Etiket arşivi: sevgi

Sevginin Kaynağı

Bir hadis-i kudsîde, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlukatı yarattım” buyrulur. Nur Müellifi, “Muhabbet bu kâinatın bir sebeb-i vücududur” buyurmakla bu hakikate işaret eder. Yani, Cenâb-ı Hak, isimlerinin tecelli etmesini murat etmiş ve bu âlemi yaratmıştır.

Muhyiddin Arabî Hazretleri, “Rahmetim gazabımı geçti” hadis-i kutsîsini şöyle tefsir ve tevil eder:

Allah, dileseydi bütün isimlerini tecellisiz bırakırdı. Zâtı, bütün bu tecellilerden ganidir, yani O’nun o mukaddes zâtı, hiçbir ismin tecellisine muhtaç değildir. Ama o isimler tecelli etmek ve eserlerini göstermek isterler. İşte Cenâb-ı Hak, esmâ-yı hüsnasına rahmetle nazar etmiş, onları tecellisiz bırakmamak için bu âlemi yaratmıştır.

Kendi isimlerini, idrakinden aciz olduğumuz mukaddes bir muhabbetle seven Allah, onların tecellisine hizmet eden şu mahlukatını da sever.

İşte bu sevgi, bu merhamet Vedûd isminden gelmektedir.

Allah her bir eserini sevmekle birlikte, bu sevgi ve merhametin odak noktası, en mükemmel eser olan insandır. Çünkü, bütün ilâhî isimlerin aynası, tecelligâhı odur.

Allah’a inanan, ilâhî isimleri okuyan, onların tecellilerinden azamî ölçüde istifade etmeye çalışan mü’minler, ârif ve âlim zâtlar, Allah’ın muhabbetine daha fazla mazhar olurlar. Onların, en mümtaz vasıfları, kalplerinde Allah sevgisinin hâkim olmasıdır.

Bir kulun kalbi, ilâhî muhabbetle ne ölçüde dolup taşarsa, Allah da o kulunu diğer kullarına nisbetle o kadar fazla sever. O bahtiyar kul, böylece Vedûd ismine parlak bir ayna olur.

Nur Külliyatından, harika bir tespit:

İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.” Sözler

Bu ism-i şerif için kaydettiğimiz mânâlardan birisi, ‘mahlukatını seven ve onların hayrını isteyen,’ şeklinde idi. Bu mânâya göre, bir kul diğer insanlara ve hatta hayvanlara ve bitkilere, rahmet nazarıyla baktığı, onları Allah namına sevdiği ve onlara yardım ettiği ölçüde Vedûd isminden ayrı bir feyiz alır.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Ömür Boyu Muhabbet

Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini;

  • beş on senelik fâni ve zahirî hüsn-ü cemaline bina etmez,
  • kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli.

Tâ ki, o bîçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor. (24.Lema, 2.Nükte)

Burada anlatıldığı gibi eşlerin birbirine muhabbeti fâni ve zahirî hüsn-ü cemaline bina edilmemelidir. Çünkü aile hayatı ferdlerin tahassüngahı, hayat-ı içtimaiyenin dağdağalarına karşı bir melce hükmündedir. İnsanın kuvvei maneviyesini topladığı, eşinden bu manada destek aldığı cemiyetli bir merkezdir. Ferdlerin bu ortak gayeye hizmet edebilmeleri, kuvvet alıp verebilmeleri için hayata, insaniyete, hadiselere nazarları yani bakış açıları birbirine yakın olmalıdır ki hayatı yorumlamada birbirine ters hükümlere varılmasın, eşler birbirini anlayabilsin, anladıktan sonra hedefine yürümesi için gerekli destek ve tavsiyeleri verebilsin.

Bu hakikate Risale-i Nur külliyatında “koca karıya küfüv olmalı, küfüvlüğün en mühim ciheti de diyaneten ve seciyeten denkliktir.” denmiştir. Yani hayatı anlayış, yorumlayış, hedef ittihaz ettiği maksadlar birbirine yakın olmalı ki, eşler birbirine kuvvet verecek şekilde, ortak düşünceleri, hisleri, işleri paylaşabilsinler. Eğer bu hususlarda paylaşım olmazsa ferdler tek başına kalacak ve kendi önem verdiği şeylerin önemsenmediği, fikir ve hisleri paylaşamadığı bir insanla yalnız maddesel bazı şeyleri paylaşmak akıl ve ruhunu tatmin etmeyecektir. Günümüzde evliliklerin pek çoğunda yaşanan ortak sorun budur.

Eşler arası alış-veriş, yani paylaşımlar son derece azalmış, birbirine katkı yapma, ruhsal gelişimine faydalı olma, manevi inkişafında yardımcı olma gibi evliliğin esasında olan hikmetler yaşam sahasından uzaklaşmıştır. Bu sebepleri de nazara aldığımızda eş seçiminde en mühim noktaların diyanet ve seciye hususları olduğunu, bunlara nisbeten suri güzelliğin hayata fazla bir katkısı olmadığını anlıyoruz. Hatta sırf suri görüntüye bina edilen bir seçimin insanı ne kadar içinden çıkılması zor durumlara koyduğunu günümüzde maalesef ülkemizde görülen %18lere varan boşanma oranı haykırıyor.

Hususen muhabbet, yaşlanmakla bozulan hanımların suret güzelliğine bina edildiğinde, o hanım da eşinin sevgisinin buna bağlı olduğunu bildiğinden “yaşlanmamaya çalışmak” gibi çok müşkül bir çabanın içine giriyor. Bütün gayret ve fikrini yaşlanma geciktirici kozmetikleri takibe sarfediyor. Oysa yaşlılıkla Cenab-ı Hak insana olgun bir nazar ihsan eder; yaşlı insan, gençlik vaktindeki geçici heveslerden arınmış, dünyanın hakikatini anlamış, pek çok tecrübe ile insanları, olayları doğru analiz edip yorumlayacak bir keyfiyet kazanır.

Yaşlanmak, kemalata ermek manasında bir süreçtir aslında. Ama cesed güzelliği nazara verilerek yapılan evliliklerde her iki taraf ve hususen hanımlar bu kemalat manasını tatmaktan mahrum kalırlar. İç güzelliği yaşlandıkça arttığından eşinin muhabbeti ziyadeleşecekken, dış güzelliğinin eksilmesinden gelen bir stres ile çoğu zaman yaşından küçük insanların görünüm, hal ve hareketlerine bürünerek kemalattan mahrum kalırlar. Bu ise ruh için ciddi bir sıkıntıdır.

Halbuki hanımın en esaslı özelliği olan şefkat ve yüksek ahlakına bina edilse muhabbet, harici sebeplerle sarsılmaz, tersine şefkatiyle, müdebbirliğiyle, hayat yükünü paylaştığı için eşinin muhabbetini daha ziyade celbeder.

Nabi

www.NurNet.Org

Ya İlâhi

Yüce Allah’ın adıyla, başlayalım her söze
Ebediyen zeval olmaz, O’na ağlayan göze

O ilâh ki esirgeyen ve de bağışlayan Zat
O’na açılan ellere, vermektedir kat be kat

O ilâh ki dergâhına, geleni boş çevirmez
Adalet ile hükmeder, zulmedenleri sevmez

O ilâh ki hep var idi, var olacak her zaman
O’dur âlemlerin Rabbi, O’dur Rahim ve Rahman

O ilâh ki darda koymaz, O’na şükredenleri
Cennetine dâhil eder, O’nu zikredenleri

O ilâh ki ezelidir, O’nun için son yoktur
Âlemlere rahmet eder, çünkü rahmeti çoktur

Ya ilâhi günahkârım, affeyle günahımı
Kıyamet gününde kırma, kolumu, kanadımı

İnandım ki ilâh sensin, hüküm yalnız senindir
Bağışlamak Sana mahsus, hata yalnız benimdir

Ya ilâhi hatalıyız, yakma bizi narınla
Bize rahmini ihsan et, yandır bizi nurunla

Gönüllere sevgi veren, Yüce Rahman adındır
Âlemleri kucaklayan, lütfünle rahmetindir

Rahmedersin mahlûkata, rızık ikram edensin
Rızan için sevenlere, sevgiyi lütfedensin

Ya ilâhî Rahim sensin, rahmeyle müminlere
Cennetini nasip eyle, mümin ins ve cinlere

Senin sonsuz merhametin, kuşatmış her zerreyi
Yüce sevgi ve şefkatin, doldurmuş yer küreyi

Kâinat senin mülkündür, hakiki Melik Sensin
Hükmedersin âlemlere, onları yönetensin

Bir ömürlük misafiriz, sonra göçer gideriz
Bizi bekleyen mekâna, burdan uçar gideriz

Tanyeri senin kulundur, ister merhametini
Bütün cümle mahlûkata, bahşeyle rahmetini

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org

Sevgi, Foton Enerjisi Gibidir

İnsanı kendi içinde bir radyo istasyonuna benzetirsek, elektrik enerjisinde saklı olan egosunu görebiliriz. Bu radyo istasyonunun içinde teybe kaydedilmiş olanlara benzer bilgiler yer almakta ve bu da insana yetmektedir. Ancak bağlanabilirlik özelliğinin aktif olması için, üzerindeki ‘açma’ tuşunun anahtarıyla oynanması gerekir. Aksi halde insan, içindeki mevcut bilgilerle yaşadığında bir hesap makinesinin sınırlarında yaşamış olacaktır. Fakat içinde televizyon kartı da bulunan bir bilgisayarımız olduğunda; internete bağlanmak bir yana dünyadaki diğer kanalları da izleyeceğimiz bir güce kavuşuruz.

Hayvanlar, insanlardan farklı olarak tıpkı bir radyo ya da teyp gibi, elektrik olduğu sürece çalışan ve içine kaydedilmiş bilgileri kullanan bir yapıdadır; yeyip içerler, cinselliklerini yaşarlar ve temel ihtiyaçlarını karşılarlar. Ama evrendeki bilgiyi alabilecek bir FM bantları yoktur. Oysa insan, megahertz üzerinden gelen titreşimle RF, Radyo Frekansı dalgaları ile ilahi radyoya bağlanır. Bu bağı oluşturan sevgidir. Sevgi gönlün enerjisi, kalbin özüdür. Buradaki kalpten kasıt, bir uzuvdan öte gönül boyutudur. Tıpkı foton ışınları gibi…

Elektronlar, kütlesi olan ışınlardır ve elektrik bu ışınlardan üretilir. Fotonlar da ışık benzeri her tarafa yayılabilen kütlesiz ışınlardır. Sevgi, foton enerjisinden oluşmuş gibidir. Hatta son yıllarda ışık hızından daha hızlı bir enerji parçacığından söz edilmekte ve ismine ‘psikon’ denilmektedir. Vücudumuzdaki elektrik devrelerini çalıştıran elektron özellikli bir enerjiyken; sevgi, foton özellikli kütlesiz bir enerjidir. Kalp ise bir ‘baz istasyonu’ gibi vericilerle bağlantı kurar. İçindeki duyguları ve fikirleri gönderir; yahut dışarıdan gelen bilgileri alır. Bu özelliği ile uyduya çıkma imkanı doğar.

Hayvanlar sadece elektronik bir alete benzerken; insan bilinçli belleği olan, elektromanyetik bir cihaz gibidir. Çünkü hayvanlar içlerindeki programa birebir uysalar da, onlarla ‘online’ bağlantı kuramazlar. Zira onların yaratılışları ancak bu kadarına izin vermiştir. Yaratılışın sınırlı tutulduğu yerde, gelişim de yavaştır. Oysa imkanlar verildiği ölçüde, programın içi doldurulur, geliştirilir ve iyi yolda kullanılırsa, sistemin iyi tarafları ön plana çıkar.

İnsanda biri sabit biri değişken olmak üzere iki program vardır. Hayvanlarda ve diğer canlılarda geliştirilme özelliği bulunan ikinci bir programdan söz edilemez. İnsanın ayrıcalığı, beyninde doğuştan var olan işletim sistemindeki bu programın, yüklenebilir halde bulunmasıdır. Bu durum diğer canlıların yoksun oldukları, kabiliyetleri ve sınırları çok geniş bir işletim sisteminin, insan beyninde mevcut olduğuna işarettir.

İnsanın yeteneklerini keşfederek kendini geliştirmeye çalışması, onun Yaratıcı ile muhatap olma melekesini ilerletir. Zaten insanı insan yapan özelliklerin başında; kendisini, hayatı, yaratılanları sorgulayabilme ve cevaba ulaşma özelliği vardır. Mesela, psikiyatri alanında çalışan hekimler olarak beyindeki hücreleri birbirine bağlayan elektronik devreleri inceleyip, bu devrelerdeki arızaları düzeltmeye uğraşırken; insandaki sabit programın varlığı ve buna yeni programlar ekleme özelliğimizin olduğu gerçeğiyle tekrar tekrar karşılaşmamız söz konusudur. ‘İnsan bilgisayarına neden ruh programı yüklenmiştir ve daha da önemlisi ruhu yükleyen dış güç kimdir?’ sorusu, İlahiyat alanının cevaplayacağı bir sorudur. Pozitif bilimler ise, ‘mevcut işleyişin nasıl vücuda geldiğini ve ne şekilde çalıştığını’ izlemeye yoğunlaşır.

Nevzat Tarhan

İnsanlar niçin farklı farklıdır?

Akıl, kalp, vicdan, korku, sevgi, iman gibi binlerce manevî hazine ile donatılmış insanoğlu, dünyayı paylaştığı diğer canlılar içerisinde maddî olarak dahi en mükemmel şekilde yaratılmıştır. İnsanın apayrı bir çeşit olması, bazı temel özelliklerin, her ferdinde aynı olmasıyla mümkündür. Normalde, her insanda iki el, iki ayak, iki kulak, iki göz, tek burun, bir ağız vardır. Yapı itibariyle de bütün insanların organları aynıdır. Herkesin akciğeri, böbreği, kalbi, insan vücudunun hiç değişmeyen bir bölgesindedir. Bu birlik ve beraberlik ve birbirine benzemeklik, insanın yaratıcısının tek bir Allah olduğunun nihayetsiz delillerinden biridir. Tıp ilmi insanın bu özelliğinden dolayı ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Eğer insan vücudunun yapısında bu birlik mührü olmasaydı, her insan için ayrı bir tıp ilmi gerekecekti. Meselâ cerrahların insan organlarını elleriyle koymuş gibi bulmaları, mümkün olmayacaktı.

İnsanların müşterek özellikleri çok. Peki her bir insanın sadece kendisine mahsus olan, alâmet-i farika diyebileceğimiz ayırtedici özellikleri yok mu? Cenâb-ı Hak bütün insanları müşterek özelliklerle yarattığı gibi, her bir insanı da sadece kendisine mahsus olan ayrı ayrı özelliklerle de donatmıştır. Meselâ her bir insanın yüzünün şekli sadece kendisine mahsustur ve kimseye benzemez. Ayrıca her bir insanın parmak izleri ve sesleri de ayrı ayrıdır, kimseye tam tamına benzemez. Bütün bunlar Yaratanın istediği gibi tasarruf ettiğine, ilminin ve kudretinin nihayetsiz olduğuna delildir.

İnsanların simalarının ayrı ayrı olduğunu belirtmiştik. Bütün dünyayı dolaşsak yüzleri tamamen tıpatıp birbirine benzeyen iki kişiyi bulamayız. Aynı yumurta ikizlerinde bile birtakım farklı özellikler mevcuttur. Rum Suresi’nin 22. âyeti bu hakikata işaret etmektedir. Meâlen Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor; ”O’nun âyetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin başka başka olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.”

Bir an insanların, ikiz veya üçüzlerde olduğu gibi birbirine benzediğini düşünelim. Ne olurdu?

İnsanlarda hukukun muhafazası neredeyse imkânsız olurdu. Suçlular, insanlann arasına karışır kimin suçlu olduğu asla bulunamazdı. Dairelerde memur, amir kavramı kalmazdı. Aile mahremiyeti tehlikeye girerdi. Sınıfında ikiz talebeleri olan öğretmenler, ne büyük problemlerin oluşacağını daha iyi tahmin edebilirler. Rabbimizin, her insana farklı bir yüz şekli vermesi tâ Âdem (a.s.) zamanından kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insan fertlerinin yüz şekillerinin ilm-i ezelîsinde mahfuz olduğunu gösterir. Zira, yaratılan bütün simaları bir anda bir arada ve tek tek bilemeyen, hepsinin dışında bambaşka bir yüz yaratamaz.

Bir anatomi uzmanının ifadesine göre, parmak izleri tıpatıp birbirine benzeyen iki insanın olması için, ihtimal hesaplarına göre 4 trilyon yıl geçmesi gerekmektedir. Bu ise insanoğlunun ilk yaratıldığı andan bugüne geçen süre ile kıyas bile edilemeyecek kadar büyük bir zaman sürecidir. Kur’ân mucizevî âyetlerinden biriyle bu sırrı bin dört yüz seneden beri gözler önüne seriyor: ”İnsan kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Aksine biz onun parmak uçlarını bile iade etmeye kadiriz.” (Kıyamet Suresi, 3-4)

Her bir insanın şahsına mahsus özellikleri bu kadarla da kalmamaktadır. Meselâ adlî vak’alarda, suçludan geriye kalmış bir tek saç telini, değişik fizikî ve kimyevî analizlerden geçirip özel mikroskoplarda inceleyerek kime ait olduğunu bulmak mümkündür.

Her bir insanın dokularının moleküler yapısının tamamen insanın kendisine mahsus oluşu, hayretimizi daha da artırıyor. Herkes, bazı özelliklerini annesinden ve bazı özelliklerini de babasından alarak yaratılmıştır. Bu bakımdan insanların moleküler yapısı, yani proteinlerinin yapısı, annesinden ve babasından gelen maddelerin yepyeni bir kompozisyonu neticesi olarak, tamamen kendisine mahsus bir şekil alır. Kimya ile biraz alâkası olan bilir ki, canlıların temel maddelerinden birisi olan proteinler, tamamı 20 adet olan ve amino-asit adı verilen maddelerin değişik şekillerde birbirleri ile bağlanmalarından meydana gelir. Aminoasitlerin çok farklı imkânlarda tertiplenişinden dolayı, insanlarda protein yapısı sadece insan nev’ine mahsus değil, her bir şahsa, şahsın herbir organına, hatta insanın her bir hücresine mahsus olarak yaratılmıştır. Yani her bir insan proteinlerinin tertibi bakımından kesinlikle eşsizdir.

Her bir insan, ayrı siması, kendine mahsus ses tonu, parmak izi, bir tek saç teline, hatta hücrelerine, moleküllerine varıncaya kadar şahsına münhasırdır, yani emsalsizdir, hiç kimseye benzemeyecek özelliklerle yaratılmıştır. Bunların yanında huy, karakter, zekâ vs. gibi manevî yönden de benzersiz olarak yaratılmıştır. Kısaca, her bir insan apayrı bir kitap gibidir, eşi olmayan yepyeni bir eserdir. Böylesine benzersiz yaratılacak kadar önem verilen insanlar, ahirette de tek tek diriltilecekler, ayrı ayrı hesaba çekilecekler, dünyadaki davranışlarına göre de ya mükâfat görecekler veya cezaya lâyık olacaklardır. Çünkü, bütün bu sanatlar, harikulâde işler, durmaksızın yenilenip tazelenmeler, en mükemmel şekilde var edilip, hayatların devam ettirilmesi, bunca eşsizlik ve benzersizlik, bunca kıymetli hazine bir daha dirilmemek üzere öldürülüp, zayi edilecek değildir. Bütün bu işleyişin, dünyaya gelip gitmelerin ciddi bir gayesi ve kaçınılmaz bir neticesi vardır ve insanı beklemektedir.

Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı / Zafer Dergisi