Etiket arşivi: Selim Gündüzalp

Selim Gündüzalp’in Vefatındaki Tevafuk

O bizim Hüseyin abimiz, milyonların ise Selim Gündüzalp’iydi…

Evlenmemiş, çocuğu olmamış ama binlerce manevi evlat sahibi olmuştu. Sokakta yürürken ona selam verip uzaktan koşup gelip sarılan çocukların, tek tek isimleri ile hatırlarını sorduğunu gördüm. Annelerine uzaktan “kızım sen nasılsın” diye, baba şefkatiyle soruşuna şahit oldum… Tabutuna sarılıp ağlayan gençleri müşahede ettim, “Selim Dede” diye seslenenleri biliyorum…

Mala mülke yatırım yapmamış, insana yatırım yapmış; ömür boyu koşturmuş, yazmış anlatmıştı. Dertliydi, Üstadım dediği Bediüzzaman Said Nursi gibi önünde bir imansızlık yangını görmüş, o yangını söndürmek için konferans, seminer, radyo programı, tv programı, kitap, makale, dergi, broşür her imkanla seferber olmuş, Anadolu’yu karış karış dolaşmış bir sevdalıydı…

Kolay değil, tam kırk iki sene bir dergiyi ülkenin en zor dönemlerinde hatta ihtilallerde bile çıkarmıştı. Askerdeyken bile dergisinin içeriğini hazırlayıp, ziyaretine giden merhum Mehmet Kırkıncı hoca ile dergiyi çıkaran kardeşlere göndermeyi ihmal etmemişti. Vefat ettiği gün bile, derginin istikbali ile ilgili bir proje için bizleri müteaddit defalar arayıp, iki gün sonrasına program organize etmiş, kendisinden sonra derginin nasıl devam edeceğine dair vasiyetini yapmıştı. Yani emaneti teslim edip, bu fani dünyadaki ömür sayfasını dava aşkı ve görev şuuru ile tamamlayan bir dava adamıydı…

Vefatını hissetmiş gibi son zamanlarında çok sık bir şekilde her yazısında “son nefeste imanla göçme duasıyla” yazılarını noktalamış, Zafer’deki son yazısında ise vefatını haber vermiş ve nasıl vefat edeceğini kerametvari bir şekilde yazmış ve inşaAllah imanla göçeceğinin muştusunu vermişti.

Vefatından günler önce kaleme aldığı ve vefat ettiği gün evlerimize ulaşan dergideki “Deniz ve Biz” ismini verdiği makalesinde “Ecel geldi mi, bir yudum suda da bulur seni, denizin içinde de…” demişti. Ölüm onu bir denizin içinde karşıladı.

Günlük çalışmalarını tamamlayınca evladı gibi olan dergideki Suat ağabey ve çocukluklarından beridir Hüseyin abinin yanında büyümüş, ona “dede” diyen gençlerle denize yorgunluğunu atmaya gidiyor, yüzüyor, eğleniyor, yemek yiyor gençlerle top oynuyor. Son olarak üstündeki kumları temizleyip yola koyulmak için tekrar denizin kenarına gidince, bu defa ömrü boyunca anlattığı ölüm, “güzel yüzünü” ona gösteriyor ve denizin içinde kalp krizi ile bu fani dünyaya veda ediyor…

Yazısının sonunda ise şu niyazı yapıyordu:
Her şey senin, her yer senin.
Ben de senin aciz bir kulunum.
Batmaktan, içimin denizlerinde boğulmaktan beni muhafaza eyle.
Denizin üstünden uçup giden kuşlar gibi emniyet içinde dünyadan göçmeyi nasip eyle. Nasipten öte yol yok. 
Her şey kader ile takdir edilmiştir bilirim.
Son nefesi almadan, son yudumu içmeden, son lokmayı yemeden gitmem bilirim.
Sana bir çocuğun safiyeti, bir mübarek ihtiyarın acziyeti ile iman ederim.
Arzularım çok, hayatım kısa.
Teknem küçük, denizin büyük.
Sen yarattığın her şeyden büyüksün.
Dualarımı kabul eyle.
Denizlerinde batmadan, dünya sularında boğulmadan, ebediyet sahillerine güven içinde ulaşmayı nasip eyle.

”Bu makbul duaya amin diyor, nasıl bir ilim aşığını ve dava adamını ahirete uğurladığımızı tarif etmek için son bir anekdot daha aktarmak istiyorum:

Vefatından bir gün sonra evini ve kaldığı odasını ziyaret etmek nasip oldu. Evin içine girince bir ilim aşığı, bir âlim nasıl olurmuş ibretle müşahade ettim. Evin yerleri hatta merdivenleri kitaplarla kaplı, duvarlar bile yazılarla doluydu. Yani okumuş, yazmış, anlatmış anlatmış… Bir ömür böyle dolu dolu geçmiş. Rabbim bizlere de böyle dolu dolu iman davasıyla geçecek bir ömür nasip eylesin. Allah bu kahraman ağabeyimizin mekanını cennet makamını âli eylesin. Kur’an’ı kabrinde dost ve yoldaş, ömrü boyunca davasına sarıldığı Resulullah (sav) ashabı ve Üstadı ile komşu eylesin. Ardından onun davasına sahip çıkacak on binler Hüseyinler, Selimler ve saireler göndersin.

Amin, amin, amin.

Ruhu için el-fatiha…

-Yusuf Yalçın-

Geceye, gündüzün damgasını vuracak söz

“Ekmeksiz yaşarım; hürriyetsiz yaşayamam.” Bediüzzaman

Bu söz geceye gündüzünün damgasını vuracaktır her daim.

***

Allah’ım, vatan ve milletimizi şerlerden muhafaza eyle… Allah’ım, senin tuzağın her tuzağın üstündedir. Bizi bize bu kadar yakın ettin çok şükür…

***

Cesaretin de kaynağı imandır, gördük. İman ki, bir de şefkatle cihazlanmışsa sahabe devrindeki tecelliler yaşanır, gördük.

***

Ahirette hesaba çekilecek şeyler, dünyada hesaba çekmediğimiz şeylerdir. Ahirete inandığı halde sanki yokmuş gibi yaşamak, nefsin hilesidir.

***

Ölçülü olan, hareketlerini ihlâs içinde kontrol edebilen insanlar tutarlı olurlar. Kendi hesabını görmeyenlerin ahirette hesabı görülür.

***

Zulüm her daim kendi türünden sonuçlar hazırlar Ancak… Allah’a ve ahirete imandır ki, zulmün önüne geçer ve nefsi emmarenin sesini kısar.

***

Hareket ve niyette de esas olan ihlâstır. Çıkar peşinde olan her davranış ve hareketin sonu hüsrandır. İbadet ve duâda da Allah rızası esastır.

***

Her şeye rağmen hep ümit, hep şevk, hep iman ve hep gayret içinde olmalıyız. Hz. Ali (ra) der ki: “Kalbiniz şu üç şeyin evi olsun: İmanın, ümidin, aşkın.”

***

Kader niyete bakar. Allah katında ameli az olan, ama niyeti samimî olanlar, ameli çok ama niyeti bozuk olanlardan her zaman daha değerlidir.

***

Hak sillesinin sadası yoktur. Bir de vurdu mu devası yoktur…

***

Tarih nice tecellilerle dolu. Büyük zannedilenleri hep hesaba katmadıkları küçükler alt etmiştir. Bazen bir sivilce, bazen kanser mikrobu…

***

Ümit bir şey değil, ümit her şeydir. Siyah bir gözlükle olaylara bakanlar, olanı bırak, olacakları da göremezler. Yaşasın ümit, gebersin yeis!

***

“Bazen saadetten felâket doğduğu gibi, bazen de felâketten saadet doğabilir.”

Bediüzzaman bunu söylediğinde Birinci Dünya Harbi’nin mağlûbu idik.

***

İslâm’ın tahsil yılları bitti. Her kahraman evlât yurduna dönüyor. Her biri bir kıt’anın başına geçecek, Bediüzzaman’ın verdiği müjde gerçekleşecek.

***

Allah’ım, Habib-i Ekrem (asm) hürmetine, Kur’ân hürmetine bu vatan evlâtlarını muhafaza eyle. Bizi her daim bir ve beraber eyle. Düşmanlarımıza fırsat verme…

Selim Gündüzalp  – Zafer Dergisi

Kuyu Başında İki İnsan

Bir gün yağız atlara binmiş, siyahlar giyinmiş ve yüzleri örtülü efendiler, kuyunun yanına yoksul iki insan bıraktılar. Pelerinlerinin altındaki silâhlarının üstündeydi bir elleri. Bir ellerini de tehditle sallayıp:

“Yeriniz burası. Peşimizden gelmeyin. Yiyin birbirinizi. Burada yaşayın, burada ölün!” deyip gittiler.
Kuyunun başında iki insan. Bıraktılar onları orada, oracıkta. Yoksul, çaresiz, fakir, bıraktılar gittiler. Yanlarına hiçbir şey bırakmadan…

Kuyunun dibinde bir avuç su, bir de kovasız ip vardı. İp eskiydi. Suyu içmek için kuyunun içine girmek gerekti. Bir daha çıkamamak da vardı dışarıya.

İki insan ne yapsınlardı? Birbirlerine güvenmekten başka ne yapabilirlerdi ki bu ıpıssız çölde? Sıraya koydular. Biri indi, suyu çıkardı; öbürü indi, suyunu çıkardı. Birbirlerine su taşıdılar avuçlarıyla. Çöl sıcağına da alıştılar. Ciğerlerini delen susuzluğun ateşini kana kana içip dindirdiler. Epey müddet suyla idare ettiler. Sonra çevredeki yaprakları yediler. Bir nebze açlıklarını giderdiler.
Sonrası mı? Düşünün hele bir… Efendiler neler yerken, onlar neleri yediler. Acıları yediler, ateşleri içtiler. Onlara hiçbir şey bırakmadılar. İçlerini boşaltıp da gittiler. Sadece kelimeleri bıraktılar, sözleri bıraktılar.

Aynı dili de konuşmuyorlardı… Biri kendi diliyle bir şeyler anlatıyordu, öbürü kendi diliyle. Ama dillerin üstü bir dil vardı, onu öğrendi bu iki insan orada. Kuyu başında iki insan, kalbin dilini öğrendiler, onu konuştular. Diller üstü diller vardı, hâller üstü hâller… Duyguların üstünde, o duyguların sahibinin yarattığı, anlaşmalar üstünde anlaşmaların olduğu, vicdanların, kalplerin tanıştığı, bildiği, yabancısı olmadığı duygular vardı.

Aynı havayı soludular, aynı yollara baktılar. Birileri gelip de kendilerini buradan kurtarsınlar diye.

Her yer çöldü. Çölün ortasında bir kuyu, iki insan vardı. İki insan çölü göle dönüştürdüler. Yeniden başlayacaktı insanlık macerası belki de. Tam da burada, bu kuyunun başında.

Bir şeyler anlatmak istiyorlardı, çabalıyorlardı, ama anlatamıyorlardı. Şükür ki, birbirlerini dinlemeyi öğrenmişlerdi. Seslerini yükseltmeden konuşuyorlardı O kendi diliyle, diğeri kendi diliyle.

Konuştukları kelimelerin sesine, rengine, ahengine hayran kaldılar. Anlamasalar da sevdiler birbirlerinin dillerini.
Sonra birbirine benzeyen kelimeleri fark ettiler kendi dillerinde. Bir, iki, üç… Çoğaldı o kelimeler. Anlaşmayı kolaylaştıran kelimeleri seçtiler, onlarla konuşmaya başladılar.

Anladılar ki; dillerini bilen biri var. Konuştukları dillerin içine anlaşacağı kelimeleri koyan biri var ki, kendilerini biliyor, görüyor, duyuyor. Yalnız değillerdi o kuyunun başında, onu bildiler.

Yalnız olan efendilerdi.

Allah ile olan, yalnız değildi.

Birden bir güç geldi ellerine, yeni bir şevk doğdu içlerine. Ellerine, yüzlerine baktılar. Birbirlerine ne kadar da benziyorlardı. Kendi ortak kaderlerini okudular. Hayatlarını yeniden yaşamaya koyuldular bu kuyunun başında.

Aklın alacağı işler değildi bunlar. Nasıl da değişti, değişiyordu birden her şey. Kuyunun suyuydu bu, kuyunun huyuydu bu.
Birdi artık kaderleri. Kaderlerini beraber yaşadılar.

Tozu dumana katarak giden efendiler, yağız atlara binmiş efendiler, sadece yüzlerinde gözlerini gösteren efendiler çekip gitmişlerdi ya, o toz dumanın ardından, başka bir şey kalmamıştı hatırlarında.

Köle miydiler? Kurban mıydılar? Nereden gelmişlerdi? Niçin buradaydılar? Hatırlamıyorlardı artık. Mazi yoktu onlar için. Bugünden itibaren geleceklerini yaşamaya ve yazmaya başlayacaklardı bildikleri kelimelerle, inandıkları ve kalplerinde taşıdıkları o güzel duygularla.

Kim bilir, kaç defa bu kuyu başında bu macera başlamış, kim bilir kaç defa devam etmişti. Yeniden başlamış, yeniden devam etmişti acaba kim bilir kaç defa… Bu sırrı anlamaya başladılar. Kendi kaderlerini yeni baştan en güzel şekilde yaşamaya karar verdiler, azmettiler.

Her gün lâzım olan suyu çıkarmak için, ümitle aşağı iniyordu biri. Diğeri de ona en güzel şekilde el veriyor, yardım ediyordu. İlk günlerin korkaklığı, güvensizliği, yerini güvene terk etmişti. İnanıyorlardı artık. Birbirlerine güveniyorlardı. Birbirlerini seviyorlardı. Birbirlerine benziyorlardı.

Çölün yıldızlı gecelerinde düşünmeye başladılar. Düşüncelerini çerçeveleyen sahneleri birbirlerine göstermeye başladılar. Yıldızlardan bir demet yaptılar. Birbirlerine sundular.

“Çölün baharı da olur mu?” demeyin. Her gece yıldız çiçeklerinden baharlar yapılır burada. Baharlar gerçekleşir, baharlar oluşur çöllerde, yıldızlı gecelerde.

Çölde de bir hayat vardır.

Çöl, bazen içimiz olur. Bazen şehrin ortasında, küçük bir evin içinde bir oda olur. Bazen anlayabildiğiniz dilden konuşan bir kitabın başında olur o kuyu başı. Ve siz uzaklarda da olsanız, yakın olursunuz, yakın durursunuz birbirinize. Kuyu başındaki iki insan gibi…
Her şeyinizi alırlar, size sadece kelimeleri bırakırlar. Kelimelerden yeni cümleler yaparsınız. Konuşmayı öğrenirsiniz. Kâinatın dilini öğrenirsiniz. O yeni kelimelerle birbirinize baktığınızda, anladığınız cümleleri kurar, anladığınız dilden konuşursunuz. Ortak bir dilden hareketle, kâinatın dilini anlamaya çalışırsınız. Siz kendi dilinizce, o kendi dilince…

Ayrı – gayrı yoktur artık. Razı olursunuz hâlinize. O zaman kaplar dökülür; sırlar, sular bir olur, diller bir olur. Herkes kendi kabını doldurmaya bakmaz. Bencillik yok burada. Herkes kendi kabından diğer kaplara sular döker, kaplar bir olur. Ayrı duranlar omuz omuza verir, arkadaş olur, dost olur. Daha da ötesi kardeş olur.

Kelimeler, cümlelere dönüşür. Kelimelere ruh gelir, hayat gelir, mânâ gelir. Kelimeler, söz olur. Sözler; etrafında toplanan çöl yolcularına, kuyunun başındaki o insanlar gibi, susuzluğunu giderecek sırlar, bengisular sunar.

Ve bir gün, bir insan, diğerine kendi dilinden bir kelime söyler. O güne kadar söylenmedik bir kelimedir bu. O da ona bir kelimeyle cevap verir. Ne söylediği o kadar önemli değildir. Ama yürekten dedikleri için, ne dediklerini ikisi de anlamıştır. O kuyunun başında öğrendikleri en güzel kelimeyi söylerler. Biri kendi diliyle “kardeşim” der; öbürü kendi diliyle “keko” der. Kucaklaşırlar.

Çölün sıcağına, soğuğuna, korkutuculuğuna, ürkütücülüğüne aldırmadan birlikte yollarına devam ederler.

Kendilerini oraya bırakan yağız atların üstündeki o meçhul efendileri aramaya, sormaya, soruşturmaya başlarlar. Onlar çoktan sinmişlerdir bir yerlere. Yine yeni oyunlar peşindedirler yeni kurbanlarına. Ama bu defa maskeleri düşmüştür, yakayı ele vermiştir, korku içindedir efendiler. Kendi kurdukları tuzaklara düşmüştürler efendiler.

Onları zorlu yokuşlara, çöllere sürmüşlerdi bir zamanlar, sürgün etmişlerdi, kuyu başlarına terk etmişlerdi güya. Bir daha asla çıkamaz, gelemez zannetmişlerdi onları güya.

Öyle bir geldiler ki… El ele, gönül gönüle geldiler…

Düşman bıraktıklarını kardeş buldular karşılarında. O kelimeyi söylemiştir dudakları, dudaklarından o sözler dökülmüştür ikisinin de. Kardeşçe, dostça…

Kelimeler de birdir artık, mânâlar da birdir. Diller de, kalpler de, gönüller de birdir.

“Bir” olanın birliğinden gelir bunlar. “Bir”den birlik gelir ancak.

Ve bazen birden gelen, birden gelir. Ayrı gibi zannedilen diller, biri söyler, bir olur ve “Bir”in sırrına varır. Ayrı ayrı duran birler, birde birleşir giderler…

Kuyunun suyu bu, kuyunun huyu bu…

Evet, ne güzeldir diller, dillerdeki kelimeler ve sözler. O korkunç efendiler, sömürgeci, istilâcı efendiler ne güzel kelimeler bırakmışlardır bize. Her şeyimizi yuttular, inançlarımızı, geleneklerimizi, kutsallarımızı… Nereye uğradıysa yolları, arkalarında harabeler bıraktılar bu topraklarda. Ama onların alıp götürdüklerinden bize pırıl pırıl kelimeler kaldı, sözler kaldı.

Sonunda onlar kaybetti. Sonunda biz kazandık.

Madenlerimizi, yer altı, yer üstü zenginliklerimizi, altınlarımızı aldılar.

Bize altından daha değerli olan kelimeler, sözler bıraktılar.

Ve bunları anlayabilecek altın kalpli nesiller bıraktılar. Her şeyi aldılar, ama hiçbir şeyi götüremediler, her şeyi bıraktılar. Bize kelimeleri, sözleri bıraktılar. Sözlerin gücü, kuyunun başındakileri kardeş etti, efendilerin tuzaklarını yerle bir etti.

Kuyunun suyu bu, kuyunun huyu bu…

Selim Gündüzalp

sorularlaislamiyet

Penceremde Kuşlar

Ruhumun penceresidir gözlerim.

Pencereler gözleridir evlerin…

Rabbim ne güzeldir günlerin, gecelerin.

Yaşamamız, sevmemiz.

Ölmemek için ölmemiz.

Kalbimizin sahibinin Sen olduğunu bilmemiz.

Ne güzeldir Rabbim, ne güzel…

Her sabah erkenden.

Penceremde kuşlar.

Beni hayata çağırırlar.

Türlü türlü seslerle, zikirlerle…

“Haydi! Sen de bu halkaya katıl!” derler.

Duyulan ses mi, söz mü?

Bu dinleyene bağlı.

pencerede kuşlarPenceremde kuşlar.

Bahçelerde rengârenk çiçekler.

Gönüllerde sevgiler… Dallarda meyveler…

Anneler, ah anneler. Güzel anneler…

Anne olup da çirkin biri var mı hiç?

Anneler, ah anneler…

Bulutlar bile sevdalı size.

Rahmet olup yağıyor üstünüze.

Onun için mi ipekten yumuşaktır sineniz?

O güzel yüreğiniz. Hep dalgalı bir deniz…

Yarının hayali var, ışıl ışıl gözlerinizde.

Büyüyor çocuklar gibi, sevgiler de kalbinizde.

Ah, bilmezler, görmezler ki sizi.

Perdenin gerisindeki, o dualı dilinizi.

Her çocuk hisseder ama annesinin duasını.

Zaten o dualar iyileştirir hayatın yarasını.

Pencerenin gerisinde silüetler.

Okula ya da işe giderken…

Bir gölge gibi duaları bizi izler.

Çoktan yıkılırdık duaları olmayaydı analarımızın.

Onlar gerçek kahramanları bu dünyamızın.

Belli bir vakit yok bizi hatırlamaları için.

Her an onların gönüllerindeyiz, dillerindeyiz, dualarındayız.

Rabbim, ne kadar da güzel yaratmışsın.

Her şeyi yerli yerine koymuşsun.

Bazen hissederim, diyemem.

Tam dile gelir, söyleyemem.

Penceremde kuşlar…

Bir düşünün, ya olmasaydılar?

O ince nağmelerin, o güzel seslerin olmadığı bir dünya.

Bu kadar güzel olur muydu?

Güller güzel ama ya bülbüller olmasaydı?

Yarım kaldırdı bu güzellik.

Kokular olmasaydı… Hepten yarım kalırdı.

Penceremde kuşlar olmasaydı…

Eksik kalırdı bu güzellik.

Bu kusursuz güzellik… Sendendir Rabbim, Sendendir.

Ne varsa hamde, şükre lâyık; hepsi Sendendir.

Ağaçta çiçek, dalda meyve, masmavi gökyüzünde beyaz bulutlar.

Rahmetinin tecellisidir Rabbim.

Seviyorum penceremi.

Oradan gösterdiğin bin bir güzellikleri.

Seviyorum o sesleri.

Olmayaydı o sesler, hep yarım kalırdı bir şeyler.

Şükür ki var.

Penceremde kuşlar.

Bahtiyarım Rabbim. Adını anmakla bu sabah.

Bahtiyarım Rabbim. Sana hamd etmekle bu sabah.

Bir de şükrü var, teşekkürü var bu insanın.

Benden zarar gelmez.

Daldaki çiçeğe, ağaçtaki meyveye, kovandaki arıya.

Bu dünyamın bir parçasıdır onlar.

Onlara bakıp, Rabbim Seni anarım.

Bu sesleri dinlerim, Seni zikrederim.

Nimetlerini yâd edip yaşarım.

Dualı bir dil ile Seni anıp, günümü ulvî hazla tamamladığımdan…

Memnunum yaşadığımdan.

Bazen sebepsiz gülüşüm sokaklarda…

Dilsiz değilim ya, susamam da.

Haykırırım bu güzellikleri.

Sabahın fecrinde, gecenin ilerleyen vaktinde.

Şükürler dolusu bir kalple ve dille, Sana hamd ederim Rabbim.

Şükrü, teşekkürü de olmasaydı bu insanın…

Bunca nimetlerin değeri, birden hiçe inecekti.

Rabbim, geç de olsa gördüm. Senden bildim.

Düşünmenin de bir ibadet olduğunu…

Tefekkürün de teşekkür olduğunu bildim.

Gönderdiğin Nebi’n ile, Elçin (asm) ile bildim.

Penceremde kuşlar ile bildim.

Sesler ve renkler benim için.

Her şey benim için… Her şeyi Senden bildim…

Senden gelen nimetleri yâd ediyor o güzel sesleriyle.

Penceremde kuşlar…

Gelen ve gelecek olan nimetleri alkışlıyorlar.

Yarının büyük oluşlarını müjdeliyorlar.

Katılıyorum seve seve… Coşkuyla o seslerin arasına…

Rabbim; “Bu diller, bu sesler, bu gözler kimin?” diye bir gelip sorulmadan.

Hakkını vermek istiyorum.

Bu güzel dünyada bir tefekkür miracını da böyle yaşamak istiyorum.

Coşkuyla, arzuyla, Hz. Peygamber Efendimizin gözümün nuru dediği o namazıyla.

Penceremde kuşlar…

Gözümde yaşlar ve dilimde dualar…

Hamdim, şükrüm Sanadır Rabbim.

Her nimeti Senden bildim.

Yaşattığın her şey için.

Sana sonsuza kadar hamd; resulüne (asm) sonsuza kadar salât-u selâm ederim.

Selim Gündüzalp

zaferdergisi.com

Kuyulardan Seslenen Yusuf’lar Var

Bir hatırlayın çocukluk günlerini…

Koşarken ya da oynarken, farkında olmadan düşüp de kendinizi bir kuyunun içinde buldunuz mu hiç?

Çocukluğumdan beri hep korkutur kuyular. Ama yine de içine bakmaktan kendimi alamam.

Kuyularda, içimizdeki korkularla yüzleşiriz. Belki de bizi çeken sır budur oralarda.

Kimse bilmez ne kuyular var o kuyularda.

Yalnızlığı, ölümü, orada tek başınalığı hatırlatıyor insana kuyular.

Her kuyudan bir Yusuf seslenir.

Geceler içinden sesler gelir. Biri var mı kuyularda?

Geçtiğimiz günlerde bir haber okumuştum 13 yaşında bir çocuk 30 metre derinliğinde bir kuyuya düşmüş ve 15 saat kalmış orada. İtfaiyeciler kurtarmış en nihayet. Mutlu sona ulaşılmış.

15 saat az değil, o kuyunun dibinde yarı beline kadar suyun içinde o çocukcağız ne yapmış, neler yaşamış acaba? Merak edip durdum.

Asıl soru bizim içimizde.

Yusuf, çoktan çıktı kuyudan. Çocuk çoktan kurtuldu oradan. Ama şimdi bizim aklımız oralarda, hep kuyularda. Bir sır var kuyularda insanı çeken, düşünmeye davet eden.

Kuyulara düşenlere dair çok vakalar var duyduğumuz. En başta Yusuf Suresi’nden, o mübarek peygamberin başına gelenlerden âşinayız kuyulara.

Sonu ferahlı olunca çekilen zahmetler de rahmete dönüyor. Sonunda Mısır’a sultan olmak var. Ama gel de bunu anlat kuyudakilere.

Kuyulara düşmeden, köle gibi satılıp zindanlara girmeden, iftiralara uğramadan ulaşılamıyor saadetlere, mutluluklara. Yalnızlığın, bîçareliğin en hasını tadıyor orada insan. Kırılıyor kolu kanadı. Allah’a ne kadar yakın olduğunu kuyuların içinde anlıyor insan. Öyle bir aşkla, öyle bir içten yakarışla kim bilir ne gözü yaşlı dualar ediliyor oralarda… Zindandan beter kuyularda…

Bir ışık var, masmavi gökyüzü var sadece görünen oradan. Belki de geçip giden beyaz bulutlar, rızkını arayan birkaç kuşun sesi ve gölgesi düşüyor kuyunun içine, o kadar. Belki de bir karganın gagasından düşürdüğü bir ceviz. İnsanın rızkını, nasibini oraya da gönderir ya rabbi. İçine düşenler kurtulmak için neler düşünüyor, neler düşlüyor, kim bilir… Yaşanası ne mucizeler bekliyor kuyuya düşeni kim bilir…

Damdan düşen misali, kuyulara düşmeyen, kuyulara düşenin halini bilemez.

Ümit bir tohum gibi düşmüşse insanın içine, hangi kuyunun dibinde de olsa, rahmet oradadır, onunladır. Allah kuluna her yerde en yakındır.

Ah Yusuf! Ah çocuklar… Kuyulara düşüp de kurtarılmayı bekleyen çocuklar…

Onlar o kuyulardan elbet çıkıyorlar. Ya içimizin kuyularında kalıp da çıkamayan çocuklara ne diyeceğiz?

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi