Etiket arşivi: Şeriat

Şeriat Rahmettir

Şeriatın değerini anlamak için birçoğumuzun kafasına saksı düşmesi gerekiyor. Çünkü Şeriatı bir tür ceza hukuk sistemi zannediyoruz; bir de merhamet duygumuz yönünü şaşırmış bulunuyor.

Şeriat karşıtı bir gazetenin kendisini “laik” olarak tanıtan bir yazarı da İstanbul trafiğinde bunalınca Şeriattan imdad istemek zorunda kalmış. Sayın yazar, haklı olarak, bu dinin trafikte işlenen hatâlara karşı birer müeyyidesinin olması gerektiğini savunuyor.

Şeriatı bir ceza hukuk sistemi olarak görmenin yanlışlığını bir tarafa bırakacak olursak, burada bir hakikat yakalanmış görünüyor. Bu hakikat, Şeriatın adalet ile iç içe tecellî eden rahmet yönüdür. Lâkin bu da ancak mağdurun bakış açısından net olarak görülebiliyor; zaman zaman saksıya duyulan ihtiyaç, işte bu bakış açısını yakalayabilmek içindir.

***

Şeriatın ne olup ne olmadığı konusuna girecek olursak, kolay kolay çıkamayabiliriz. Onun için, bir mânâda Şeriatın baştan başa rahmet demek olduğunu belirtmekle yetinelim. Şeriat rahmettir, çünkü onunla insan Âlemlerin Rabbine muhatap olma şerefine erişir, onunla iki dünyanın saadetine kavuşur, onunla Rabbinin en yüksek seviyedeki lütuf ve ihsanlarına mazhar olur.

Şeriatın bu dünyada insana lâyık gördüğü bir hayatın temel şartları ise huzur ve güvenliktir. Şeriatın öngördüğü toplum, insanların “Başıma birşey gelir mi?” endişesini taşımadan gece gündüz sokağa çıkabildiği, kimse tarafından rahatsız edilmeden evinde oturabildiği, gözü arkada kalmadan evini ve dükkânını kapatıp istediği yere gidebildiği bir toplumdur.

Böyle bir toplumda, bir kısım kafadarlar bir araya gelip de canının istediği yolu trafiğe kapatamaz; kapatmaya kalkarsa, Şeriatın buna müsamahası olmaz.

Böyle bir toplumda, bir kısım insanlar “hak arama” bahanesinin ardına sığınarak devletin veya şahısların mallarına zarar veremez, dükkânları yakıp yıkamaz, kimseyi korkutamaz, insanların ticaretine, alışverişine, ekmek parasına mâni olamaz. Bunları yapacak olanların Şeriat elini, ayağını, hattâ kafasını keser. (Bkz. Bir Mesaj Âleti Olarak Fesat.)

Toplumun huzur ve güvenliği söz konusu olduğunda, bir tercih karşısındayız demektir:

Kime merhamet edelim? Mâsumlara mı, yoksa suçlulara mı?

Şeriatın tercihi bellidir: O, toplumu merhamet kanatları altına alır, toplumun huzurunu bozan suçluya da adaletin kılıcını gösterir.

Hak arama, özgürlük gibi etiketler altında bir azgınlar güruhunu koruyup kollayanlar ise bunun tersini yapıyorlar:

Onlar suçluya merhamet gösterirken, suçsuz bir topluma karşı merhametsizlik ediyorlar. Böyle yapmakla, Şeriata yakıştırdıkları “şiddet”ten uzaklaşmış olmuyorlar, sadece onun yönünü değiştiriyorlar — üstelik lâyık olmayan tarafa doğru! Şimdi biz bu anlayışın meyvelerini, himaye gören suçlular ile huzurdan mahrum kitleler halinde topluyoruz.

***

Fakat toplumun vicdanı, bütün bu yoğun propagandalar arasından da göreceğini görüyor.

Aynı Şeriat karşıtı gazete, İran’daki bir infaz sahnesini yorumlu ve yönlendirici şekilde “vahşet” olarak sunduğu zaman, kendi okuyucusundan bile hiç umulmadık tepkiler alıyor ve haberin altı, bu infaz sahnesini tasvip eden yorumlarla doluyor. (Bkz. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11762071&tarih=2009-05-31 ).

Henüz “Kısasta hayat var” (Bakara, 2:179) hükmünü tasdik edecek seviyeye ulaşamamış olanlara gelince:

Onları da, en sonunda, Türkiye’nin bütün dağlarındaki toplam ayı nüfusundan daha fazlasını barındıran İstanbul trafiği insafa getiriyor ve “Neredesin Şeriat?” diye bağırtıyor.

Ümit Şimşek – Nuraniyyat

Bu yazı 2013 Temmuz Son Devir’de yayınlanmıştır.

Mehdinin üç vazifesi

Bediüzzaman, mehdinin vazifelerini iman hayat şeriat olarak sıralar. Üç vazife, hayatın bütün dairelerini ilgilendirir.

Kalb dairesi merkez, muharrik ve murakıptır. Bu daire kişinin kalb dairesi iken, cemaatin kalb dairesi meşveret heyeti, köyün ihtiyar heyeti, il ve ilçenin encümen, devletin millet meclisidir. İşte bu kalb dairesindekileri de, bunlara bağlı olan dışarıdakileri de bekleyen ve sorumlu kılan iman hayat Şeriat vazifesi her makamda söz konusudur.

Her daire ve makamın muhatabı evvela imanını muhkem hâle getirmelidir. Tahkim edilen iman hayata intikal ettirilip yaşanılır olmalı. Bu öyle olmalı ki İslâm’ın emir ve yasakları manzumesi olan Şeriatın en dar daireden en geniş dairede hükümranlığı sağlanmalıdır.

İnsanın kalbi dünyası nefs-i emmarenin vesveselerinden arındırılması imanın sağlam temelli olmasıyla mümkündür. Sağlam temel üzerine inşa edilen duvarlar takva ile muhafaza edilip, amel-i salih ile tezyin edilmelidir. Bütün bunlara ruh olan ihlâsın devamı için; rabıta-i mevti iyi anlayıp, şirk-i hafiye yol açan beğeni peşindeki riyadan kurtulup, maddî ve uhrevî menfaate takılmayıp, hılletteki tefânî sırrının yaşandığı büyük havuzun içerisinde erimekle mümkündür. Sağlam ve samimi iman, kişinin özel hayatını tanzimde amir olmalıdır. Emir ve yasaklarla düzenlenen hayat en yakınındaki eş ve evladına, dost ve arkadaşlarına numune olan tebliğ tarzını oluşturur.

Sorumluluk makamındaki heyetin iman, hayat ve Şeriat konusunda bekleyen özel genel anlamda vazifeleri var. Bu heyetin her bir ferdi kişisel âlemindeki kalb dairesinde iman, hayat ve Şeriat konulu vazifesini icra ederken bulunduğu makamdaki şahsiyet noktasında da iman hayat ve Şeriat bağlamında vazifeleri vardır. Makamlar karıştırılmadan ve her makamın şartları gereği icra edilmesi gereken üç vazife en ciddi ve başkalarının da sorumluluğunu üstlenen bir şuurla yapılmalıdır.

Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükümetin masum olamayacağı gerçeğinden hareketle üç vazifenin yapımında muhtemel arızalar çıkacaktır. İşte bunun için en temeldeki iman hizmeti vazifesi diğerlerine göre daha fazla önemlidir. Yapı taşlarının sağlam hale getirilmesi inşanın sıhhatini artırmasından hareketle iman hizmeti zinde, etkili ve devamlı olmalıdır.

Üç vazifeyi kucaklayan hakikat ve uhuvvet konusu iyi kavranmalıdır. Üç vazifede tecelli ve tezahür için saklı bulunan hakikat, kâşiflerini beklerken, sarmal bir gerçek olan uhuvvet de kâşifleri beklemektedir.

Tohumun çatlayıp aşağı yukarı filiz attığı yer kalb dairesidir.  Enfüsî manada esma ve sıfat-ı İlâhinin tecelli ve tezahürü hakikatleri kalben tezekkür edilirken afakî âlemdeki ufukları kucaklayan tahayyüle dayanan gerçekleri de aklen tefekkürün ana direği yine de kalb dairesidir ki duruşunu oradan alır.

Şimdi mehdinin üç vazifesini üstlenen ve her an şahs-ı maneviyi bekleyen üç mühim vazifenin motorize gücünü iman hizmetinden alması gerektiği gerçeğiyle sıradaki diğer hizmetlere makamı gereği ve kadarı bakmak, ilgilenmek unutulmaması gereken, beni/bizi bekleyen bir başka vazife olsa gerektir.

Mehdinin şahs-ı manevisinin birer azası olan-inşaallah- ben/biz bu üç vazifenin yerine getirilmesinde fert, cemaat ve cemiyet olarak anlayış ve yaklaşımımızı bir daha gözden geçirilmesi temennisiyle…

Mehmet Çetin

AHKÂM-I ŞER’İYEDE NAKLÎ DELİL ESASTIR!

 

AHKÂM-I ŞER’İYEDE NAKLÎ DELİL ESASTIR!

 

“Dokuzuncu Nükte: Mesail-i şeriattan bir kısmına “taabbüdî” denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.

Bir kısmına “Makul-ül mana” tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir.

Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de: “Şeairin faidesi, yalnız malûm mesalihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: “Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir.”

Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev’-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nev’-i beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak? M:397

“Beşincisi: Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı Şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır.

Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medar değildir.

İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var.

Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir.

İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzât saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki Şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzât saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede -âhirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.” S:482

«!  Yahut; acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “aklımız bize yeter” deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.” S:386

Veyahut: Aklı hâkim yapan mütehakkim Mu’tezile gibi kendilerini Hâlıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelal’i mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından bir şey çıkmaz. Sen de aldırma. ” S:387

 

Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak manasını ifade eden “nakz” tabiri, yüksek bir üslûba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakk’ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nuranî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın enva’ına dağıtır iken, en acib silsilesini nev’-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve neticesini cüz’-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz’-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir.

Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak o istidadları lâyık ve münasib yerlerine sarfetmekle olur. Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ: Bazı enbiyaya iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzib; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd; nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.” İ:173

“Sual: Kur’an zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilaf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı manaların bir kısmı, birbirine muhaliftir?

Cevab: Azizim! Kur’anın herbir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir:” İ:66

Birinci Nükte: “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatını anlamamışlar.” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir.” M:388

S: Âlem-i İslâm ülemasının ortasındaki müdhiş ihtilafata ne dersin ve re’yin nedir?

C: Evvelâ:(*) Âlem-i İslâma gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki: Re’y-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki re’y, ekseriyetin naziresidir.” Sti:71

 Selam ve Dua ile

 

____________

(*): Bir zaman böyle demiştim.

 

www.nurnet.org

“Cumhuriyet” ve “Demokrasi” İSLAM’a Aykırı mıdır?

İlk olarak konunun can alıcı sorusunu soralım:

–  İslami inanca sahip olan bir toplumun belirli bir yönetim şekli var mıdır? Varsa bu yönetim şekli nasıldır ve bunun meşruiyet kaynağı nedir? Yoksa, böyle bir toplumun demokratik yönetim şekliyle yönetilebilme imkânı olabilir mi?

İlk olarak Müslüman toplumun verili bir yönetim şeklinin olmadığını vurgulamış olalım. Bu konuda Kur’an ve Hadis’in bize sağladığı malzeme sadece genel ilkelerdir. Geri kalan düzenleme insanların akıllarına havale edilmiştir. İnsanlar yaşadıkları çağın genel eğilim ve ihtiyaçlarını da dikkate alarak İlahi ilkeler çerçevesinde toplumsal düzenlerini kurmak durumundadırlar. Ancak bunu nasıl gerçekleştireceklerdir?.. Vahyi ilkelere dayalı belli bir düzenleme gerçekleştirilirken hangi yöntemleri kullanacaklardır? İslam tarihinin bu konudaki geleneği (özellikle Maturidi gelenek) dikkatle incelendiğinde, bu konuda izlenen yöntemin akıl yürütme yöntemi olduğu görülür.

Temel Referans Kaynakları

İlk olarak bu konuda müracaat edilecek temel referans kaynakların açık nas, gelenek ve akli ilkeler olduğunu vurgulayalım. Gelenek, özünde tarihsellik taşıdığından zamanlıdır, dolayısıyla bu konuda yararlanılabilir özelliği sınırlıdır. O zaman geriye vahiy ve akıl olmak üzere iki önemli referans ilke kalır. Vahiyden yararlanabilmek için ilk olarak bu konuda vahiy bize hangi malzemeleri sağlamaktadır, bunun tesbit edilmesi gerekir. İkinci olarak bu ilkelerden yönetim modeli üretirken hangi tip toplum için çalıştığımızı, bu toplumun bireylerinin eğilimleri, düşünce ve inanç sistemleri, dünya görüşleri, hayata bakış tarzları, ekonomik refah seviyeleri ve kültürel yaşantı şekillerinin ayrıntılı ve derinliğine incelenmiş olarak elimizin altında bulunması gerekir. Üçüncü olarak yeni bir yönetim modeli üretirken temel amaçlarımız neler olacaktır bunları belirlememiz, buna göre yöntemimizi seçmemiz gerekir. Dördüncü olarak da belirlenen yönetim şeklinin dokunulamaz değil, tersine toplumsal zaruretlere göre sürekli yenilenebilir olduğunu bilerek, toplum üzerinde sınayarak en iyi yönetim şeklini elde etmeye çalışmalıyız.

O zaman temel referans kaynağımız olan Kur’an âyetleri ve mütevatir hadisler bize bu konuda hangi malzeme ve ilkeleri vermektedir acaba? Kanımca ne Kur’an ne de Hadis külliyatı bize belli bir yönetim şablonu dayatmamaktadır. Bu konuda Kur’an’ın bize önerdiği ilkeler “adalet”, “istişare”, “liyakat”, “hak” gibi evrensel ilkelerdir.

“Allah adaleti, iyiliği, vermeyi emreder, her türlü kötülükten de men eder…”(Nahl, 16/90)

Bu âyete göre insanlar hayatlarının tüm cephelerinde adalet ve iyiliği gerçekleştirmek durumundadır. Siyasal, ekonomik, kültürel, dinsel, ahlaksal tüm yapılarını adalet ve iyiliğe uygun, kötülükten uzak şekilde dizayn etmelidirler. Kur’an’da Allah “adalet şudur” demediği ve yeni bir adalet tanımı ortaya koymadığı ve var olan bir olguya atıfta bulunduğuna göre, bu adalet vahiyden bağımsız nesnel ve evrensel bir olgu olmalıdır. O zaman bu adalet olgusunu nasıl bulabileceğiz? Bu konuda da elimizde biri Hz. Peygamber (asm) diğeri de yine akıl olmak üzere iki araç bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in tarihsel olan sözleri ve davranışları (yararlanılma özelliği saklı kalarak) bir tarafa bırakılırsa, kaynağını vahiyden alan ilkeler adalet ve iyiliği belirlemede bize temel referans olacaktır. Ancak Hz. Peygamber de son peygamberdir, ondan sonra peygamber gelmeyecek, dolayısıyla vahiy inmeyecektir, peki o zaman bundan sonra adalet ve iyiliğe nasıl ulaşılacaktır?

Zaten bir insanın ömrü sınırlı olduğundan hem ilkesel sözleri hem de hikmetli davranışları da sınırlı olmak durumundadır, oysa hayat kıyamete kadar devam etmekte, sosyal-siyasal hayat her gün karmaşıklaşmakta, insanların önüne yepyeni “iyi-kötü” problemi çıkmaktadır. Bu durumda geriye temel referans olarak sadece akıl kalmaktadır. İnsanlık vahyi ilkeleri anlama sürecinde Hz.Peygamber (asm)’in anlayış ve yorumunu da dikkate alarak, ileri düzeyde bir akıl yürütme yöntemiyle vahyi kavramaya çalışacaktır.

Ancak bu akıl nasıl bir akıldır? Aklı genel olarak ve her hangi bir felsefi kategoriye tabi tutmadan “saf akıl”, “kısmen kirlenmiş akıl”, “kirlenmiş akıl” olarak üçe ayırarak inceleyebiliriz.

Saf akıl fıtrata yakın akıldır. İlahi gerçekliği en yalın şekilde kavrayabilen, beşeri günahlarla kirlenmemiş akıldır. İnsanın çıkarı, hazzı, kin ve intikamı, ideolojisi, bağımlılığı vs tarafından kirletilmemiş, törpülenmemiş akıldır. Bu akla en güzel örnek Hz. Peygamber (asm)’in aklı verilebilir.

Kısmen kirlenmiş akıl ise, kişinin beşeri özelliklerinden kısmen etkilenmiş olmakla birlikte, kaba içgüdülerinin etkisi altına girmemiş kısmen bağımsız akıldır. Mücedditlerin ve müçtehitlerin aklı bu akla örnek olabilir. Bunların akılları doğal olarak beşeriliklerinden etkilenmekte ve kısmen de olsa kirlenmektedir, ancak bir şahsın, grubun, devletin, toplumun çıkarı, hazzı ve ideolojisi emrine girmediğinden, özsel ve nesnel niteliğini koruyabilmektedir.

Kirlenmiş akıl ise belli bir ideolojinin, kişi veya grubun, toplum veya devletin emrine amade kılınmış, bağımsızlığını kaybederek nesnelliğini yitirmiş akıldır. Bu akılla belli bir toplumun veya genel olarak insanlığın problemlerine çare bulmak mümkün değildir, çünkü bu akıl, kölenin efendisine hizmet ettiği gibi sadece emrine girdiği şahıs, grup veya toplumun çıkarına hizmet etmektedir. Modern çağda Batı’da yetişen bilim adamları ve filozofların çoğunun aklı özelde burjuva sınıfı ve genelde de Batı toplumlarının çıkarına amada kılınmış akıl olduğundan nesnel niteliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla bu aklın genel olarak insanlığın kurtuluşu için nesnel adalet ve nesnel “iyi”i arama ve bulma gibi bir amacı olamaz. Zaten bu akıl araçlaştırılmış, kişiler, firmalar veya devletlerarası yıkıcı rekabetin emrine tahsis edilmiş olduğundan nesnel ve evrensel adalet ve iyi gibi olguları tanım amaktadır.

Bununla birlikte Müslüman aklı dışında nesnel olarak çalışabilen akıl olamaz mı? Şâyet varsa bunlardan yararlanamaz mıyız? Doğal olarak Müslüman aklı dışındaki tüm akılların nesnelliğini kaybederek araçsallaştığını düşünmek doğru değildir, aklını beşeri kirleriyle kirletmeden mümkün olduğu kadar saf tutabilen insanlar olabilir, vardır da. O zaman bunların adalet ve “iyi”yi arama konusundaki birikimlerinden Müslüman olarak yararlanmamız mümkündür. Aşağıda Bediüzzaman ve demokrasi konusu incelenirken bu konu üzerinde tekrar durulacaktır.

Yöntem Sorunu

Yukarıda anlatılan süreçler acaba İslam tarihinde dikkate alınan süreçler midir? Siyasal ve ekonomik sistemler kurulurken, bu akılcı yöntem ne ölçüde etkili ve belirleyici olmuştur? Aslında “zaman” son derece önemli bir öğretici ve müfessiridir. İnsanların deneyim ve tecrübe birikimi arttıkça kişilerin aklın ve vahyin açık ilkelerinin doğruluk ve yararlılık derecelerini kavrama kapasiteleri de artmaktadır.

İslam uleması vahyin ilkelerini mümkün olan en az kirlenmiş akılla kavrama çabasında önemli başarılar elde etmiş ve bu konuda temel yöntemleri üretmiştir. İslam uleması kategorisi içine çok sayıda ekol girdiği, bu konularda çok geniş bir yelpazenin üretildiği dikkate alındığında işin içinden çıkmak doğal olarak güçleşmektedir. Ancak burada biz daha fazla Maturidi ulemayı dikkate alarak analizimizi onların geliştirdiği yaklaşımlar çerçevesinde sürdüreceğiz.

Maturidi ulema deyince akla doğal olarak Türkler (burada Türk kavramından bir etnik yapıdan ziyade belli bir kültürel coğrafya kastedilmektedir)gelmektedir. Gerçekten İslam tarihinde Türklerin İslami düşünceye katkılarının boyutu gerçekten inanılmayacak düzeydedir. Karahanlılardan itibaren Türk dünyasında çok sayıda muhaddis, müfessir, kelamcı, filozof ve fakih yetişmeye başlamıştır. Bunların büyük ekseriyeti Hanefi-Maturidi çizgiye intisap etmiş, bu düşünce sistemini çağı da aşacak şekilde geliştirmişlerdir. Bunların temsil ettiği okula “Maveraünnehir Okulu” demek mümkündür. 13-14. yy Maveraün-nehir Okulunun altın çağı olmuştur. Usul ve kelamda Fahru’l İslam Pezdevi, İbn-i Hacip, Sadru’ş-Şeria, Taftazani ve Cürcani gibi düşünce adamları İslami-Maturidi düşünceyi önemli ölçüde işleyerek netleştirmişlerdir. Bu düşünürlerin ortaya koyduğu Müslümanlık “yaşayabilir Müslümanlık”tır. İçinde; devletin, dinin, aklın, bilimin, kültürün harmanlandığı pratik hayatta uygulanabilirliği çok yüksek bir Müslümanlıktır.

Çağımızda “nasıl bir sosyal-siyasal sistem” sorusuna söz konusu okulun geliştirdiği yöntemlerle cevap bulmak mümkündür inancındayım. Bu okulun düşünce sisteminde bireyin özgürlüğü, can ve mal güvenliği, akli melekelerinin geliştirilmesinin garanti altına alınması, dini hayatını yaşama hakkının eksiksiz şekilde sağlanması, sefalet ve fakirlikten kurtarılması gibi hedefler temel amaç olarak belirlenmiştir. Usul diliyle ifade edersek, İlahi emir ve nehilerin (ibadetlerin şekli ve miktarı dışında) mutlaka bir illeti ve hikmeti vardır. Ünlü usulcü alame Sadr’ş-Şeria’ya göre bu illet insanın canını, malını, neslini, dinini, ahlakını ve aklını koruma ve geliştirmeye yönelik olmalıdır. İnsanın malını, canını, neslini, dinini, aklını ve ahlakını riske edecek herhangi bir hüküm Kur’an ve Hadis’ten çıkartılamaz. Bu, Allah’ın hikmetine aykırı olur. Yani Kur’an’dan elde edilen hükümler insanlar için ya menfaat sağlayıcı (celb-i menafi) ya da zarar yok edici (def-i mefasid) özellikte olmalıdır. Şâyet bir hüküm belli yönleriyle zarar belli yönleriyle fayda doğuruyorsa (savaş veya kısas gibi) burada fayda-zarar karşılaştırılması yapılır, şâyet fayda zarardan fazla ise o hüküm meşru, az ise gayr-i meşru sayılır. Yine usul diliyle ifade edersek çok hayırın yanında az şer bulunabilir. Bu yönteme dayanarak şunu açıkça ifade edebiliriz:

Kur’an insanların ellerinde bulundukça insanların can, mal, akıl, din, hürriyet ve ahlaklarını ihmal edecek hiçbir açık ilke Müslüman birey tarafından tasvip edilemez ve savunulamaz. Biraz daha açarsak;

1. İnsanların yaşama imkânlarını riske eden,
2. Gelir ve servetlerini azaltarak fakirleşmelerini doğuran,
3. Akli yetkinliklerini körelterek insanları ahmaklaştıran,
4. Dini inanç ve yaşantılarını engelleyip, insanları günah ve haramlara sevk eden,
5. Hürriyetlerini kısıtlayarak tamamen ya da kısmen köleleştiren ve
6. Ahlaki güzelliklerini tahrip ederek ahlaksızlaştıran,

 hiçbir sistem, düzen ve politika benimsenemez, kabullenemez ve savunulamaz.

Toplumsal Zaruret Bir Meşruiyet Kaynağıdır

İslam tarihinde Maturidi-Hanefi Türk kültür coğrafyasında tüm hukuk sistemleri, ekonomi politikaları, ceza kanunları bu ilkeler çerçevesinde düzenlenmiştir. Bu coğrafya parçasında özellikle “toplumsal zaruretler” çok ciddi bir meşruiyet kaynağı olmuştur. Çok sayıda düzenleme o konuda nas olmadığı veya olduğu halde naslar toplumsal zaruretlere uygun olmadığından (Hanefi usulde istihsan veya maslahat) toplumsal zaruretler dikkate alınarak çözümlenmiştir. Bu ilkeulemanın elinde hayatı esnetici, rahatlatıcı, makulleştirici bir araç olmuştur.Alternatif bir yönetim şekli olarak demokratik yönetim şekli gündeme geldiğinde Bediüzzaman hiç tereddüt etmeden toplumsal zaruret olduğunu ifade ederek demokrasiyi savunmuştur. Gerçekten Maturidi anlayışın dışında başka bir yaklaşımla demokrasiyi açık şekilde savunmak zordur.

Ancak Bediüzzaman demokrasiyi savunurken Batı’dan geldiği şekilde değil, yukarıda ifade edilen ilkeler çerçevesinde savunur. Demokratik rejiminsanların can, mal, hürriyet, akıl ve ahlak güvenliğini garanti altına almalıdır.Ancak bu durumda demokratik rejim “Meşru Demokrasi” olabilir. Meşru demokrasinin bir insan tabanı bir de devlet tabanı olmalıdır. Bediüzzaman Maturidi-Hanefi usulün tüm esnekliklerinden yararlanarak, zaman zaman özgün içtihatlarda da bulunarak çağımızın şartlarına uygun, temel vahyi ilkeleri de içeren bir toplumsal yönetim modeli geliştirmeye çalışır. Burada Bediüzzaman’ın meşru demokrasinin beşeri tabanını teşkil eden insan özgürlüğü konusundaki yaklaşımlarını kısaca hatırlatalım.

Bediüzzaman ve İnsan Özgürlüğü

Geçmiş usulcülerin vurguları daha fazla can, mal, ahlak ve din güvenliği üzerine idi. Bu vurgu çağımızın genel eğilimlerine uygun olarak Bediüzzaman’la insan özgürlüğüne kaymıştır. Artık çağımızdaki insan geçmiş çağlarda olduğu gibi çeşitli baskı ve istibdatlara mahkum olamaz. Çünkü her türlü istibdat ve dayatma Bediüzzaman’a göre insanın insanlığının gelişmesine ciddi bir engeldir.

Bediüzzaman, Maveraünnehir ulemasından ceddimiz Sadru’s-Şeria tarafından ortaya atılan ve özellikle ünlü Osmanlı alimi Gelenbevi tarafından işlenerek belli bir formülasyona sokulan “insan özgürlüğü” yaklaşımını esas alarak düşüncesini geliştirir. Bu yaklaşım insan iradesinin mevcut olmadığı, tersine nisibi ve izafi bir olgu olduğu, dolayısıyla insana verilebilir olduğunu temel alarak insanın her türlü yaptığı eylemlerden sorumlu olduğunu vurgular. İnsan iradesi iki alternatiften birini seçebilir bir özellikte olduğundan, doğrudan insanın emrinde ve tasarrufundadır. Bu nisbi ve izafi olguyu Cenab-ı Hak insan fiilini yaratmasına bir şart-ı adi yapmıştır. Yani insan kendi tasarrufunda olan yaratılmamış iradesiyle tercih yapabilme özelliğine sahiptir, dolayısıyla insan yaptığı her şeyden sorumlu olan bir varlıktır. Çünkü insanın sahip bulunduğu bu cüzü irade özellikle olumsuz ve ademi şeylerin ortaya konulmasında son derece etkili ve fonksi-yoneldir. Düşünüre göre günah, küfür, zulüm, dalalet gibi şeyler olumsuz ve ademi olduklarından çok basit bir “terk” ve “ihmalle” gerçekleştirilebilirler. Böylece son derece basit bir olgu olan insan iradesi bunların gerçekleştirilmesi için bir temel olabilir ve insanı yaptıklarından sorumlu kılabilir.

– İnsanın seçici ve yapıcı bir varlık olması İlahi hakimiyet ve kudretle nasıl bağdaştırılabilir? Hatta “Allah’ın Hakimiyeti” ile “Halkın Hakimiyeti”nasıl bir arada düşünülebilir?

Bediüzzaman bu konuda ilginç sayılabilecek “mülk-melekut” ayırımını yapar ve yaklaşımını bunlar üzerine bina eder. Mülk âlemi fizik ve organik âlemi, melekut âlemi ise fizik ötesi olan gayb âlemini ifade eder. Mülk âleminde hikmet, melekut âleminde ise kudret hakimdir. Mülk âlemi sebeplerin ve tabiat kanunlarının egemen olduğu âlemdir. Melekut âleminde ise doğrudan İlahi kudret egemendir. Sebepler ve fizik âleme ait kanunlar orada geçerli değildir. (Nursi, 1994, s. 236).

Bu yaklaşıma göre bizim muhatap olduğumuz âlem mülk âlemidir. Bilim, hukuk, siyaset, ekonomi gibi olgusal şeyler mülk âlemine aittir. Bu âlemde her şey İlahi hikmet tarafından belli sebeplere bağlanmıştır. Başka bir açıdan varlık âleminin mülk kesimi insan eylemlerinin bağımsızca gerçekleştiği kesimdir. İnsan iradesi bu alanda etkili olmakta, serbestçe seçebilmekte, insanın kudreti kendi fiillerini üretebilmekte ve bundan dolayı insan yaptığından da sorumlu olabilmektedir.

Başka bir ifade ile varlık âleminin mülk tarafı “daire-i muamelat”tır. İnsanın günlük olgusal ilişkilerinden ahlak, hukuk, bilim, siyaset ekonomi bu alanda belli sebep-sonuç etkileşimi çerçevesinde oluşur. Burada insanlarca gerçekleştirilen tüm akitler, eylemler, objektif olarak değerlendirilir, kararlar rasyonel olarak verilir. İnsan bireyinin yaptığı her şey kanun önünde belli bir anlama sahiptir ve insan onlardan sorumludur.

Melekut âlemi ise “daire-i itikat”tır. İnsan her şeyin dizgini Allah’ın elinde olduğuna itikat etmekle yükümlüdür. Ancak muamelat âleminde kendi aklıyla ve iradesiyle en iyi ve en yararlıları seçmek ve yapmak durumundadır. Doğal olarak “iyi”yi bulma konusunda Cenab-ı Hakk’a sürekli dua etmelidir.

Mülk-melekut ayrımıyla “Allah’ın Hakimiyeti” “Halkın Hakimiyeti”kavramlarının ilişkisini de izah edebiliriz. İlahi hakimiyetin doğrudan kuşattığı alan melekut âlemidir, mülk âleminde ise özellikle siyasal alanda milli hakimiyet söz konusudur. Bu birbirini çelen ve olumsuzlayan iki farklı unsur değildir. Kâinattaki tüm varlıkların Allah’ın egemenliği altında olması nasıl insanların gayr-ı menkul ve menkullere malik olmalarına, onlar üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunmalarına engel teşkil etmiyorsa sosyal ve siyasal alanlarda millet hakimiyetinin de Allah’ın hakimiyetine engel teşkil etmesi düşünülemez.

Mülk âlemindeki etkinlikleri Cenab-ı Hak insanların tasarrufuna bırakmıştır. Akli ve vehyi ilkeleri dikkate alarak insanlar sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel düzenlerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda geliştirip kurabilir, gerektiğinde de değiştirebilirler. Sonuçlarından da doğal olarak doğrudan kendileri sorumlu olurlar. Böyle olmaması durumunda dünyada sosyal ve siyasal hayatta belli bir düzen ve kurumdam söz etmek mümkün olamazdı. Hukuk sistemiyle kişilerin mal ve can güvenliği garanti altına alınmış, cana ve mala tecavüz çok sert cezai müeyyidelerle önlenmeye çalışılmıştır. Kimsenin “nasıl olsa her şey Allah’ın mülküdür” deyip gelişi güzel hareket etmesine izin verilmemiştir. Ünlü Türk alimi Nesefi bu konuları Tabsıra adlı eserinde önemli ölçüde makül bir çerçeveye oturtmuştur. Zaten Maturidi yaklaşımın hakim olduğu kültür coğrafyalarında bu konularda her hangi bir zihinsel karışıklık ortaya çıkmamıştır.

İnsan hürriyetine bu kadar değer veren Bediüzzaman, bu hürriyetin ancak meşru demokrasilerde sağlanabileceğini, her türlü siyasal, dini, ve ilmi istibdadın insanın duygularını çökerteceğini, insanlar arasında kin ve nifak tohumlarını yeşerteceğini, insanları sefalete sürükleyip fakirliğe mahkum edeceğini, hatta bu istibdadın İslamı bile zehirleyeceğini savunur. Ona göre Müslüman birey aklını kullanan, kendine güvenen onurlu, sadece Allah’a kul olup başka hiçbir şeye köle olmayan bireydir. Çünkü Bediüzzaman insan hürriyetini imandan bir parça saymaktadır. Ona göre Allah’a hakiki kul olan ne başkasına kul olur ne de başkasını kendisine kul yapar. O zaman insanların demokratik ilkelere göre yerlerini yeniden gözden geçirmelidir. Âlimlerin, şeyhlerin ve uluların yerleri yeniden belirlenmeli, ilişki tarzları yeniden ortaya konmalıdır. Bediüzzaman’a göre artık bu çağda şeyhlerin Müslüman birey üzerinde büyüklük taslayarak sulta kurması, onun onurunu kırıcı şekilde ezmesi kabul edilemez. Bu tip şeyhler şeyh değil müteşeyyihtir (çocukça şeyhtir). Çünkü ilmin ve şeyhliğin gereği tasallut, tahakküm değil tevazu ve mahfiyettir. İnsanlara saygı ve güvendir. Beraber yaşayabilme sanatıdır. Karşılıklı taviz verebilme becerisidir. Bediüzzaman alim ve şeyhlerden bu ilkelere uymayanların Müslümanlar tarafından ilim ve şeyhliğinin tanınmaması, onlara gereğinden fazla saygı gösterilmemesi gerektiğini ister.(Nursi, Münazarat, 1991, s. 59-60) Ona göre insanların iradesine ve hürriyetine müdahaleye kimsenin hakkı yoktur.

Siyasal ve Ekonomik Mekanizmalar Makine Gibidir

Demokrasinin bir burjuva kurumu olduğu, burjuvaların ise Hristiyan veya Yahudi olduğu, Müslümanların dışında başka insanların yaptığı ve geliştirdiği şeylerin Müslümanlar tarafından nasıl alınabileceği problemine Bediüzzaman son derece ilginç bir içtihatta bulunarak, siyasi ve ekonomik konuların büyük kısmının saat veya makine gibi şeyler olduğu, saat veya makineyi din ve ahlaki durumuna bakmadan nasıl en iyi saat veya makine yapan ustadan alıyor, bozulduğunda yine o konuda uzman olan ustaya tamir ettiriyorsak, ekonomik ve siyasi mekanizmaların çoğunu da din ve ahlakına bakmadan o konuda uzman olan kişilerden almamızda dinen hiçbir mahzurun olmadığını vurgular. Çünkü herhangi bir Müslümanın tüm sıfatlarının Müslümanca olamayabileceği gibi herhangi bir kafirin de tüm sıfatlarının kâfirce olması gerekmez. Müslümanın bazı sıfatları kâfirce olabildiği gibi kâfirin bazı sıfatları da Müslümanca olabilir.

Sevgi ve nefret zati (özsel) olmadığından güzel sıfatlar kimde olursa olsun sevilir, hatta takdir ve taklit edilir, kötü sıfatlardan da nefret edilir. (Nursi, Münazarat, s.41-42) O zaman Bediüzzaman’a göre kâfirlerin güzel sıfatlarının bir tecellisi olarak ortaya konulan ekonomik, siyasal ve kültürel kurumlardan Müslümanların yararlanmasında her hangi bir mahzur olamaz. Adalet, hürriyet, verimlilik, tasarruf, yardımlaşma gibi temel ilkeleri odak alan sosyo-ekonomik mekanizmalar, kurumlar, politikalar Müslüman toplum tarafından orijinine bakılmaksızın alınabilir ve taklit edilebilir. İslamiyet, Hıristiyan ve Yahudilerden, her hangi bir Müslüman bireyin (erkeğin) sadece ekonomik ve siyasal kurumları almalarını değil, bunlardan çok daha hayati özelliğe sahip olan hanımlarını bile eş olarak alabilmelerine izin vermiştir. (a.g.e, s. 71)

Bu ilkeden hareketle Müslümanların her türlü hürriyetini, can, mal, ve akıl güvenliğini, ekonomik ve kültürel gelişmesini en etkin ve en verimli şekilde demokratik yönetim şekli gerçekleştirecekse, orijinine bakmaksızın bu kurumu benimsemelerinde herhangi bir mahzurun olmadığı söylenebilir. Buna mukabil söz konusu güvenliklerden herhangi birinin gerçekleştirilememesi ya da sınırlı düzeyde gerçekleştirilmesi durumunda, o düzenin adı “İslam Cumhuriyeti” de olsa özü İslami olamaz.

Demokrasinin Ortamı

Doğal olarak demokratik ilkelerin serbestçe yaşayabileceği belli bir kültürel ortam gereklidir. Bediüzzaman’a göre demokratik sistemi inşa edip devam ettirebilmek için insanların bilgi, teknoloji, ahlak ve kültürde belli bir düzeyi tutturmaları gerekir. Vahşetin, cehaletin, bağnazlığın, ilkelliğin, kırsal kültür ve geleneklerin egemen olduğu sosyal ortamlarda demokrasi var olamaz, var olsa da ayakta kalamaz.

Ona göre demokrasinin temel ilkelerinden bazıları kuvvet yerine hakkın, cehalet yerine bilginin, kin ve düşmanlık yerine sevginin, keyfilik ve şahsiyetçilik yerine objektif kanunun ve ilkelerin ikame edilmesi, sosyal ve siyasal hayatın bu ilkeler çerçevesinde dizayn edilmesidir. Aynı şekilde tüm kararların, keyfî ve kişisel heveslere göre değil, kolektif bilgi ve hikmete dayalı kurum ve kurullarla istişare edilerek alınması ve uygulanmasıdır. Bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için ise toplum fertlerinin ciddi bir eğitim-öğretim seviyesine ulaşmış olması gerekir.

Meşru demokrasi sadece insan bireylerinin özgür olmasını sağlamayacak, aynı zamanda toplumun hatta belli bir kıtanın ekonomik olarak gelişmesini de sağlayacaktır. Bediüzzaman’a göre despotizme, keyfî karar ve iradelere, bilim ve hikmet dışı eğilimlere dayanan bir toplumun sağlıklı bir şekilde gelişmesi ve varlığını istikrarlı bir şekilde devam ettirmesi mümkün değildir. Özellikle İslam toplumlarının sosyo-ekonomik gelişmesi her türlü, istibdat ve baskıdan uzak İslamî hürriyet ve Şurâ ile mümkündür.

Gerçekten Bediüzzaman ve benzeri şahsiyetler, İslam toplumlarının ve genel olarak Asya kıtasının geri kalmasının esas nedeninin gerekli hürriyet ve şurâ kurumlarını geliştirememiş olmalarına bağlarlar:

“…mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır.” “Müslümanların hayat-ı içtimaiyye-i İslamîyyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şeriyyedir. Ve emruhum şura beynehüm (Şurâ suresi, 42/38) âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak émrediyor. Evet, nasıl kı, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.” (Nursî, 1994, s. 1928)

Sonuç olarak, yeniden demokrasi arayışına çıktığımız şu günlerde can, mal, akıl, ahlak ve özgürlük güvenliğini sağlayacak şekilde yeniden dizayn edilen siyasal sistemimize Müslümanların karşı çıkmaları bir yana şiddetle savunmaları gerektiği inancındayım. Bunu bize temel referans kaynaklarımız vahiy ve akıl önermektedir. Akıl ve tecrübenin önderliğinde yukarıdaki hedeflerin nasıl gerçekleştirileceği serbest tartışma veya deneyip yanılma yoluyla bulunabilir. Bu ilkelerin bir kaçı veya tümünü ihmal eden, ortadan kaldırmak isteyen her türlü siyasal, ekonomik veya kültür politikası ne adına olursa olsun akıl ve vahiy adına muhalefetle karşılaşacaktır. Doğal olarak muhalefet yeni can, mal, akıl ve din güvensizlikleri doğurur nitelikte olmayacaktır.

Ülkemizin geleceğini inşa etmek isteyenler akli ilkelerde buluşmak durumundadırlar.

(Prof. Dr. Bünyamin Duran, Köprü Dergisi, Güz-1999, Sayı:68)

Bence Siz Bizi Şeriat’la Yönetiyorsunuz

İnsanlık işte. Bir iş edersin,  sonra beğenmeyebilirsin. Bir hatadır etmişsindir, dilin sürçmüştür, öfkene yenilmişsindir, yakıp yıkmışsındır bir kere. Sonra pişman olursun, gizli gizli yanıp tutuşursun. Ama evin babasısındır, büyüğüsündür. Öyle çocukça özür dilemelere yetkin yoktur. “Pardon!”larla yırtamazsın.

“Ben ettim sen etme!”lerin serinliğine başını sokamazsın. “Yüksekçe” bir mevkidesindir. Raconun bozulabilir. Raconu bozma korkusu sana racon olarak kesilir. Zaaf gösterdiğin yerde, tükürdüğünü yaladığın demde karizman çizilir, otoriten dağılabilir. İyisi mi içinde kalsın. Lafını etme. Kendi kendine söylen dur. İçinden mırıldanıver pişmanlığını.

Yüce yargıçlarımızı keşke gerekçe yazmaya zorlamasaydık. “Oldu bir kere!” demelerine izin verseydik keşke. Vicdanın dalga dalga yükselen kıpırtıları, bıraksaydık da kendi kıyılarına vurup vurup geri dönseydi. Ulu orta bağırtmaya zorlamakla ayıp ettik. Herkesin duyacağı meydanlara çağırıp da ettikleriyle yüz göz olmaya mecbur tutmakla hata ettik.

Benden nasihat: Birini seviyorsanız, bırakın da kendi hatasıyla kendisi yüzleşsin. Ulu orta yüzüne vurup da hatasını savunmak zorunda bırakırsanız, hatadan dönüşünü zorlaştırırsınız. Pişman olmasına izin vermezseniz, hatadan dönme yollarını kapatırsınız. Kendi egosunu, gururunu kocaman bir kaya olarak doğruya giden yola koyarsınız. Kendisini kendisine kilit yaparsınız. Kendi haline bırakırsanız, sessiz sedasız dönebilir belki, eve dönmeye yüzü olabilir.

Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” der Elçi (asm). Yani yönetilme şeklinizle istekleriniz arasında sürekli bir geçişkenlik vardır. Sen genleşebilirsin, yönetimin de genleşebilir. Sen daralabilirsin, yönetimin de düğmelerini ilikler, kemerini sıkar, incelir. Yasalarla insanlar arasında sürekli geliş gidişler olmalıdır. Yasalar elbise gibidir üzerimize. Şişmanlarsak onlar da genişler. Zayıflarsak onların da bedeni küçülür. “Al sana ayakkabı, ayağını sıkacak ama yürü!” demekle yürümez işler. Ayak önceliklidir, ayakkabı adı üzerinde kabı olduğu ayaklara göre değişir. Kanunlar, yönetmelikler, anayasalar insanlar içindir. İnsana göre kesilir biçilir yasalar. İnsana göre daralır genişler devlet. Devlete göre insanın ayar edilmesi tuhaftır. Yasalara göre halkın esnetilmesi günahtır.

Korktuğunuz gibi değil beyler! Korkuttuğunuz gibi de değil. Gerçek korkularınızı maskelemek için ürettiğiniz korkularla yüreğimizi hoplatacak safdillik yok artık bizde… “Şeriat gelecek!” korkusuyla yönetmeye kalkmadınız mı bizi? “Şeriat”ı manivela yaparak, hepimizi bir yerlere savurmadınız mı? “Laiklik elden gidiyor!” diye tir tir titrediğinizi hiç sanmıyorum. Siz, aslında “gelir ha!” diye öcüleştireceğiniz “o şeriat“ın elden gitmesinden korkuyorsunuz!

Siz başörtülü kızlarımızın da başörtüsüz kızlarımız kadar vatanını sevdiğini pekâlâ biliyorsunuz. Bu ülkede “açık/kapalı” diye bir ayırımı sizden başka kimselerin ciddiye almadığından adınız gibi eminsiniz. Bu topraklarda değil sadece, bu toprakların şimdiki sınırlarının çok çok ötelerinde gayr-i müslimi ve Müslüman’ıyla, Alevi’si ve Sünni’siyle, Türkleriyle Kürtleriyle insanların yüzyıllar boyu korkuttuğunuz “şerait” sayesinde sorunsuz, gerilimsiz yaşayabildiğini ve hâlâ da dekolte giyineniyle çarşaflısıyla bütün kadınların aynı yaşayış kodlarını paylaştıklarını pekâlâ itiraf ediyorsunuz. Adım gibi biliyorum ki, başı örtülü kadınla, başı açık bir kadının sokakta kol kola gezmesi, köşe başlarında kucaklaşması ödünüzü kopartıyor. Eminim ki, kapalı ve açık öğrencilerinizin baş başa verip ders çalışabilmesi sizi hayli üzüyor. Dayanaklarınızın hepsini bir anda yıkıveriyor çünkü bu manzaralar. Artık korkulacak bir şeyin kalmaması rahatsız ediyor sizi. Korkuttuğunuz şeyin hiç de korkulacak bir şey olmadığının anlaşılması sizi çıplak ve savunmasız bırakıyor.

Öyle “nasıl olursanız olun, böyle yönetileceksiniz!” demesini arzu ettiğiniz “o şeriat“ın gerçekte var olmadığı anlaşıldığı için kaygılısınız. İnsanların üzerine sakallı cübbeli adamların zoruyla, çatık kaşlı tahammülsüz zorba kadınların telkiniyle tepeden indirilmesini hayal ettiğiniz “o şeriat“ın sizin uydurmanız olduğu açığa çıktığı için fena halde tırsıyorsunuz.

N’apacaksınız şimdi? Elinizde malzeme kalmadı. Diyorsunuz ki, “Nasıl olursanız olun, işte böyle yönetilirsiniz!” “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz!” diyen o harbi delikanlı sözünü söyleyenlerin yanında olamadığınız için üzgünsünüz.

Elde malzeme kalmayınca, çaresiz siz kendi “şeriat”ınızı üretecektiniz. Bunu beklemeliydik sizden. Sizi biz çaresiz bıraktık. Köşeye sıkıştırdık. Umduğunuzu bulamayınca bizden, başımıza baskıyla “baskı yapabileceğimizi” yazdınız. Nasıl olursak olalım, işte böyle bilineceğiz bundan böyle. İsteyen öğrencilerin başlarını örtebilmesinin başını örtmeyenler üzerinde baskı yapabileceğinden korkuyormuşsunuz. Aşk olsun! Korktuğunuz başınıza geldi zaten… “Baskı” mı demiştiniz? Başınızda sayın bayım başınızda! Saçınızın tek bir telini bile göstermeyecek kadar sarmış her yanınızı. Baskı!

Senai Demirci