösterdikten sonra, ekler, ‘Abdest böyle alınır. Kim buna ilâvede bulunursa kötü yapmış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur.’”

Hadiste geçen “zulmetmiş olur” tabiri düşündürücüdür. Bu hadisi açıklayanlar “sevaptan mahrum kalmakla kendine zulmetmiş olur” anlamını çıkarırlar. Bizim de, israfa girdiği için varlığa zulmetmiş, emanete ihanet ettiği için de mülkün gerçek sahibi olan Allah’a karşı bir zulüm işlemiş olur anlamını çıkartmamız mümkündür.

Evet, abdest alırken bile suyu israf etmek kötülük, haddi aşmak ve zulüm olursa, başka şeylerde yaptığımız harcamalar, elbette daha fazla dikkat gerektiren hususlardır.

Kenan DEMİRTAŞ

Yarın Said’in başını kesecekler!

“İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edildiği yıllarda Bediüzzaman da oradadır ve işgal kuvvetlerine karşı cesur mücadelelerde bulunur. Bediüzzaman’ın bu kahraman mücadelesini yakından takip eden Ankara hükümeti, o­nu dâvet eder. Önceleri ‘Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum’ diyerek bu dâvete yanaşmasa da, ısrarlı teklifler üzerine 1922 yılı Kurban Bayramından bir hafta kadar evvel trenle Ankara’ya gider. İstasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından karşılanır. Zamanın Siverek Milletvekili Yüzbaşı Abdülgani Ensari ile Bediüzzaman arasında o günlere ait şöyle bir lâtife cereyan eder:

“3 Temmuz 1922 Perşembe günü Kurban Bayramı arefesinde Bediüzzaman, Ensari’ye: ‘Ensari! Yarın Said’in başını kesecekler’ der.

“Ensari de bu cümledeki inceliği ve tevriyeyi anlayamaz ve ‘Nasıl olur efendim?’ diye telâş eder.

Bediüzzaman bu lâtifeyi o­na şu şekilde izah eder: ‘Said kelimesinden ‘sin’ harfi kaldırılsa, yani baş harfi olan ‘sin’ kesilirse, geriye ‘iyd’ kalır ki, o da bayram demektir. Yarın kurban bayramıdır.

Bilinmeyen Taraflarıyla B.S.N., s. 258