Etiket arşivi: Servet Armağan

Risale-i Nur’un Dil Özelliği

Risale-i Nur bir külliyatın ismidir. Bu külliyata bazen sadece risaleler, bazen Risale-i Nur, bazen Risale-i Nur Külliyati, bazen Bediüzzamanın eserleri, bazen de Nurcu’ların eserleri gibi isimler verilmektedir. Gazetelerde ve kitle haberleşme vasıtalarının dilinde çeşitli isimlerle adlandırılmaktadır. Ancak muellifi daha çok ilk ikisini kullanmıştır. Zamanla da bu ikisinin istikrar kesbederek, yerleştiğini müşahade etmekteyiz.

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN

(Harran Üniversitesi Kurucu Rektörü)

b- İkinci olarak belirtilmesi gereken, Risale-i Nur’lar çok dikkatlice yazılmış eserlerdir. Yani muhtevasının imani meselelere ait olması ve belli mevzuları ihtiva etmesi yanında, ifade tarzının güzelliği de, seçilen kelimeler, yapılan benzetmeler ve verilen misallerde ortaya çıkmaktadır ve lisan hususiyetleri olan cümlelerden meydana gelmektedir. Bu sebeple Risale-i Nur’un dil özellikleri mevzuunda çok şeyler yazılabilir. Elimizdeki bu çalışma ilk defa yapılan bir denemeden ibarettir. Biz aşağıda bazı düşüncelerimizi ve tesbitlerimizi sıralayacağiz.

c- Bir diğer özelliği de, Risale-i Nur‘un müsvedde yapılmadan, daha doğrusu müsvedde yapılıp temize geçirilmeden asıl metin haline gelmesi, bir kerede yazılan bir metin olmasıdır. Bilindiği gibi, eserler, kitaplar ve makaleler, evvela bir müsvedde yapılır, daha sonra ifadeler düzeltilir, kelimelerin ve hatta paragrafların yerleri değiştirilir, böylelikle son şekli meydana gelir. Bazen bir kitap, bir makale veya bir ilmi çalışma 4-5 defa düzeltilmek suretiyle ve müsveddeler yapılarak son şeklini alır. Hatta bir çalışmanın basılırken de, düzeltilerek değiştirildiği de variddir.

d- Öncelikle belirtilmesi gerekli olan bir diger nokta da şudur: Risale-i Nur’lar biri söylemiş, diğeri yazmış metinler halindedir. Yani dikte edilmiş metinlerdir.[1]

Genellikle (Ben de dahil olmak üzere) ilim adamları kitaplarını kendi el yazılarıyla veya daktilo ile müsvedde olarak yazarlar. Arkasından bunları temize çektirirler. Daha sonra üzerinde düzeltme yaparak, iki, üç ve bazen dört defa düzelttikten sonra, esas metin ortaya çıkar. Risale-i Nur‘lar ise bir çok yerlerinde ifade edildiği gibi, Bediüzzaman Said Nursi tarafından söylenilmiş ve kâtip dediğimiz diğer biri tarafından veya hatta bazen birkaç kişi tarafından yazılmış metinlerdir. Bu özelliği çeşitli yerlerde müellifi bizzat kendisi belirtmektedir. Meselâ demektedir ki “çok acele yazıldı” veya “vakit olmadığı için düzeltilmeye ve temyiz edilmeye vakit bulunamadı” veya “Tarassutlar, tazyikatlar altında yazıldığı için rahat bir şekilde düzeltilemedi. İfade düşüklükleri düzeltilemedi müşevveş kaldı” gibi çok çeşitli ifadeler kullanılmıştır.[2]

Bu özellik, kanaatimce, Risale-i Nur’unhiç bir eserde duyulmamış ve görülmemiş bir

özelliğidir. Yani bir insanın süratli bir şekilde söylemesi, diğerinin yazmasıyla bir eserin

meydana geldiği, benim bildiğim kadarıyla, tarihte görülmüş bir hadise değildir.[3] Bazen

devlet başkanları, hükümet adamları ve hatta bazı yazarlar, gazeteciler yanındaki kâtiplere,

asistanlarına, sekreterlerine konuşmalarını yazdırmışlardır. Ama bunlar, genellikle ya çok kısa, birkaç sahifelik metinlerdir. Hatta kısa olmakla birlikte, yine de çeşitli defalar düzeltilmiş ve

daha sonra temize çekilmiştir. Risale-i Nur ise binlerce sayfalardan meydana geliyor ve hepsi de

bu şekilde yazılmıştır. Ve hemen hiç veya çokaz düzeltilerek müellifi tarafından bir defa okunarak son şekline getirilmiştir.

e- Bir diğer özelliği de, Risale-i Nurların imani-ilmi esaslar ihtiva etmesidir. Yani bir devlet adamının veya bir siyasi partilinin v.b. nin bir kürsüde, bir merasimde yaptığı bir konuşmayla Risale-i Nur ‘un içindeki muhteva çok farklıdır. Risale-i Nur’lar, aşağı yukarı 100 yıldır okunuyor ve hiç bir tarafı ilmen sakat görülmeden, hiç bir ayet ve hadise aykırılığı tesbit edilemeden, ortaya konulmuş ilmi, müdakkik ve müdellel ifadelerdir.

Meselâ bir gazete yazarı her gün dedikodu mahiyetinde bir şeyler yazıyor. Bir fıkra yazarı bugün yazdığını yarın veya iki gün önce yazdığını yirmi gün sonra unutarak kendi ile ters düşebilmektedir. Halbuki Risale-i Nur’da ise, dediğim gibi, 100 yıldır okunuyor ve şimdiye kadar hiç kimse hata bulamıyor ve hatta tekrar okuma zevkini ve lezzetini kaybetmiyor. Bunu müellifi de söylemektedir. “Hem çok defa okunduğu halde taravetinden, zevkinden, lezzetinden hiç bir şey kaybetmemektedir.”[4]

f- Risale-i Nur’unbir diğer özelliği de bazen edebi metin halinde, cümleler dahi hızlı

konuşularak süratli bir şekilde yazılmıştır. Hatta diyebiliriz ki, Ondokuzuncu Mektup gibi

bazı risaleler 300′den fazla hadis ihtiva etmesine rağmen, hiç bir kitaba müracaat edilmeden

yazılmıştır. Yani Risale-i Nur’ların öyle masaya hadis veya tefsir kitapları dizilerek

yazılmadığı ortadadır. Müellifi bunu defalarca kendisi de ifade etmiş buIunmaktadır.[5] Bu

yazılan metinler, Meselâ hadis ise, binlerce hadis metni içerisinde yanlış yazılma ihtimali

çoktur. Veya tefsir ile ilgili bir fikir beyan ederken, bir âyet hakkında bir şeyler yazarken, hata

yapma ihtimali çoktur. Fakat Risale-i Nur’da bir kişinin söylemesi ve diğer bir kişinin

yazmasıyla ortaya çıkan hatasız böyle bir özellik bu gibi hadis ve tefsir metinlerinde dahi söz konusu olmamaktadır.

Yukarıdan beri giriş şeklinde Risale-i Nur’ların yazılma ve yazdırılma bakımından genel bazı özelliklerini belirttik. Şimdi de aşağıdaki dil ve edebiyat özellikleri belirtebiliriz.

1-Risale-i Nur’lar 3 dilden yazılmıştır:

Büyük çoğunluğu türkçe, daha sonra arapça, nihayet çok az bir kısım ise farsça olarak kaleme alınmıştır.

2-Risale-i Nur’da belagat vardır:

Bu konuda şunlar söylenebilir:

Belagat demek “muktezayı hale muvafık beyan” demektir.[6] Yani hangi durum ve

hangi konuda yazılıyorsa, o halin ve o mevzunun hususiyetine uygun ifade kullanmak belagat

demektir. Meselâ ahlak hakkında bir konu anlatılıyorsa, ki nispeten mücerred bir mevzudur,

bu mevzuun özellikleri dikkate alınarak yazılmalıdır ve bu mevzuya uygun kelime ve

İstılahlar kullanılmalıdır. Böyle yapılırsa, ortaya çıkan ifade “beliğ” olur. Böylece bu konunun

özelliklerine uygun bir ifade belağat sayılmaktadır.

Belağat çoğu zaman zannedildiği gibi, arapça, farsça kelimeler veya anlaşılmaz ibareler kullanmak ve çok mücerret teşbihler yapmak demek değildir. Risale-i Nur ‘da belağat’a çok yerde rastlanılmaktadır. Hatta müellifin Muhakemat ismli eserinde bir kısım veya bir bölüm belağat (Bkz.2.Makale) hakkındadır. Orada belağatın özellikleri, belağatın vasıfları, çeşitli arapça eserlerden misaller verilerek anlatılmaktadır.

2- Risale-i Nur’larda yer yer farklı üslup ve ifadeler kullanılmıştır.

Bir diğer özelliği de şudur: bazen çok sade bir dil kullanmıştır. Yani hiç diyemezsiniz ki, bu eser bir tefsirdir veya bu metin üç-beş bin sayfalık bir eserden bir parçadır.

Hiç diyemezsiniz ki, bu parça bir âyetin veya bir hadisin mânasını ihtiva etmektedir. Meselâ birinci sözde, gayet açık, gayet sade bir ifade kullanılmıştır. Birinci mektup yine aynı tarzdadır. O kadar ağır, o kadar ilmî ifadeler ve ıstılahlar kullanabilen müellifin, kendi hayatından bahseden Onaltıncı Mektup dahi çok basit ve sade bir dil ile yazılmış ifadelerden ibarettir. Kanaatimce Yirmi birinci Lem’a dahi ki çok önemli bir mevzua aittir, çok basit, çok sade ve hemen anlaşılabilen ifadelerden meydana gelmiş bir metindir. “Konuşan yalnız hakikattir” başlıklı küçük risale (veya mektup) de aynı özelliğe sahiptir.[7]

Bazen de çok ağır; muğlak, ıstılahlarla dolu ifadeler kullanılmıştır. Meselâ şu ifadeye

bkz.

“Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih câizdir ve vâkidir. İrade bir sıfattır. Onun şe’ni böyle bir işi görmektir.”[8]

Veya şu cümleye bkz. “Şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye (ASM), kâinatın manevi bir güneşi olduğu gibi, bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebirin âyât-ı Kübrası ve o Fürkan-ı âzamın İsm-i âzamı ve İsm-i Ferdin cilve-i âzamının bir âyinesidir.”[9]

Bunun gibi daha bir çok misaller gösterir ki, risale-i nurlarda mevzua ve makamın mâhiyetine uygun bir dil kullanılmıştır, yani belağat vardır.

3-Risale-i Nurlar kısa ve öz metinler halindedir:

Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de çok ilmi, çok mu’cez, çokaz cümle içerisinde çok şey ifade edilmiş metinler halinde olmasıdır. Yani kısa, bir metin içerisinde çok şeyler ifade edilmiştir. Kanaatimce Risale-i Nur’un tamamı böyledir. Yani Risale-i Nur çok kısa yazılmış, tafsilât verilmemiş bir eserdir. Müellif de bunu çok yerde belirtmiştir. Bazen demektedir ki; “Bu denizden bir katre gösterdik”; veya demektedir ki: “çok mufassal olan bu mevzuun ancak bir vechini ifade ettik”. Ve benzer ifadeler kullanmıştır.[10] Yani Risale-i Nur‘un tamamı meselâ 5000 sayfa ise, bunun tamamı 500.000 – 600.000 sayfalık bir eser demektir. Yani mevzuun ancak yüzde biri ifade edilmiştir kanaatindeyim. Müellif hemen hemen her risalenin başında veya sonunda böyle bir hususiyeti ifade etmiş bulunmaktadır.

Meselâ Talikat isimli mantıkla ilgili kitabı veya risalesi buna örnektir. Aynı şekilde Kızıl İ’caz isimli yine mantıkla ilgili kitabı da yine çok kısa ve çok öz yazılmıştır. Yine bunun gibi Yirmialtıncı Söz, kaderle ilgili risale de, ancak müdakkik âlimlere ve bu konuda temel islâmî bilgileri olan kimselere hitab eden, çok çok kısa, efradını cami ve ağyarını mâni özelliği olan bir eserdir diyebiliriz. Yine aynı şekilde Birinci şua hakikaten, anlaşılması zor demeyeceğim, ama her cümlesi üzerinde durulması, her cümlesi üzerinde çok şeyler söylenmesi mümkün ve lazım olan bir metin halindedir. Çok şeyler söylenmesi gereken derken şunu kastediyoruz: Diyelim ki kader hakkındaki risalede bir cümleyi alsanız, bunu açıklayabilmek için Kelâm ilmi hakkında bir hayli bilgi sahibi olmanız lazım. Mantık ilmi hakkında bilgi sahibi olmanız lazım.

b:Bu özelliğidir ki, Risale-i Nur’larıbir yıl dikkatlice, anlayarak ve kabul ederek okuyanı, zamanın büyük bir alimi yapabilir diye müellifin bir cümlesine sebep olmuştur.[11] Bu konuda daha birçok misaller verilebilir.[12]

Bazen de Risale-i Nur da hem ilmi ifadeler, hem de basit ifadeler yan yana gelmiştir. Buna misal Otuzuncu Lem’anın çeşitli risaleleri buna misal olarak verilebilir.

4- Risale-i Nurlar kolayca anlaşılır:

Risale-i Nur’lar, ele aldığı mevzuu kolayca anlatmıştır ve kolayca anlaşılmaktadır. Ancak dikkatlice okumak gerekir. Hatta diyebiliriz ki, öğrenmek niyyetiyle, dikkatlice ve kalb gözü açık olarak okunduğu takdirde, kolayca anlaşılan bir eser olduğu görülür.

Müellifi bu özelliği zikrediyor ve kendi ifade tarzının “muğlak” ve “anlaşılmaz” olduğu yolunda bir kanaat olmasına rağmen, en büyük ve en geniş bir mevzuu ( kader, ruh,…v.b) âmi insanlara da anlatabilecek tarzda bir ifadenin risalelerde yer aldığını beyan ve bu özelliğin bir “eser-i inayet” olduğunu söylüyor.[13]

5- Risale-i Nur’larda hitabet san’atının özelliği de vardır.

Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de hitabet san’atına yer vermesidir. Bilindiği gibi, hitabet de, belağat gibi bir dilin kullanış sahası ve özelliklerinden biridir ve edebiyatta bir san’attır. Retorik dediğimiz beyan veya hitabet, edebiyatın bir bölümüdür. Risale-i Nur’un bazı kısımları hitabet diliyledir. Bunların içinden bu misaller verilebilir:

Bir defa, evvela İstanbul’da bilahare Selanik’te Hurriyet Meydanında yapılan konuşma (Hürriyete Hitap) güzel bir hitabet misalidir.[14] İkincisi İstanbul’da Harbiye Nezareti bahçesinde (Milli Savunma Bakanlığı) askerlere yaptığı 2 konuşmada (1-Kahraman askerlerimize ve 2- Asakire hitap) birer hitabet sanatı misalidirler.[15] Yine 31 Mart vesilesiyle müellifin askerlere beyanı da bir hitabet sanatı misalidir.[16]

Kanaatimce bunlar içerisinde üçüncü şua hitabet sanatının en bâriz, en büyük ve en uzun misalidir. Hakikaten bu eser, baştan sona hitabet sanatının şahane bir misalidir. Cenab-ı Hak’ka bir mü’minin tazarru’ ve niyazını ifade eden, ona hitap eden, mahlukattaki ilim, sanat ve merhamet hususiyetlerini ve müşahadesini belirten eşsiz bir hitabet misalidir[17]. Ve, radyo ve televizyonlarda sık sık okunmaya lâyık bir edebî eserdir.

6- Risale-i Nur’larda resmi müracaat misalleri de vardır:

Risale-i Nur’unbir diğer özelliği de dilekçeler ve temyiz lahikalarında ortaya çıkar. Burada kastettiğimiz şudur: bilindiği gibi, yazı dili, konuşma dilinden farklıdır. Yazı dili de yine kendi içinde bir kaç kısma ayrılır. Bazen hikâye tarzında kullanılan, bazen sohbet tarzında v.b. kullanılan bir dil özelliği söz konusu olur.

Belirtelim ki, resmi makamlara sunulan, bir şey isteyen, bir şikayette bulunan, yani bir dilek ihtiva eden metinlerin dili ayrı bir yazı çeşididir. İşte şimdi burada belirttiğimiz bu son noktadır. Yani Bediüzzaman Said-i Nursi-ninmahkeme, valilik, Bakanlar Kurulu ve benzeri makamlara müracaatları ve verdiği dilekçeler vardır, yani dilekçe şeklinde yazılı metin (veya yazılı konuşma) şeklinde de yazma dilinin özelliğini kullanmıştır. Bu dilekçeler ve temyiz lahikalarında şu özellikler görülüyor:

a-Bir defa, 50 çok müeddep bir dil kullanmıştır. Yani metinlerde karşısındakini rahatsız etmeyen ve onlara hakaret etmeyen bir dil kullanmıştır. Meselâ şu cümlelere dikkat ediniz: “..Afyon Emniyet Müdürlüğüne!..

Zâtınızı tanımadan bir defa gördüğüm vakit insaflı ve adaletli gördüğümden herkesten evvel, alakadar olduğum bir hakikati size beyan ediyorum. O hakikati alakadar makamatavazifeniz itibariyle bildirmeyi size bırakıyorum… evham yüzünden kanunsuz bana iliştirmeğe meydan vermemeyi sizin vazife – perverliğinizden ve ciddiyetinizden ümid ediyorum…”[18]

“Afyon Emniyet Müdürüne derdim ki:

Müdür Bey… Cidden alakadar eder diye size beyan ediyorum.”[19]

“Celal Bayar

Reis-i Cumhur

Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı Hak sizi İslamiyet ve vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin.”[20]

“Reis-i Cumhura, Hey’et-i Vekileye, Başbakanlığa, Adliye Bakanlığı Yüksek Katına, Diyanet Riyasetine Ankara Hakiki adalet ve hürriyet için çalışan zatlara bir kaç nokta beyan ediyorum.”[21]

“Birinci Ağır Ceza Mahkemesine

Mahkeme Hey’etine Arz ediyoruz ki:”[22]

b- İkinci bir özellik, Risale-i Nur müellifi çok hukuki ifadeler kullanmıştır.

Yani mahkemeye bir dilekçe verilirken o mahkemeden neler talep edildiği, bir mantık silsilesi içinde ifade edildiği müşahade edilmiştir. Böylece mahkemeye, vilayete veya Emniyet Müdürlüğüne verilen bu dilekçeler, çok değişik özellikler ve hukuki esaslar ihtiva etmektedir diyebiliriz.

c- Dilekçelerde görülen bir başka özellik de; fikir insicamini ve mantık silsilesini kaybetmemiş olmasıdır. Bediüzzaman Said-i Nursi çok sıkıntılı zamanlarda bu dilekçeleri verdiği halde, yani çok haksızlığa maruz kaldığı bir sırada bu dilekçeyi vermiş olmasına rağmen, bu dilekçelerde güzel bir mantık, güzel bir hukuki silsile takip ettiği görülmektedir. İnsan hayret ediyor: Bu kadar sıkıntı içinde, bu kadar haksızlığa marazken, bu kadar öfkeli bir anda bir kimse nasıl bu kadar düzgün ifadeler kullanıyor veya onu ağzından nasıl bu kadar insicamlı ve intizamlı bir metin ortaya çıkabiliyor.[23]

Çünkü insanoğlu, bir şeye kızınca, öfkelenince, bir konuda sinirlenince konuşmasını şaşırır, mantık silsilesini kaybeder, önce söyleyeceğini sonra söyler, sonra söyleyeceğini önce söyler, ağzından cümleler düşük çıkar v.b. Halbuki bütün bu dilekçeler, verilen temyiz layihalar ya hapishanede yazılmıştır ve arada muntazam bir hayat yoktur, pis kokular, gürültüler ve hatta hakaretler içinde bir katibe veya bir mahpusa yazdırılmıştır. O katip veya mahpus da mahkum olduğu için, o da sıkıntılıdır, gayri müsait bir vaziyette bulunmaktadır. Hatta Eskişehir Mahkemesindeki müdafaa ve Eskişehir Mahkemesi kararına karşı yazılmış temyiz layihası da çok sıkıntılı, daktilosuz, katipsiz bir vaziyette yazılmıştır ki, bu temyiz layihası veya bu müdafaa, eşsiz bir müdafaa ve çok düzgün bir temyiz layihasıdır diyebiliriz. Aynı şekilde Afyon Mahkemesine karşı yapılmış müdafaa da yine eşsiz bir hitabet sanatı ve yazı dili özelliği taşımaktadır.24

d- Yine hayretimizi mucip bir nokta da, Denizli Mahkemesi esnasında savcının ithamlarına verdiği cevaplarda ortaya çıkıyor. Devamlı olarak doğruları hatırlayan, hata olmadığını ispat eden cümleler, kelimeler, kelimenin değişik ifade tarzları bulunarak, savcının, yanılmıyorsam 81 hatası bulunarak ortaya konulmuş bir metin halindedir. Bu da eşine az rastlanan, son derece az görülen bir özelliktir, resmi bir dilekçe veya itirazname misalidir.

7- Suç unsuru bulunmayan ustaca ifadeler:

Risale-i Nur’un dilindeki bir başka özellik de gerek dilekçe ve layihalarda ve gerekse risalelerin bizzat kendisinde, ifade olarak kullanılırken savcılara, emniyet müdürlerine ve idari amirlere ipucu vermeyen, onların suç unsuru bulmalarına imkân vermeyen bir tarzda olmalarıdır. Yani

Bediüzzaman Said Nursi bir şeye cevap verirken, bir konuda yazarken savcı veya hâkim o

ifadede ve metinde kolay kolay bir suç unsuru bulamaz. Yani o şekilde kaleme alınmıştır ki,

insanoğlunun bunun içinde bir suç unsuru bulması mümkün değildir. Nitekim gazetelerimizde, piyasada ki mevcut romanlarda, hikâyelerde ve diğer metinlerde hemen birinci

cümlesinde veya parağrafında suç unsuru ihtiva eden ifadeler kolayca savcının dikkatine çarpıyor, böylece onun yazarı hakkında dava açılmasına sebep olmaktadır. Halbuki Risale-i Nur’ların tamamı belli bir fikri gayet açık tarzda ifade etmesine rağmen, çok ustalıkla kullanılmış, çok dikkatlice yazılmış (daha doğrusu yazdırılmış) metinler halindedir. Bu sebeple savcılar hemen hemen, bir iki yer hariç, suç unsuru bulamamışlardır. Bir iki yer dedikleri de ya mahkemede çürütülmüştür ya da hakimler tarafından nazara alınmamış, kuru bir iddiadan ibaret kalmıştır.

8- Hassas mevzulara hassas ve ustaca cevaplar:

Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de; hassas bazı mevzularda verilen cevaplarda ve yazılan metinlerde çok dikkatlice hareket edildiğini görmekteyiz. Bazen çok hassas bir konuda cevap rica edilmekte veya o mevzuun aydınlatılması istenilmekte, ama verilen cevap o kadar ustalıkladır ki, İnsan kolayca öyle söyledi veya böyle söyledi şeklinde kesin bir kanaate varamamaktadır. Çünkü sorulan veya ortaya atılan mevzu hassastır. Meselâ “Siz Mehdi misiniz?” sorusuna veya “Siz Mehdisiniz” değerlendirmesine verdiği cevaplar böyledir. Deccal ve Süfyan hakkındaki ifadeler yine böyledir. Bu konular hadis-i şeriflerde bile çok basit, iki kere iki dört eder şeklinde kat’i ifadeler kullanılmadan, ihtiyar selbedilmeden ve akla kapı açılarak beliğ ifadeler kullanılarak yer almıştır. Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri de aynı yolu takip etmiş bulunmaktadir.

Aynı şekilde “Siz şeriat istiyorsunuz, şer’i devlet istiyorsunuz” şeklindeki ithamlara karşı, ki hassas bir sorudur, hassas bir ithamdır, ‘evet’ ‘hayır’ konusunda çok dikkatlice kullanılmış metinler ortaya çıkmıştır. Yani hiç bir zaman dolambaçlı yollara gitmeden, mevzuun hassasiyetine uygun, yani güzel ifadeler şeklinde bir metin ortaya çıkmıştır.[24] [25]; çünkü mevzu çok hassastır. Meselâ hiç bir zaman dememiştir: “Evet, ben Mehdi’yim” Ama Mehdi’de bulunması gerekli şartlar, hadislerdeki Mehdi hakkındaki özellikler belirtilmiş hem ‘evet’ hem ‘hayır’ şeklinde bir netice ortaya çıkan ve anlayan kimselere akıllıca bir ipucu veren ifadeler kullanılmıştır. Bence böyle de olması lazım. Yoksa Mehdi, Deccal, Süfyan, Devleti yıkmak, gizli komite kurmak gibi mevzularda ve ithamlara verilen cevaplarda ele ipucu veren veya çok basit ifadeler şeklinde kaleme alınan bir metin olması düşünülemezdi. Bu konuda da Risale-i Nur’da tebrike ve takdire şayan özellikleri bulmak kabildir.[26]

9- Halkın dilindeki tabirler-kelimeler:

Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de bazan çok basit türkçe kelimeler kullanması yanında, bazan de çok ilmi, çok mantıki ve o mevzu hakkında çok az kullanılan kelimeleri ihtiva etmesidir. Meselâ Otuzuncu Lem’a’da geçen ‘çevik çalak’ tabiri veya Ondokuzuncu Mektup’ta geçen “Devenin Ihması’, “kanadını kısması” gibi kelimeler bizim Anadolumuz’da kullanılan Öztürkçe kelimelerdir. Bunların sayısı azdır, ama yeri geldikçe, zaman zaman kullanılır. Bunun yanında ‘Kadir-i Zül’celal’ gibi, ‘Hakaik-i Kur’aniyye’ gibi, “Tercih, bila müreccih mühaldir.” Gibi dini ilmî ibareler, dini kelimeler ve ıstılahlar da çok ustalıklı bir şekilde kullanılmıştır. Bu özellik de muktezayi hale muvafık bir beyandır, yani belağattır.

10- İslam Kultürü ile bağlantılı bir dil:

Risale-i Nur’un dil özelliklerinden biri de şudur:

Okuyucunun İslam kültürüyle irtibatını devamlı nazara almış ve sağlam tutmuştur. Bilindiği gibi, bir dil bir kültürün neticesidir veya bir kültürle bağlıdır. Bugün bir Alman dili Alman edebiyatıyla ve Alman kültürüyle bağlıdır. İngilizce Anglosakson kültürüyle bağlantılıdır. Koza Fransızca Latin ve Fransız kültürüyle bağlantılıdır. Arapça geniş şekilde bir edebiyat dili ve İslam kültürüyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu diller daha çok o konularda ortaya çıkmış ve kullanılmış bir vasıtadır. Farsça edebiyat dilidir v.s. Buna benzer diğer misaller de verilebilir.

Risale-i Nur’un kullandığı dil ise, islam kültürü ile, Kur’an hükümleriyle, hadislerin mana ve muhtevasıyla sıkı bağlantılıdır. Bu özelliği söylüyoruz: Türkçe’de yaklaşık 80 yıldır meydana getirilen veya getirilmek istenen tahribat çok büyüktür. Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimeler, ıstılahlar, dini ibareler sökülüp atılamak suretiyle Türkçe fakirleştirilmiş ve yozlaştırılmıştır. Bu sebeple uydurma Türkçedediğimiz bir türkçe ortaya çıkmaktadır ki, bu Türkçede asla islami bir kültür, asla islami bir mana yoktur ve böyle bir irtibat kullanmak da, bulmak da mümkün olmamaktadır.

Risale-i Nur’da kullanılan dil ise, özellikleri bir İslam kültürüne doğru gidişi, herhalde bir hadisin mana ve muhtevasına sevkedici, herhalde Rabbani hikmetleri anlamaya götüren bir özellik halinde kendini göstermektedir.

Bu konuda daha önce de, haftalık bir gazetede (ittihad),[27] bir makale yazmıştım. Ve Risale-i Nur’un Türk diline yapmış olduğu hizmetlerin büyük olduğunu, bu konuda eşsiz bir eser olduğunu belirtmiştim. Çünkü çoğu defa mühim alimler, islam alimleri, hatta İslam hukuku konusunda yazanlar dahi, ya uydurma Türkçe kullanmakta, ya da muhtevası çok zayıf, gramer kaidelerine uymayan bir metin halinde o ulvi hakikatleri dile getirmektedirlerdir ki, bu yanlış bir metoddur.

Çünkü o ulvi hakikatlar layıkı vechiyle ifade edilememektedir. Risale-i Nur ise, İslam kültürünü ihtiva eden bir dil ile yazılmıştır, mevzuun yüceliğini ortaya koyan ve o mevzua uygun kelimelerle ve İslamî muhteva ve manada bir istikamet vererek okuyucuya hizmet etmekte ve dolayısı ile Türk diline hizmet etmektedir. Bu sebeble diyebiliriz ki, Risale-i Nur’lar, bu açıdan hiçbir zaman diğer eserlerle karşılaştırılamaz.

11- Risale-i Nur’ların dili sadeleştirilemez ve sadeleştirilmemeli

Risale-i Nur dili konusunda belirtilmesi gereken bir diğer mevzu da şudur: Zaman zaman Risalelerin dili sadeleştirilmeli veya Risale-i Nur’daki bazı kelimelerin yerleri değiştirilmelidir gibi beyanlar, arzular ve iddialar ortaya atılmaktadır. Bu konuda bizim cevabımız şudur:

Asla ve kat’a Risale-i Nur’ların dili değiştirilmemelidir. Risale-i Nur’ların şerhi yapılabilir. Risaleler üzerine haşiyeler yazılabilir. Bunu üstad’ın kendisi de belirtmektedir. Ama Risale-i Nur’un metni, esas orijinal dili değiştirilmemelidir.

Aksi takdirde Yukarıda saydığımız özelliklerin hiç biri kalmaz. Yani üstad’ın bir yerde dediği gibi, “Bu memeleketin… kabristanındaki taşlar üzerindeki kitabeler dahi o dilin özelliklerini ve İslamı muhteviyatı belirtmektedir”.[28] Aynı şekilde Risale-i Nur’lar da yine kat’i surette İslami kültürü, Kur’anın mana ve muhtevasını, İslami hakikatları ortaya koyan kolayca cerh edilmesi kabil olmayan bir metin halindedir. Sakın sakın Risale-i Nur’ların dilleri değiştirilmesin tersine orijinal metin halinde muhafaza edilmelidir.

Bu konuda bizim bir teklifimiz de şudur:

Risale-i Nur’ların orijinal el yazmaları, ilk defa yazılan metinler bir mikro film halinde muhafaza edilmeli veya şimdi modern bilgisayarlar var, bu bilgisayarların disketlerine kaydedilmeli, zaman zaman üzerinde yapılan şerhler de bu asıllara bakılarak muhafaza edilmelidir. Çünkü bazen Risale-i Nur’ların metinlerinin değiştirildiği, yani tahrif edildiği iddia edilmektedir. Zaman zaman bu tür iddialar ortaya atılıyor. Risale-i Nur’ların metinleri, Türkçeleri değiştirilmiştir, ibareler değiştirilmiştir, gibi…

Bu konuda şunları söyleyebilirim: Bir defa müellif metni yazdıktan sonra kendisi bazı kelimeleri veya ibareleri çıkarmıştır. Meselâ “Münazarat” ‘ın bir kısmını yayınlamamıştır.Daha sonra yayınlamıştır. Bir diğer yerde Risale-i Nur‘un bazı kelimeleri düzeltilmiş, onunyerine tek başına bazı kelimeler kullanılmıştır. Meselâ “Kürtler” ve “Kürdistan” yerine “bizler”gibi kelimeler kullanmıştır. Bazan da hükümetin şahsiyetini tahkir etmemek ve suç unsuruna vesile olmamak için bazı kelimeler dikkatlice değiştirilerek kullanılmış ve yine bizzat kendisidüzeltmiştir. Daha sonra Risale-i Nur’lar yayınlanırken bilhassa Münazarat gibi, eski risaleler ve mahkeme müdafaatında kendi düzeltmeleri, el yazısı düzeltmeleri vardır. Bunun dışında talebelerinin büyük çapta düzeltmeleri veya tahrifatları sözkonusu değildir.[29]

Bu konu üzerinde fazla durmuyoruz, çünkü bu araştırmanın mevzuuna doğrudan

doğruya dahil değildir.[30]

Risale-i Nur Külliyatının Lisan ve edebiyat özellikleri yukarıda saydıklarımızda ibaret değildir. Ayrı bir araştırmamı yine bu konuda ve fakat değişik açılardan yapacağım, inşallah.

[1]-Müellif, Risale-i Nur’ları yanındakilere söyleyerek yazdırdığını bir çok yerlerde ifade etmiştir. Misal olarak bkz. 26.Lem’a, ll.Rica, son paragraf; 12.Ricanın başı; Konuşan Yalnız Hakikattir, Emirdağ Lahikası, II, 78; 28.Mektup, 7.mesele 4-5. işaret.

[2]-Meselâ bkz. 25 ve 26.Lem’aların baş kısmı; 30.Lem’a, 3. Nüktenin başı 25.Sözün baş kısmı (İhtar). Özellikle bkz. 28.Mektup 7.Mesele 5 işaret.

[3]-Bu konuda ayrıca bkz. Barla Lahikası, 351.

[4]-Misal olarak bkz. 28.Lem’a, 7.mesele (Mahrem bir suale cevaptır). Emirdağ Lahikası, I, 187; 19.Mektup, baş kısmı.

[5]-Bkz. 19.Mektup baş kısmı; 28. Mektup, 7.Mes’ele, 5. İşaret.

[6] Bkz. 13.Lem’a, 3. işaret; İşarâtu’l-İcâz, 2001, İstanbul, Tebliğ y. sh. 57 vd.Ayrıca bkz.:Sözler,25.Söz,1.Şua,1.Şule

[7] Meselâ misal olarak şu cümlelerdeki sadeliğe ve akıcılığa bkz: l.Sözden:

“Başta demiştik: ‘Bütün mevcudât, lisân-i hal ile “Bismillah” der.’ Öyle mi?

Evet. Nasil ki, görsen; birtek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakinen bilirsin: O adam kendi nâmiyle, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki, o bir askerdir. Devlet nâmına hareket eder. Bir padişah kuvvetine istinat eder.

Öyle de, herşey Cenab-i Hakkın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek, herbir ağaç, “Bismillah” der. Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Herbir bostan, “Bismillah” der. Matbaha-i Kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor. Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübârek hayvanlar, “Bismillah” der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzâk nâmına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdâyı takdim ediyorlar. Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, ” Bismillah” der. Sert olan taş ve toprağı deler geçer. Allah nâmına, Rahman nâmına der; herşey ona musahhar olur.”

Bir diğer missal “Konuşan yalnız hakikattir” başlıklı kısımdan alalım:

“Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki:

Bazen zulüm içinde adâlet tecelli eder. Yani, insan bir sebeple, bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkum olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa, adaletin tecelli’sine bir vesile olur. Kader-i ilâhi, başka sebepten dolayı cezaya, mahkumiyeteistihkak kesb etmiş olan kimseyi, bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete sürer. Bu adâlet-i ilâhiyeninbir nevi tecellisidir.

Ben şimdi düşünüyorum: Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mahkemeye sevk ediliyorum. Bu zâlimâne işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dîni, siyasete alet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü, hakikat-i halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup ta beni mahkum etmeye uğraşıyor. o bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor. Beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere maruz kalıyor. O da netice elde edemiyor, birakıyor. Bu defa bir uçüncüsü yakama yapışıyor.

Böylece musîbetten musîbete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. 28 sene ömrüm böyle geçti. Bana isnat ettikleri suçun aslı esâsı olmadığını nihayet kendileri de anladılar.” (Emirdağ Lâhikası, II, 78.)

[8] – 26.Söz, altıncısı. Bu risale bu konuda tam uygun bir misaldir.

[9] – Bkz. 30.Lem’a, 5.Nükte, son paragraph.

[10]-Misal olarak bkz. 30.Lem’anın nüktelerinin baş kısımları. Ayrıca şu ibarelere de sık sık rastlanıyor:”…burada kısa kesiyoruz. “(21.Lem’a, 3.düsturunuz); “Her ne ise, bu hamur şok su götürür, kısa kesip…” (Aynı yer). “…bu denizden bu katre ile iktifa edip, kısayı kısa keseriz” (II.Lem’anın sonu)

Hatta, sık yazılmış, 100 sh. dan fazla tutan. 25. Sözün (Mucizât-ı Kur’aniye Risalesi) dahi muhtasar yazıldığı ifade edilmiştir. (Bkz. baş kısım:ihtar)

[11]- Bkz. 21.Lem’a son paragraf. Emirdağ L. II, 26

[12] – Kanaatimce “eski Said” döneminde yazılan risaleler daha kısa ve mucezdir.

[13] – Meselâ ayrıca bkz. 28.Mektup 7.Mesele, 3,4. ve 5. İşaret.

Hatta uzun cümlelerde dahi, hem kolay anlaşlır akıcı bir üslup, hem kafiyeli bir ifade vardır: Meselâ şu cümlelere bkz. 3. şua, 17; Mektubat, 19. 1. zeyl. 8-9. Reşha.

“Hem, zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve manevi cihâzât ile techiz edilen ve zemin mevcudâtına tasarruf eden insan için, bu tâlimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde, bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyât-ı Rububiyet, bu hadsiz hitâbât-ı Sübhâniye ve bu gayetsiz ihsânât-ı ilâhiye, elbette ve her halde, bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belâlı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki, ancak başka ve ebedi bir ömür ve bâki bir dâr-i saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsânât-ı uhreviyeye işaret, belki şehâdet eder.” (3.şua, sh.17)

Başka bir misal:

“Sekizinci Reşha:Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti küçük bir kavimden büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimi kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’ edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi- ki, dem ve damarlanna karışmış derecede sabit olarak-vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalişsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?

Dokuzuncu Reşha: Hem, bilirsin, kücük bir adam, kücük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir davada hicapsız, pervasız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teesssür ve telâş göstermeden söyleyemez. şimdi, bak bu zâta; pek büyük bir vazifede pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicap, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvi bir surette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kella!

Evet, hak aldatmaz hakîkatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden mustağnîdir; hakikatbîn gözüne hayâlin ne haddi var ki, hakîkat görünsün, aldatsın.”

[14]- Bu hitabetin metni için bkz. Badıllı, Abdülkadir, Mufasal Tarihçe-i Hayat, Istanbul, 1991, Timaş Y. C.İ,sh.165 v.d. Bu hitab, Divân-ı Harbi Örfi, isimli eserin İstanbul son kısmına da eklenmiştir.

[15]-Aynı eser, sh. 247-8; Ayrıca bkz. Divan-ı Harbi örfi, 10. Cinayet.

[16]- Bkz. Divan-ı Harbi örfi, 2.cinayet, 9.cinayet.

[17]- Bu konuda başka misaller de verilebilir.

Meselâ 3. Şua’dan (Münacaat Risalesi) şu bir kaç cümleye bkz:

“Yâ ilâhi ve yâ Rabbi”!

Ben, imanın gözüyle ve Kur’ân’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki:

Semavatta hiç bir deveran ve hareket yoktur ki, böyle intizâmiyla Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin. Ve hiçbir ecrâm-ı semâviye yoktur ki, sükultuyla, güriültüsüz vazife görerek, direksiz durmalarıylaSenin rububiyetine ve vahdetine şehâdeti ve işareti olmasın.

Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzuf hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nurani tebessümiyle ve butün yıldızlara mümâselet ve müşâbehet sikkesiyle, Senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdâniyetine işaret ve şehâdette bulunmasın.

Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahharetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin Vücûb-u vücuduna şehadet ve saltanat-i uluhiyetine işaret etmesin.”

“Ey Arz ve Semâvâtın Hâlık-ı Zülcelâli Senin ve Kur’ân-ı Hakiminin tâlimatiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın dersiyle îmân ettim ve bildim ki: Nasıl semâvât yıldızlarıyla ve cevv-i fezâmüştemilâtıyla Senin vucûb-u vücuduna ve Senin birliğine ve vahdetine şehâdet ediyorlar; öyle de, arz bütün mahlûkatıyla ve ahvâliyle Senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehâdetler ve işaretler ederler.”

“Ey Fatır-ı Kadir! Ey Fettâh-ı Allâm! Ey Fa’al-i Hallâk!

Nasıl, arz, bütün sekenesiyle Hâlıkının Vâcibu’1-Vücut olduğunu şehâdet eder; öyle de, Senin- Ey Vâhid-i Ehad! Ey Hannan-i Mennan! Ey Vehhâb-I Rezzâk! vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rubûbiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedâhet derecesinde Senin vahdetine ve ehadiyetine şehâdet, belki mecudat adedince şehâdetler eder.”

“Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve manevi cihâzat ile teçhiz edilen ve zemin mecudâtına tasarruf eden insan için, bu tâlimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyât-ı Rububiyet, bu hadsiz hitâbât-ı Sübhâniye ve bu gayetsiz ihsânât-ı ilâhiye, elbette ve herhalde. bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belalı ve fani dünyaya sığışmaz. Belki, ancak baska ve ebedi bir ömür ve baki bir dar-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekâda bulunan ihsânât-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.”

“Ey Kadîr-i Hakim! Ey Rahmân-ı Rahim! Ey Sâdiku’l- Va’di’l-Kerim! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhâr-i Zülcelâl!

Bu kadar sâdık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sifat ve şuunâtını tekzip edip, saltanat-i rubûbiyetinin kat’i mukteziyâtını ve sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaatle kendilerini sana sevdiren ve hadsiz makbul ibâının hadsiz duâlarını ve dâvâlarını red ederek küfür ve isyan ile ve seni va’dinde tekzip etmeke senin azamet-i kibriyâna dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve ulûhiyetinin haysiyetine ve şefkati rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâlet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârından tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin. Ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten senin nihayetsiz adaletini ve cemâlini ve rahmetini takdis ediyorum. سبحانه وتعالى عمايقولون علواكبيرا ayetini, vücudumun bütün zerrâtı adedince söylemek istiyorum!”

[18]-Emirdağ Lâhikası I, 104-5

[19]-Emirdağ Lâhikası I, 125-6

[20]-Emirdağ Lâhikası II, 16

[21]-Emirdağ Lâhikası II, 23

[22]-Emirdağ Lâhikası II, 110 Ayrıca bkz. 1,75; II, 127,142-5, 194-7

[23]-Yukarıdaki notlarda verilen dilekçe metinleri için özellikle müstear isimle yazdığımız şu esimize bkz.: Prof. Dr. Lütfi SERDAR: Hak Arama Hürriyeti ve Said Nursi İst, 2006,Gündönümü y. 24- Aynı eserimize bkz.

[24]

[25]- Osmanlı Devri zamanında da aynı sorular sorulmuştur! Verdiği cevaplar için bkz. Divan- Harbi Örfi, Mukaddime.

[26]- Bazı diğer özellikler için bkz. Emirdağ Lâhikası I, 259-26 l;Kastamonu Lâhikası,İstanbul,2005,Söz y.sh.102,115, 233 Ayrıca ve bilhassa 23. No.lu dipnottaki eserimize bkz.

[27]- Bkz. Kesin tarihini hatırlamıyorum Ama yaklaşık 1970 yılı içinde bir ittihad Gazetesi.

[28]-29. Mektup, 7. Kısım 1. İşaret.

[29]- Mevzu ile dolalı olarak ilgili şu cümleleri buraya almak isteriz.

” Bu düstur-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allame ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri-ulüm-u imaniye cihetinde-yalnız yazılan şu sözlerin, şerhleri ve izahları veya tanzimleridir. Çünkü: çok emarelerle anlamışız ki; Bu ulüm-u imaniyyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsini ve enaniyet-i ilmiyyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer.” (29.M/altıncı kısım, 5.desise).

[30]- Âlim kardeşim Abdülkadir bu konuda hassasiyet ile durmuş, değerli ilmî makaleler yazmıştır. Misal olarak bkz. Asar-ı Bediiyye, yeni harflerle 2.b, İstanbul, 2003, ittihat y. (son bölüm)

Risale-i Nur’da Kullanılan Yazım Teknikleri

Bediüzzaman Said Nursî’nin eseri Risale-i Nur Külliyatı’nın üzerinde biraz derinlikli çalışmalar yapıldığında değişik yönleri keşfedilecektir. Risale-i Nur, edebî açıdan ve yazım teknikleri bakımından incelendiğinde kullanılan dilin ve yazım metodunun ilmî ve edebî türler olduğu görülecektir.

Bediüzzaman Said Nursî, Türkiye ve dünyada çok derin izler bırakmıştır. Risale-i Nur Külliyatı milyonlarca insan tarafından okunmuş, okunmaya devam etmektedir.

Bediüzzaman’ın hayatına ve Risale-i Nur Külliyatı’na bakıldığında yaptığı çalışmalarda bir eğitim faaliyeti, eserlerinde ilmî bir çalışma ve edebî üslupların izleri görülür.

Bir ilim adamı olarak Said Nursî’nin öğretim faaliyetleri kısaca şöyledir:

1- Öğretim hayatı uzun sürmüş, ölünceye kadar devam etmiş ve eser bırakmıştır.

Bediüzzaman’ın öğrenim faaliyetinin çok kısa sürmesine mukabil, öğretim faaliyeti çok uzun sürmüştür. Diyebiliriz ki Nursî’nin öğretim faaliyeti hayatının sonuna kadar devam etmiştir.

2- Bazı talebelerine özel dersler vermiştir.

Nursî, telif ettiği eserleri evvela kendisi için yazdığını söylüyor. Bu arada, muhtaç olan kimselerin de yazdıklarından istifade edebileceğini ifade etmektedir.(1)

Ayrıca kendi yazdıkları, yani telif ettiklerini bizzat kendisi de okumuştur. Hatta mesela Haşir Risalesi gibi bazılarını yüzlerce defa okuduğunu ifade etmektedir. Ayrıca kendi evinde yaşayan talebelerine de özel dersler okuduğu, mesela İşaratü’l-İ’caz isimli eserini yakın talebelerine ders verdiği ve açıklamalar yaptığı da hatıra kitaplarında geçmektedir.

3- Türkçe, Arapça, Farsça ve Kürtçe yazmıştır.

Nursî, yaklaşık 1908’den itibaren, ilmî düşüncelerini yazıya dökmüş, yani yayınlamıştır. Eserleri, dil bakımından Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe dilleri ile yayınlanmıştır. Kürtçe olarak bir iki makale, az sayıda Farsça şiir, çok sayıda Arapça makale kaleme almasına rağmen eserlerinin büyük kısmı Türkçe’dir.

Nursî, tür olarak gazete makalesi, kitap, lahika türlerinde yazmış. ayrıca nutuk dediğimiz hitabet sanatını da kullanmıştır.(2)

Bediüzzaman’ın yazı stili

Nursî’nin ikinci tür ilmî faaliyeti yazmasıdır. Öğrendiklerini insanlara anlatmıştır. Eski Said devresinde yazdıkları hariç bırakılırsa, Yeni Said dönemindekiler hep sıkıntılar içinde, tarassutlar altında ve acele olarak yazılmıştır. Üstelik yanında kaynak kitaplar olmaksızın ”dağda-bayırda” ve “yağmur altında” yazılmışlardır. Özetle, bütün nâmüsait şartlar altında Nursî eser yazmaktan vazgeçmemiştir. Üstelik kendisi muntazam ve süratle yazamadığından başkalarının yardımıyla yazmıştır.

Yazdıklarının türlerini şöyle sıralayabiliriz:

Kitaplar

Bediüzzaman, eserlerinde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid, Mantık, Gramer, Jeoloji, Matematik ilimlerine yer vermiştir. Bunları kendi arasında sınıflandıracak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkar:

1- Risale-i Nur Külliyatı’nın tamamı ağırlıklı olarak Kur’an tefsiridir. Bu sebeple Tefsir, Hadis ve Akaid’den bahsetmektedir. Risalelerin değişik yerlerinde ayrıca ve özellikle Tefsir, Hadis ve Akaid ilimlerinden bahsettiğini söyleyebiliriz. Mesela, 25. Söz tefsir üzerinedir. Aynı zamanda Akaid ile de ilgilidir. Yine 24. Söz, 3. Dal, 12. Asıl Hadis ilmi ile ilgilidir; 19. Mektup, 6. Nükte yine Hadis ilmi üzerinedir. 10. Söz, 7., 9. ve 11. Şualar, 13. Lem’a Akaid ile yakından ilgilidir.

2- Mantık ilmi sahasında Monografi olarak Kızıl İ’caz ve Talikat olmak üzere iki ana eser telif etmiştir. Her iki eser de Arapça’dır. Belirtelim ki, Nursî risalelerin birçok yerinde de Mantık ilmi üzerine yazmıştır. Mesela, 11. Lem’a gibi.

3- Gramer ile ilgili olarak İşaratü’l-İ’caz adlı kitabı misal verebiliriz. Gerçekten de Nursî bu kitabını Kur’an tefsirine bir başlangıç olarak ve Arapça kaleme almıştır. Bu kitapta, her ayetin veya ayetlerin, Kur’an’daki sıralanış tarzının gramatik açıklamaları yapılmıştır.

4- Fıkıh sahasındaki bir risale olarak 27. Söz’ü misal verebiliriz. Ayrıca risalelerin birçok yerinde, hatta bazen müdafaalarında da Fıkıh ilminden tahlilî açıklamalar yapmıştır.

5- Rumuzat-ı Semaniye Risalesi Matematik ilmi ile de ilgi kurularak değerlendirilebilir. Kimya ilmi ile ilgili olarak da eserlerinde uzun uzun misaller vermektedir. Aynı şekilde Biyoloji ilmine dair de birçok açıklamalar vermiştir.

Nursî, eserlerin değişik yerlerinde diğer ilimlerden de bahsetmiş, bu ilimleri de öğrendiğini göstermiştir. Mesela 12. ve 14. Lem’a Astronomi ve Jeoloji ile; 28. Lem’anın bazı kısımları, Matematik ile de ilgilidir dersek hata olmaz. Müspet ilimler sahasındaki risalelere misal olarak Gençlik Rehberi, 23. Lem’a, 7. Şua, 3. Şua örnek verilebilir.

Makaleler-Lahikalar

Nursî, makalelerini gazetelerde yayınlamıştır. Bu tür ilmî faaliyetini özellikle II. Meşrutiyet sırasında İstanbul’da çıkan gazetelerde yazdığı makalelerle yapmıştır. Bu makaleler genellikle Türkçe’dir. Ama az sayıda da olsa Kürtçe olanları da vardır.

Lahikalara gelince. Lahika kelime olarak “ek “ demektir. Ama Nursî’nin kullandığı manada, mektup ve hatta makale manasındadır. Çünkü Nursî’nin “Lahika” olarak adlandırdığı metinler, bazen mektup, bazen bir meselenin açıklanması ve o konunun risaledeki yerine bir tetimme (ek), bazen da kısa bir makale tarzındadır (Mesela, Yezid ve Velid hakkındaki lahika gibi).

Nursî’nin lahika tarzındaki açıklamaları ve makaleleri üç büyük cilt halinde ve ayrı ayrı isimlerle adlandırılmışlardır:

1-Barla Lahikası

2-Kastamonu Lahikası

3-Emirdağ Lahikası

Ne var ki bu şekilde ayrı isimle ve ayrı ciltler halinde neşrettiği ve pek meşhur olan bu Lahikaların içinde Nursî’nin yazılarından başka metinler de yer almaktadır. Bunlar talebelerinin Üstadları Nursî‘ye yazdıkları mektuplar, sualler, yorumlar vb. ile Nursî’nin bunlara verdiği cevaplardır. Hatta bazen talebelerinin Üstadları ve Risale-i Nur için yazdıkları şiirler (Hasan Feyzi ve Ahmet Galip merhumların şiirleri gibi) çok az da olsa, ”Eğirdir Müftüsüne Son İhtar” ve “Reis-i Cumhur Celal Bayar”a tebrik telgrafı gibi metinler de yer almaktadır.

Bu sebepledir ki, Nursî, Lahikaları, Nur talebelerinin karşılıklı ve Üstadları ile hasbıhalleri olarak tavsif etmektedir.(3) Ve bunların her üçünü de 27. Mektup olarak adlandırmıştır.

Nursî’nin yazdığı mektuplar, lahikalar veya Nursî’ye yazılanların çok az bir kısmı, kendisi tarafından seçilerek, üç lahika içinde yer almıştır. Büyük kısmı ise, yayınlanmamıştır. Halen şahısların ellerinde bulunan, belki de muhafaza edilemeyen birçok lahika-mektup daha vardır.

Kısaca, Lahikalar da Nursî’nin bir telifidir ve bir buluşu sayılmalıdır.

Hitabet

Hitabet de Nursî’nin başvurduğu bir edebî usuldür. Nursî az da olsa, hitabet sanatının güzel örneklerini Türk edebiyatına hediye etmiştir.

Nursî’nin hitabetlerinden meşhur olan ve yayınlananların içinde “Hürriyete Hitap”, ”Asakire Hitap”, ”Kürtlere Nasihat”, ”Acuze-i Şemta İstanbul’a Veda” sayılabilir.

Ayasofya Camii’ndeki vaazı veya hitabeti ve Milli Savunma Bakanlığı (Bugünkü İstanbul Üniversitesi) bahçesindeki hitabı ise neşredilmeyen hitabet örneklerindendir.

Müdafaalar

Nursî hakkında birkaç defa dava açılmıştır. Bunların içinde meşhur olmuş ve yankıları uzun zaman devam etmiş olanları üç tanedir. Bu üç davadaki müdafaaları da Nursî’nin telifatı sayılır. Çünkü hukukîdir, ilmîdir, ders verir mahiyettedir ve hatta birer uzun makale hüviyetindedir.

Tarih sırasıyla bu davalar ve müdafaaları şöyledir:

1- Eskişehir (1935)

2- Denizli (1943)

3- Afyon (1948)

Bu üç davada Nursî’nin mahkeme huzurunda yaptığı müdafaalar her bakımdan harikadır ve tetkike değer. En uzunu Eskişehir Müdafaası’dır. Maalesef tamamı elimizde mevcut değildir. Diğerlerinin metinleri mevcuttur ve zaten kısadırlar.

Nursî bunlardan Eskişehir Müdafaası’nı 27. Lem’a olarak adlandırmıştır.

Her üç müdafaa üzerine de geniş hukukî-ilmî incelemeler maalesef yapılmış değildir.(4)

Dilekçeler

Nursî hayatında bir hayli dilekçe vermiştir. Yani dilek ve şikâyetlerini yetkili mercilere ulaştırmıştır. Nursî, hakkını arayan bir kimsedir. Bu dilekçelerde de her zaman ilmî ifadeler, bir mantık silsilesi içinde ifade edilmiştir. Kanaatimce bu dilekçeler de Nursî’nin birer telifi sayılmalıdır.(5)

Diğerleri

Bütün bunlar dışında kalan telifatı da var mıdır? Mesela çok az sayıda şiirler; mevcut siyasî ortamın analizleri (Emirdağ Lahikası-II) gibi telifatı da sayılabilir. Bunların bir kısmı, hapishanedeyken teselli için talebelerine mektuplardır (28. Lem’a,), veya onlarla kısa haberleşmelerdir (12 ve 13. Şua gibi). Yine mesela Urfa bilirkişi heyetine verdiği ve Alman sosyalizm uygulaması ve komünist rejimle ilgili cevabı da çok kısa, ama tam ilmîdir. Bu cevap da bir yerde yayınlanmamıştır, sadece Badıllı‘nın Asar-ı Bediyye’sinin 1. baskısının arkasına bir ek olarak konulmuştur.

Bu gruptakiler muhtelif başlıklar altında, risalelerde yar alırlar veya neşredilmemişlerdir.

Prof. Dr. Servet Armağan / Moral Dünyası

Dipnotlar

[1] Bkz. 1. Söz; ayrıca, 26. Lem’a, 12. Rica.

2 Bu konularda bkz. Servet Armağan, Risale-i Nur’un Dil Özellikleri, İstanbul, 2009, Nesil Yayınları.

3 Bkz. Barla Lahikası, Giriş kısmı

4 Eskişehir Davası ve Said Nursî’nin Müdafaası başlıklı bir incelememiz bitmek üzeredir. Cenab-ı Hak’tan yardım dilerim.

5 Nursî’nin idarî ve adlî makamlara verdiği dilekçeleri ile parlamentoya gönderdiği dilekçeleri ve özellikleri konusunda şu eserimize bkz. Hak Arama Hürriyeti Said Nursî, İstanbul, 2005, Gündönümü Yayıncılık.

Dile Nasıl Hizmet Edilir?

Risale-i Nur’un dil özelliklerinden biri de şudur:

Okuyucunun İslam kültürüyle irtibatını devamlı nazara almış ve sağlam tutmuştur. Bilindiği gibi, bir dil, bir kültürün neticesidir veya bir kültürle bağlıdır. Bugün bir Alman dili Alman edebiyatıyla ve Alman kültürüyle bağlıdır. İngilizce, Anglosakson kültürüyle bağlantılıdır. Keza Fransızca Latin ve Fransız kültürüyle bağlantılıdır. Arapça geniş şekilde bir edebiyat dili ve İslam kültürüyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu diller daha çok o konularda ortaya çıkmış ve kullanılmış bir vasıtadır. Farsça edebiyat dilidir v.s. Buna benzer diğer misaller de verilebilir.

Risale-i Nur’un kullandığı dil ise, İslam kültürü ile Kur’an hükümleriyle, hadislerin mana ve muhtevasıyla sıkı bağlantılıdır. Bu özelliği söylüyoruz:

Türkçe’de yaklaşık 80 yıldır meydana getirilen veya getirilmek istenen tahribat çok büyüktür. Türkçe’deki Arapça ve Farsça kelimeler, ıstılahlar, dini ibareler sökülüp atılmak suretiyle Türkçe fakirleştirilmiş ve yozlaştırılmıştır. Bu sebeple uydurma Türkçe dediğimiz bir Türkçe ortaya çıkmaktadır ki, bu Türkçe’de asla İslami bir kültür, asla İslami bir mana yoktur ve böyle bir irtibat kullanmak da, bulmak da mümkün olmamaktadır.

Risale-i Nur’da kullanılan dil ise, özellikleri bir İslam kültürüne doğru gidişi, herhalde bir hadisin mana ve muhtevasına sevkedici, herhalde Rabbani hikmetleri anlamaya götüren bir özellik halinde kendini göstermektedir.

Bu konuda daha önce de, haftalık bir gazetede (İttihad) bir makale yazmıştım. Ve Risale-i Nur’un Türk diline yapmış olduğu hizmetlerin büyük olduğunu, bu konuda eşsiz bir eser olduğunu belirtmiştim. Çünkü çoğu defa mühim âlimler, İslam âlimleri, hatta İslam hukuku konusunda yazanlar dahi ya uydurma Türkçe kullanmakta ya da muhtevası çok zayıf, gramer kaidelerine uymayan bir metin halinde o ulvi hakikatleri dile getirmektedirlerdir ki, bu yanlış bir metoddur.

Çünkü o ulvi hakikatlar layıkı vechiyle ifade edilememektedir. Risale-i Nur ise, İslam kültürünü ihtiva eden bir dil ile yazılmıştır, mevzuun yüceliğini ortaya koyan ve o mevzua uygun kelimelerle ve İslamî muhteva ve manada bir istikamet vererek okuyucuya hizmet etmekte ve dolayısı ile Türk diline hizmet etmektedir. Bu sebeble diyebiliriz ki, Risale-i Nur’lar, bu açıdan hiçbir zaman diğer eserlerle karşılaştırılamaz.

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN