Etiket arşivi: Sani

Kaldır Siyah Perdeleri Aradan

Edebiyat, resim, müzik, çini, seramik ve yazı gibi konular birer sanat dalıdır. İlham ile hareket eden sanatçıların elinden çıkarlar ama onları gören insanların içindeki estetik duyguları da harekete geçirirler.

Sanatçı eserini yaparken kullandığı desen ve renk sonsuz olduğu için onların bileşimleri de sonsuz olur. Desen çizimlerinin elemanları, ilkeleri vardır ama kullanılacak malzemeleri sınırsızdır. Kompozisyon, perspektif, düzen ve form ile sanatçının anlattığı konu daha başka bir önem taşır. Bazı eserlerde buna ışık da eklenir. Bütün bu araçlar sanatçının özgün sanatını belirleyen faktörlerdir.

Sanat eserlerinde uygulanan renklerin sanatçının yaşadığı ortama, kültüre göre farklı anlamları vardır. Mesela kırmızı renk: ABD’de tehlike, Fransa’da: asalet, Mısır’da ölüm, Hindistan’da yaşam, Japonya’da öfke ve tehlike, Çin’ de ise mutluluk anlamları taşır.

Her sanatçı kendi yapıtlarıyla sanatının arkasında görünür, tanınır. Aynı kategoride diğer sanatçılarla arasındaki yetenek farkları, ifade biçimleri o eserlerin sanatsal değerini gösterir.

İnsanlar tarafından üretilen sanatları teşhir için galeriler olduğu gibi evrende de ilahi sanatların çok sayıda galerisi vardır. Oralarda birbirinden çok farklı boylarda, canlı, cansız, sıcak veya soğuk, hareketsiz veya hareketli sayısız sanat eserleri sergilenmektedir.

Başını kaldırıp gökyüzüne bakan, teleskoplarla, uydularla evreni inceleyen insan; orada hareketleri, hızları, eğilimleri, büyüklüklüleri, şekilleri, yörüngeleri, atmosferleri ve sıcaklıkları birbirinden çok farklı galaksileri, yıldızları görür.

Sanat galerilerinde sergilenen eserlere bakanlar; insan sanatının nerelere kadar uzandığını seyrederler, sanatçısına hayran olurlar, ama aynı insanlar gökyüzüne bakınca oradaki ilahi sanatlar karşısında akılları hayretler içinde kalır mı acaba?

Ya da elementlerin atomlarına bakınca elementlerin çekirdekleri, elektronları ile birbirleriyle birleştiklerinde aralarındaki bağlarla kurulan atomik dizilişlerdeki sanata ne demeli? O dizilişe göre değişen fiziksel ve kimyasal özellikler, inorganik yapıdan organik yapıya geçince kazanılan hayat, canlılıklar nasıl bir sanat eseridir.

Ve o canlının ölümüyle başka canlıya geçen atomlar, yeniden özel dizilişler, cansızlardan, bitkilere, bitkilerden hayvanlara ve insanlara, hayvanlardan bitkilere veya insanlara geçişlerdeki güzellikler ve hareketler hangi sanat eserlerinde vardır ki? Sanatsever insanlar bunları hiç düşünürler mi? Veya onları yapan sanatçılar, kendi eserleriyle bu ilahi sanat eserlerini kıyaslarlar mı?

Peki mikroskopla görülebilen tek hücreli canlılardan, bitkilere, hayvanlara ve insanlara kadar uzanan maddi güzellikler, renkler, desenler, canlılık, hayat ile kendini gösteren sanat eserlerini başka nerede görebiliriz ki?

İnsanın san’atıyla Halıkın san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir; amma Halıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Halıkın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuraniler kalır. (M. NURİYE, 10. Risale)

* Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın süratiyle ziyâ, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefâvit olduğu mâlûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. (SÖZLER, 31.söz)

Kur’an ayetlerinin yavaş yavaş indiği zamanlarda Kâbe duvarlarına altınla yazılıp asılan kasideler, o günün sanat eseri sayılan en güzel edebi metinleriydi. Şair Lebid’in kızı Kur’an ayetlerini duyunca babasının eserinin artık bir kıymetinin kalmadığını görür ve onu oradan indirir.

Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakât-ı Seb’a” nâmiyle şöhretşiâr kasîdelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı babasının kasîdesini Kâbe’den indirirken demiş: “âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.“(SÖZLER, 25.Söz)

Yeryüzündeki bütün sanat eserlerini gören kimseler,sanatseverler, onları yapan sanatçılar; bir o sanatlara baksınlar bir de evrendeki ilahi sanatlara, sonra canlı cansız, tüm sanat bu eserlerinin sanatkârını görmek için iyice düşünsünler.

O’nu görebilmek hem çok kolay, hem de çok zordur. Kendi sınırlarını bilip O’nun sınırlarını anlamak için ilahi sanatlardaki sebepler perdesini kaldırmak gerekir. Sebep-sonuç ilişkilerinde, sebeplerin öyle sonuç vermesini isteyen o irade, o güç kim? Sebepleri yaratanı bulmadan o eserlerin sahibi bulunmaz ki.

Galerideki eserleri sanatçıya veren insan, bu sefer onlarla mukayese bile edilemeyecek ölçüde sanat değeri taşıyan milyarlarca eserleri, tesadüfe, tabiata vermeye kalkabilir mi? Kim kalkarsa da, yazıklar olsun o akla. Hem de o akıldan istifa etsinler, ta ki akıl, onlardan utanmasın!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Kâinat Kitabı Kimi Anlatıyor?

            Elinize bir kitap geçtiğinde onu yazarının kim olduğunu ve kitabın konusunu merak edersiniz. Kitabın yazarını gösteren bir isim yoksa kitabın konusundan, yazılış tarzından, yazıldığı zamandan ve bunun gibi şeylerden yazarının kim olduğunu anlayabilirsiniz.

Her yazarın da bir amacı vardır, bunun için kitap yazar. Kimisi ünlü olmak para kazanmak için, kimisi de içinden geldiği için yazabilir. Kendi bildiklerini, deneyimlerini aktarmak için de yazanlar olur. Her yazarın amacı kendine göredir.

            Kâinat kitabın yazarı; bu kitabın her bir harfini, noktasını, kelimesini, cümlesini ve satırını acaba niçin yazmıştır? Kendini tanıttırmak, mükemmelliğini bildirmek, kendi güzelliğini göstermek ve kendini okuyucularına sevdirmek için yazmış olabilir mi? Küçük büyük her bir varlık, aslında kendine özel dilleriyle O’nun mükemmeliğini ve güzelliğini en mükemmel bir tarzda anlatıyor ve sevdiriyor olabilir mi?

*bu kitab-ı kebirin müellifini (ŞUALAR,7.Şua)

*bu kitab-ı kebîr-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sayfasıyla ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemâlâtını bildirmek ve cemâlini göstermek ve kendisini sevdirmek için, en cüz’îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddit lisanlarıyla cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor. (LEMALAR,30.Lema)

         Bir kitabın anlamı bilinmezse hiçbir değeri olmaz. Böyle her bir harfinde binler anlam gizlenmiş olan bir kitabı, her sınıf insan kendi bilgi, yetenek ve gayreti ölçüsünde anlayabilecektir. Yoksa o kitabın anlamı, yalnızca kendi anladığından ibaret değildir.

*Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakâik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitâbın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitâbı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır.  (SÖZLER,31.Söz)

O kitabın incelenmesi ve özelliklerinin araştırılması gösterir ki;  taşıdığı mükemmel sanatlar ve geniş anlamlar yönüyle o kitap maddi değerinden yüz kat daha fazla önemlidir. Çünki bu kitap, kendinden ziyade yazarının varlığını ve birliğini anlatmak için yazılmıştır. İnsan da kâinat kitabının bir parçasıdır ki ona bakan, bu evrenin sanatkârını ve yazarını bulabilir. Kâinat kitabının hangi parçasına baksan onda o kitabın yazarını görürsün.

*o kitab-ı kainatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade katibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder (LEMALAR,30.Lema)

*rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarrif var. birisi şu kitab-ı kainattır (SÖZLER,19.Söz, MEKTUBAT,19.Mektup)

Kâinat kitabı; bu kitabın yazarına ait ulûhiyet ve mabudiyetin gösterilmesi için böyle cisimleşmiş bir tarzda yazılmıştır. Bu yüzden her sayfası bir kitap kadar, her satırı bir sayfa kadar geniş manalar ifade eder. Evrendeki yaratılma ile ilgili olayların her bir kelimesi, harfi, hatta noktası birer mucizedir. Onların her biri; yaratıcısının gücünü gösteren delillerdir. Evreni, anlamlı nakışlarlarla süslenmiş büyük bir mescide çevirirler. Bu mescidin her bir köşesinde her bir grup; kendilerini yaratan, ibadete layık O varlığa karşı, kendilerine ait özel bir tarzla, ibadet içindedirler.

*ulûhiyet ve mâbudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedânî ki, her sayfası bir kitap kadar ve her satırı bir sayfa kadar mânâları ifade eder ve öyle cismânî bir Kur’ân-ı Sübhânî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mucize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve mânidar nakışlarla tezyin edilmiş ve mescid-i Rahmânîdir ki, herbir köşesinde bir tâife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mâbud-u Bilhak, (ŞUALAR,11.Şua)

         Kâinat kitabının satırları, kelimeleri ve harflerinin bir ve tek yazar tarafından yazıldığını kabul eden kişi, makul ve kolay bir yoldadır. Ancak, o yazıları, harfleri tabiata ve sebeplere dağıtan kişiler ise; imkânsız bir yola sapmış ve çıkmaz bir sokağa girmişlerdir. Bir tek canlı harfin bastırılması için, bütün evrenin bastırılıp tab edilmesi için gerekli malzemelere ihtiyaç vardır. Bu insandaki idrak yeteneğinin kabul etmeyeceği bir hurafedir.

*şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vahid-i Ehadin kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve mâkul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünkü, bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab’ ve bastırılması için ekser kâinatın tab’ına lâzım olan teçhizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir. (M.NURİYE, Lemalar)

         Bu kâinatta çeşitli şekillerde yazılmış her bir kelime; kendini o şekliyle gösterse de pek çok başka özellikleri bakımından, taşıdığı anlamlar açısından, hem tek başına hem de bütün harflarla birlikte sanatkârını gösterir, O’nun sahip olduğu üstün özelliklerini yansıtır. Ve her bir harf taşıdığı özellikler, şekiller ve süslemeleri bakımından adeta sanatkârını övgüyle anlatan bir kasideye benzer. Ahmaklığı herkes tarafından bilinen bir adam dahi böyle bir sanatkârı inkâr edemez.

*kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de, pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâniini gösterir, esmâsını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla, âdeta Sâniini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir. (M.NURİYE, Lemalar)

         Bu kâinat kitabı öyle bir yazılmıştır ki bir kısmı diğer kısmına muhtaç şekilde tanzim edilmiştir. Maddiyat dünyası; yaratıcının nimetlerinin ışığını gösterebilmek için güneşe muhtaç tarzda yaratılmışlardır.

*bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Meselâ, maddiyat âlemi Cenab-ı Hakkın envar-ı nimetini cezb etmek için hakikî bir ihtiyaçla şemse muhtaç olduğu gibi (M.NURİYE, Zeylül Habbe)

         Evrene bakış açınız çok önemlidir. Sanatkârının nurani güzelliğini görüp de bu gözle bakamazsanız, evren herkesin ağladığı bir matem evine döner. Gözünüzde herşey birbirine yabancı ve düşman olur. Cansız varlıklar birer cenaze suretinde algılanır. Hayvanlar ve insanlar; sanki yetimler gibi ayrılık ve yokoluş korkusuyla ağlayıp sızlamaya başlarlar. Kâinat; gösterdiği hareket, değişim ve bütün çeşitliliği ve süslemeleriyle onların gözünde tesadüflerin oyuncağına döner. Özellikle insanlar hayvanlardan daha aşağıya düşer.

        Evrene iman nuruyla bakan kimse; onun bir ağlama evi değil, zikir ve şükür mescidi olduğunu görür. Birbirinin düşmanı zannedilen varlıklar; dost ve kardeş olurlar. Bütün cenazeler ve ölü gibi olan cansız varlıklar; dostluk ve ahbablık içinde yaşayan varlıklara dönerler. Ve yaratıcılarını, kendi dilleriyle anlatan, konuşan birer görevli memura benzerler.

*Evet, o zatın nuranî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumî içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebî ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle ve tagayyüratıyla, nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.

İşte, o zatın telkin ettiği İmân nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle ve İmân gözlüğüyle bakılırsa, her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı dîdâr edecektir.

Evet, kâinat İmân nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbap ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemâdat, ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı haliyle Hâlıkının âyâtını nâtık birer musahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekkî ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Halıkına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, tagayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. Rabbânî mektuplar, âyat-ı tekviniyeye sayfalar, esmâ-i İlâhiyeye aynalar suretine inkılâp ederler. (M.NURİYE, Reşhalar)

*Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütün âzâsıyla, cevahiriyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delâlet eder (M.NURİYE, Katre)

*Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye İmân etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san’at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler. (M.NURİYE, Lasiyyemalar)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

 www.NurNet.org

Sani’ kelimesinin uçsuz bucaksız ummanında…

Bediüzzaman’ın gözü, baktığı şeyin

         sanat niteliklerini okuyan bir

         zenginliğe sahip.

Eserlerindeki güzellik mülahazalarını okuyunca onun bir nesneye veya olaya baktığında onun estetik duruşunu, temasını, geometrisini, armonisini ve daha birçok estetik esasa göre baktığını estetik okuyanlar bilir.

Bir şeye estetik olarak bakamıyorsa insan onun için o şeyin değeri yok gibidir. İnsan gözü “güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü”dür.

Bediüzzaman’ın burada anlattığı göz eğitimli gözdür, yoksa her göz güzelliğin bütün mertebelerini göremez. Ama onun gözü gerçekten güzelliğin bütün meratibini görecek bir derinliğe sahip.

 Nedir bu güzelliğin bütün mertebeleri işte orası bizce meçhul ama ona malum, eserlerindeki güzellikler bahsi onun nasıl her şeye çok yönlü bakacak derinlikli ve arkasında büyük bir dini, ilmi, estetik, bir muhayyileye ve havsalaya sahip olduğunu gösteriyor.

Bediüzzaman çok derin bir insan ama biz onu derinliksiz okuduğumuz için benim şahsi kanaatim gelişmiyoruz, belli bir limitin üstüne çıkamıyoruz.

Antika Sanatın Bir Milyon Kıymeti Var

Mesela sanat hakkındaki şu yorumları sanat felsefesinin temel argümanlarındandır:

 “İnsanların sanatları içinde nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen müsavi bazen madde daha kıymettar, bazen oluyor ki beş kuruşluk demir gibi  bir maddede beş liralık bir sanat bulunuyor. Belki bazen antika olan bir sanat  bir milyon kıymet aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir sanat  antikacıların çarşısına gidilse, harika-pişe ve pek eski hünerver sanatkârına nisbet ederek o sanatkârı yadetmekle ve  o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır, eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.” (Sözler)

 Bediüzzaman her zaman sanat için de geçerli olan genel sanat felsefesi bulur ve onu bağımsız anlatır, daha sonra onun anlatmak istediği asıl konuya getirir.

Cumhuriyet döneminde bir hikâye vardır, bir halı parçası bir evde odada bir süre durur, daha sonra kapının önüne paspas oluncaya kadar gider. Birgün bir eskici bunu basit bir parayla alır. Aile birgün güzelsanatlar müzesine gider, cam bir muhafaza içinde o halı parçasını görürler. Selçuklu dönemi halısı diye bahası anlatılmaz bir ilan görürler, olmadık şekilde üzülürler.

 Bediüzzaman her şeye onun sanat değerini anlayacak şekilde bakar.

 Nesnelerden Allah’a giden yolları, ama sanata açık kapılardan, bütün eserleri olay ve nesnelerin özellikle Allah’ın sanatlarının değer felsefeleriyle doludur.

 Bir cemaat Bediüzzaman’ın derinliğine dalmalı ve onu topluma açmaya çalışmalı.

Onun Sani kelimesi ile yapmış olduğu iki yüz otuz kadar cümle ve otuz üç Sani ile oluşan Allah’a dönük esma ve çok derinlikli okumalardır.

O her şeye sanat değeri ile bakar, bu yüzden bulduğu tabloyu, levhayı anlatır ve arkasından esmanın mührünü, sani kelimesinden doğan mührünü vurur ve onu Allah  adına keşfeder ve mühürler.

Bediüzzamanın Eşya, Olay ve İnsan Okumaları

Bediüzzaman sanat eserleri müzesinde gezer hergün onun tabiat dolaşmaları bu eser mütalaasıdır. Çok ayrıntılı tahliller yapması eşyaya çok yakından baktığını gösterir. Gözünün arkasında büyük bir okyanus birikimi vardır, bu birikim estetik açıdan bilgi ve görselliktir, ilim açısından ise müktesebattır. Her ikisini birlikte kullanınca çok daha farklı şeyler görür. Bu ayrı bir konu.

Bediüzzaman eşya, olay ve insan okumalarında okuduğu görüntü veya levhayı, tabloyu, azameti, heybeti, yaratmayı o görüntüye uygun esma ile etiketler ve ona göre kurduğu esma terkipleri ile esma okumalarını müşahhaslaştırır.

Risale-i Nur’da en çok zikredilen esmalardan biri Sani esmasıdır,

Sani yarattığı şeyi sanatlı olarak yaratan demektir.

Halık yaratandır, ama Sani yarattığı şeyi güzel, geometrik, biçimsel bir şekilde tasarlayan, düzenleyen sanatkâr bir ilah demektir.

Bediüzzaman’ın Sani ismiyle kurduğu esma terkiplerine bakalım.

 Sani-i Vahid (15), Sani-i Vahid-i Ehad (3), Sani-i Hakîm (109), Sani-i Zülcelâl (121), Sani-i Ehad-ı Samed (1), Sani-i Zülcemal (17), Sani-i Hakiki (1), Sani-i Kainat (4), Sani-i Adl-i Hakim (2), Sani-i Mevcudat (1), Sani-i Külli Şey (1), Sani-i Alem (17), Sani-i Kerim-i Rahim (1), Sani-i  Kerim (3), Sani-i Kadir (12), Sani-i Hayy-ı Kayyum (2), Sani-i Mukaddes (1), Sani-i Hakem-i Hakim (2), Sani-i Kadim-i Zülcelal (1), Sani-i Hayy-ı Kayyum (1), Sani-i Semi-i Basir (1), Sani-i Alim-i Zülcelal (1), Sani-i Sermedi (2), Sani-i Kadim-i Ezeli (1), Sani-i Musavvir (1), Sani-i Hakim-i Müdebbir (1), Sani-i Kadim (2), Sani-i Ezeli (2), Sani-i Ebedi (1), Sani-i Fail (1), Sani-i Zişuur (1), Sani-i Fatır-ı Baki (1), Vacib ül Vücud Sani (1).

En çok kullanılanlar Sani-i Hakim, Sani-i Zülcelal, Sani-i Zülcemal.

 En çok iki esma terkibini kullanmış; Hakim ve Zülcelal. 230 adet Sani ile cümle kurmuş, her biri başka bir görüntünün okunmasından sonra etiketlemek olmuş.

 Azamet ve heybet sahibi sanatlı yaratıcı görüntü en çok onun dikkatine çarpmış, daha sonra hikmetleri gözeterek sanatlı yaratanı kullanmış.

Daha sonra  da cemal sahibi sanatlı yaratan terkibini kullanmış.

Demek Bediüzzaman sanatlı bakmış çok şeye, onun bakışına sanatkar bir ilahın farklı icad tabloları hakim. Yapılanı zikrederken esmayı zikretmeden o tabloyu biçimlendirmemiş, ifade etmeden önce gördüğü şeye uygun esmayı kullanıyor, ifade onunla su yüzüne çıkıyor. Eğer bunları kullandığı cümleleri tahlil etsek ortaya büyük bir kitap çıkar, sanatlı levhaların ilahının yarattıklarının Bediüzzaman tarafından yapılan okumaları.

  İdrak-ı maali bu küçük akla gerekmez

  Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez

Bediüzzaman’ın bakışının arka planı ne kadar azametli.

Bir okyanus gizli  gözlerinin arkasında, o okyanustan iki göz dış dünyaya bakıyor. Bir esmadan bu kadar tablo, ya diğerleri…

 Mesela Sani-i Zülcelâl ile ilgili kurduğu 121 cümleyi, paragrafı okuyup celalli, azametli ve sanatlı yaratıcının fiillerini, yansıyan büyüklüklerini hem de sanatlı anlatmak istedim ama çok zor bir iş, bir gün onu da yaparız.

Diğerleri de ayrı şeyler,

Sani-i Hakim de öyle yaptığı her şeyi hikmetli ve sanatlı yaratan bir ilah demek, bu da yüzü aşkın cümleye neden olmuş, Sani-i Hakim diye  bir bahis olabilir.

 Bu kadar akademik adamı bir araya getirip gerçekten bir akademi kurmak gerekir, böyle bir büyük organizatör olmalı artık klasik nur talebeliği kavramına yeni daireler ilave etmeliyiz.

Söylüyorum ama anlayan kim? Yazdığım yazıların takdir etmesini bilen yok mu? Hayır yok değil ama o bahislerde tuzu olmayan insanlardan, “çok güzel olmuş”un dışında yorum alamayız.

 Aslında benim yazılarım bir mektep, bir eğitim aracı.

Anlayan anlar, anlamayana ne diyeyim. Onların da çok ciddi değerlendirildiği konusu bir başka konu!

 Dinin, etnik bakışın, teorik hazımsızlığın, ben yaparsam olur, başkasına yok, tenbeli suçla, çalışkanı perdele mantığı kimseyi mutlu etmez, nice dehalar mezarlarda yatıyor, eğer doğru eğitim alsalardı, şimdi neredeydiler. Bunu İngiliz şairi Schelley söylüyor.

 Bu küçük yazı çok yorucu bir tarama ile oldu, 2250 cümleyi taradım ve alınması geleni fişledim ve daha sonra bu sonuçlara vardım. Bu sonuçlar daha da genişleyebilir.

 Rabbimizin esması üzerine derinleştiğim için  inanılmaz sevindim.

Bana bilimi sevdiren Zattan Allah Razı olsun.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer