Etiket arşivi: Sedat Turan

Küçük İyiliklerin Cenneti

Anne, yatağa yatan çocuğunun üzerini örtüyor. Çünkü çocuğun uykusunda üşümemesi gerek. Bu sahneye şahit olduğumuzda hissettiğimiz, bize annenin davranışını belirleyen o basit sebebin ötesinde ve çok üstünde bir şeyin işlemekte olduğunu ‘söyler’. Anne sanki yalnızca soğuktan değil, yeryüzünde dolaşan tüm gerçek ve hayali kötü şeylerden evladını korumaya almış, ona görünmez bir zırh giydirmiş gibidir. Çocuğun yüreğini dolduran emniyette olma duygusunu, biz şahitler de paylaşırız. Burada ilginç olan, çocuğun değil, biz dışarıdan bakanların ‘saflığı’dır: Artık hiçbir kötülüğün bu küçüğe yaklaşamayacağına, hatta uzaktan bile olsa tehdit edemeyeceğine yönelik o çocuksu duygunun içimizden kesin bir fikirmişçesine yükselişi ve ona inanışımız.

Çoğumuzun çocukluğumuza dair ortak bir anısı oluşu, bu emniyette olma duygusunun nasıl kolayca varlığımızı kuşatıverdiğini anlamamızı kolaylaştırır. Çocuğun yüzündeki ifadede yakala(n)dığımız, anlık bir geri dönüştür. Emniyet duygusunun anlık bir fikir düzeyinde yakalanışı. Sonra kendimizi yine yaşadığımız dünyada buluruz. Gerçeklik olanca sertliğiyle iş başındadır. Çok iyi biliriz ki, anne çocuğunu bir yere kadar koruyabilir. Şefkatinin şiddeti, onu fedakârlığın en uç noktasına kadar götürebilir ama bu, çocuğunu korumaya her zaman yetmez. Yine de geriye parçalanmayan bir şey kalır. Kendini koruyan ve hayatta kalmaya direnen bir şey. O, en korkunç kötülüklerin ve felaketlerin hüküm sürdüğü bir dünyanın katılığını çözüp dağıtan, keskin sınırlara itibar etmeyen bir küçük jest olarak görünür. Anne, çocuğunun üzerine kapanır (Bir orman yangınında, uçamayan yavrularının üzerine kanatlarını açarak kapanan ve böylece onları ateşten koruyan, ama kendi küle dönüşen anne-kuşun ‘küçük jestini’ hatırlayın. Yavrular yine de yanabilirdi. Ama bu, anne-kuşun yaptığı şeyi önemsiz kılmazdı). Bu küçük jest, bir fedakârlık anını ebedileştirir. Emniyet duygusunun anlık bir fikir düzeyinde yakalanışına bu türden bir ebedilik eşlik eder.

Anne ile çocuk arasındaki özel ilişki elbette benzersizdir, ama dışarıdan bakarken bile bu özel ilişkinin doğurduğu duyguyu kolayca paylaşabilmemizi neye yormalı? Sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguların bahsettiğimiz türden küçük (ama hiç de küçümsenemeyecek) jestlerle işlediğini söyleyemez miyiz? Hz. Peygamber’in (a.s.m.) tebessüm etmemizi tavsiyesi boşuna mı? Birinin ayağına takılıp zarar vermesin diye yoldaki taşı kaldırıp kenara koyan kişinin davranışını ”cennetlik” diye övmesinde, bu dünyanın da kendi halinde bir tür cennete dönüşeceğine dair umudun işareti yok mu? Kalbinin katılaştığını söyleyen sahabesine ”Bir yetimin başını okşa’‘ dediğinde, yetim çocuğun içine yayılacak sıcaklığın ve emniyet duygusunun bir ebediyet anına dönüşeceğini; sevginin ve şefkatin küçük bir jestle somutlanışının bütün bir cemiyet hayatını iyiye doğru yönlendirebilecek potansiyelini işaretlemiyor muydu?

”Hareketlerinize dönün” demişti Cahit Zarifoğlu. ”Onları gözleyin… Hareketin nesnesine çevirin bakışınızı. Hareketin kaslarına ve fiziğine… Söyleyin, sadaka vermenin gereğine inanıyor ve öğütlüyor da, imkânlarınıza rağmen vermiyorsanız neye yarar? Esirgediğinizden değil, belki değil, fakat yapılması gereken bir hareket var. Yani, örneğin cebinizden para çıkaracaksınız, vereceğiniz kişi ya da kişileri bulmak için sorup soruşturacaksınız, diliniz içinizdeki inancın, düşüncenin ve kararın hareketini yapacak ve (ayaklarınızla) yürüyeceksiniz, gizli ya da aşikâre eliniz onun eline uzanacak, ve eliniz uçacak kadar boşalmış gibi kendinize gelecek. İşte içinize kavuştunuz, onu dış yaşantınıza malettiniz. Sadaka verdiniz. Sınıflaşma yarasına merhem oldunuz. Güçsüzleri korumada yasaların işe yaramadığını anladınız. Güzel, şimdi evinize dönün ve kullanmadığınız için kendi kendine çürüyen ama aslında başkalarının ihtiyacı olan eşyalarınıza gözlerinizi dikin. Şimdi milyonları olanlara değil, olmayanlara bakıyorsunuz. Gördünüz mü ne kadar zenginsiniz. Bu zenginliği kime mi vereceksiniz? Kimseyi bulamıyor musunuz? O zaman kımıldayın, hareket edin, bana kadar gelin, işte adresler. Böyle böyle çoğaltın söyleyeceklerimi.” (”Yaşamak” kitabından) Cennet, küçük iyiliklerin cennetidir. Cahit Zarifoğlu’nun mükemmel ifadelerinde parlayan şey, büyük harfle İyilik idealinin sonu gelmeyen gevezeliği değil, küçük jestlerin, ”hareketin kaslarının ve fiziğinin” ışıltısıdır. Dünyaya, komşunuzu selamlayarak katılın.

Sedat Turan / Zafer Dergisi

Geçmişi Kurtarmak

Gölgesi uzuyor hayatlarımızın. Sevimli ihtiyar adamların, bir cami avlusunun serinliğinde akşam ezanlarının okunmasını ya da belki bir köy kahvesinin önündeki tahta sandalyelere oturmuş, hareketleri gibi ağırlaşmış zamanın geçmesini beklerlerken birbirlerine anlattıkları geçmiş zaman hikâyelerine kapılarak bilinmeyen yerlere doğru (nerededir bütün o yaşanmış şeyler şimdi?) yitip gitmeleri ve geriye yalnızca havayı dolduran seslerin kalması gibi, hayatlarımızın gölgesi uzadıkça, geçmişe daha uzun uzun bakıyor, daha eskilere, unutuşun dipsiz kuyusuna çökmüş anıların peşinde daha derinlere, yitirilmiş bir dünyanın kalıntılarını bulup çıkarmak için dalıyor ve her defasında kimbilir hangi büyünün tesiriyle değişmiş, tanınmaz hale gelmiş, belki uzaktan uzağa birşeyleri hatırlatan, ama artık kendileri olmaktan, bütünüyle bizim olmaktan çıkmış, yine de sahiplenmekten vazgeçemediğimiz ‘şeyler’le geriye dönüyoruz. O şeylerden konuşurken kelimelerimiz bile yosun kokuyor. Gölgesi uzuyor hayatlarımızın.

kıraathaneÖmür bahçelerimize akşamın alacakaranlığı usulca çöker ve tüm yaşadıklarımız bu alacakaranlığın içinde belirsizleşip birbirine karışmaya, gitgide silinmeye yüz tutarken, yaşadıklarımızdan birşeyleri kurtarmaya, hayatta tutmaya çalışmak için bizi zorlayan bir endişe ve istek içimizde çoğalıyor. Herşeyin birbirine karıştığı bu yarıkaranlık bahçede huzur ve acı, sevinç ve üzüntü, neşe ve keder, ümit ve yeis te birbirine karışıyor, içiçe geçiyor, biri diğerinin yerini alıyor. Öyle ki, çoğu defa neyin bizi huzursuz ettiğini anlayamıyor veya binbir güçlükle netleştirdiğimiz bir görüntünün bize acı mı sevinç mi verdiğine emin olamıyoruz. Yine de bu zorluklar bizi yıldırmıyor ve ‘geçmişi kurtarmak’ gibi altından kalkılması hayli zor bir işin peşini bırakmıyoruz. Çünkü hayatlarımızın yaşanmaya değdiğine, hayatın hakkını verdiğimize kendimizi inandırabilmenin kaygısıyla doluyuz. Bu kaygılarla geçmişe ait hatırlayabildiğimiz ne varsa yazmaya, anlatmaya, kaydetmeye, biriktirmeye çalışıyor, yaşadıklarımızı hatırlatan ve o yaşanmışlıkların bütün duygularıyla, sezişleriyle, imalarıyla, kokularıyla üstüne sindiği eşyaları titizlikle saklıyoruz.

Hepimiz az çok geçmiş zaman koleksiyoncusuyuz. Koleksiyonumuzun zenginliğini yeteneklerimizin farklılığı belirliyor. Ama yalnızca zenginliğini değil, bu özel koleksiyonun bir canlılık taşımasını, parçalarının belirli bir uyumla biraraya getirilerek sağlıklı ve iyi bir bütün oluşturabilmesini de yeteneğimiz belirler. Ama yalnızca yeteneğimiz de değil. Geçmişin unutulup gitmesinden, geçmişimizle birlikte kaybolup gitmekten duyduğumuz korkunun büyüklüğü de belirleyicidir. Bu, geçmişi sadece geçmiş olarak görmemekle, Zamanı bütün parçalanmışlığına ya da onu parçalanmış olarak algılayışımııza karşılık, o parçalara aynı anda dokunabilme isteğinin içerdiği ‘aşırılık’la ilgilidir. (Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde anlatmayı başardığı buydu. O, ‘Eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, herşeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekanda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim’ der, ‘çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.’) Zaman’la aramızdaki ilişki bizi bu aşırılığa zorlar, çünkü bu aşırılık olmadığında geriye birşey kalmamaktadır. Ölümün hayaleti dışında. Sona yaklaştıkça daha iyi anlıyoruz bir sonumuz olduğunu.

Kazancakis’in bir romanında, ihtiyar bir adamın nehrin sularında kendi akıp giden hayatını seyretmesi gibi, artık baktığımız herşeyde kendi faniliğimizi hatırlatan izler görüyoruz. Bugüne kadar bir fısıltı olarak duyduğumuz sesler gittikçe yükseliyor. Dünyayı dolduran bu görüntüler ve sesler, daha da yaklaştığını haber veriyorlar ”yaklaşmakta olan”ın. Bulutların geçişinde onu hatırlatan birşey var. Rüzgarların tenimize değişinde onun soluk kesici soğukluğunu hissediyoruz. Yapraklar onun rengiyle dökülüyor ağaçlardan. Onun temasıyla çiçekler kokularını kaybediyor. Denizin çekildiği kıyılardaki ağır sessizlikte, ormanların derinliklerindeki nemli kuytularda, şehirlerin gürültülü caddelerinde, evlerimizdeki ağır ve kasvetli eşyaların arasında onun hayaleti dolaşıyor. Ölüm, yaklaşıyor.

Ölüm daha da yaklaştıkça, hatırlamak hayati bir meseleye dönüşüyor. Kendimize ve başkalarına, ”hayatı hakettiğimizi, yaptıklarımızın ve yaşadıklarımızın bunu apaçık gösterdiğini” ispatlamak için hemen her şeyi hatırlamaya, onlara yeni bir görev yüklemeye, geçmişimizi bir bütün olarak sabitleyip görünür kılmaya ve gelecek ölümün dünyada bıraktığımız tüm izleri silmesini önlemeye çalışıyoruz. Bu, masum ve anlaşılabilir bir çaba olarak kalabilirdi, eğer yaşadıklarımıza dair yeniden tanıklığımız, insani bir ”içe dönüş”le sonuçlanabilseydi.

Halbuki çoğu zaman geçmişe çevirdiğmiz bakışlarımıza, ölümün hayatlarımıza yönelik bir haksızlık olduğu yargısı eşlik ediyor. Yaşadıklarımız zihinlerimize, ölümün o herşeyi anlamsızlaştırdığını düşündüğümüz dokunuşundan kurtulmayı başarmış, yalnızca kendisine işaret eden ve sonsuza dek kendini tekrarlayan bir görüntü olarak yansıyor. Geçmişin kalıntılarıyla kendimiz için bir ”özel ebediyet” inşa etmeye girişiyor ve böylece, Geçmiş düşüncesine ideolojik bir işlev yüklüyoruz. Bütün geçmiş(imiz), ölümlü olduğumuz gerçeği karşısındaki direnişimizin bir aracına dönüşüyor. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, günahlarıyla yaşadığımız herşeyi kıskançlıkla sahipleniyoruz, çünkü hayatlarımızın hakiki sahipleri olduğumuzdan hiçbir kuşkumuz yok. ”Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim” diyen kişinin, yaşadıklarını sahipleniş biçimindeki apaçık kibirden rahatsızlık duymuyor, aksine bu sözü kendisiyle barışık bir insanın rahatlığı olarak onaylıyoruz. Geçmişle kurduğumuz bu ilişki biçimine, hayata ve ölüme yüklediğimiz anlamın temelden sakatlanmış olması yol açmaktadır.

Hayatımızın sürmesini mümkün kılan şartlar ve ihtiyaçlar-ki bunlar kainat kadar geniş bir alana yayılmış ve sayısız çeşitliliktedir- karşısındaki mutlak aczimize bakmadan hayatımız üstünde mutlak sahiplik iddiasında bulunmamız, bütün saçmalığına rağmen bu iddianın temeli üzenine kurulu bir yaşayış tarzını sürdürmedeki ısrarımız ve giderek yaklaştığımız ölümümüzün bu benimsediğimiz,alıştığımız yaşayışın içinde hiçbir biçimde anlamlı bir yer tutmayışı, bu yüzden ölümü hayatlarımıza yönelik ölçüsüz bir tehdit olarak algılayışımızın doğurduğu dehşet, geçmişle kurduğumuz ilişkiyi hakikatdışı bir alana taşır. Yaşanmış olan, artık hayatımızı yeniden anlamlandırabileceğimiz bir muhasebe imkanı barındırmaz. Belki olsa olsa şenlikli, renkli bir karnaval gibi kendini işaret eder ve yalnızca gösterdiği kadarını olumlayarak sabitleşir. Onun bu görünümü, bütün yüzeysel renkliliği, çeşitliliği ve çılgınca akışına rağmen hayatın gittikçe cansızlaştığı bu dünyanın görünümüyle uyumludur. Çünkü hakikatten yoksunluk, dünyanın bu işleyiş biçimini belirlediği gibi, hayata bakışımızı da çarpıtmış durumda.

İnsan hayatının küresel ekonomi-politik işleyişin aracı olarak değersizleştirildiği bu dünyanın sözcüleri, bize hayatlarımızın sahibi olduğumuz yalanını söylemekten vazgeçmiyorlar. Biliyorlar ki, ancak onlara inandığımız sürece her tür tahakkümü ve zorbalığı meşrulaştıran zemin yerinde durabilir. Ancak, hayatlarımız üzerinde, Hayatı veren Yaratıcı’nın dışında hiçbirimizin sahiplik iddia edemeyeceğini anlamak ve buna iman etmek, hayata ve ölüme bakışımızı hakikat düzeyine çıkaracaktır. Geçmişe dönersek.. Ölüm yaklaştıkça çekildiğimiz geçmişin o donuk ebediliğinde hiçbir hayat emaresi bulunmuyor. Bizim, hayatın ve ölümün sırlarını açıklayan ”ayetler”e, aklımıza, kalbimize, ruhumuza, bütün duygularımıza seslenen ve iyileştiren ayetlere ihtiyacımız var. Onlar, hayatlarımıza yeniden indiğinde, vaat edilmiş bir ebediyetin içinde geçmişe de tüm canlılığıyla bir yer verildiğini umut edebiliriz. O (c.c.) razı olduğu için kaybolmamış, yitirilmemiş bir ömür. Bu umut, herşeyin üstündedir.

Sedat Turan / Zafer Dergisi

Ölüme Dair Notlar

1- Ölüm hep var. Adını anmadığımız zamanlarda da…

2- Her şeyin bir başka hâli var. “Baş ağrısı bahane” ise, yalnız ölüm kendi hâlindedir. Hem her şeye karıştığına göre er geç, hiçbir şeye karışıyor da sayılmaz. Olan, olup bittiğinde, olmuştur. Ölümün neyi değiştirdiğini, biz ölümlüler tam olarak bilemeyiz bu dünyada.

3- “Hemen öbür dünyaya geçmeyelim” derseniz, yollarımızı ayıralım. Benim bildiğim başka bir yol yok.

4- Benim bildiğim yol, bu dünyadan önce başlar bu dünyadan sonrasına uzanır. Arada, yoldayım.

5- Alttan alta kavgasını sürdürse de, aklın kavrayamayacağı bir olgu olarak ölüm, felsefenin doğrudan uğraştığı bir “felsefî sorun” olmaktan uzunca bir süredir çıkmış durumda. Demek ki bu süre boyunca felsefî açıdan ölmüyor sayılırız. Felsefenin, üzerine akıl yürütemeyeceği bir konudan yüz çevirişini anlayışla karşılayabiliriz. Dahası, hayıflanmamız da gerekmez. Bazı aklıevvellerin “Felsefe diriler için yapılır be akılsız!” sataşmasını göze alarak şunu diyebilirim: Felsefenin ölmüşe faydası yok.

6- Güzel Peygamberim (s.a.v.) bana şöyle buyurmuştur: “Benim dünya ile alâkam, bir ağacın altında oturup dinlendikten sonra kalkıp orayı terk eden bir atlının durumu gibidir.” (İbn Mesud. Tirmizî) Benim dünya ile alâkam, emirdir, ayrılığa ayarlıdır.

7- Ölüm, ayırır. Basit bir söz söylüyorum, işte böyle.

8- Yaprak, dalından Kuş, ötüşünden Ruh, bedeninden

9- “Boşların boşu, Vaiz diyor, boşların boşu, her şey boş. Güneş altında çektiği emeğinden insanın kazancı nedir? …Ne var idi ise, olacak odur ve güneş altında yeni bir şey yok. Bak, bu yenidir, diyecek bir şey var mı? Çoktan, bizden evvel olan asırlarda olmuştur. Evvelki nesiller anılmıyorlar, gelecek olan sonrakiler de kendilerinden sonra gelecek olanlar arasında anılmayacaklar.” (Eski Ahit, Vaiz, Bap 1)

10- Acıyın çağdaşım olan uygarlığa, insanlarına… Unuttular ve unutulmayacaklarını sandılar. Müzelerinde, şık salonlarının ışıklı duvarlarında sergilediler ölümsüzlüğü ve geçip karşısına baktılar, uzun baktılar. Hayranlıkla parlıyordu gözleri. “Başardık” dediler ve kutladılar birbirlerini. Beyler şakalaştı, hanımlar nazikçe gülümsedi. Aralarında dolaşıyordu ölüm, içlerinden bir burjuva mı sanıyorlardı onu? Öyleyse ilân ediyorum buradan: Ölüm, gericidir!

11- Ölümle aramızdaki mesafe ölçülemez. Bunun, şunu anlamamıza faydası olabilir: Mesafe, yok’a daha yakındır. Şimdiden.

12- “Nerede olsanız ölüm size yetişir—isterseniz yüksek kulelerde veya semânın burçlarında olun …” (Nîsa suresi,78).

13- En ağır ölüm bile hızlı.

14- Çocuğun ölümü: Cennet, eksik bir melek için yeryüzüne eğilir. Ve tırmanır çocuk. Genç ölmek: Hangi aşkın ve kavganın içinden geçilmişse o kadar fiyakalı. Acıtır. İhtiyarın ölümü: Dedemin bir yaz akşamı ezanla çağırıldığı…

15- Önümde ölüm… Sözlerim doğruysa, arkasından konuşmam câizdir. “Rumun şuarasından” olmasam da.

Sedat Turan / Zafer Dergisi

Kur’an’a Dair Yanlış Bir Ezber

Osmanlı Devleti’nin çöküşe yüz tuttuğu dönemde, farklı ideoloji ve siyasi akımlardan etkilenseler de, büyük çöküşün ve parçalanmanın sorumlusu olarak suçladıkları mutlak iktidarı temsil eden, saltanata karşı ortak bir muhalefet bayrağı açan aydınlar, cumhuriyet’le birlikte, bir kurum olarak ‘iktidar’ karşısındaki konumları açısından bir dağılma göstermişlerdi. Bazı aydınlar, artık devrimci bir karakter sergileyen iktidarın yanında yerlerini almışlar, halkın yaşam biçimini dönüştürme projesinin (Batılılaşma) ideolojik argümanlarını üretmekteydiler. İktidarın sert ve tavizsiz tutumu, muhalefet damarını canlı tutan aydınları sözlerini duyurabilecekleri, etkili olabilecekleri toplumsal hayatın görünür alanlarından sürüp uzaklaştırdığı için, halka ulaşılabilecek her kanal ‘basın, eğitim kurumları’ iktidarla organik bağı olan bu aydın kesiminin elindeydi. Dolayısıyla halkın gözünde aydınlar, anla(ş)makta zorlandıkları, bütünlüğe sahip bir ‘okumuşlar sınıfı’na aittiler.

Aydınlara göre, halkın ezici çoğunluğunun yoksulluk, sefalet ve cehalet içerisinde yaşıyor olması, köhnemiş inançların, değerlerin ve geleneğin belirlediği yaşam biçimine bağlılıkla açıklanabilirdi. Bu inançların, değerlerin ve geleneğin sıkı bir eleştiriden ve sorgulamadan geçirilmesi zorunluydu. Eleştiri ve sorgulama yöntemleri, çoğunlukla halkın gönülden bağlı olduğu kutsallarına yönelik bir saldırganlık ve küçümseme içeriyordu. Aydınların ak ile karayı, doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak titiz bir eleştirel yaklaşımdan yoksun, aceleci ve sınır tanımayan saldırganlığı, üstten bakan küçümseyici tutumu karşısında, halkın aydınlara güvensizlik ve yabancılık duyması kaçınılmazdı. Nitekim, bugüne kadar halk-aydın ilişkisinin karşılıklı güvensizlik-suçlama üzerinden işleye gelmiş olduğu bir gerçektir. Elbette, halkın duyduğu güvensizliğin ve yabancılığın ‘göz ardı edilemeyecek önemde olsa da’ tek başına aydınlara yönelik bir eleştiriyi haklı çıkaracağı söylenemez. Burada can alıcı husus, halkın güvensizliğini ve yabancılaşmasını da besleyen, aydınların topluma, tarihe, kültüre dair okumalarının sığlığı, yüzeyselliği ve hatta ezberciliğidir.

Türk aydınlarının kendi toplumlarına bakışı daha başlangıçta şabloncudur. Batı’da üretilen fikirlerin, ideolojilerin Batı’nın kendine özgü tarihsel tecrübelerine bağlı olduğunu dikkate almaz. Batı kaynaklı her ideolojiyi ve bilim anlayışını ‘evrensel’ (her zaman ve her toplum için geçerli) kabul eder. Bu ideolojilerden ve bilimsel anlayıştan ödünç aldığı perspektifle kendi tarihini, geleneklerini, toplumsal değerlerini analize girişir. Öznelerin değişmiş olmasında (‘Batı’nın yerini ‘Biz’, ‘Hıristiyanlık’ın yerini ‘İslam’ almıştır) sonuç itibariyle bir farklılık görmez. Yargıların, ancak kendisini doğuran özel şartların ve deneyimlerin bütünlüğü içinde anlam taşıdığını gözden kaçırır. Bir Batılı filozofun Hıristiyanlığa yönelik eleştirisinin, aynen İslam’a da uygulanabileceğini kabul eder. Batı’da üretilen maddeci, tabiatçı felsefe ve ideolojilerin, evrimci bilim anlayışının, bu ülkenin birçok aydınının Kur’an’a yaklaşımlarında derin etkisi olduğu bir vakıa.

Bu aydınlar, felsefi çalışmalarından gazete yazılarına kadar her yazdıklarında Kur’an’ı kutsallığından kopararak, ona sıradan, dünyevi bir metin düzleminde baktılar ve öyle değerlendirdiler. Bunu da, bilimsel objektifliğin bir gereği olarak öne sürdüler. Halbuki binlerce kesin ve mucizevi delille Allah’ın kelamı olduğu ispatlanmış olan Kur’an’a, bütün bu delilleri çürütmeden, sadece yok sayarak ‘objektif’ bakmanın mümkün olamayacağı çok açıktı. Böyle bir objektif yaklaşım Kur’an’ı doğrudan bir insan eseri kabul etmekle eşdeğerdi. (Bu çok önemli hususta daha derin ve kapsamlı bir okuma için: Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat içinde Yirmialtıncı Mektup. Yine bu Mektup üzerinde açıklayıcı bir çalışma olan: Ümit Şimşek, Şeytanla Münazara, Zafer Yayınları).

Her ne kadar iddialarını temellendirmekten uzak olsalar da (doğrusu böyle bir işe kalkışmış olanlar da komik duruma düşmekten öte gidemediler), tezlerini Kur’an’ın insan sözü, asırlar öncesine ait ‘çöl vaazları’ndan ibaret bir kitap olduğu önyargısı üzerine kurmaktan çekinmediler. Bu aydınların Kur’an’a yaklaşımlarının bir ezbere dayandığı ortadadır. Ne var ki tümüyle ‘yanlış bir ezbere’. Batı’da maddeci felsefenin ‘Tanrı’nın ölümünü’ ilan etmesinden sonra, bu felsefenin ithalcisi konumundaki aydınlar, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul etmenin, kendilerini Ortaçağ zihniyeti olarak küçümsedikleri bir anlayışa saplayacağı endişesini taşıyageldiler. (Kur’an’a yönelik bu tutum, aynı zamanda Kur’an’la temellenmiş büyük bir medeniyetin inkarını da beraberinde getirdi. Bu basit bir kriz değildi. Aydınlar özelinde, Batı karşısında bir paylaşıma değil bağımlılığa işaret ediyordu).

Ne yazık ki, bugün için de birçok aydının benzer endişe ve kuruntularla, aynı ezberci tutumla hareket ettiği söylenebilir. Mesela, bir TV programına katılan aydın kimliğine sahip bir profesör, söz arasında Kur’an’ın, Tevrat ve İncil’den ‘cımbızlanmış’ bir kitap olduğunu, öne sürdüğü fikirlere dayanak yapabilmektedir. Profesöre göre, Tevrat ve İncil’de yer alan bazı Peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları hadiselerin Kur’an’da da zikredilmesi, Kur’an’ın diğer kutsal kitaplardan kopya edildiğini ispatlamaya yetiyordu. Öyle ya, bir Yaratıcı olmadığına göre, Kur’an da diğer kutsal kitaplar gibi ancak insan sözü, insan eseri olmalıdır. Hz. Muhammed, çok zeki, çok akıllı bir insandı. Eski kutsal metinleri bütün ayrıntılarıyla çok iyi biliyordu (ümmi olduğu halde), onları örnek alarak Kur’an’ı yazdırmıştı vs. Şu çokça duyduğumuz sağlam(!) iddialar, aynı ezbercilik.

Bu iddiaların saçmalık düzeyini anlamak için, Bediüzzaman’ın aynı husus hakkında yazdıklarından kısa bir bölüm okumak yeterli olacaktır. Bediüzzaman, Kur’an’ın maziye ait gaybi ihbarlarının bir mucize (insanın benzerini yapmaktan aciz) olduğunu ve bu mucizenin, Kur’an’ın Allah kelamı oluşuna kuvvetli bir delil teşkil ettiğini ispatlar: ‘Kur’an’ın nazar-ı gayb-binisi, o kütüb-ü salifenin umumunun fevkinde ahval-i maziyeyi görüyor ki, ittifaki meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor. İhtilafi meselelerde musahhihane onlara faysal oluyor (hakkı batıldan ayırıyor). Halbuki Kur’an’ın vukuat ve ahval-i maziyeye dair ihbaratı akli bir iş değil ki, akıl ile ihbar edilsin. Belki semaa mütevakkıf nakildir. Nakil ise kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakiyle kıraatsız, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmi lakabıyla mevsuf bir Zata nüzul ediyor. Hem o ahval-i maziyeyi öyle bir surette ihbar eder ki, bütün o ahvali görür gibi bahseder. (…) Kur’an’da zikrolunan vukuatın hulasaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor (tabiri caizse) bir meharet-i fevkalade ile ihbar ediyor’.

Bediüzzaman, Peygamber kıssalarının zikrediliş biçimi ve Hz. Peygamber’in (asm) bir kısım vasıfları üzerinden yaptığı tahlille, Kur’an’ın diğer kutsal kitapların tahrif edilmesinden kaynaklanan yanlışları düzelttiğini ve bunun, Kur’an’ın bir mucizesi olduğunu ortaya koyar. Kur’an kendinden önceki kutsal kitaplara her noktada aynen bağlı kalmakta değildir. Bilakis onları, içerdikleri hataları tashih ederek kendine bağlamaktadır. Dikkatsiz bir bakışla bu ince nokta anlaşılamaz.

Bediüzzaman’ın, Kur’an’a ciddi muhatabiyetinin eseri olan bu yaklaşım, aynı zamanda Kur’an’ın Tevrat ve İncil’den ‘cımbızlandığını’ öne sürenlerin ciddiyetsizliğini de açığa çıkarmaktadır. Bu ciddiyetsiz, yanlış ezbere dayalı iddiaları kesin gerçeklermiş gibi dile getirmenin, ‘Aydın’ kimliğinin gerektirdiği eleştiri bilinci ve ahlakıyla bağdaşır yanı yoktur. Aydın olmak, her şeyden önce ‘hakikate saygı’ işidir ve zordur. Yalanın ve yanlışın, işleri kolaylaştırıcı rahatlığına sığınmak dürüst bir aydın tavrı olamaz. İnanıp inanmamak insanın özgür iradesine bırakılmış bir tercihtir. Müslümanların, hayatın her alanında olması gerektiği gibi, inanç hususunda da kimse üzerinde bir tahakküm kurmaya çalışarak haddini aşması doğru değildir ve kabul edilemez. Aynı hassasiyeti gözeterek, ‘aydın’ kimliğiyle konuşan ve yazan insanlardan biraz daha ciddiyet beklemek hakkımız olmalı değil midir?

Sedat Turan / Zafer Dergisi