Etiket arşivi: Semerkand Aile Dergisi

Mekke’nin Fethi (630)

Tarih: 01 Ocak 630’da (Hicri 20 Ramazan 8)

 Fetih, “kapalı veya örtülü bir şeyi açmak” demek. İslâm’ın fetihleri, insanların kafa ve gönüllerini hakikate kapatan, onların ilâhî mesajın ışığını almasına mani olan “küfür örtüsü”dür. Miladi takvime göre 1 Ocak tarihi Mekke’nin fetih yıl dönümü. Bu vesileyle Efendimiz s.a.v.’in örnekliğinde fetihlerin en büyüğü olan Mekke’nin fethini, İslâm’ın gönülleri fethini hatırlayalım.

Mekke, alemlere rahmet olarak gönderilen eygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyaya teşrif buyurdukları, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği şehir… Nübüvvet kitabının hem ön sözünün hem de son sözünün indirildiği, Hz. Adem a.s.’dan itibaren tevhit inancının merkezi ve müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin de bulunduğu şehir…

Allah Rasulü s.a.v. kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra önce Mekkelileri Allah’ın dinine davet etmiş, fakat onlar bunu kabul etmedikleri gibi müslüman olmaya başlayan herkese ellerinden gelen bütün eza cefayı da çektirmişlerdi. Hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki, Rasulullah s.a.v.’i öldürme kararı almışlar, Cebrail a.s.’ın haber vermesiyle kurdukları tuzak boşa çıkmıştır.

‘Senden çıkarılmasaydım…’

Mekkeli müşriklerin bitmeyen eziyetleri sonucunda müminlerin dayanacak güçleri ve sabırları kalmayınca, Peygamber Efendimiz’in niyazıyla müminlere hicret, Mekke’yi terk etme izni verilmişti. Efendimiz s.a.v. Mekke’den çıkarılırken yaşlı gözlerle Mekke’ye dönmüş; “Ey şehir, senden çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim!” demişti.

indirHicret sonrası Mekkeliler yine boş durmadılar, Efendimiz s.a.v. ve müslümanları yok etmek için uğraştılar: Fakat Bedir’de hezimete uğradılar, Uhud’da umduklarına eremediler, Medine’ye kadar gelip Hendek bozgununu yaşadılar ve nihayetinde Hudeybiye antlaşması… Elbette bu yaşananların her biri Mekke’nin fethine zemin hazırlayan olaylardı. Ama sonuçları itibariyle diğerlerinden biraz daha önem ve farklılık arz eden Hudeybiye antlaşması olsa gerek. Zahiren bakıldığında müslümanların aleyhinde gibi görünen birçok madde vardı bu anlaşmada. Aslında Mekke’nin fethine açılan ve sonuçta İslâm’ın bütün iklimlere yayılmasına vesile olacak bir sözleşmeydi bu.

Feth’e açılan kapı: Hudeybiye

Hicretin üzerinden altı yıl geçmişti. Müminler, Efendimiz’le birlikte umre yapmayı çok istiyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hazırlıkların tamamlanmasından sonra bin beş yüz sahabi ile Mekke’ye doğru yola çıkıldı. Niyetlerinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka silah almamışlardı. Zülhuleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve umre için niyet ettiler. Mekkeli müşrikler Efendimiz s.a.v.’in hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun Mekke’ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar. Efendimiz s.a.v. de kan dökülmesini istemediği için Mekkelilerin bu tavrına karşılık onların teklif ettiği bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmanın bazı maddeleri şöyleydi:

• Müslümanlar bu yıl Mekke’ye giremeyecekler ve Kâbe’yi ziyaret edemeyecekler, gelecek yıl bu ziyareti yapabileceklerdir. Ertesi yıl ancak üç gün Mekke’de kalabilecekler, bu süre zarfında hiçbir Mekkeli onlarla görüşmeyecek.

• Kureyş’ten birisi bu arada İslâm’ı kabul eder ve müslümanlara sığınırsa, bu kişi müslümanlar tarafından kabul edilmeyecek fakat Mekke’ye iltica eden hiçbir müslüman iade edilmeyecek.

• Her iki taraf da diledikleri kabilelerle ittifak kurabilecek.

• Bu antlaşma on yıllık bir süre için geçerli olacak. Bu süre zarfında ne Kureyş müslümanlara ne de müslümanlar Kureyş’e saldıracak.

Bu anlaşma gereği Rasulullah s.a.v. sahabilerine geri dönme emrini verdi. Hem sahabeler hem de Rasulullah s.a.v. Kâbe’yi ziyaret edemememin üzüntüsü içindeydi. Ancak inen şu ayet ileride Mekke’nin fethedileceği müjdesini vermişti: “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” (Fetih, 1)

Saldırmazlık anlaşması ile İslâm her geçen gün büyümeye başladı. Müşrikler ise İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekr kabilesini kışkırtarak, müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttılar. Kendi içlerinden bazıları da bu olaya iştirak etti. Huzâa kabilesi baskına uğradıklarında namazdaydılar. Hunharca bir katliamla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda iken şehid edildi.

Bu olayın hemen ardından Mekke’den gelen bir heyet Rasulullah s.a.v.’e daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı resmen tek taraflı feshettiklerini söylediler. Oysa bu, müslümanları Mekke Fethi’ne davet demekti. Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldiyse de iş işten geçmiş, sözleşme iki taraflı olarak feshedilmişti.

Kan dökmeden açılan kapı

Rasulullah s.a.v. Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Yine de çok hassas davranıyordu. Hassasiyeti her iki cephe için de geçerliydi.Kendi askerlerinden de Mekkelilerden de zayiat verilmesini istemiyordu. Hz. Peygamber s.a.v.’in tek arzusu Kureyş reislerinin İslâm hakikatini anlamaları idi.

Mekke’ye yaklaşıldığında Cuhfe denilen yerde amcası Hz. Abbas ile karşılaştı. Hz. Abbas r.a. müslüman olarak Medine’ye hicret ediyordu. Yanında ailesi de vardı. Efendimiz s.a.v. onları görünce sevindi ve, “Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun.” dedi. Hz. Abbas r.a. ailesini Medine’ye göndererek kendisi Rasulullah s.a.v.’in ordusuna katıldı. Dün terk ettiği Mekke’yi bugün fethetmek için yola koyulmuştu.

Bu yolculuk esnasında Rasulullah s.a.v. kendisine ilk vahiy indiği zaman Varaka b. Nevfel’le arasında geçen şu konuşmayı düşündü: Varaka şöyle demişti:

– Senin bu gördüğün, Allah Tealâ’nın Hz. Musa’ya gönderdiği Namus-i Ekber’dir (Cebrail’dir); keşke senin insanları İslâm’a davet ettiğin günlerde genç olaydım… Kavmin seni vatanından çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam…

Bunun üzerine Rasul-i Ekrem s.a.v.:

– Onlar beni Mekke’den çıkaracaklar mı ki, diye sordu. O da:

– Evet! Zira senin gibi vahyi tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim, demişti.

İşte bu konuşmanın üzerinden 21, hicretten de sekiz sene geçtikten sonra Rasulullah s.a.v. tekrar Mekke’ye dönüyordu.

Mekkeliler hiç beklemedikleri bir anda on bin kişilik sahabe ordusunu karşılarında görünce akıl tutulması yaşamışlardı. Neye uğradıklarını şaşırdılar. Hiçbir şey yapamadılar. Herkes şimdi ne olacağını bekliyordu.
Rasulullah s.a.v. Mekke’ye girdiğinde, fethi kendisine nasip etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildirircesine başını önüne eğiyordu.

Muhacirler ve Ensar Rasulullah s.a.v.’in dört bir yanını sarmıştı. Mescid-i Haram’a girdi. Hacer-i Esved’e doğru yöneldi ve selamladı. Sonra Kâbe’yi tavaf etti. Kâbe’nin içinde ve etrafında üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile bunlara bir bir dokunuyor ve şöyle diyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkûmdur.”

Efendimiz s.a.v. tavafını bitirip Kâbe’nin kapısına geldiğinde, anahtar sorumlusu Osman b. Talha’yı çağırtarak Kâbe’yi açtırdı, içeri girdi. Önce orada bulunan putları bir kenara ittirdi. Ağaçtan yapılmış bir güvercin şeklindeki bir putu kendi elleriyle kırdı. Sonra duvarlarda melekler için çizilmiş bazı resimleri gördü. Yine duvarın bir yerinde Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in aleyhisselamın fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gördü. “Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku çekmemişlerdir!” dedi. Ardından bütün bu resimleri sildirdi, Kâbe’yi putlardan da temizletti. Öğle namazı vakti olmuştu. Hz. Bilâl’e ezan okumasını emretti, ardından da öğle namazını kıldı.

‘Serbestsiniz!’

Mekke’ye girildikten sonra yaşanan hadiselerden en önemlilerinden birisi de Rasulullah Efendimiz s.a.v.’in yüce ahlâkının sonucu kalpleri fethetmesi olayıdır.

Herkes Kâbe’nin avlusunda toplanmıştı ve Efendimiz s.a.v.’in bundan sonra nasıl davranacağını merak ediyordu. Henüz İslâm’la müşerref olmamış binlerce Mekkeli müşriğin yanında müslüman askerler de hazır bulunuyordu. O zamanki savaş hukukuna göre O, bütün Mekke halkının öldürülmesini emredebilir, bütün Mekkelilerin varlıklarına el koyup bunu müslümanlar için ganimet malı sayabilir ve dağıtabilirdi. Efendimiz s.a.v. Kâbe’den çıktı ve insanlara şöyle bir konuşma yaptı:

“Ey Kureyş topluluğu! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp büyüklenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktan yaratılmıştır!” Sonra şu ayeti okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13).

Sonra şöyle buyurdu:

– Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?

Kureyşliler hiç de hak etmedikleri bir merhameti isteyecek söz bulamayarak, utançtan başları öne düşmüş vaziyette şu cevabı verdiler:

– Sen soylu bir babanın oğlu, asil bir kimsesin. Senden hayır umarız.

Hz. Peygamber s.a.v. o zaman şöyle buyurdu:

– Ben, size Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur.’ Gidin, serbestsiniz!

İşte bu genel aftan sonra kadın erkek herkes gelerek Rasulullah’a s.a.v. biat ettiler. Böylece Mekke’nin fethi tam anlamıyla tamamlanmış oldu.

Semerkand Dergisi

Evlenmede ideal yaş var mıdır?

Hayatımız boyunca beyaz atlı bir prens bekledik” diyor ünlülerden biri. “O prensin gelmeyeceğini kimse bize söylemedi. Bekledik bekledik vazgeçtik…” Masalla gerçeği karıştırsak da evlilikten konuşmayı evliliğe yöneltmeyi seviyoruz toplum olarak. Bilhassa sosyal, bireysel ve psikolojik boyutları açısından evlilik tavsiyesi başta Efendimiz’in (s.a.v) bir sünneti. Efendimiz (s.a.v) “Sizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin, çünkü evlenmek gözü haramdan daha çok saklar, iffeti de korur” buyurarak evliliğin hem aile hem bireye dönük vasfına işaret ediyor. Günümüzde evliliği tavsiye eden bilinçli abi ve ablalarımız özellikle eş seçiminde dinimizin ön gördüğü kriterlerden de bahsetmeyi bir vazife görüyorlar. Haliyle, gün geçtikçe boşanma oranlarının artması ailenin önemini bilen herkesi endişelendiriyor. Boşanmaları frenleyecek en ideal çözüm evlendirilecek kişilerde dinimize göre aranacak vasıfları daha ön plana çıkarma gayreti olacak. Yanı sıra evliliğin, ailenin ve çocuk yetiştirmenin yükünü omuzlayacak olgunlukta olmak da hayli önemli. Bu durumda evlecek gençlerin aklına gelen ilk soru “Hangi yaşta evlenilmeli?”, “Buluğa erme evlenme yaşı için yeterli midir?” oluyor.

BULUĞ ÇAĞI YAŞA MI İŞARET EDER, RUHSAL OLGUNLUĞA MI?

Evlilik yoluyla ilgi görme, toplumsal bir statü kazanma isteği ve aşkın büyüsü özellikle 15-16 yaşlarındaki genç kızları cezbeder. Bu gençler en çok da bir “ideal” sahibi olma konusunda zorluk yaşamaktadır. Okuma, kendini geliştirme gibi ileriye dönük tasarımlardaki boşluklarını evlenme hevesi doldurur. Evliliği kısa yoldan hayata atılma, değer görme, statü kazanma aracı görürler. Okulu bırakır, evlilik diye tutturur, aşkın büyüsüyle ailelerine baskı yaparlar. “Evlilikten, eşinden beklentilerin nelerdir? Çocuk yetiştirme hususunda neler biliyorsun?” sorularıyla karşılaşınca gerçeklerin farklı olduğu ayrımını görseler de ayılamazlar. Medeni hukuka göre gençler ancak 18 yaşını bitirdikten sonra evlenebilir. Dinimizin belirttiği olgunluk kriteri de benzer yaşları işaret eder. Evlilik yaşı “buluğa erme” ifadesiyle anlatılır. Evlenme yaşının alt limitinde “reşid” olma ve “buluğ” önemlidir ancak her genç için bu kriter yeterli midir? İşte asıl mesele.

Reşit olmak, hukuki anlamda kişinin erginliğe erişmesidir. Kişilerin kendi davranış ve işlemleri ile kendi adına haklar ve borçlar meydana getirebilme olgunluğuna reşit (ergin) olmak denir. “Reşit” kelimesinin diğer anlamları ise, doğru yolu tutan, iyi hareket eden ve akıllı olan gibi vasıflar içerir. Reşid olan kişide aranan kriterler başka bir tanımlamaya göre; işlerini düzgün yürüten, malını koruma konusunda dikkatli olan, gereksiz harcamalardan ve israftan sakınan gibi aklı başında bir kişiden beklenebilecek davranışlardır.

Dolayısıyla buluğ döneminde olan ve evlenmeyi düşünen bir gençte karakter ve ruh olgunluğu bakımından bu özellikleri de aramak yerinde olur. Dr. Dilaver Selvi’nin yorumu konuyu etraflıca açıklamaya yetiyor. Selvi, “Bir gencin evlilik çağına geldiğini düşünmek için onda ‘buluğ’, ‘küfüv’ (denklik) ve ‘kabiliyet’in gelişmiş olması şartını aramak gerekir” diyor. Ayrıca Dr. Selvi, buluğ çağına gelen çocukta fiziki olgunluk kadar ruh olgunluğunun da bulunması gerektiğini belirterek evlilikteki 3 ana unsura vurgu yapıyor: “Bunlar; evlenecek genç kız açısından annelik, ev idaresi ve vücudun çocuğu taşıyabilecek güç ve olgunluğa erişmesidir. Gençlerin karşılaşacağı en büyük sorun evlilik yoluyla dahil olacağı ailenin kültürüne, çevresine uyum sağlayabilmeleridir. Kişi bu uyumu gerçekleştirdiğinde evlilik ve çocuk eğitimine ilişkin kabiliyetleri de gelişecektir. Kültürel uyum ancak gençler arasında denklik yoluyla sağlanabilir. Eğer genç bünye-eğitim ve çevre itibarıyla evlilik yükünü taşıyamayacak durumdaysa ona evlilik tavsiye edilmez.

Gençlerin çocuk eğitimiyle ilgili donanımı hususunda ise Selvi, kadının çocuğun bakımıyla ilgili mesuliyetine, erkeğin de çocuğun ve kadının geçimini temin ile birlikte çocuğun eğitiminden sorumlu olduğuna değiniyor. Buluğa erdi diye evlenebilecek gözüyle bakılan 15-16 yaşlarındaki çoğu günümüz gencinde bu ideal özellikleri bulmaya çalışmak hayli güç. Bu yaşlarda evlendirildikleri takdirde evlilik uyumu ve sorumluluklarında aile büyüklerinin yapıcı tutumlarına büyük ölçüde ihtiyaç duyuyorlar.

“İDEAL EVLİLİK KABİLİYET VE EĞİTİMLE GERÇEKLEŞİR”

Bugün evliliklerde, evlenecek gençlerin başlangıçta ideal bir anne baba olabilecek donanımlara sahip olmaları şartından ziyade çevrelerinde bu şartı aramayı tavsiye ediyoruz” diyen Dilaver Selvi, bu ifadeyle hem evlenecek gençlere anlayışla yaklaşılmasına hem de ailelerin gençlerin evliliğinde daha yapıcı bir rol almaları gerektiğine işaret ediyor. “Eğer genç erkek ve kız, çocuk yetiştirme konusunda bilgi ve olgunluğa sahip değilse baba ya da anne, o da yoksa yakın akrabalardan biri onlara yardımcı olacak. İdeal evlilik kabiliyet ve eğitim ile gerçekleşir” diyor.

“EVLİLİĞİN DİNE GÖRE AMACI O YUVANIN CENNETE TAŞINMASIDIR”

Selvi, “Dinimize göre yuva kurmada amaç o yuvanın cennete, taşınmasıdır. Evlilikte eşlerin birbirleri açısında ebedi olmayı istemesi amaçlanmalıdır. Cennet yolu mühim bir terbiye gerektirir. Gençlerde böyle bir idrak yok. Ya maddi nedenlerle ya da evlenmiş olmak için evleniyorlar. Evliliğin manevi yönü ihmal ediliyor. Bu açıdan gençlerde evlilik öncesi, dini yaşayış, hayata bu açıdan ortak bir bakış şartı aranmalı, olgunluk ise sonraya bırakılmalı” diyor ve gençler bu açıdan orta yolu bulabiliyorlarsa evliliğin tavsiye edildiğini aksi takdirde çekimser yaklaşıldığını ifade ediyor.

EVLİLİĞİN TAVI HANGİ YAŞTA?

Resmi verilere göre Türkiye’de son 7 yılda 30-44 yaş arası evlilikler yüzde 70 arttı. Erken evlilikler gibi bu durum da uzmanları endişelendiriyor. Psikologlara göre geç kurulan yuvalar, huzur ve mutluluk yerine sıkıntı getiriyor. İstatistikler de bunu kanıtlıyor: 30 yaş üstü evliliklerde boşanma oranı daha yüksek. Evlilik yaşı 40’a dayanan bekar erkek ve bayanlar bilhassa eğitim ve kariyerleri yükseldikçe uygun eş seçiminde zorlanıyor.

İletişim Uzmanı Canten Kaya, üniversite mezunlarının evlenme yaşının 30 ila 40 yaş arasında görülme oranlarındaki artışa dikkat çekiyor. “Bu yaşlardaki evlilikler beni endişelendiriyor” diyor. Evliliklerin 20 yaş öncesinde gerçekleşmesini de 40 yaş kadar sıkıntılı buluyor. 30 yaş sonrasında evlenen kadınların doğurganlık kalitesi açısından risklerle karşılaşabilme ihtimali uzmanların bahsettiği geç evlenme tehlikelerinden biri. Canten Kaya’nın bir başka tespiti ise, artık Anadolu gençliğinin askere gitmeden önce evlenmeye yanaşmaması. Kaya, gençlerin hem eğitim ve meslek açısından hem de bilimsel verilere göre beynin gelişim aşamaları yönünden ideal evlilik yaşının erkekte ve kadında 24 olduğu görüşünde. Kaya, “Bilimsel olarak beynin 3 bölgesinin de gelişimi 24 yaşa kadar sürer. Beyinsel ve psikososyal gelişim tam anlamıyla 24 yaşa kadar sürdüğü için evliliğin de bu dönemde olması gerektiğini düşünüyorum. Evliliğin tavı bu yaşlardır” diyor.

BAZI TALEBELER EVLİLİKTEN BİR SÜRE MEN EDİLEBİLMİŞ

Eğitimli gençlerden çocuk eğitimi hususunda beklentiler hayli yüksek. Bu gençlerin evlilik öncesinde temelde anne baba, çocuk eğitimi hususunda ise bir muallim ve muallime olabilecek olgunluk ve bilgiye sahip olmaları bekleniyor. Bu konuya ilişkin geçmişte alimlerinin çeşitli uygulamaları da mevcut. İmam Cafer (r.a), bazı talebelerinden bir müddet evliliklerini ertelemelerini istiyor. Benzer bir şekilde, İmam Ebu Hanife (rh.a) de talebesi İmam Ebu Yusuf’u bir müddet evlilikten men ediyor. Öncelikle talim ve terbiye safhasını tamamlamasını, öğrenmesi gereken ilimleri mutlaka almasını öğütlüyor. “Aksi takdirde tahsil hayatın yarıda kalır. Ayrıca ailenin helal bir şekilde geçimini temin edebilmen için de bir işin olmalıdır. Böyle bir duruma gelince hayat çizgin daha da belirginleşecektir” diyor. Zira, Ebu Hanife’nin (rh.a) bu talebesi sıradan biri değildir. Hocasının tavsiyeleri neticesinde Abbasiler döneminde şeyhülislamlık payesine kadar yükselmiştir. Dolayısıyla iki büyük zat olan İmam Cafer ve İmam Azam Ebu Hanife evlilik yaşını standart olarak yorumlamamış, talebelerinin ilim ve çeşitli hallerine göre beliren şartlar gereği evlilikten bir süre men etmişler ve evlilik müessesesinin ciddiyetini vurgulamışlardır.

EVLENECEK KİŞİLERDE ŞU 3 ÖZELLİK MUTLAKA ARANMALI

Bir eşle hayatı paylaşacak görüşe sahipler mi? Çocuk yetiştirmede bir öğretmen gibi davranabilme olgunluğu gösterebilecekler mi? Çocukları manevi değerlere göre yetiştirebilecek donanımları var mı? Eğer evlenecek kişiler henüz çocuk sayılacak yahut daha ileri bir yaşta olsa bile kendini idare etmekten aciz ise ve insanlarla geçinmede zorluk yaşıyor, ortak noktada buluşmakta sıkıntı çekiyorsa, ailesiyle sürekli bir iletişim ve değer çatışması halinde yaşıyorsa evlenme ve çocuk yetiştirme adına henüz kıvama geldiği söylenemez. Böyle bir gençte evlenme yaşı biyolojik yaşla ölçülmeyip olgunluk seviyesi kriter alınmalı. Çünkü evliliğe bilinçli olarak yaklaşan her gencin evliliğe dair belirlediği ideallerden biri de ideal aile ve ideal bir fert yetiştirme amacı olmalı. Bu idealleri gerçekleştirmek için öncelikle kendisinde bu bilinci kazanma isteği bulunması gerekir.

ROMANTİK KÖRLÜK MÜ, KENDİ KENDİNİ ALDATMA MI?

Denir ki, iyi bir hayalperest olmak, kötü bir evlilik için kafidir. Hayalperestlik de belki hüsrana çıkan en kısa adres. Evlilik kararı verirken gençlerin dikkate aldığı kriterler evliliğin sağlıklı ya da mutsuz olmasına yol açıyor. Ama gelin görün ki gençlikte bu kriterler hayli abartılı olabiliyor ve evlilik sorunları adına tavsiyesine başvurulan kişiler tarafından çoğu kez espri konusu oluyor. Özellikle yaşı 30 ve üzeri olan erkeklerin ve kızların beklentileri arttığından eşte aranan vasıflar da çeşitleniyor. Kızlar erkeklerin bir eşte aradığı kriterleri eleştiriyor, erkekler de kızların beklentilerinden çekiniyor. İşte hayli gerçek olduğu kadar ironisi yüksek yorumlar:

Kızlar: Erkekler mücahide arıyorum diye konuşuyorlar ama aslında başörtülü bir artist arıyorlar. Hepsinin kafasında belirli bir artist tipi var.

Erkekler: Kızlar konuşmaya başladığında sanırsınız ki Hz. Aişe gibi dini bilgilere vakıf ve Hz. Fatma gibi dünyevi hırslardan uzak duruyorlar. Birkaç görüşmede istedikleri ev, araba ve giyim kuşamı öğrenince marka ve kariyer hırsları ortaya çıkar. Kızlar da kendilerine jön arıyorlar.

Bu tip eleştiriler belki de son 40 yıldır genç kızlar ve erkekler cephesinde süregeliyor. Hakikaten evlilik öncesinde Efendimiz’in tavsiyesi olan kadında ve erkekte güzel ahlak ve dindarlık aranması ilkesi evliliğin ilk 5 yılındaki boşanma oranlarına bakılırsa yeterince dikkate alınmıyor.

EVLENECEK GENÇLERE MUTLULUK İÇİN 10 İPUCU

Sağlıklı ve mutlu bir birlikteliğin dolayısıyla sağlıklı ve mutlu bir toplumun devamı açısından; evlilik kararını vermek çok önemli bir hadisedir. Bu da daha mantıklı ve uygun karalar verilerek sağlanabilir. İletişim uzmanı Canten Kaya’nın özetlediği, eş seçimine dair ipuçları konuyu her yönüyle özetliyor:

1. Sadece mutlu olmayı değil, eşinizi de mutlu etmeyi düşünün.
2. Büyüklere danışın.
3. Duygularınızı mantık süzgecinden geçirmeyi ihmal etmeyin.
4. Birbirini tanıma adına nişanlılık dönemi önemlidir. Nişanlılık dönemi evliliğin vitrinidir. Bu dönemde ortaya çıkan sorunların evlilikte de yaşanma ihtimali çok yüksektir. Evlenince geçer ya da değişir düşüncesine kapılmadan bu sorunlara dikkat edilmeli. Ayrıca nişanlılık dönemi eş adayını tanıma adına önemlidir. Ailelerin de uyumu açısından nişanlılık dönemi uzmanlara göre 6 ay-1 yıl kadar sağlıklı bir zemin gözetilerek uzatılabilmelidir. Bu sürenin gereğinden fazla uzaması da doğru değildir.
5. Birbirinize samimi ve dürüst davranın.
6. Birbirinizi değiştirmeye çalışmadan olduğunuz gibi sevin ve kabul edin.
7. Eş adayınızın mutlu bir aileden gelip gelmediğini kontrol edin.
8. Kendinizi evliliğe ne kadar hazır hissetiyorsunuz?
9. Aranızda “denklik” olsun.
10. Tanışmalarda beklentilerinizi karşılıklı netleştirin.

Meral Uzunay / Semerkand Aile Dergisi

Eyvah Çocuklar Evde!

Havalar soğuyunca artık parkta doyasıya oynayamadan eve girmek zorunda kalan çocukları oyalamak başlı başına bir iş olur. Enerjilerini kimi zaman kardeşlerine sataşarak kimi zaman eşyalara zarar vererek ve mutlaka bol bol gürültü yaparak dışarı atmaya çalışırlar. Siz de “Eyvah kış geldi, şimdi çocuklarla ne yapacağız?” diye kara kara düşünen anne babalardansanız hem enerji bombası çocuklarınız hem de kendiniz için önerilerimize bir göz gezdirin.

Kış Bahçesi Yapın

Kapalı bir balkonunuz varsa burayı kış bahçesine çevirerek çocuklara yeni bir uğraş sunabilirsiniz. Buradaki bitkilerin bakımını çocuklarla beraber yaparak onların bilgi ve becerilerini geliştirmelerine olanak tanımış olursunuz. Toprakla uğraşmanın insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkileri de düşünülecek olursa enerjisini kanalize edecek yer bulamayan çocuklar için kış bahçesi harika bir alternatif olacaktır.

Hikaye Zamanı Olmazsa Olmaz

Günün belirlediğiniz herhangi bir zamanında çocuklara hikaye okuyarak/anlatarak onların sakinleşmesine yardımcı olun. Hikayeler sadece evin gürültüsünü azaltmak için değil çocuklara dini ve manevi değerleri kazandırmada da önemli bir araçtır. Özellikle küçük yaştaki çocuklarınızın dikkatinin dağılmasını engellemek için anlatım/okuma işini on dakikadan fazla tutmayın. Hikaye bittikten sonra çocuklara anlatılanlarla ilgili beyin fırtınası yaptırarak bu etkinliği daha verimli hale getirebilirsiniz. Hikaye zamanında arada bir “Masalcı Nine/Dede” gibi farklı kılıklara girerek çocuklarınıza sürpriz yapmanızı özellikle öneririm.

Anne Baba Saati Belirleyin

Çocuklarla gün boyu yaptığınız işlerin sizi yorduğu ve dinlenmek için kendinize ait bir saatin olması gerektiği hakkında konuşun. Herkes için makul görülebilecek bu dinlenme zamanına “Anne-Baba Saati” adını verebilirsiniz. Anne-Baba Saati boyunca evde nasıl bir ortama ihtiyaç duyduğunuzu anlatın ve bu yeni düzene alışana kadar çocukların ufak hatalarını tolere edin.

Uyku Düzeni Kurun

Her akşam aynı saatte yatma alışkanlığı olmayan çocuklar hem yetersiz uyku sebebiyle günlük hayatlarında yeterince verimli olamaz hem de fiziksel gelişimleri akranlarına göre daha geri olabilir. Çocukları yaşlarına göre önerilen saatte yatmaları gerektiği konusunda ikna edin. Gerekirse bu konuda bir uzmandan destek alın. Bu sayede uzun kış gecelerini erken uyku ile biraz kısaltmış olursunuz.

Çocukları Televizyona Emanet Etmeyin

Ev işleri, günün yorgunluğu ve çocukların bitmek bilmeyen enerjileri derken anne babalar biraz kafa dinleyebilmek için televizyondan medet umarlar. Çocuklar uslu uslu(!) televizyon karşısında otururken kalan işler tamamlanır, sıcak bir fincan çay içilir, gazeteler okunur… Çoğunlukla kontrolsüzce ekran başında bırakılan çocukların ruh dünyalarına ve bilinçaltlarına sayılamayacak kadar menfi unsurun tesir ettiğini unutmayın.

Ev Etkinliklerini Keşfedin

Biraz vakit ve emek harcayarak çocukların evde bireysel ve grup olarak yapabilecekleri etkinlikler bulabilirsiniz. Çocuğun tüm özelliklerini mümkün olabilecek en ileri seviyede geliştirmeyi hedefleyen Montessori eğitim felsefesini beğenen ebeveynlerin çocuklarıyla evde yaptıkları etkinlikleri paylaştığı pek çok e-posta grubu ve web sitesi mevcut. Son yıllarda bu alanda yayınlanan kitap ve dergilerdeki artış da anne babalar için sevindirici bir başka haber.

Dokun-Kokla-Sor-Bul!

Orta boy bir kutunun içerisine ağaç yaprağı, taş, kalem, gözlük, yün, rende, toprak gibi çeşitli nesneler koyun. Oyuna başlamadan önce çocuklarınız kutunun içindekileri görmemiş olmalılar. Çocuklarınızın gözlerini bir örtüyle bağlayın ve kutunun içinden birer nesne almalarını isteyin. Sırayla her biri nesneye dokunup, koklayarak ne olduğuyla ilgili tahminde bulunurlar. Oyun boyunca tüm nesnelerle ilgili 3 adet soru sorma hakları olduğunu söyleyin. Bu haklarını isterlerse tek bir nesne için kullanabilir, isterlerse oyunun ilerleyen zamanlarına saklayabilirler. En çok sayıda nesneyi doğru tahmin eden birinci olur ve bir sonra oynanacak oyunu seçme hakkı kazanır.

Kule Sandviç

Derin bir plastik kaba ya da tepsiye çeşitli sandviç malzemeleri yerleştirin. Zeytin ezmesi, marul, salatalık, turşu, peynir, ekmek, tereyağı gibi. Ekmekleri önceden küçük küçük hazırlayabilirsiniz. Çocuklar kendi istedikleri bir zaman bu malzemeleri dolaptan çıkarırlar. Yere bir örtü serip hayal güçlerini kullanarak kendi sandviçlerini hazırlarlar. Kimi zaman da üç-dört kat ekmek kullanarak “Kule Sandviç” yapabilirler. Bu oyunun tek kuralı israf etmemek ve işi biten malzemeleri aynı şekilde buzdolabına geri koymaktır.

Arkadaş Günü

Çocuğu olan birkaç arkadaşınızla anlaşarak her hafta başka bir evde olmak koşuluyla arkadaş günü organize edin. Her çocuğu o güne kendi keşfettiği / yaptığı bir oyuncağı getirmesi konusunda teşvik edin. Bunun için çocukları evdeki kullanılmış malzemeleri geri dönüştürmeleri konusunda yönlendirin ve ihtiyaç duydukları diğer araç gereçleri temin edin. Yaptığınız pasta ve kurabiyelerle arkadaş gününü renklendirmeyi unutmayın.

Hatice Çalış / Semerkand Aile Dergisi

Haydi, Kardeş Olalım

İçinde bulunduğumuz şu misafirhanede başkalarıyla az veya çok hemhal olan insanlardan isek, yola çıktığımızla yol arkadaşı, aynı apartmanda veya mahallede oturduğumuzla komşu oluruz. Birkaç ortak noktada halleştiğimize arkadaş der, daha fazla kaynaştığımızı dostluğa layık görürüz. Hemcinsimizle ilişkimiz bu kadar da değildir; ailemiz içinde tek çocuk değilsek, aynı kanı taşıdığımız, aynı çatı altında uyuduğumuz, yediğimiz, birlikte yetiştiğimiz kardeşlerimiz veya emzirilen süt ile sütkardeşlerimiz olur.

Daha niceleri vardır böyle gönlümüzde yer eden. Bu sebeple başlıktaki çağrı “Benim arkadaşım, dostum, kardeşim var, niye kardeş olalım?” diyebileceklere garip gelebilir. Özellikle kardeş kelimesine en çok verilen manaya göre haklıdırlar. Lakin tüm bu kişilerin yanı sıra belki de hiç görmediğimiz, bizzat tanımadığımız ama ruhen ve kalben kendimize çok yakın hissettiğimiz insanlar vardır. Bir gözümüzü kapatsak diğer gözümüzün önüne gelirler, zira önemlidirler. Çünkü “Mü’minler ancak kardeştir” (Hucurat, 10) buyuran Allah Teala’nın aramızda kurduğu özel bir bağımız vardır.

“MÜ’MİNLER ANCAK KARDEŞTİR”

Gelip göçücü olduğumuzu bildiğimiz dünyayı imar ederken kimliklerimiz gibi mensubiyetlerimiz de farklı olabilir. Hepsi bir zenginliktir; üstünlük vesilesi yahut aşağılanmaya sebep değildir. Her birinin hukuku ayrıdır; akrabalık, komşuluk, arkadaşlık… Hak ve sorumluluklarımız gözden düşürülemez, güzel geçim esaslı insani değerlere sahip olmakla mesulüz. Hepsi can olsalar, canan da olsalar, aynı inanç ve idealleri paylaştığımız kişilerle ilişkilerimizin temeli ve tamamlayıcısı ise en sağlam bağımız olan din kardeşliğimizdir. Allah için kardeşlik, niyetimizle başlayıp amele yansıtmamızla en yakınımızdan en uzağımıza her şeyimizi anlamlandıran, toparlayan, diri tutandır. Başka bir ifadeyle kalplerin yakınında, bedenlerin yanında durmakla bir olmak, birlikte bulunmaktır. Bu anlamda “…Parçalanıp bölünmeyin…” (Al-i İmran, 103) buyurarak emreden iman ettiğimiz, teslim olduğumuz Allah Teala’dır.

Onca kurduğumuz ilişkinin, diyaloğun arasında “Neden din kardeşliği daha önemli?” diye sorabileceklere yahut düşünebileceklere cevabı Ebu Kılabe (r.a) şöyle veriyor: “Din kardeşlerimiz, bizim için ailemizden ve kendi çocuklarımızdan daha sevimlidir. Çünkü ailemiz bize dünyayı hatırlatırken, din kardeşlerimiz ahireti hatırlatmaktadırlar.

İnsan şaşırmaya görsün; mensup olduğu dünya ile sınırlı kimlik ve bağlarla “Benim ailem, soyum, ırkım, dilim, partim, ideolojim… vs. üstündür” diyerek araya bir menfaat, uyuşmazlık, çatışma sızdırdığı anda ya terk edilen ya da din kardeşini terk eden olur. Nitekim sahip olduğumuz malla, makamla, kullandığımız dille, tenlerimizin rengiyle, farklı düşünce yöntemlerimizle bizi bize musallat etmek için didinen şeytan ve nefsimiz varken; ucundan, köşesinden bu tür dünyevi kimliklerle kurulan ilişkilere dünya kaygısının bulaşmaması zor, çok zor… Oysa Allah için kurulan din kardeşliğinde dünya kaygısı yerini ahiret kaygısına, gönül verdiğimiz fani olanın rızası ise yerini Allah Teala’nın rızasına bırakır. İşte imanla, takva ile karılan din kardeşliğinin özü gibi hedefi de budur.

Hemen aklımıza Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri geliyor. Aynı kandan, aileden oldukları halde yıllarca savaştılar. Ta ki Allah Teala’ya iman edip Allah Rasulü’ne (s.a.v) biat edene dek. Allah Teala bu kardeşliği bir “nimet” olarak belirtip bizlere şöyle hatırlatıyor; “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Al-i İmran, 103)
İslamiyet’e sadık kalan Evs ve Hazrec kardeş olduktan sonra dağılmadılar, parçalanmadılar. Allah için hicret eden Muhacir’e yine Allah için sahip çıkan “Ensar”lar oldular. İman merkezli dayanışmanın, yardımlaşmanın, başkasını kendi nefsine tercih etmenin yüceliğini yaşadılar ve Peygamberimiz’in (s.a.v) “Kim bir mü’mini Yüce Allah için kardeş edinirse; Allah Teala o kulunu cennette herhangi ameli ile ulaşamayacağı bir dereceye yükseltir” müjdesine nail oldular inşallah.

KARDEŞİZ AMA…

Sözünü ettiğimiz güzide insanlar Müslümanların kuvvetlenmesi ve dinin hakkıyla bilinmesi için birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı. Fakat şimdilerde dayanışma, yardımlaşma, sevinçte ve üzüntüde ortak olmak yerini, yeni yetme gençlerin diline düşürdüğü içi boş “kanka” kelimesine bırakacak kadar zayıfladı. Şu halde “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır” (Al-i İmran, 105) ikazının muhatabı olmamak için gayret göstermeliyiz. Lakin kendimize toz kondurmuyor, niye bu kadar zaafa düştüğümüzün cevabını hazırda bekletiyoruz; “Zaman böyle” veya “Ah modernizm” deyip geçiştiriyoruz. Oysa şikayet ettiğimiz zamanı yaşayanlar gibi sitem ettiğimiz modernizme kapılanlar da bizler değil miyiz? O halde, aksaklığı başka adreslere göndermeden evvel kendimizde aramak daha faziletlidir.

NİYET ETTİM KARDEŞ OLMAYA

Bizim her amelimizin kıymeti niyetimize göre anlam kazanmıyor muydu? Öyleyse önce niyet edelim veya niyetlerimizi tazeleyelim. Sözgelimi şöyle diyebiliriz; “Niyet ettim Allah için sevmeye, O’nun rızası için kardeş olmaya.” Şimdi sıra amel etmeye geldi ama nasıl? Efendimiz’in (s.a.v) mübarek sözleri yetişiyor imdadımıza ve buyuruyor ki; “Müslümanlar birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve merhamette tek bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olunca bütün vücut rahatsız olur.” Tek vücut olup, bu kardeşlik ipine sıkı tutunun, düşmeyin diyerek kulağımızı çeken, aynı zamanda düşürmeyin demiyor mu? Farz edelim ki, “kardeşim” deyip bağrımıza bastığımız biri kardeşlik hukukuna riayet etmedi. “Sen bu ipi tutmayı hak etmiyorsun” deyip yüz çevirmek yerine hatasını bağışlasak, hayır duada bulunsak, günaha düşmüşse tövbeye davet etsek ne kaybederiz? Hiçbir şey. Aksine nefsimizin üstüne bastığımız gibi kardeşlik zincirini de kuvvetlendiririz. Demek ki böbürlenerek, suizan ederek, aldatarak, aşağılayarak, düşene bir tekme de ben vurayım diyerek, verilen sözden cayarak, kem gözle bakarak, öfkemize yenik düşerek, alay ederek… vs değil, sevgi ve merhametle yardımlaşarak, iyi niyetle, güzel sözle, sıkıntıda olanın sıkıntısını sahiplenerek tek vücut olabileceğiz.

Din kardeşliğinin neyi gerektirdiği hakkında Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde daha pek çok nasihat bulunmakta fakat mesele nasihat dinleyenlerden olabilmekte. Bir an hayal edin; Rasulullah (s.a.v) yanımıza gelip, “Mümin, kendisiyle rahat geçinilen ve hemen kaynaşılan kimsedir. Kimseyle kaynaşmayan ve kendisine de yanaşılmayan kimsede hayır yoktur” hadis-i şerifini tek tek hepimize söylemiş olsa irkilmez miyiz?

Ne çaresiz ne de ümitsiziz; etrafımıza iyi niyetle bir bakınabilsek sevilmeye, kardeş edinilmeye layık o kadar çok insan göreceğiz ki “Bizi birbirimize kardeş edene şükürler olsun” diyeceğiz.

Huriye Karnap / Semerkand Aile Dergisi

Komşuluk Ateşini Yakmak

Toplum içinde hiçbir fert, diğerlerinden ayrı ve uzakta kalarak hayatını sürdüremez. Yüce Allah, insan fıtratına böyle bir özellik bahşetmiştir. Çünkü toplum fertleri arasında belirli maslahatların bir araya getirildiği köklü ilişkiler bulunmaktadır. Bu ilişkilerin en önde gelenlerinden biri de Müslümanın komşusu ile olan ilişkisidir.

Sosyal yardımlaşma ve dayanışma açısından insana aileden sonra en yakın sosyal çevreyi komşular oluşturduğu içindir ki, gerek Kur’an’da ve gerekse hadislerde komşuluk ilişkileri üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Nisa suresinin 36. ayetinde iyilik yapılması gerekenler arasında komşular da sayılmaktadır: “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.

Büyük müfessir İmam Kurtubi (r.ah) bu ayetin tefsirinde, “Görmüyor musunuz? Allah anne babaya ve akrabaya iyilikten sonra komşuları zikretmiş ve haklarına riayet edilmesini emretmiştir” diyerek konunun önemine dikkat çekmiştir.

Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde de komşuların birbirleri üzerindeki haklarını şöyle sıralamaktadırlar: “Hastalandığında geçmiş olsun ziyaretine gitmek. Öldüğünde cenazesinde bulunmak. Borç istediğinde borç vermek. Darda kaldığında yardımına koşmak. Bir nimete kavuştuğunda tebrik etmek. Başına bir musibet geldiğinde teselli etmek. Evini, komşusunun rüzgarını (güneşini, manzarasını) engelleyecek şekilde yapmamak. Ne pişirdiğini ona belli etmemek, belli ederse pişirdiğinden ona da vermek.

Şüphesiz Peygamber Efendimiz’in bu tavsiyeleri, komşuluk ilişkilerine oldukça kuşatıcı bir çerçeve çizmekle birlikte, komşunun komşu üzerindeki bütün haklarını saymayı değil, belki önemli olanlarından bazılarını vurgulamayı amaçlamaktadır.

Hz. Aişe’nin (r.anha) rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v), “Vallahi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz” buyurdu. Sahabiler, “Kim iman etmiş olmaz, ya Rasulallah?” diye sordular. Rasulullah; “Yapacağı fenalıklardan komşusu güven içinde olmayan kimse” buyurdu. Yine Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse komşusunu rahatsız etmesin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!

KOMŞULUK HAYATIMIZIN ÖNEMLİ BİR PARÇASIDIR

Kültürümüzdeki süzülmüş bir anlayışın ifadesi olan, “Ev alma komşu al” özdeyişi, komşuluk ilişkilerinin her iki yönü açısından da son derece isabetli bir tespiti dile getirmektedir. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Komşuda pişer bize de düşer” gibi özdeyişler ve benzeri deyimler de komşuluk ilişkilerinin anlamını ve boyutlarını göstermek bakımından önemlidir.

Dini ve milli hasletlerimizden kaynaklanan komşuluk münasebetlerimiz devam etmekle beraber; modernleşme ve şehirleşme süreciyle birlikte büyük ölçüde zayıfladığı da bir gerçektir. Hızlı kentleşmenin ve değişen iş hayatının bir sonucu olarak, komşuluk ilişkilerinin olumsuz yönde etkilendiğini artık herkes görmekte ve yaşamaktadır. Aynı apartmanda yaşadıkları halde yardımlaşma ve dayanışma bir yana, birbirlerini tanımayan ve birbirleri ile selamlaşmayan insanların sayısı hiç de az değildir. Birbirimizle ilişkilerimizin zayıflayıp kaybolma noktasına geldiği çağımızda, kalabalıklar içinde gün geçtikçe yalnızlaşıyoruz. Ebeveynin evladından, komşuların komşulardan kaçtıkça kaçmaya çalıştığını üzüntüyle müşahede ediyoruz. Oysa “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” buyurmamış mıydı Yüce Nebi?

Evet, eskiden komşu açken tok yatılmazdı… Evlerden evlere yemekler taşınır, ikram edilirdi. Eskiden komşu, yandaki dairede oturan değil, aileden biri sayılırdı. Hep demez miyiz, “Nerde o eski komşular, komşuluklar?” diye… Büyüklerimiz eski komşularını yad ederler. Peki, neden bu hale geldik, neden bitti komşuluk? Bunun nedeni çok açık, besbelli… Çünkü komşuluk, eskiden inancımızın kazandırdığı bir kültürdü. Oysa şimdilerde bu inancı da kültürü de yitirmeye başladık. Batı kültürünü ithal ettik hayatımıza.

ESKİDEN KOMŞULARIMIZ AKRABADAN BİLE YAKIN OLURDU

Gelin, hayatımıza anlam, ömrümüze bereket katan; tatlı dil ve güler yüzü, sevgi, dostluk ve paylaşmayı bu bayramda komşularımızla doyasıya yaşayalım. Önce içten bir “komşu selamı” ile başlayalım. Birbirimizle karşılaştığımızda selam verip vermemekte tereddüt etmeyelim. Ziyaretine gidelim komşumuzun. Zekatlarımızla, fıtır sadakalarımızla, infaklarımızla güç durumda olan komşularımıza yardımcı olalım.

Bakın Efendimiz (s.a.v) ne buyuruyor güzide sahabesi Ebu Zerr’e: “Ey Ebu Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet!

Belki içimizdeki o komşuluk ateşini yakmak için olsa gerek ama ne olursa olsun “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.

Hüseyin Okur / Semerkand Aile Dergisi