Etiket arşivi: Selçuk Eskiçubuk

Bu Millete Silah Çeken Haindir

3 Ocak 2014 de “Yangının külü üstümüze yapışmadan”( http://www.nurnet.org/yanginin-kulu-ustumuze-yapismadan/) isimli bir makalede, Gülen hareketiyle hükümet arasında başlayan mücadeleden Türkiye’nin zarar göreceğini yazmıştım. Kimsenin bizi dinleyeceğini düşünmemiştim ama, o yazıyla tarihe bir kayıt düşmüştüm.

Gülen hareketi 70 li yıllarda Nurculuk hareketinden kopmuş, Risale-i Nur’u esas alan kitap eksenli hareketten ayrılmış, şahıs eksenli(F.Gülen) bir harekete geçmişti. Fethullah Gülen defalarca nurcu olmadığını basına beyanat vererek bunu deklare etmişti. Mesela 1971 İzmir askeri mahkemesinde nurcu olmadığını ifade eden beyanı, 6 Haziran 1998 tarihli Aksiyon dergisinde de ifade etmişti. Yeni Asya gazetesi de aynı haberi 11 Haziran 1998 tarihli sayısında yazmıştı.

Dini bir hareket olarak başlayan, eğitim faaliyetlerine önem vererek Özal’dan, Demirel’e, Ecevit’den Tayyip Erdoğan’a kadar siyasetçilerin de ilgi ve takdirini kazanan bu hareket hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir başarısız darbeye kadar evrildi ve sonunda intihar ettiler. Artık bu millete kimse onların iyi niyetli olduklarına inandıramaz.

40 yıldan beri devlet içinde askeriye, mülkiye ve adliyeyi ele geçirme işleminin artık tamamlandığına karar verdikten sonra hükümetle olan ortaklığı bitirmeye karar verdiler.

Gülen hareketi olarak bilinen hizmet hareketi önceleri AKP ile işbirliği yaptı, kadrolarını daha da sağlamlaştırdılar, önce Ergenekon ve Balyoz davaları gibi davalarla, sahte belge ve CD lerle Türk silahlı kuvvetlerini felç ettiler, yerlerine kendi adamalarını doldurdular. Ama sonra ne olduysa iktidarla araları açıldı, yürütülen bu davalarda birçok sahtecilik ve haksızlıklar yaptıkları belli oldu iktidar da bunlara isyan etti ve yollar ayrıldı, düşman kardeş oldular.

2010 lu yıllara gelince artık dini bir cemaat görünme süreci tamamlanmış kafalarında kurdukları rejim ne ise onu gerçekleştirmek için harekete geçmeye karar verdiler, Pensilvanya’dan yürütülen bir savaşa girişti.

Ülke içinde iktidara muhalif bütün kanatlarla en geniş seçim ttifakı yapmalarına rağmen başarılı olamadılar. Tek yol kaldı, o da darbeyle milli iradeyi alaşağı etmek.   Ama bu rejim asla demokratik bir rejim değildi,

Silahlı kuvvetlerden başlayan darbe hangi gün, hangi saatte yapılacaktı, karar niye değişti bunlar üzerinde uzun zaman konuşulabilir ama tek gerçek 15 Temmuz 2016 Cuma günü erken saatlerde “Yurtta sulh hareketi” adını verdikleri bir eylem zinciriyle darbeye teşebbüs ettiler. Hükümete göre bu bir terör eylemiydi ve ve adı da FETÖ idi.

Bu terör örgütü milletin evlatlarını yine bu milletin evlatlarıyla karşı karşıya getirdi, darbeye katılanlara dünyevi makamlar vaat etti, kimisi cumhurbaşkanı olacaktı kimisi başbakan kimileri de diğer bütün dünyevi makamlara getirilecekti. İstanbul’da köprüden geçişler tanklarla durduruldu. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları etkisiz hale getirildiler. TRT işgal edildi, zorla darbe bildirisi okutuldu, diğer gazete merkezleri ve Türksat merkezi de işgale başlandı.

Darbeciler, özel eğitimli ekiplerinden oluşan en acımasız çeteyi, Cumhurbaşkanına suikast için görevlendirdi. Birileri uçaklarla, helikopterlerle polislere saldırıldı, birileri TBMM’ni bombaladı, birileri de sivil halkın üzerine ateş açtı.

Cumhurbaşkanına yapılan suikast başarısız oldu, Cumhurbaşkanı cep telefonuyla bağlandığı özel bir tv kanalından halka seslendi, “milleti sokağa çıkmaya, demokrasiyi savunmaya ve milli iradeye sahip çıkmaya davet etti”. İşler o andan sonra tamamen değişti, halk ölümüne sokaklara çıktı, tankların önüne yattı, üstüne çıktı, köprüye koştu,  TRT binasına gitti, Cumhurbaşkanlık sarayının önüne gitti. Milletvekilleri de parti gözetmeksizin bombalanmaya rağmen meclisi terk etmedi. Sonuç olarak yangın o günden bugüne o kadar çok büyüdü ki artık değil külleri ateşi yüreklerimizi dağladı, en son darbe teşebbüsüyle 246 şehit verdik, darbe başarısız oldu ve milli irade kurtarıldı. Şimdi de halk 10 gündür gündüz işinde gece sokaklarda demokrasi mitingleri yapıyor.

Bu olaylara baktığımızda sanki bakara suresinin 251. ayeti bugün tekrar nazil oluyordu:

*Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt üst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir(Bakara,251)

Darbeye teşebbüs edenleri şimdi büyük bir zillet bekliyor. Bundan öncede bu ülkede darbeler oldu, iktidarlar devrildi, seçilmiş başbakanlar ve bakanlar asıldı, seçilmişler görevlerinden alındı, askeri vesayet ülkeye hakim oldu. Ama hiçbiri bu kadar zalim olmadı.

Hükümet FETÖ ile irtibatlı ne kadar Üniversite, sağlık kuruluşu, sendika ve dernek, devlet memuru, yargı mensubu, büyük elçi, idareci, asker, polis personel varsa onların devletle olan irtibatlarını kesmek ve onları ayırmak istiyor. Geçmişte bunların hiçbirini yapmaya kimse cesaret edemezken bugün muhalefet bile artık bunları normal görüyor.

Bir olaya bir eyleme karışmadan onun varabileceği sonuçları önceden görebilmek, feraset sahibi olmak ve dik durmak gerekir. Yoksa olaylar ortaya çıktıktan sonra, kötü sonuçları herkes gördükten sonra birilerine “sen haklıymışsın” demek bir anlam taşımaz. Tarihte buna en güzel örnek 13 Şubat 1925 de devlete baş kaldıran Şeyh Said’in adamlarına Bediüzzaman’n söyledikleri şu sözlerdir:

“Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakar İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem”

Bu milletin evlatlarına silah çekmek hainliktir, çekenler kim olursa olsun. İsterse kendini dini bir hareketmiş gibi göstersin. Hepsi zalimdir.

15 Temmuz da ülkemizde FETÖ tarafından yapılan başarısız darbe için şimdi bir şeyler söylemek anlamını yitiriyor, olaydan önce gerçeği görüp öyle davranmak gerekir. Mesela Anayasa mahkemesinin eski başkanı Haşim Kılıç şimdi şöyle söylüyor:

“Darbe girişiminden çok önce, paralel devlet yapılanmasını “silahlı terör örgütü” şeklinde tanımlayan Sayın Cumhurbaşkanı’nın haklılığı ortaya çıkmıştır. Bu tanımlamaya ihtiyatla yaklaşanların, 15 Temmuz gecesinden sonra söyleyecek sözü kalmamıştır”.

ba’de harabi’l-basra yani Basra harap olduktan sonra gerçeği görmek bu millete çok pahalıya mal oldu. Şimdi her kes, siyasetçisinden cemaatle hala irtibatını kesmemiş kişilere kadar, günaha çıkarıyor. İradelerini yanlış kullananları Allah affeder mi affetmez mi bilinmez ama Gülen hareketi ülkemize çok pahalıya mal oldu.

Dr.Selçuk Eskiçubuk – nurnet.org

Atom Ve Hareket

           BEDİÜZZAMAN’IN PENCERESİNDEN  “ATOM NEDİR?” (1)

Atom, bilinen evrendeki tüm maddenin, kimyasal ve fiziksel niteliklerini taşıyan en küçük yapıtaşıdır. Bütün maddeler, birbirlerine çok yaklaştıklarında birbirini iten, belli bir mesafeden sonra ise aralarındaki uzaklıkla ters orantılı olarak birbirini çeken atom dediğimiz çok çok küçük parçacıklardan yapılmıştır.

Maddenin yapısı bilim insanlarını, maddenin hareketinde yatan derin anlamları değerlendirmek ise din âlimlerinin işidir. Bediüzzaman eserlerinde atom ve atom altı parçacıklardan genel olarak”zerre” ismi ile kısaca bahseder. Onların varlıkların temeli olduğunu ifade eder, onların içyapısından ziyade, hareketlerinin anlamı üzerinde detaylı olarak durur:

*Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların (SÖZLER, 24.Söz)

*maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine (LEMALAR, 30.Lema)

Bugün bilinen maddi evren, ancak kâinatın çok küçük bir parçasını yani yaklaşık %5 lik kısmını teşkil etmektedir. Bu maddi evren içindeki her varlık, moleküllerden yapılmış, onlar da atomlardan meydana gelmiştir. Bu gün için bilinen atom sayısı 118 dir.

Güneş, Dünya, Ay, Yıldızlar, Gezegenler ve uydular ile gökyüzü alemi ve hayvanlar, bitkiler ve insanlarla yeryüzü alemi hep atomlardan meydana gelmiştir.

Atomun ne olduğu uzun yıllar anlaşılamamıştı. Bundan yaklaşık 2.500 yıl önce Eski Yunanlılar “atomos kavramını “maddenin artık bölünemeyecek en son sınırı” olarak tanımlamışlardı. 1808’de bilimsel olarak ilk atom teorisini ortaya atan Dalton da “Dünya’da atomu bölecek adam yoktur” demişti. Ama 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında atomun bölünebilir bir yapıda olduğu anlaşıldı. Bilimsel görüş de böylece değişti. II. Dünya savaşının kaderi 1945 de Hiroşima’ya atılan Uranyum ve Nagazaki’ye atılan Plutonyum elementlerinin parçalanmasına bağlı olarak yapılan atom bombaları ile değişmişti.

Atomlar,  klasik olarak bir çekirdek ve onun çevresindeki elektronlardan oluşur. Bunlara atom altı parçacıklar denir. Proton ve nötron; atom çekirdeğini oluşturur. Protonlar, pozitif yüklüdür, Nötronlar ise elektrikçe yüksüz bir parçacıktır.  Bunlara günümüzdeki bilimsel görüşlere göre Kuark adı verilir ve daha alt parçacıklardan meydana getirilmişlerdir. Bugün için 6 Kuark (u,d,s,c,b,t) keşfedilmiştir.

Bilim dünyasında birbirini izleyen ve sonraki bir öncekinden ileri olan bir dizi atom modelleri ortaya kondu. Önce elektronlar, sonra protonlar ve en sonra da nötronlar keşfedildi. O yıllarda tüm maddelerin yapı taşlarının elektron, proton ve nötron olduğu düşünüldü. Ama daha sonra da karşıt parçacıklar ve atom altı parçacıklar keşfedildi. Ve halen yeni birçok keşifler de buna ekleniyor. Bir protonun kütlesi, bir elektronunkinden yaklaşık 1840 kat büyüktür. Buna karşılık protonla nötronun kütlesi, birbirine oldukça yakındır.

Çekirdeğin çevresindeki parçacıklara ise Leptonlar denir. Birbirinden farklı yönde, farklı hızda ve farklı anda hareket ederler. Leptonlar bağımsız parçacıklar olarak bilinir. 6 Lepton (elektron, müon, tau, elektron nötrinosu, müon nötrinosu, ve tau nötrinosu) vardır. Bunlar en hafif kütlelidirler En çok bilinenleri elektronlardır ve bunların bir de karşıtları vardır. Elektronlar negatif yüke sahiptirler. Dış yörüngelerindeki elektronlara Valans Elektronu denir.

Bilim dünyasında kabul gören en son görüş “Kuantum Atom Teorisi”dir. Buna göre elektronlar çok hızlı hareket ederler, kendi etrafında döndükleri gibi çekirdek etrafında da dönerler. Kendi ekseni etrafındaki dönme hareketine “Spin hareketi”, çekirdek etrafındaki dönme hareketine ise “Orbital Hareket” denir.

Elektronlar çekirdeğin etrafından saniyede bin ila 100 bin km arasında değişen hızlarla dönerler. Elektronların bu dönüş hareketleri sema yapan bir Mevlevi’nin hareketi gibidir. Gökyüzündeki cisimlerin dönüş hareketleri de aynıdır, yani hem kendi eksenleri etrafında hem de bir yörünge üzerinde dönerler. Atomları döndüren kuvvet gökyüzünü dolduran bütün gezegenleri de aynı kanunla döndürüyor.

*Zemine nebatat ve hayvanat enva’ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i intizam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin..(SÖZLER,14.Söz)

*zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. (LEMALAR, 17.Lema)

Her bir parçacık için bir de aynadaki yansıması gibi bilinen tam tamına bir anti-madde parçacığı vardır ve bunlar tıpkı kendilerine tekabül eden madde parçacıkları gibi davranırlar. Aralarındaki tek fark, karşıt yüklere ve dönüşlere sahip olmalarıdır. Bir madde parçacığı ile bir anti-madde parçacığı bir araya geldiğinde bir enerji çakımı oluşturarak birbirlerini yok ederler.

Elementlerin özelliklerini dış yörüngelerindeki elektron sayıları belirler. İki elektron arasındaki elektriksel çekim, örneğin kütle çekim kuvvetinden 1040 kez daha güçlüdür.

Dış yörüngede 4 ten az (bir, iki veya üç)elektronu olan elementlere iletken denir. Bunlar dış yörüngedeki elektronlarını kolayca verirler. Atomları 1 valans elektronlu olan metaller, iyi iletkendir. Buna örnek olarak, altın, gümüş, bakır gösterilebilir. Demir 2 dış elektrona, Alimünyum ise 3 dış elektrona sahiptir.

4 valans elektronu olan atomlar yarı iletkendir, Silisyum ve Germanyum gibi. Normalde yalıtkandırlar, ancak ısı, ışık, magnetik etki ve gerilim altında veya bazı maddelerin ilavesiyle iletken özellik kazanırlar.

Dış yörüngelerinde 5, 6 veya 7 valans elektronu bulunan atomlar ise yalıtkandırlar, kauçuk, cam, hava, tahta, plastik ve hava gibi.

Güneşte saniyede 600 milyon ton Hidrojen, Helyuma dönüşmekte ve enerji açığa çıkmaktadır. Bu işler öyle tesadüfen olacak, karışık ve anlamsız olaylar zinciri değildir. Her şey ölçülü ve hikmetlidir, ne fazladır ne de az.

       ATOM HAREKETLERİNİN ANLAMI VAR MI?(2)

Ekoloji, canlı – cansız doğadaki tüm varlıklar arasındaki ilişkiyi inceleyen bir bilim dalıdır. Bilindiği gibi doğadaki tüm varlıklar bir hareket içerisindedirler. Görünüşte durağanmış gibi bir izlenim veren dağlar, toprak parçaları, kayalıklar ve durgun sular aslında oldukça karmaşık ve hızlı bir şekilde cereyan eden kimyasal etkileşimlere eşlik etmektedirler. Doğadaki bu hareketliliğin başında ise madde dolaşımı ve bu dolaşımda başrolü oynayan mikroorganizmalar gelir.

Bütün canlılarda C,H,O,N ile F ve S atomları çok önemlileridir. Ancak bunların değişiminde ve dönüşümünde görevlendirilen bakterilerin başında da toprakta bulunan Azot bakterileri (Nitrosomonas ve Nitrobacter gibi) ile Kükürt bakterileri (Beggiatoa ve Thiospirillum  gibi)  gelir. Atomlar çok küçük canlılar olan bakterilerin eliyle bilinçli bir dönüşüme uğratılır. Maddesel bu döngünün temelini ise “Kemosentez” oluşturur. Kemosentez, kimyasal enerji kullanarak (örneğin ATP) inorganik maddelerden organik madde sentezlenmesi olayıdır.

Mutlak sıfır sıcaklığı (0 Kelvin ya da -273.15 °C), bir cismin sahip
olabileceği en düşük sıcaklık anlamına gelir. Atomlar, bu en düşük sıcaklıkta bile bir titreşim hareketi yaparlar, elektronları atomun çevresinde dönmeye devam ederler. Helyumun, (atmosfer basıncında)
hiç bir sıcaklıkta donmamasının temel nedeni bu sıfır nokta hareketidir

Bediüzzaman da atomların gerek doğadaki gerekse canlıların bünyesindeki değişimine “tahavvülat-ı zerrat” başlığı altında şöyle anlatır:

*Tahavvülât-ı zerrât, Nakkaş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitâb-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır. Yoksa, maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir. Çünkü, bütün mevcudât gibi, zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde “Bismillâh” der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi. Hem vazifesinin hitâmında “Elhamdülillâh” der. Çünkü, bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i sanat, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kasîde-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.

Evet, tahavvülât-ı zerrât, âlem-i gaybdan olan her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamâta medâr ve ilim ve emr-i İlâhînin bir unvânı olan İmâm-ı Mübîn’in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hâzır ve âlem-i şehâdetten teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medâr ve kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den istinsah ile ve seyyâl zamanın hakikati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat’ta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizâzâttır. (SÖZLER, 30.SÖZ)

Doğaya baktığımızda her bir atom ve molekülün, boynundan büyük işler yaptığını görürüz. Bunlar onların kendi gücüyle, aklıyla ve ilmiyle olamaz. Onlar ancak ilahi birer memur olup amirlerinin emriyle hareket ediyor olabilir. Her işe başlarken manen sanki “Allah’ın adıyla” diye başlar. Çünkü buğday tanesi kadar bir çam çekirdeği koca bir çam ağacının programını içinde taşır. Vazifesini yapıp yeni bir yerde çam ağacı bitince o da görevi sona ermiş olarak “Elhamdulillah” der.

*her bir zerre, mebde-i hareketinde lisân-ı hal ile “Bismillâhirrahmânirrahîm” der. Yani, “Ben, Allah’ın nâmiyle, hesâbiyle, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” Sonra netice-i hareketinde, her bir masnu’ gibi her bir zerre, her bir tâifesi, lisân-ı hal ile “Elhamdülillahi rabbilalemin” der ki, bir kasîde-i methiye hükmünde olan san’atlı bir mahlûkun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri, mânevî, Rabbânî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plâğı hükmünde olan masnu’ların üstünde dönen ve tahmîdât-ı Rabbâniye kasîdeleriyle o masnuâtı konuşturan ve tesbihât-ı İlâhiye neşîdelerini okutturan birer iğne başı sûretinde kendini gösteriyorlar. (SÖZLER, 30.Söz)

Bütün tohumlar ve çekirdekler akılları hayretler içinde bırakan, hikmetli, faydalı, güzel sanat eserlerini sergileyerek onları yaratan yüce yaratıcının övgüsüne sebep olacak eserler arasında yer alırlar. Mesela nar ve mısıra bakılsa bu sözlerin anlamı açıkça anlaşılacaktır.

Materyalistler de bu olayları görüyorlar, kendi kendine olamayacaklarını anlıyorlar ve bu nedenle maddeyi ezeli kabul ediyorlardı. Ama kainatın gittikçe büyüdüğünün bilimsel olarak ortaya çıkışı bu inançlarını da yıktı.

*Hem, maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallâkıyet-i İlâhiyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhânallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki (LEMALAR, 30.Lema)

*Her zerrede, hem harekâtında, hem sükûnetinde iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünkü, Onuncu Sözün Birinci İşaretinde icmâlen ve Yirmi İkinci Sözde tafsîlen ispat edildiği gibi, her bir zerre, eğer memur-u İlâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse, o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünkü, anâsırın her bir zerresi, her bir cism-i zîhayatta muntazam işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamâtı ve kavânîn-i teşekkülâtı birbirine muhâliftir. Onların nizâmâtı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de, yanlışsız yapılmaz. Halbuki, yanlışsız yapılıyor. Öyle ise, o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhît sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve irâdesiyle işliyorlar, veyahut kendilerinde öyle bir muhît ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. (SÖZLER, 30.Söz)

*Birincisi: Cenâb-ı Vâcib-ül Vücûd’un tecelliyat-ı îcâdiyyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizât-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka sûrette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcûdâtların, tâife tâife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hâzırlamak için Fâtır-ı Zülcelâl kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.

İkincisi: Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl; şu dünyayı, bâhusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk sûretinde yaratmıştır. Yâni; neşvünemaya, taze taze mahsulât vermeğe kabil bir sûrette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu’cizât-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizâm dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu’cizât-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedâyâsını, nihayetsiz kudretinin mu’cizâtının nümûnelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.

Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sayfada nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için, Nakkaş-ı Ezelî, zerrâtı kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizamla tavzif etmiştir.

Evet, geçen senenin mahsulatıyla şu senenin mahsulatının mahiyetleri bir hükmündedir; fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünât-ı itibâriyeyi değiştirmekle maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünât-ı itibâriye ve teşahhusât-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fânî oldukları halde, onların maânî-i cemîleleri muhâfaza olunup, sabit ve bâkî kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsâlinin hakikatçe aynılarıdır; yalnız teşahhusât-ı itibâriyede fark var. Fakat, o itibârî teşahhuslar, her vakit tecelliyâtı tazelenmekte olan şuûnât-ı esmâ-i İlâhiyenin maânîlerini ifade için şu bahardakiler, ayrı teşahhusâtla onların yerine geldiler.

Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misâl gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sâir uhrevî âlemlere birer mahsülât veya tezyinât veya levâzımât gibi onlara münâsip şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraâ-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında, Hakîm-i Zülcelâl, zerrâtı tahrik edip, kâinatı seyyâle ve mevcudâtı seyyâre ederek şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pekçok mahsülât-ı mâneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazîne-i kudretinden nihayetsiz bir seyli dünyadan akıttırıp, âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.

Beşincisi: Nihayetsiz kemâlât-ı İlâhiyeyi, hadsiz celevât-ı cemâliyeyi ve gayetsiz tecelliyât-ı celâliyeyi ve gayr-i mütenâhî tesbihât-ı Rabbâniyeyi şu dar ve mahdut zeminde ve mütenâhî ve az bir zamanda göstermek için zerrâtı kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizamla tavzif ederek, mütenâhî bir zamanda, mahdut bir zeminde gayr-i mütenâhî tesbihât yaptırıyor, gayr-i mahdut tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliyesini gösteriyor, çok hakâik-ı gaybiye ve çok semerât-ı uhreviye ve fânîlerin bâkî olan hüviyet ve sûretlerinden pekçok nukuş-u misâliye ve çok mânidar nusûc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek, zerreyi tahrik eden, şu makâsıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır; yoksa, her bir zerrede güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.

Daha bu beş numûne gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatte; biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverâna kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zum etmişler. İşte, bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir; hikmetleri, hikmetsizliktir.(SÖZLER, 30.Söz)

Bu kadar farklı işlerde görev yapan atomlarla konuşmuş olsaydık belki de bize şöyle diyeceklerdi:

*Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Bütün o vezâifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa; hem, benim gibi, had ve hesâba gelmeyen zerrât, içinde beraber gezip Haşiye iş görüyoruz. Eğer bütün emsâlim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa; hem, kemâl-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya hakiki mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et. Yoksa sus!

“Hem, bana rab olamadığın gibi, müdâhale dahi edemezsin. Çünkü, vezâifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhît bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”

Haşiye: Evet, müteharrik herbir şey, zerrâttan seyyârâta kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarıyla dahi gezdikleri bütün yerleri vahdet nâmına zapt ederler; kendi mâlikinin mülküne idhâl ederler. Hareket etmeyen masnuât ise, nebâtâttan nücûm-u sevâbite kadar birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki, bulunduğu mekânı kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler.

Demek, her bir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki, mekânlarını ve vatanlarını, vahdet nâmına, Sâni’lerinin mektubu olduğunu gösterirler.

Elhâsıl, her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet nâmına zapt eder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye rab olamaz.

*Eğer güneş gibi bir dimâğım ve ziyâsı gibi ihâtalı bir ilmim ve harareti gibi şümûllü bir kudretim ve ziyâsındaki yedi renk gibi muhît duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip, kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim. Haydi def’ ol git, sen benden iş bulamazsın! (SÖZLER, 2.Söz)

*zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemâl-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulatını ondan almak ve o câmide, âcize, cahile olan zerrâta gayet şuurkârâne ve gayet hakîmâne ve muktedirâne hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelâlin ve o Sâni-i Zülkemâlin vücûb-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve azamet-i rubûbiyetini ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.(SÖZLER, 33.Söz)

* Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ, âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır.(MEKTUBAT, 20.Mektup)

* Kâinatta serbeser sırr-ı tesânüd müstetir, hem münteşir. Hem cevânibde tecâvüb, hem teâvün gösterir.

Ki, yalnız bir Kudret-i âlemşümûldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.

Kitâb-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.(Lemaat)

* Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halk edemez

Tesbih gibi nazm eyleyip kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücûmu; hasra gelmez.

Dünyada hiçbir şeyde dâvâ-i halk edip, iddiâ-i icâd edemez. (SÖZLER, Lemaat)

Atomlar arasındaki çekim kuvveti onların birbirine bağlanmasını, moleküller yapmasını sağlar. Uzaydaki gökcisimleri arasında da kütle çekim kanunları vardır. Bu çekim kuvveti, cisimlerin kütleleriyle doğru orantılı, merkezlerini birleştiren uzaklığın karesiyle ise ters orantılıdır.

*Meselâ, diyorsun: “Eğer zerreler memur olmazlarsa, herbir zerrede, ya bir ilm-i muhit veya bir kudret-i mutlaka veya hadsiz mânevî makineler, matbaalar bulunmak lâzım gelir. Bu ise yüz derece muhâldir.” Halbuki, o zerreler memur-u İlâhî de olsalar, yine öyle bir mazhariyet lâzım gelir-tâ hadsiz muntazam vazifelerini yapabilsinler. Bunun hâllini isterim.

–  Meselâ şeffaf, parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez ve ona masdar olamaz. Kendi cirmi kadar ve mahiyeti miktarınca, bil’asâle, cüz’î, zerre gibi bir nuru olabilir. Fakat o zerrecik, güneşe intisap edip, ona karşı gözünü açıp baksa, o vakit o koca güneşi ziyasıyla, elvân-ı seb’asıyla, hararetiyle, hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecellî-i âzamına mazhar olur. Demek, o zerre kendi kendine kalsa, bir zerre kadar ancak iş görebilir. Eğer güneşe memur ve mensup ve mir’at sayılsa, güneş gibi, güneşin icraatındaki bir kısım cüz’î numunelerini gösterebilir.

İşte, – En yüce sıfatlar Allah’ındır. (Nahl Sûresi: 60.) – , herbir mevcut, hattâ herbir zerre, eğer kesrete ve şirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse, o vakit herbir zerre, herbir mevcut, ya bir ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi olmalı; veyahut hadsiz mânevî makine ve matbaalar içinde teşekkül etmeli-tâ ona tevdi edilen acip vazifeleri yapabilsin. Eğer o zerreler Vâhid-i Ehade isnad edilse, o vakit herbir masnu, herbir zerre Ona mensup olur, Onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı, onu tecellîye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisapla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlıkının kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zâtîsinden fazla işleri, vazifeleri, o intisap ve istinad sırrıyla yapar

… eğer her mahlûk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehade isnad edilse ve onlar ona intisap etseler, o vakit o intisap kuvvetiyle ve Seyyidinin havliyle, emriyle, karınca Firavunun sarayını başına yıkar, başaşağı atar; sinek Nemrud’u gebertip Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar; buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının tezgâhı ve makinesi hükmüne geçer; havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında muntazaman, güzelce çalışabilir. Bütün bu kolaylık, bilbedâhe, memuriyet ve intisaptan ileri geliyor. Eğer iş başıbozukluğa dönse, esbaba ve kesrete ve kendi kendilerine bırakılıp şirk yolunda gidilse, o vakit herşey cirmi kadar ve şuuru miktarınca iş görebilir.(20.Mektup)

*çok kavânin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte, faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör, herbir kanun bir bürhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid, hem muhît olduğu için, Sâniin vahdâniyetini ve ilim ve iradesini gayet kati bir surette ispat ederler.(24.Mektup)

*herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor. Demek, o cüz’î fiil-i icadî sahibi kim ise, o mevcudatı ihata eden ve zerreden şümusa kadar uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef’âlin Fâili olmak gerektir.

Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı icad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.(26.Mektup)

Farklı atomların birbiriyle farklı bağlılıklar kurması farklı fizkisel ve kimyasal özellikte yeni maddelerin yaratılmasına neden olur.

* Esmâ-i İlâhînin nasıl ki tecelliyâtı, Arş-ı Âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var; ve o esmâya mazhariyet de, o nispette tefavüt eder(29.Mektup)

*zerrat ordusundan birtek zerreyi meczub Mevlevi gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği(ŞUALAR, 15.Şua)

*zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder.(LEMALAR, 17.Lema)

*Zerre ile seyyâre, emrine karşı müsâvidirler(SÖZLER, 14.Söz)

Atom ve atom altı parçacıkların küçük dünyasına girince orada da evrenin büyük dünyasında olduğu gibi ilim, hikmet ve kudretin gizli bir elini görürüz. Ama herkes bunları göremez ve boğulup gidebilir de.

*bazı insanlar zerrede boğulurlar(M.NURİYE,10.Risale)

Olayların maddî işleyişe ve kanunlara bağlı olması bu dünyadaki birçok durumda gerekli şart olabilir, ama hiçbir zaman yeterli şart olamaz. Hem çok büyük bu kitleleri, hem madenleri ve elementleri, hem de maddenin en küçük parçacıklarını, atomları, molekülleri, atom altı parçacıkları, idare eden, onları bir memur gibi çalıştıran varlık, ancak en kutsal ve mübarek sıfatların sahibi olan Allah olabilir. Tesadüfün eli buradaki ince işlere değemez. En küçük atomlarla en büyük gökcisimlerinin idaresi O’na aynı kolaylıktadır. Ancak atomlar kendilerine verilen bir memuriyet göreviyle havanın ve toprağın her bir zerresinde, bitkiler, hayvanlar ve insanlarda o büyük işleri kolayca yapabilirler.

*Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin (SÖZLER, 14.Lemanın 2. Makamı)

*Her zerrecikte-ki, ancak bir zerre sıkışabildiği halde-(SÖZLER, 10.Söz)  

Bugün artık evrendeki canlı cansız her şeyin atomlardan meydana geldiğini biliyoruz. Bugüne kadar bulunmuş birçok element var. Ancak evrenin her tarafına gidilse birçok şeyin Karbon, Hidrojen, Oksjen ve Azot atomlarından meydana getirildiğini görüyoruz.

Hava, su, toprak, bitkiler, hayvanlar ve insanlar âleminde bu 4 elementin fazlaca görevlendirildiğine şahit oluyoruz. Havadaki, topraktaki bir atom; emir almış asker gibi bitkinin yaprağına, oradan bir hayvanın bedenine, oradan da onu yiyen bir insanın vücuduna girebilmektedir. Her bir atom bir Evliya çelebi gibi oradan oraya vizesiz ilahi pasaportunu gösterip seyahat etmekte, kendine yüklenen görevleri yapmaktadır.

*zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, (SÖZLER, 10.Söz)  

*bütün mevcudâtı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshîr ve idare eden bir haşmet-i Rubûbiyet(SÖZLER, 10.Söz)

*her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve pek mütenevvi’ vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-ı hareket eder. Demek, her bir zerre, lisân-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle, vahdetine şehâdet eder (SÖZLER, 22.SÖZ)

*Evet, şu mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, ferdler olsun, neviler olsun, küçük olsun, büyük olsun, semerât ve gâyâtla ve faydalar ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş; ve o hikmetnümâ sûret gömleği üstünde lûtuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inâyet, her şeyin kametine göre biçilmiş; ve o müzeyyen hulle-i inâyet üzerine tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in’âm lem’alarıyla münevver rahmet nişanları takılmış; ve o münevver ve murassâ nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevi’l-hayatın tâifelerine kâfi, bütün hâcetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumi kurulmuştur.

İşte şu iş, güneş gibi âşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk bir Zât-ı Zülcemâle işaret edip gösteriyor. (22.SÖZ)

*Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gâyeyi tâkip eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. (SÖZLER, 26.SÖZ)

*Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşv ü nemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur; zerreler yolunu değiştirir; o hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersîm edilmiştir. İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitâbını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersîm edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu katiyen anlıyoruz; elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersîm edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor; sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor.

Mâdem, böyle, umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır; elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halîfesi ve emânet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyâde, kaderin kanununa tâbidir. (SÖZLER, 26.SÖZ)

Bu dünyada atomlar topraktan, sudan ve havadan gelir bitki, insan ve hayvanların vücutlarına girer çıkar. Bir sürü yerlerde ilahi emirle aldığı görevleri yerine getirir. Pek ahiret hayatında o atomlar yine böyle değişim gösterecekler midir?

Bediüzzaman bu konuda görüşünü ifade ederken öyle bir şeye o alemde ihtiyaç olmadığından atomların demirbaş gibi kullanılacağını söyler:

*Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrât için güyâ bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, hayattar olan âlem-i bekâya zerrât olmak için liyâkat kesb ederler, çıkarlar. Âhirette ise [Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)]sırrınca, nur-u hayat, orada âmmdır. Nurlanmak için o seyr ü sefere ve o tâlimât ve tâlime lüzum yoktur. Zerreler demirbaş olarak sabit kalabilirler. (SÖZLER, 28.Söz)

Selçuk Eskiçubuk

Allah İnsanla Konuşur mu?

       BEDİÜZZAMAN’IN PENCERESİNDE ”ALLAH İSANLA KONUŞUR MU?”

Hem bir insan için, Allah’ın kendisiyle konuşması, ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veya bir elçi gönderip de izniyle (ona) dilediğini vahy etmesiyle olur. 

                                                                    Şura, 51

Allah bütün evreni, Melekleri, Cinleri, bitkileri, hayvanları ve insanları yaratmıştır ama bütün yarattıkları arasından kendine dost ve büyük bir muhatap olarak yalnızca insanı seçmiştir. Ona yarattıkları tüm varlıkların üstünde bir değer vermiştir. O, eğer değerini bilirse evrenin en önemli meyvesi, yeryüzünün halifesi ve Yaratıcının en kıymetli sanat eseri ve sevgilisidir.

*bu küçücük insan, camiiyet-i fıtrat itibarıyla şu mevcudat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiye ve bir ubûdiyet-i külliyeye mazhar olduğundan, büyük ehemmiyeti vardır.(SÖZLER, 10Söz)

*bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak (ŞUALAR,4.Şua)

*kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın (ŞUALAR,7.Şua)

Allah, insanı evrenin en nazik, kibar, nazlı ve yalvarıp dua eden bir meyvesi olarak yaratmıştır. Onu kendine muhatap almıştır. Herşeyi onun emrine vererek ona ne kadar çok önem verdiğini göstermiştir. Bütün varlıklar arasında bundan daha büyük bir makam, rütbe ve derece yoktur.

*beşeri şecere-i kâinatın en câmi’ ve en nâzik ve en nâzenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatap ittihaz ederek, Herşeyi ona musahhar kılmakla insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm (SÖZLER,10.Söz)

Kur’an insanın diğer varlıklardan olan üstünlüğünü şöyle anlatır:

“Yerde ve gökte ne varsa hepsi insan için yaratılmıştır”(Lokman, 20)

Allah, insanı bütün varlıklar içinde kendine en büyük muhatap seçmiş, Rabbinden gelen her şeyi, yansıtıp gösteren kocaman bir ayna gibi yaratmıştır.

Allah, rahmet hazinelerinin her çeşidini ona tanıttırır, tattırır ve tarttırır. Kendini bütün isimleriyle ona bildirir, onu sever ve onun da Kendisini sevmesini ister. Onu ebedi bir memlekete göndermek ve ebedi saadet vermek için de davet eder.

*O Zât-ı Hakîm şu insanı bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatap ve câmi’ bir ayna yapıp, bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın; Kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o dâimî saadetgâha dâvet edip mes’ud etmesin.  (SÖZLER,10.Söz)

Sonsuz mucizeler yaratan Allah, kocaman uzay ve dünyanın kitabını, insan gibi küçük bir sayfada yazar ve insanı o kitaba hem sonuç hem de mükemmel bir özet yapar. Bu insana verdiği büyük bir şerefdir, bir üstünlük ve değerdir. Ancak insanın bu şerefe erişmesi için şuurlu bir iman içinde Allah’a bağlanması şarttır.

*o nihayetsiz mucizekâr usta, koca semâvât ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı o kitaba müntehap ve mükemmel bir hülâsa yapsa, o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve İmân ile mazhar ve şuur ve intisap ile o şerefe sahip olacağını  (ŞUALAR,4.Şua)

*Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, zîhayatlar içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor. (MEKTUBAT,28.Mektup)

* İnsan dahi masnuatın en câmi ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir. İnsan bir semere gibi olduğu cihetle kâinatın eczası arasında en câmi ve baîd bir cüzdür. İnsan zîşuur ve câmi olduğu cihetle, nazarı âmm, şuuru küllî olur. Nazarı âmm olduğundan şecere i hilkati tamamıyla görür, şuuru da küllî olduğundan, Sâniin makasıdını bilir. Öyleyse, insan Sâniin muhatab-ı hâssıdır. (MESNEVİ-İ NURİYE, Reşhalar)

İnsanın önemi, onun Yaratıcının yeryüzündeki tek muhatabı oluşudur. Evrende melekler, cinler, ruhani varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar vardır. Ama canlılar dünyası içinde Allah, melekleri ve cinleri değil de insanları bazı görevler için seçer ve muhatap alır. Canlılar dünyasında onu merkezi bir nokta konumuna yerleştirir. Canlılardan istediği şeylerin hepsini insanda toplar, onu yeryüzüne hâkim kılar ve her şeyi onun emrine ve hizmetine verir. Bu seçilme melekleri bile kıskandırmıştır

İnsan, kendine verilen yetenekler açısından incelendiğinde bütün varlıkların başına dikilmiş bir subay, bitki ve hayvanlar dünyası üstünde yönetici bir kumandan gibidir. O, yeryüzündeki tüm varlıklar üstünde güçlü ve şerefli bir halifedir.

Önemli görevlerinden birisi varlıkların yaratıcısının tek ve bir zat olduğunu haykırmaktır. Onların kendi dilleriyle yaptıkları tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip subaylık ve gözetmenlik yapmaktır.

O, aynı zamanda mahiyetine konmuş  “Ene(ben)” adındaki büyük bir emanetin taşıyıcısıdır. Kâinat sırlarının anahtarı olan “Ene”nin mahiyeti üzerinde ileride genişçe durulacaktır.

*insan, hilâfet ve emânetle mükerrem olsun, Rubûbiyetin külliyât-ı şuûnuna şâhid olarak, kesret dairelerinde, Vahdâniyet-i İlâhiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudâtın tesbihât ve ibâdetlerine müdâhale edip zâbitlik ve müşâhidlik derecesine çıksın. (SÖZLER, 10.Söz)

İnsana canlı, şuurlu ve ruhu olan bir varlık olarak yeryüzünde bazı görevler verilmiştir. Şahitlik ve gözetmenlik görevlerle beraber o, evrendeki İlahi tasarrufa dikkat çekmeli, O’na işaret ederek açıkça ilan etmelidir. İlahi tasarrufun önemlilerine bir işaret koyup, birer nişan koymak da onun işidir. Gökyüzüne ve aya gönderilen uzay araçları, evrendeki ilahi tasarrufu gözetleyen, izleyen, onların fotoğrafını çeken, kameraya alan görevleri yaptılar. Ve onların işleyişine şahitlik yaparak dünyaya ilan ettiler. Hayvanlara vericiler takarak onların hayatını izlediler. Teleskoplarla, elektron mikroskoplarla canlı-cansız büyük-küçük, bütün evrendeki İlahi tasarrufu gözlediler.

İnsan yaratılmışlar içerisinde hayat sahibi, şuurlu ve ruh taşıyan bir varlık olarak yeryüzünde görevlendirilmiştir ki bu görevleri; şahitlik yapmak, nezaret etmek ve görünen ilahi tasarrufa dikkat çekmek, işaret etmek ve onu ilan etmektir.

İnsan ruh taşıyan varlıklar içinde en şereflisidir. Dünyadan nicelik ve nitelik yönüyle en çok istifade eden insandır. O, dünyayı çok sever ve ona tutkundur.

*zîşuur için, bâhusus en mühim vazifesi müşâhede ve şehâdet ve dellâllık ve nezâret olan insan için, tasarrufât-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın (SÖZLER, 15.Söz)

*zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu (SÖZLER,17.Söz)  

İnsan, Yaratıcıyı gösteren şuurlu bir aynaya benzer. İnsan,  Allah’ın şu evrende görülen mutlak Rububiyetini anlayıp gösteren en önemli bir kuldur. Ve O’nun konuşmasını anlayıp çok ince düşünen bir muhataptır. O’nun evrende kendini gösterdiği güzel isimlerini yansıtan bir aynadır. O güzel isimlerden “İsm-i Azam “ olan isimlerinin tecellilerini ve her güzel ismin de İsm-i Azam derecelerinin yansıtılmasını en güzel bir şekilde gösteren bir kudret mucizesidir.

İnsan; Allah’ın Rahmet hazinelerini tartmak ve tanımak için gerekli birçok terazi ve alete sahip, her şeye dikkat eden bir varlıktır. Sonsuz sayıda nimetlere en çok muhtaç olan odur. Ölüp yok olmaktan çok korkan, ölümsüzlüğü ise en çok isteyendir.

Hayvanlar arasında en nazik, en kibar, ihtiyaçları en çok ve çok şeylere muhtaç olan odur. Dünya hayatında hayvanlara göre en çok acı çeken, en talihsiz bir varlıktır. Fakat o, yetenekleri bakımından ise en yüksek mahiyette yaratılmış bir canlıdır.

Allah, onu layık olduğu ve çok arzu duyduğu ebedi saadet dünyasına göndermeyip insanlığın hakikatini iptal etmez. Kendi hakkaniyetine taban tabana zıt ve gerçekten çirkin bir haksızlık olan böyle bir iş yapmaz. O’nun emirlerini dinleyen ebedi saadeti yakalar. Kimisi Cehennemden kurtulur, kimisi Cennete kavuşur. Gerçek güzelliği isteyen de Cemalullah’a kavuşur.

*Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın (ŞUALAR,7.Şua)

*Hiç mümkün müdür ki, Cenâb-ı Hak ve Ma’bud-u Bilhak, insanı şu kâinat içinde rubûbiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere, rubûbiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve hitâbât-ı sübhâniyesine en mütefekkir bir muhatap ve mazhariyet-i esmâsına en câmi’ bir ayna ve onu İsm-i Âzamın tecellîsine ve her isimde bulunan ism-i âzamlık mertebesinin tecellîsine mazhar bir ahsen-i takvîmde en güzel bir mu’cize-i kudret ve hazâin-i rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için en ziyâde mîzan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyâde muhtaç ve fenâdan en ziyâde müteellim ve bekâya en ziyâde müştak ve hayvanât içinde en nâzik ve en nâzdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadca en ulvî ve en yüksek sûrette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir dâr-ı ebedîye göndermeyip, hakikat-i insaniyeyi iptal ederek, Kendi hakkâniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin? (SÖZLER, 10.Söz)

Allah mademki insanı tek muhatap olarak seçmiştir, o zaman onunla konuşur. Peygamberleri ile çoğu kez Melekler aracılığı ile vahiy göndererek konuşur veya sadık ilhamlar aracılığıyla konuşur. Melekler, insanlar ve hatta hayvanlarla bile ilham yoluyla konuşur.

Tur dağında Hz.Musa ile Miraç’da Hz.Muhammed ile çok daha farklı konuşur. Kâinattaki eserlerinin diliyle de avam-bilgin herkesle yine konuşuyor. İnsanlarla kendisi arasındaki perdeler arkasından, her kesin kendi yeteneğine göre onlarla hep konuşur. Sevgili kullarıyla sadık ilhamlar yoluyla, zorda, darda kalan kullarıyla ihtiyaçlarını acilen göndermesiyle, ona el açıp dua ile isteyenleri isteklerine kavuşturmalarıyla özel kalp telefonlarıyla yine konuşur.

*Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyleyse, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz. (ŞUALAR, 7. Şua, Ayet-ül Kübra)

*Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. (De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” (Kehf Sûresi: 18:109.) âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı. (ŞUALAR, 7. Şua, Ayet-ül Kübra)

Selçuk Eskiçubuk

Bediüzzaman’ın Penceresinden “Burçlar ve bir dünya gününün anlamı”

Dünyanın kendi etrafında dönmesiyle gece gündüz, Güneş’in etrafında dönmesiyle de mevsimlerin meydana geldiğini, bugün herkes biliyor. Dünya yaratıldığından beri bu kanunlar geçerli olmasına rağmen, insanların bu bilgiye ulaşmaları için maalesef çok uzun yılların geçmesi ve teleskopların icadını beklemek gerekmiştir.

Astronomi, gökyüzüyle ilgilenmiş, yıldızların hareketlerini dünya ve güneşin durumlarını gözlemlemeye başlamıştır. Ancak Orta çağda Kilise; dünya merkezli bir evrene inandığı ve dünya sabittir dediği için, uzun yıllar kilise bilimle kavgalı olagelmiştir. Güneş’in Dünya etrafında dönerken her otuz derecedeki yıldız topluluklarının meydana getirdiği yıldızlar topluluğuna Burç adı verilmiştir ki bunların sayısı 12 dir. Sonunda gerçek ortaya çıkmış, 16.yüzyılda Kopernik, güneş merkezli evren teorisini ortaya atmış, Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü iddia etmiş ve sonra da Galile, bunu desteklemişti.

İslam dünyası, ellerinde Dünya-Güneş ilişkilerine ışık tutacak bir hadisi şerif olduğu halde, gökbilim henüz gelişmediğinden bunun anlamını uzun yıllar anlayamamıştı. 16.yüzyıl, Osmanlının zirveye ulaştığı ve rasathanelerin de kurulduğu bir asır olmasına rağmen Kopernik ve Galile’nin bilimsel görüşlerine karşıt veya taraftar fikirlerini bilmiyoruz. Galile, teleskopla gözlemler yaparak bilimsel görüşleriyle kiliseyi karşısına alma cesaretini gösterirken, Osmanlıda medrese hocaları daha çok takvim ve imsakiye hazırlamakla vakitlerini geçirmişlerdir.

Müslümanlar için “Rabbüssemavatı vel arz” olan Allah’ı bilmek için Astronomi bilmek bir basamak olabilecekken İslam dünyası başlangıçta gösterdiği ilgiyi ileriki asırlarda maalesef batı dünyası kadar gösterememiştir.

Aşağıda sorulan bir soruya Bediüzzaman cevap verirken dünya, güneş ve yıldızların ilişkisinden meydana gelen burçlarla ilgili ve içinde çok anlamlı mecaz ifadeler barındıran bir hadisin, açıklamasını yapmıştır.

Bu hadisin ifade ettiği gerçek mana anlaşılabilseydi çok önceleri Dünyanın güneş etrafında döndüğü ve her ay bir burcun gölgesinin altına geldiği de anlaşılacaktı. Ancak bu hadisin işaret ettiği derin manayı anlayamayan bazı din bilginleri ise bu hadisi, hadis olarak bile kabul etmemişlerdi.

*İbni Abbas (r.a.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sormuşlar:”Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: – Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.

Bir rivayette, bir defa -Öküz üzerindedir. – demiş, diğer defada -Balık üzerindedir – demiştir.

……Eski kozmoğrafya nazarında güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine raptedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hâsıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hût suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın  kozmoğrafyası nazarında ise, güneş gezmiyor. O burçlar boş ve muattal ve işsiz kalmışlar. Güneşin bedeline küre-i arz geziyor. Öyleyse, o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal daireler yerine, yerde arzın medar-ı senevîsinde, küçük mikyasta o daireleri teşkil etmek gerektir. Şu halde, burûc-u semâviye, arzın medar-ı senevîsinden temessül edecek. Ve o halde küre-i arz her ayda burûc-u semâviyenin birinin gölgesinde ve misalindedir. Güya arzın medar-ı senevîsi bir ayna hükmünde olarak, semâvî burçlar onda temessül ediyor.

İşte bu vecihle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sabıkan zikrettiğimiz gibi, bir defa ‘’Öküz üzerindedir’’ bir defa ‘’Balık üzerindedir’’demiş. Evet, mu’cizü’l-beyan olan lisan-ı Nübüvvete yakışır bir tarzda, gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikate işareten, bir defa ‘’Balık üzerindedir’’ demiş. Çünkü küre-i arz, o sualin zamanında Sevr Burcunun misalindeydi. Bir ay sonra yine sorulmuş, ‘’Öküz üzerindedir’’ demiş. Çünkü o vakit küre-i arz Hût Burcunun gölgesindeymiş.

İşte, istikbalde anlaşılacak bu ulvî hakikate işareten ve küre-i arzın vazifesindeki hareketine ve seyahatine imâen ve semâvî burçlar, güneş itibarıyla muattal ve misafirsiz olduklarına ve hakikî işleyen burçlar ise küre-i arzın medar-ı senevîsinde bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden küre-i arz olduğuna remzen,’’Balık ve öküz üzerindedir’’demiştir. (LEMALAR,14.Lema)

Dünyanın her tarafında güneş; her gün ve her mevsim doğudan doğar, yükselir, alçalır ve batıdan batar. İnsan da önce; ana rahmine düşer, burada belli bir süre kaldıktan sonra doğar, büyür, genç olur, olgunluğa erişir, ihtiyarlar ve bir gün gelir ölür. Yaptığı tüm iyilikler ve eserler de onun ardından unutulur. O, artık kabirde kıyameti beklerken oranın karanlığını aydınlatacak bir ışık beklemektedir. Bir gün gelecek, dünya da ölecek ve haşir sabahında herkes birden uyanacaktır.

Dikkatle bakıldığında Dünyanın hareketiyle oluşan gece, gündüz, sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı, gece vakti ve dört mevsimdeki değişimlerle insanın yaşam serüveni arasında, birçok ortak benzerlikler görmek mümkündür. Aşağıda bu benzerliklere bakın nasıl dikkat çekilmiştir.

Güneş doğarken ufukta meydana gelen kızıllığa şafak vakti denir. Bu andan tam doğuş anına kadar geçen zaman; baharın ilk zamanını, insanın ana rahmine düştüğü anları, yer ve göklerin altı devirde yaratılışının ilk aşamasını insanlara hatırlatır. Ve bunları yüce bir yaratıcının yaptığının düşünülmesine dikkatleri çekerler.

*Meselâ fecir zamanı-tulûa kadar-evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder.

Öğle vakti ise; yaz mevsiminin ortasını, gençliği en olgun zamanını, dünyanın ömrü içinde insanın yaratılma devrini hatırlatır ve sanki onlarla aralarındaki benzerliklere dikkat ettirir. Ve o dönemlerde kendini gösteren ilahi merhamet ve nimetlerle, Allah’ın nasıl bir Rahman olduğunu hatırlatır.

Zuhr zamanı ise yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder. Ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyüzât-ı nimeti hatırlatır.

İkindi vakti; sonbaharı, insanın ihtiyarlık vaktini ve Hz. Muhammed’in ve sahabelerin yaşadığı saadet asrını hayal ettirir. Ve o devirlerde Allah’ın kullarına sunduğu nimetleri hatırlatır.

Asr zamanı ise güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) Asr-ı Saadetine benzer. Ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve in’âmât-ı ,Rahmâniyeyi ihtar eder.

Akşam vakti; sonbaharın sonunda birçok canlının ölümünü, insanın ölümünü ve dünyanın da kıyamet denilen günün başlangıcında yıkılacağını anlatır. Ve Allah’ın Celal sıfatıyla kendini göstereceği o günü hatırlatır ve insanı gaflet uykusundan uyanmaya çağırır.

Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlûkatın gurûbunu, hem insanın vefâtını, hem dünyanın Kıyâmet ibtidâsındaki harâbiyetini ihtar ile tecelliyât-ı Celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

Yatsı vakti; karanlıklar aleminin; gündüz yapılan bütün işleri siyah bir kefen gibi örtüşüne benzer. Beyaz bir kefen, kış mevsiminde sanki ölmüş gibi olan yeryüzünü kaplamaktadır. Ayrıca ölen kişilerin arkasında bıraktığı eserlerin de birgün unutkanlık perdesi altına gireceğini hatırlatır. İnsanlar için bir sınav yeri olan dünyanın, zamanı gelince kayıtsız şartsız galip ve her an kahretmeye gücü yeten büyüklük sahibi olan Allah’ın tasarrufuyla kapanacağını hatırlatır.

İşâ vakti ise, âlem-i zulümât, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefât etmiş insanın bakıye-i âsârı dahi vefât edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı Zülcelâlin celâlli tasarrufâtını ilân eder.

Gece vakti; hem kışa benzer, hem kabri ve kabir hayatını anlatır. İnsan ruhunun rahmeti bol merhametli bir Allah’a nekadar da muhtaç olduğunu anlatır. Ve gecenin ortasında teheccüd namazına kalkıp kılmak ise, kabir hayatında ve karanlık gecelerinde ona gerekli nasıl bir ışık olacağını bildirir. Gerçek nimetleri veren Allah’ın bütün bu değişimler içinde kullarına sonsuz nimetler verdiğini ve sonsuz şükür ve hamde layık olanın ancak O olduğunu ihtar eder.

Gece vakti ise hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı ifham ile, ruh-u beşer rahmet-i Rahmâna ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder. Ve bütün bu inkılâbât içinde, Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân eder.

İkinci sabah; Öldükten sonra diriliş gününün sabahına benzer. Geceden sonra sabahın geleceği, kıştan sonra baharın olacağı ne kadar kesin ise haşrin sabahı ile kabir hayatından sonra bir baharı geleceği de o kadar aşikârdır.

İşte beş vaktin her biri kendi başına insanlara önemli değişimleri çağrıştırır. Günlük, yıllık ve yüzyıllık değişimler Allah’ın kudretinin mucizeleri ve rahmetinin hediyeleridir. İnsanlar üzerine kesinlikle borç olan beş vakit namaz; yaratılışın asıl gayesi ve kulluğun esası olarak bilinmelidir. Ve şu vakitlere layık bir şekilde yerine getirilmelidir.

İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar mâkul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat’iyettedir.

Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılâb başında olduğu ve büyük inkılâbları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle hem senevî, hem asrî, hem dehrî Kudretin mu’cizâtını ve Rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esâs-ı ubûdiyet ve kat’î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir. (SÖZLER,9.Söz)

Selçuk Eskiçubuk

 

Bediüzzaman’ın penceresinden “Gençlik çağı ve cazibedar fitne ”

Hayat ağacı gittikçe büyümeye devam ederek çocukluktan sonra gençlik çağına ulaşır. Gençlik üzerinde, herkes tarafından kabul edilen bir gençlik tanımı ve yaşı yoktur. Genel olarak 15- 30 veya 15-35 yaş aralığı kabul ediliyor.

2014 yılında 77 milyon 695 bin 904 kişi olarak belirlenen Türkiye nüfusunun 12 milyon 782 bin 381 kişisi,  15-24 yaş grubundaki gençlerden oluşmaktaydı. Bugün daha da artmış bulunuyor.

16-19 yaş dönemine ”keşif çağı”, 20-24 yaş dönemine “deneyim çağı” ve 25-35 yaş dönemine ise “altın çağ” diyenler de oluyor.25 yaş yetişkinliğe gelindiğini, 30 yaş ise birçokları için karakterin oturduğu yaştır. 40 yaş ise gençliğin tam olgunluk yaşıdır. Dünya nüfusunun üçte bir gençlerden meydana gelmiştir.

*Ve keza, o Zatın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde (İ.İCAZ)

*Nev-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, (11.ŞUA, 8.Mesele)

Bediüzzaman gençliği “zarif ve güzel bir gül çiçeğine” benzetir. Ergenlik dönemi de bu zaman aralığında yaşanır. İnsanlar, hayvanların aksine 15 yaşında ancak fayda ve zararı anlayabilecek yaşa gelirler. İslam dininde de bu yaş mükellefiyet yaşıdır. Bu yaşta bazı gençler hayata atılıp mücadeleye başlarken büyük çoğunluk da eğitim görmektedir. İster çalışan gençlik olsun isterse eğitim gören gençlik, ikisi de bu çağı dikkatli geçirmek zorundadır. Kötü arkadaşlar onları bekleyen en büyük tehlikedir.

“Evet, cesedin genç iken lâtif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder. (M. NURİYE)

İstanbul boğazını geçmek isteyen gemiler, fırtınalı havalarda kılavuz kaptan alarak yollarına kazasız belasız devam ederler. Peki, bu vücut gemisinin kaptanı olan gençlerin hayat yolculuğunda tehlikelere karşı, gemiye yara aldırmadan, onu batırmadan yoluna devam etmeleri için bir kılavuza ihtiyaçları yok mudur?

Bediüzzaman bu nedenle gençliği önemser, onlarla görüşerek konuşur ve onlara kılavuz olacak öğütlerini  “Gençlik Rehberi” isimli kitapta toplar. Ve bu olayı şu şekilde anlatır:

“Câzibedâr bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhâveredir. Bir kısım gençler tarafından şimdiki aldatıcı ve câzibedâr lehviyât ve hevesâtın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne sûretle kurtaracağız?” diye Risâle-i Nûr’dan meded istediler. Ben de Risâle-i Nûr’un şahs-ı ma‘nevîsi nâmına onlara dedim ki:”

Bir çocuğun yetiştirilmesinde anne babaları belki de en çok zorlayan, fiziksel özelliklerin belirginleştiği, beğenilmek duygusunun öne çıktığı bir dönemdir. Kişilik gelişmesindeki en önemli dönemeçler buradadır. Aile dışındaki çevrenin etkisinin daha çok olduğu bir süreç başlamıştır artık. Otoriteyle ya da ebeveynle inatlaşma, sürekli hayır deme, kendi fikrini belirtme adına sürekli karşı gelme durumuyla sıkça karşılaşılır.

Nefsi isteklerin, cinsellik duygusunun, heyecanlı ve atak oluşun tavan yaptığı bir dönemdir. Akıldan çok duyguların ve arkadaşların etkisinde kalınır. Ailenin çok dikkat etmesi gerekir, her türlü zevki tatmak uğruna sefahat, içki, kumar ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların ve çağımızın bir hastalığı olan sosyal medya ve internet bağımlılığının kazanıldığı bir yaştır. Bu asrın “cazibedar fitneleri” bunlardır. Anlayış, ilgi ve kendisine destek olan anne baba yardımıyla bu çağ kolay atlatılabilir. Evde sınırsız internet bağlantısı olması, tatil dönemlerindeki aşırı internet kullanımı, sosyal paylaşım ve eğlence amaçlı internet kullanımının bağımlılık riskini artırır.

Aile, anne ve baba olarak çocuklarına zaman ayırmalı, akşam yemeklerini mutlaka birlikte yemelidir. Bilim insanları her akşam aynı masaya oturup birlikte yemek yemenin, o masanın etrafında toplanmanın kötü alışkanlıklara meyilli çocuklarda suçluluğu ve madde kullanımı isteğini azalttığını tespit etmişler. Bu konuya çok önem vermek gerekiyor, yoksa çocukların asrın cazibedar fitnelerine yakalanması çok kolay olacaktır.

Gelenek, görenek ve değerlerimizi, aile birliğini kaybetmemiz yüzünden çocuklarımız birtakım yalnızlıklara, sıkıntılara düşüyor. Okul öncesinden başlayarak önlem almak gerekiyor. Her şeyi öğretmene veya devlete bırakmak da doğru değil. Ailenin çocuklarına sahiplenmesi olmadan polisiye önlemlerle bu sorunu çözmek mümkün değildir.  

*Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, (MEKTUBAT, 23. Mektup)

*Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.(SÖZLER, 13.Söz)

*gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûp, cüretkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, (11.ŞUA, 8.Mesele)

Çocuklar aslında ilk başta her şeyi ilgi görmek adına yaparlar. İlgi görmek için yaptıkları bazı davranışlar görmezden gelinirse bu defa ikinci aşamaya geçerler ve güç gösterisinde bulunurlar. O da görmezden gelindiği takdirde intikam alma duygusuyla yaklaşmaya başlarlar. Bu artık karşıt gelme bozukluğunun kaçınılmaz olduğunu gösterir. Bu dönem evebeynler tarafından çok iyi yönetilmelidir.

Bir insanın İslam dininin emir ve yasaklarına uyma yaşı 15 yaşta başlar ölünceye kadar da devam eder. Gençlik çağı bütün istek ve arzuların en hararetli zamanıdır. Bu devir çok tepkisel bir devirdir. Bu çağı İslam’ın emir ve yasaklarına göre yaşamak büyük bir azim ister.

*İnsan ise bir iki senede ancak ayağa kalkar, on beş senede ancak menfaat ve zararı farkeder.(MEKTUBAT, 26.Mektup)

*Sinn-i mükellefiyet on beş sene kabul ediliyor. (MEKTUBAT, 23. Mektup)

Bu dönem İslamiyet’in emir ve yasakları doğrultusunda yaşansa gençlik huzur ve mutluluk içinde geçer. Akıl ve kalp bu yolda kullanılsa, ibadet ve hayır işleriyle uğraşılsa ebedi hayatı kazanma yolunda çok önemli adımlar atılmış olur. İffet ve takva içinde istikametli ilerlenir, taşkınlıklardan uzak durulur. Hem dünya hayatı kurtulur hem de ahiret. Aksine bir yaşam sürülse hem dünya hayatı gam ve keder içinde geçecektir hem de ebedi hayatı. Artık tercih kendisinindir.

*gençlik, eğer ehl-i kalb, ehl-i huzur ve aklı başında ve kalbi yerinde bulunan mü’minlerde olsa, ibadete ve hayrâta ve ticaret-i uhreviyeye sarf edilse, en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve şirin bir vasıta-i hayrattır. Ve o gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlâhiyedir. Eğer istikamet, iffet, takvâ beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlıkta çok seneler gam ve keder çeker.(LEMALAR, 26.Lema)

*gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. 

Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. (11.ŞUA, 8.Mesele)

*Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır.Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” diye, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. (11.ŞUA, 8.Mesele)

Bir hadis-i şerif şöyle der:

*Gençlerinizin hayırlısı ihtiyarlarınıza benzemeye çalışanlar; ihtiyarlarınızın kötüsü de gençlerinize benzemeye çalışanlardır. (MEKTUBAT, 23. Mektup)

*İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz; meşrû dairedeki keyfe iktifa ediniz. O, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi; istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, îman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kendine rehber etmek gerektir. (SÖZLER, 13.Söz)

*Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak. (SÖZLER, 13.Söz)

*Elhâsıl: Gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, israfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahânelerden ve hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahânelerin ekseriyetle lisân-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfât ve sû-i istimâlden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishânelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-i meşrû dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe’l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz. (SÖZLER, 13.Söz)

Selçuk Eskiçubuk