Etiket arşivi: seyrangah tv

“Alçaltan ve Zelil Eden” Kimdir? Allah’ın “El Muzil” İsmi Ne Demektir? (Video)

El-Muzil

El-Muzil: Dilediğine alçaltan ve zelil eden demektir. Allah-u Teâlâ, dilediğini aziz edip şerefli kıldığı gibi, dilediğini de zelil eder ve hakir kılar. Allah’ın hor ve hakir kıldığını kimse şerefli kılamaz; izzet ve şerefe ulaştırdığını da kimse zelil edemez. İzzet, Allah’ın kullarına verdiği bir şeref olduğu gibi, zillet de bir perişanlık ve mahrumiyettir.

Tarihin tozlu sayfaları bu ismin tecellisiyle zelil olan kavimlerle doludur. Başta, peygamberlerini inkâr eden Ad kavminden Semud kavmine, Medyen halkından Lut kavmine kadar bütün isyankâr kavimler İsm-i Muzil’ın tokadıyla yerle bir olmuştur. Onların kalıntıları ise, sonraki nesillere birer ibret levhası olarak bırakılmıştır. Hatta o kavimlerden bir kısmı, maymuna ve hınzıra çevrilmek gibi en alçaltıcı bir azap ile zelil edilmişlerdir. Yine Firavun’un denizde boğulması, Nemrud’un topal bir sivrisinek ile helak edilmesi, Karun’un hazineleri ile birlikte yere geçirilmesi gibi bütün Allah düşmanlarının başına gelen tokatlar ve musibetler, El-Muzil isminin bir tecellisidir.

Allah’ı tanımayan asi kavimlerde tecelli eden İsm-i Muzil, her kâfir ve münafıkta da tecelli etmektedir. Zira iman ve İslam izzetin sebebi olduğu gibi, şirk ve küfür de zilletin ta kendisidir. Demek bir kâfir, ne kadar zengin ve güçlü de olsa, hakikatte ve manasında zelildir ve hakirdir. Bir mümin ise ne kadar fakir ve zayıf da olsa, hakikatte azizdir ve şereflidir. Zira Allah’a dost olan zillete düşmez ve Allah’a düşman olan da aziz olamaz.

Muzil ism-i şerifi, yeryüzünde insana itaat eden bütün mahlûkatta da tecelli etmektedir. Yani insanı deveye bindiren şey, insanın kuvveti değil; Hak Teâlâ’nın deveyi insanın emrine verip onu zelil kılmasıdır. Deve, kendindeki Muzil isminin tecellisiyle insana karşı zelil olmuştur. Aynen bunun gibi, gözsüz bir akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana, küçük bir kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren onun iktidarı ve kuvveti değil, zayıflığının bir neticesi olan teshir-i rabbanidir. Yani o mahlûklar, Allah’ın zelil kılmasıyla insana itaat etmektedir.

El-Muzil ism-i şerifi, dünyada böyle tecelli ettiği gibi, ahirette de tüm haşmetiyle tecelli edecek ve kâfirler cehenneme atılarak zelil kılınacaklardır.

Allah-u Teâlâ, Müslümanları da günahları sebebiyle kâfirlere karşı zelil edebilir ve maalesef Âlem-i İslam’ın şu andaki hali bu hakikate şahittir. Müslümanlar ne zaman Kuran’a ve İslam’a sarılmışlarsa aziz olmuşlar ve ne zaman Kuran’dan ve İslam’dan uzaklaşmışlarsa zelil olmuşlardır. Bu hakikate Efendimiz (sav) şöyle işaret buyurmuştur: “Kim Allah’a verdiği ahdi bozarsa, Allah-u Teâlâ, düşmanlarını onlara musallat eder.” İşte düşmanların musallat olması ve Müslümanların mağlubiyeti, Allah’a verilen ahdin bozulması sebebiyle olan bir zillettir.

Müslümanların izzeti kaybedip zillete düşmelerinin bir sebebi de dünyaya olan rağbetleri ve hırslarıdır. Bu hakikate şu latif misal ile işaret edeceğiz:

Fetihe-l Musili hazretleri bir yerde otururken kendisine, arzu ve isteklerinin peşinden gidenlerin sıfatları soruldu. Fetihe-l Musili hazretlerinin yakınlarında, birinin elinde sadece ekmek, diğerinin elinde ise ekmekle birlikte turşu olan iki çocuk vardı. Elinde sadece ekmek olan çocuk, arkadaşına: “Elindeki turşudan bana da versene” dedi. Arkadaşı: “Bir şartla, eğer benim köpeğim olursan veririm” deyince, elinde sadece ekmek olan çocuk: “Tamam” dedi. Bunun üzerine ekmeğinin yanında turşusu olan çocuk, arkadaşının boynuna bir ip geçirdi ve tıpkı köpeklerin çekildiği gibi onu çekmeye başladı. Fetih hazretleri, soru sorana dönüp dedi ki: “Eğer bu çocuk elindeki ekmekle yetinmiş ve turşuya rağbet etmemiş olsaydı, arkadaşının köpeği olmazdı.”

Bu kıssadan hissemiz şudur: Demek, zilletin bir sebebi de dünyaya olan hırs ve rağbettir. Çünkü hırs, müminde mahrumiyetin ve zilletin sebebidir. Eğer zelil olmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken şey, dünya sevgisini kalbimizden çıkarmak ve elimizdeki nimetlere kanaat etmektir.

Cenab-ı Hak bizleri El-Muzil isminin tecellisinden muhafaza etsin. Bu ismin tecelline sebep olacak günahları terk etmemiz hususunda bizlere gayret ihsan eylesin. Bu dünyada bizi izzetle yaşatsın, izzetle öldürsün ve izzetle diriltsin. Âmin.

Kaynak: seyrangah.tv

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

“İzzet ve Şeref Veren” Kimdir? Allah’ın “El Muiz” İsmi Ne Demektir? (Video)

El-Muiz

El-Muiz: Dilediğine izzet ve şeref veren demektir. Cenab-ı Hak Muiz’dir. İzzeti ve şerefi dilediğine verir. Her aziz olan, O’nun aziz kılmasıyla o izzete ulaşmıştır. İzzet, kibirden farklıdır. İzzet, insanın kendi nefsinin hakikatini keşfederek kendindeki üstünlüğü Allah’tan bilmesidir. Kibir ise, insanın kendindeki acizliği ve fakirliği unutarak, kendindeki izzeti nefsine isnad etmesidir.

Cenab-ı Hak, izzete ve şerefe layık olan kullarını en iyi bilendir. O, dilediği kulunu aziz eder, onun şanını artırır ve onu insanlar arasında vakar sahibi kılar. O kişi, bu ismin tecellisi sayesinde daima rabbinin emrinde, resulünün yolunda olup, asla kendisini rezil edecek bir işte ve harekette bulunmaz.

Şimdi, bu ismin tecellilerini bir nebze tefekkür edelim:

Evvela bu isim sadece Müminlerde ve Müslümanlarda tecelli eder. Zira İslam ve iman, izzet ve şerefin olmazsa olmazıdır. İzzet ve şerefin mikyası İslamiyet’tir. Bu hakikate Kuran şöyle işaret etmiştir:

“Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Yoksa izzet ve şeref onların yanında mı arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” (Nisa139)

“İzzet ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.” (Münafikun)

İşte bu ayet-i kerimelerin beyanıyla, izzat ve şeref Allah’a, Peygamber Efendimize (sav) ve Müminlere mahsustur. Müminler, iman sıfatları sebebiyle aziz edilmiş ve şereflendirilmişlerdir. Demek iman ve İslam, izzetin başlı başına bir sebebidir.

İzzet ve şeref sahibi kumandanlar da bu isme mazhar olmuştur. Onlardaki izzet ve şeref, Allah’ın Muiz isminin bir tecellisidir. Demek Fatih’lerde, Kanuni’lerde, Yavuz’larda ve diğer izzet sahibi bütün kumandanlardaki izzet ve şeref, Muiz isminin bir tecellisidir.

Kumandanlarda tecelli eden Muiz ismi, devlet ve milletlerde de tecelli etmiş ve bir kısım devletler El-Muiz ismine mazhar olarak diğer devletlere galip ve üstün gelmişlerdir. Osmanlı Devleti, Muiz ismine geniş bir ayna olarak 600 yıl üç kıtada hâkimiyet göstermiş ve topraklarının sınırlarında güneş hiç batmamıştır.

İlim tahsil eden ve ilmiyle amil olan âlimler de Muiz isminden nasiplerini almışlardır. Zira ilim de izzet ve şerefin bir sebebidir.

Bu isim, Allah’a ibadet ve itaat eden kullarda da gözükür. Zira Allah’a itaat etmekten daha üstün bir izzet ve şeref yoktur. Bu hakikate Efendimiz (sav) şöyle işaret buyurmuştur: “Müminin şerefi gece namazı kılmasındadır. İzzeti ise, insanlardan müstağni olup onlara el açmamasındadır.”

El-Muiz ismi kıyamet günü de bütün haşmetiyle tecelli edecek ve Müminler aziz edilerek cennete sokulacaktır. Demek cennete girmek de Muiz isminin bir tecellisi iledir.

Cenab-ı Hak bu ismin hürmetine bizleri hem dünyada hem de ahirette aziz eylesin ve bizleri o izzetten mahrum edecek bütün amellerden muhafaza eylesin. Âmin.

Seyrangah.tv

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

Göklerle Yerin Birbirinden Ayrılması! (Video)

Evrenin nasıl meydana geldiği?” konusu bilim adamları tarafından her zaman en çok merak edilen ve üzerinde en çok konuşulan konulardan biri olmuştur. Bu konuda tarih boyunca birçok teoriler ortaya atılmış ve zamanın geçmesiyle ve fennin ilerlemesiyle de her teori çürümüş ve hurafeler kitabında yerini almıştır.

Şu an üzerinde ittifak edilen ve geniş şekilde kabul gören teori Big Bang yani Büyük Patlama teorisidir. Big Bang, evrenin yaklaşık 13,7 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan meydana geldiğini savunan kozmolojik bir modeldir.

İlk kez 1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi Georges Lemaitre tarafından ortaya atılmıştır. Evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan bu teori, çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabul görmüştür.

Big Bang modeline göre, evren genişlemeden önceki bu ilk durumundayken aşırı derecede yoğun ve sıcak bir halde bulunuyordu. Yani âlem tek bir parça idi. Daha sonra Big-Bang denilen büyük bir patlamayla birbirinden ayrılarak şu andaki şeklini aldı.

Bilim adamlarının 19. Yüzyılda ancak ulaşabildikleri bu bilgiyi Kur’an bize 1.400 sene önce haber vermektedir.

Şöyle ki: Enbiya Suresi 30. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, göklerle yer birbiriyle bitişik iken biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hala inanmıyorlar mı?”

Ayet-i kerimede “birbiriyle bitişik” olarak tercüme edilen kelime “ratk” kelimesidir. Ratk, birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış” anlamlarına gelmektedir. Yani tam bir bütün oluşturan iki maddeyi tanımlamak için Arapçada bu kelime kullanılır.

Ayet-i kerimede geçen “fatk” kelimesi ise “ayırmak” manasına gelmektedir. Arapçada bu fiil, bitişik durumdaki bir nesneyi yarıp, parçalayıp dışarı çıkarma anlamında kullanılır. Mesela, tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması Arapçada bu fiille ifade edilir.

Şimdi ayet-i kerimeye tekrar dönelim: Ayette göklerle yerin birbiriyle bitişik, yani “ratk” olduğu bir durumdan bahsediliyor. Ardından bu ikisi “fatk” fiili ile ayrılıyorlar. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkıyor.

Gerçekten de Big Bang’in ilk anını düşündüğümüzde, evrenin tüm maddesinin tek bir maddede toplandığını görüyoruz. Diğer bir deyişle; her şey, hatta henüz yaratılmamış olan gökler ve yer bile bu maddenin içinde, birbiriyle iç içe ve ayrılmaz durumdadırlar. Yani ayette ifade edildiği gibi birbiriyle iç içe, “ratk” durumundaydılar. Ardından bu madde şiddetli bir pat24lamayla yarılıp ayrıldı. Yani Kur’an’ın “fatk” kelimesiyle beyan ettiği ayrılma fiili meydana geldi.

İşte Kur’an, bilim adamlarının asrımızda ancak keşfedebildiği Bing-Bang teorisini, bizlere tam 1400 sene önce haber veriyor.

Kim insaf ile düşünse şunu kabul eder ki: Bir beşer, hem de okuma yazma bilmeyen bir beşer, 1400 sene önce, astronominin olmadığı bir asırda, gökyüzünü kendi başıyla keşfederek bu haberi bizlere veremez. Öyle ya, bilim adamlarının bundan 100 sene önce keşfedebildiği bir hakikati, bir beşer 1400 sene önce kendi başıyla keşfedebilir mi?

Madem keşfedemez, o zaman geriye tek bir seçenek kalıyor ki, o da şudur: Bu hakikati haber veren kitap, bütün âlemleri tek bir maddede toplayan ve daha sonra büyük bir patlamayla o maddeden yeryüzünü, gökyüzünü ve içindeki her şeyi yaratan zatın kitabıdır. Evet, Kur’an O zatın kitabı ve ezeli kelamıdır. İnandık ve iman ettik.

Evrenin Genişlemesi.. (Video)

Bir kitap düşünün, bilimin ancak 100 sene önce keşfedebildiği bir hakikati, tam 1.400 sene önce haber veriyor. Ve bir insan düşünün, bilim adamlarının yakın tarihte keşfedebildiği bir hakikati, yine tam 1.400 sene önce bildiriyor. Acaba, bu kitabın ilahi bir kitap ve bu zatın fevkalade bir zat olduğu hakkında hiç şüphe edilir mi?

Kur’an-ı Kerim tam 1.400 sene önce evrenin genişlediğinden haber vermektedir. Zariyat suresinin 47. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmaktadır: “Biz göğü kudretimizle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişletiyoruz.” Türkçeye “Şüphesiz biz genişletiyoruz.” şeklinde çevrilen ifadenin

Arapçası لَمُوسِعُونَ  إِنَّا şeklindedir. مُوسِعُونَ kelimesi, “genişletmek” anlamına gelen أَوْسَعَ  fiilinden türemiştir. Başındaki “lâm” ise, lâm-ı tekit olup, takip ettiği isim ya da sıfata vurgu yaparak “çok fazla” anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade: “Biz evreni çok fazla genişletiyoruz.” anlamına gelmektedir.

Kur’an’ın evrenin genişlemesinden haber veren ayetini bu şekilde tahlil ettikten sonra, şimdi de bu konuda ilmin ne dediğine bakalım:

20. Yüzyılın başlarına kadar bilim dünyasında hâkim olan tek bir görüş vardı. Bu görüş, evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri aynı şekliyle süregeldiği görüşüydü. 20. Yüzyıla kadar hiçbir bilim adamı evrenin genişlemesinden bahsetmemiş, bırakın bahsetmeyi belki bunu hayal bile etmemişti.

Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre 20. yüzyılın başlarında, evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar. Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllarda yapılan gözlemlerle de kesinlik kazandı. Her şeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, “sürekli genişleyen” bir evren anlamına gelmektedir.

Evrenin genişlemesini daha iyi anlayabilmek için şöyle düşünebilirsiniz: Evreni, şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünün. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.

Bu bilimsel gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken ve insanlar Güneş’i bir elma büyüklüğünde zannederken, Kur’an asırlar önce bu hakikati bildirmiş ve evrenin genişlemekte olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Bu ise Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu çok parlak bir şekilde ispat etmektedir. Zira 20. asırda ancak keşfedilebilen bilimsel bir gerçeğin, bundan 14 asır evvel bir kitapta yazması ve bu hakikatin okuma yazma bilmeyen  bir beşer tarafından haber verilmesi ancak şu iki şeyden biri ile mümkündür:

1- Ya bir beşer bu bilimsel gerçeği tek başına keşfetmiştir.

2- ya da bu haber, evreni yaratan ve onu genişleten Allah’ın haberidir. Bu haberin yazıldığı kitap Allah’ın kitabıdır. Ve bu kitabı tebliğ eden zat da O’nun resulüdür.

Başka bir şık yoktur ve birinci şıkkı kabul etmek mümkün değildir. Çünkü on dört asır önce, teleskopun isminin bile bilinmediği bir devirde, son derece gelişmiş dev teleskoplarla ancak keşfedilebilen bir hakikati bir beşerin kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir. Hatta bu sebepten dolayıdır ki, dünya tarihinin en büyük dehaları, gözlemleriyle ve bilimsel uğraşlarıyla, genişleyen evren modelini çizememişler, hatta bunu akıllarının ucuna bile getirememişlerdir.

O halde bu haber, on dört asır önce, teknolojinin olmadığı bir dönemde, çölde yaşayan ve okuma yazma bilmeyen bir beşerin kendi sözü olamaz. Bu haberin yazıldığı kitap da ona ait bir kitap olamaz.

O halde geriye tek bir seçenek kalıyor, o da 2. şıkkı kabul etmektir. Yani bu haber, evreni yaratan, onu genişleten ve bu mucizevî haberi elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.) ile insanlara haber veren Allah’ın haberidir. Ve bu haberin geçtiği kitap da O’nun kitabıdır.

Eğer şöyle bir soru sorulsa: Belki tesadüfen yazmıştır. Yani Kur’an bir beşerin sözüdür ve bu beşer farkında olmadan bu hakikati kitabında yazmış ve evrenin genişlemesinden bahsetmiştir.

Bu soruya karşı deriz ki: Eğer bir beşerin böyle bir haberi tesadüfen kitabında yazması mümkünse; o asırdan bu asra kadar milyonlarca kitap yazılmıştır. Aynı tesadüf ile bu kitapların birçoğunda aynı haberin geçmesi gerekmektedir. Hâlbuki hakikat bunun tam zıttıdır. Hiçbir beşer kitabında, hatta mesleği astronomi olan dehaların kitaplarında bile, 20. yüzyılın başına kadar böyle bir haber geçmemektedir. Bu haberi ne bir beşer düşünmüş ve ne de bir kitaba kaydedilmiştir. Bu sebeple, Kur’an’ın haber vermesini, tesadüf ile izah edemeyiz. Demek, “Kur’an Allah’ın kitabıdır.” demekten başka bütün yollar kapalıdır.  Tek bir yol vardır, o da Kur’an’ın Allah’ın kitabı olmasıdır.

Seyrangah.Tv 

Bediüzzaman’ın Şeytanla Münazarası! (Video)

Şimdi, “Kur’an’ın Sönmez Ve Söndürülmez Bir Nur Olduğunu Âleme İspat Edeceğim” Diyerek Tüm Hayatını Bu Gayeye Adayan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri İle Şeytan Arasında Geçen Bir Konuşmayı Nakil Edeceğiz.

Osmanlıca bilmeyenler için üslubu bozmadan bazı kelimeleri sadeleştireceğiz. Bununla şeytanın şüpheler ile insanları nasıl kandırmaya çalıştığını daha iyi anlayacağız:

“Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da Beyazıt Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:

-“Sen Kur’an’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Tarafsızca muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?” dedi. Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Beyazıt’ın elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile Kur’an’ın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni uçuruma yuvarlandırıyor. Kur’an’dan yardım diledim. Birden bir nur kalbime geldi. Müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı tartışma başladı. Dedim:

-Ey şeytan! Tarafsızca muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Hâlbuki hem senin, hem insanlardan senin talebelerinin dediği tarafsızca muhakeme ise; karşı tarafı tutmaktır, tarafsızlık değildir. Geçici olarak bir dinsizliktir. Çünkü Kur’an Allah kelamıdır. Böyle bir kitaba tarafsız bak demek onu beşer kelamı kabul et demektir ki bu geçici bir dinsizliktir. Bâtılı kabullenmektir, tarafsızca muhakeme değildir, belki bâtıla taraftarlıktır Şeytan dedi ki:

-Öyle ise, ne “Allah’ın kelâmı”, ne de “beşerin kelâmı” deme. Ortada farz et, bak. Ben dedim:

-O da olamaz. Çünkü tartışma konusu olan bir mal bulunsa, eğer iki iddia sahibi birbirine yakın ise ve mekân yakınlığı varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse o alır. Eğer o iki iddia sahibi birbirinden gayet uzak, biri doğuda, biri batıda ise; o vakit kaideye göre, malı elinde tutan kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir.

İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, yerden, Süreyya yıldızına kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir.

Hem ortası yoktur. Çünkü varlık ve yokluk gibi ve birbirine zıt iki şey gibi iki zıttırlar. Ortası olamaz.

Öyle ise, Kur’an için mal sahibi, taraf-ı İlâhîdir, Allah’tır. Öyle ise, onun elinde kabul edilip, öylece ispat delillerine bakılacak. Eğer öteki taraf onun Kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz. Heyhat! Binler kat’î delillerinin çivileriyle Arş-ı âzam’a çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip onu düşürebilir?

İşte ey şeytan! Senin aksine ehl-i hak ve insaf bu şekildeki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hatta en küçük bir delilde dahi Kur’an’a karşı imanlarını artırırlar.

Senin ve talebelerinin gösterdiği yol ise: Bir kere beşer sözü farz edilse, yani Arş’a bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; artık bütün mıhların kuvvetinde ve çok delillerin metanetinde bir tek delil lâzım ki, onu yerden kaldırıp arş-ı manevîye çaksın. Ta küfrün karanlıklarından kurtulup, imanın nurlarına erişsin. Hâlbuki bunu başarmak pek güçtür. Onun için senin hilen ile şu zamanda, tarafsızca muhakeme sureti altında çokları imanını kaybediyorlar.

 Şeytan döndü ve dedi:

Kur’an beşer sözüne benziyor. Onların konuşması tarzındadır. Demek beşer sözüdür. Eğer Allah’ın kelamı olsaydı ona yakışacak, her yönden harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?

Cevaben dedim:

-Nasıl ki Peygamberimiz (S.a.v.) mucizelerinden ve özelliklerinden başka, fiil ve halleri ve tavırlarında beşeriyette kalıp, beşer gibi ilâhi adetlere ve yaratılış kanunlarına boğun eğmiş ve itaat etmiş. O da soğuk çeker, elem çeker ve bunlar gibi. Her bir hali ve tavrında harikulâde bir vaziyet verilmemiş. Ta ki ümmetine halleriyle imam olsun, tavırlarıyla rehber olsun, umum hareketleriyle ders versin. Eğer her tavrında harikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşit olamazdı. Bütün halleriyle “Rahmeten lil-âlemîn” (âlemler için rahmet) olamazdı.

Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakîm akıl sahiplerine imamdır, cin ve insanlara yol göstericidir, Ehl-i kemâle rehberdir, Ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin konuşması ve üslubu tarzında olmak zarurî ve katîdir. Çünkü cin ve insanlar yakarışını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, meselelerini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan öğreniyor ve bunlar gibi. Herkes onu kaynak yapıyor. Öyle ise, Allah’ın kelamı eğer Hazret-i Musa (a.s.)’ın Tur-i Sina’da işittiği tarzda olsa idi, beşer bunu dinlemeye, işitmeye tahammül edemez ve kendine rehber yapamazdı.

Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi büyük bir peygamber dahi ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül etmiştir.

Şeytan döndü, yine dedi ki:

Kur’an’ın meseleleri gibi çok kişiler o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir insanın, din namına böyle bir şey yapması mümkün değil mi?

Cevaben Kur’an’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ, dindar bir adam din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. “Allah’a iftira atandan daha zalim kimdir?” tehdidinden titrer.

Ve ikinci olarak, bir insan kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki, yüz derece imkânsızdır.

Çünkü birbirine yakın kimseler birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin şekline girebilirler. Mertebece birbirine yakın zatlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Geçici olarak insanları aldatırlar, fakat daimî aldatamazlar. Çünkü dikkat ehli nazarında, eninde sonunda tavırları ve halleri içindeki yapmacık hareketleri ve zoraki davranışları sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ basit bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendisi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır.

İşte, hâşâ yüz bin defa hâşâ! Kur’an, beşer kelâmı farz edildiği vakit: Nasıl bir yıldız böceği bin sene hakikî bir yıldız olarak gözlem ehline görünsün.

Hem bir sinek bir sene tavus şeklini kendini seyredenlere göstersin.

Hem sahtekâr, âdi bir asker; namlı, âlî bir generalin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini hissettirmesin.

Hem iftiracı, itikatsız bir adam; ömründe daima en sadık, en emin, en güvenilir bir kimsenin vaziyetini inceden inceye araştıran gözlere karşı telaşsız göstersin, dâhilerin nazarında yapmacık hareketlerini saklansın?

Bu yüz derece imkânsızdır, buna hiçbir akıl sahibi mümkün diyemez.

Aynen öyle de, Kur’an’ı insan sözü farz edildiği zaman lâzım gelir ki: İslâm âleminin semasında pek parlak ve daima hakikat nurlarını yayan bir hakikat yıldızı, belki bir kemâlât güneşi kabul edilen Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti;

Hâşâ bir yıldız böceği hükmünde bir beşerin hurafeli bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima yüksek ve hakikatlerin madeni bir yıldız bilsin.

Bu ise yüz derece imkânsız olmakla beraber, sen ey şeytan! Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun.

Şeytan döndü, dedi:

Nasıl kandıramam? Birçok insanlara ve insanın en meşhur akıllılarına Kur’an’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.

 Cevaben dedim ki:

Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir.

“Bir yıldız, bir mum kadardır “denilebilir. İşte sende, Kur’an’a uzaktan baktırmakla insanları aldatıyorsun, O büyük yıldızı bir mum gibi gösteriyorsun.

İkinci olarak: Hem kasti olmayan ve üstünkörü bir nazarla bakılsa, gayet imkânsız bir şey, mümkün görünebilir.

Mesela, bir zaman ihtiyar bir adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. “Ay’ı gördüm” demiş. İşte mümkün değildir ki; o beyaz kıl, hilâl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve ay’ı görmek istediği ve o saç, ikinci derecede ve dolayısıyla göründüğü için, imkânsızı mümkün telakki etmiş, beyaz kıla “ay” demiş.

Aynen bunun gibi, sende Kur’an’a kastî olmayan bir nazarla baktırıyorsun. Üstün körü inceletiyorsun. Bir kılı göze örtüp, gözün dağı görmesine mani oluyorsun.

Üçüncü olarak: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Kabul etmemek bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilce bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok imkânsız şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

Amma inkâr ise; o kabul etmemek değil, belki o kabul-ü âdemdir, yani yok olduğunu kabul etmektir. Bu bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır. Sonra inkârı ona yutturur.

Hem ey şeytan! Batılı hak ve imkânsızlığı mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mugâlata ve kendini büyük görüp hakkı kabul etmeme ve aldatma ve görenek gibi şeytanî hilelerle, çok imkansızlıkları netice veren inkâr ve küfrü o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Hem Kur’an öyle bir kitaptır ki:

-Kuvvetli kanunları ve esaslı düsturlarıyla ruha işleyen emirleri ile ümmeti Muhammed’e iki cihanı fethedecek bir intizam vermiştir.

-Kendisine tabi olanların akıllarını talim ve kalplerini terbiye etmiş, ve ruhlarına hakim olmuştur.

-Bununla da kalmamış vicdanlarını temizleyip tüm aza ve duyguları hak vazifelerde çalıştırmıştır.

-İnsaniyet âleminin semasında yıldızlar gibi parlayan alimlere, sıddıklara, kutuplara ve hakiki insanlara rehberlik etmiş.

-Her vakit hakkı, doğruluğu, emaneti ve emniyeti insanlığa ders vermiş.

-İmanın hakikatleriyle, İslam’ın düsturlarıyla iki cihanın saadetini temin etmiştir.

Ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz icraatlar ile kendini âleme kabul ettirmiştir.

Şimdi böyle yüksek meziyetlere sahip bir kitabı haşa yüz bin defa haşa kıymetsiz ve asılsız bir

Düzmece farz etmek şeytanları dahi utandıracak ve titretecek çirkin bir küfür saçmalığıdır.

Hem o kitabı bizlere getiren peygamber öyle bir peygamberdir ki;

-Hayatının sonuna kadar ciddi hareketleriyle Allah’ın kanunlarını âdemoğullarına ders vermiştir.

-Samimi filleriyle hakikatin düsturlarını tüm beşeriyete öğretmiş

-Halis ve makul sözleriyle istikameti ve ebedi saadetin yollarını göstermiş.

-Dost ve düşmanların tasdikiyle en küçük bir hileye işaret eden haline rastlanmamış ve

-Emin bir zat olduğu bizzat düşmanları tarafından kabul edilmiş.

-Hayatının her bir safhası şahittir ki Allah’ın azabından çok korkmuş

-Herkesten çok Allah’ı bilmiş ve bildirmiş, sevmiş ve sevdirmiştir.

-İnsanlık âleminin beşte birisine, yeryüzünün yarısına 1400 sene haşmetle kumandanlık etmiş ve halende etmektedir.

Şimdi Kur’an’a beşer kelamı demek,

-İnsanlık âleminin bir defa gördüğü ve bir daha da göremeyeceği tüm kâinatın iftihar kaynağı olan bir zatı yani Hz. Muhammed(S.a.v.)i hâşâ yüz bin defa hâşâ sahtekâr, itikatsız, Allah tan korkmaz ve Allah’ı bilmez ve insaniyetin en adi mertebesinde kabul etmek demektir ki bu küfrün ve sapıklığın en karanlık ve en çirkin bir suretidir.

İşte ey şeytan ve ey şeytanın talebeleri!

Kur’an, ya arş-ı âzamdan ve ism-i âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ- yerde sahtekâr Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikatsız bir beşerin düzmesidir.

Bu ise ey şeytan! Geçmiş delillere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise mecburiyetle ve şüphesiz Kur’an, kâinatı yaratan Allah’ın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve imkânsızdır ve olamaz. Bunu kat’î bir surette ispat ettik, sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed (S.a.v.), ya Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmeli ve bütün mahlûkatın en üstünüdür. Bu kabul edilmediği taktirde hâşâ yüz bin defa hâşâ Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikatsız, aşağıların aşağısına sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir.

Bu ise ey İblis! Ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek dünya da yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o filozofların en fesatçıları ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki:

“Muhammed çok akıllı idi ve çok güzel ahlâklı idi…”

Mâdem şu mesele iki şıkka münhasırdır ve mâdem ikinci şık imkansızıdır ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor ve mâdem kat’î delillerle ispat ettik ki, ortası yoktur. O halde elbette Hz. Muhammed (S.a.v.) Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmelidir ve bütün mahlûkatın en faziletlisidir.

İşte ey şeytan! Şimdi bir sözün daha varsa söyle.

Şeytan der:

Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar.

Senin bu gibi sözlerinin yayılmasına set çekerler. Bunun için sana silâhımı teslim etmem!