Etiket arşivi: şeytan

İblisin enaniyetle imtihanı ve biz

İblisin enaniyetle imtihanı ve biz

İnsan, dünyada bir miheng noktasıdır. Tarihten, hadiselerden her şey insan ekseninde değerlendirilir. Yani bir cümle olarak ele alırsak insanı, öznesi de yüklemi de tümleci de insandır.

Bunun böyle olduğunu daha insan yaratılmadan meleklerin hikmetini bilmedikleri için itiraz etmesinden bu mana da çıkarılabilir.

Bakın Meleklerin hilkat-i Âdem (as) hakkındaki meselesi nasıl geçmektedir. “Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.[1]

Melekler insanın fıtratını gördükleri için hemen her şeyin müsebbibi olabileceğini anladıkları için bu istifsarı/sorup anlamaya çalışmaları göstermektedir.

İşin dikkat çekmek istediğim başka bir yönü de o zaman ismi Azazil olan Şeytan emre muhalefet etti. İrade ve ihtiyat sahibi olan Şeytanın imtihanı başladı. İrade ve ihtiyardan menbaını alan “İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir.”[2]

Ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”[3]

Hilkat-i Âdemden (as) itibaren ene iki dalıyla dal budak sarmaya ve cennet ve cehennem semerelerini vermeye başlamıştır bizim için. (Can, yani Cin taifesi burada nazara alınmamıştır.)

İnsanların bireysel olarak yaptıkları işlerden gene kendileri etkilenir temelde ama bazı yapılan işler insaniyet cihetiyle insanla sınırlı kalmaz etkisi çok kimseler hatta toplumu bile etkilemektedir. Tarihte ve hususi alemimizde bunun nice numuneleri vardır.

Bizler de enemizi şahsi hayatımız ve hizmet hayatımızda mana-yı harfi ile kullanıp terakki etmeye gayret etmeliyiz yoksa Azazil gibi tenzil-i makam ile iblisleşebiliriz.

“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.”[4]

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Bakara Suresi 30. Ayet meali

[2] İşarat-ül İ’caz (210)

[3] Sözler (535)

[4] Asar-ı Bediiyye (392)

Kaynak: RisaleHaber 

www.NurNet.org

Müsrifler nasıl şeytanlara kardeş olur?

Akrabaya, yoksullara, yolculara hakkını ver; israfla saçıp savurma.

Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.

İsrâ Sûresi, 17:26-27

BU ÂYETTE, Yüce Allah, israftan kaçınma emrini,

(1) ihtiyaç içinde olanları gözetmek

(2) şeytanlara kardeş olmaktan kaçınmak

şeklinde iki ibretli öğüt arasında bize sunuyor.

Böylece, israfın asla gözardı edilmemesi gereken iki önemli boyutunu gözlerimizin önüne seriyor.

Bu boyutlardan birincisinde, bir hak ihlâli söz konusudur. Zira Allah’ın kuluna cömertçe bağışladığı nimetlerde, akrabanın, yoksulun, yolcunun da bir payı vardır. Bu nimetlerden ihtiyaç fazlasını gelişigüzel saçıp savuran kul, sadece Rabbinin nimetine karşı saygısız davranmakla kalmaz, aynı zamanda, gözetmekle yükümlü tutulduğu hemcinslerine karşı da haksızlık etmiş olur.

Birinci âyette ihtiyaç sahiplerine haklarını verme emri ile israf fiilinin karşıtlık teşkil edecek şekilde bir arada sayılması, her ikisi arasında bir ilişki bulunduğu fikrini hatıra getiriyor. Toplumların bugünkü haline baktığımız zaman ise, bu ilişkiyi açıkça görebiliyoruz. Meselâ, Birleşmiş Milletlerin 2001 yılına ait İnsanî Gelişme Raporuna bu açıdan göz attığımızda, kendimizi şu çarpıcı rakamlar karşısında buluyoruz:

Dünya halkının toplam gelirinin dörtte üçünü, onların dörtte biri cebe indiriyor.

Dünyanın en zengin insanları arasında, en üst seviyede yer alan yüzde 1’lik kesim, dünya halkının yarısından daha fazla gelire sahip bulunuyor.

1990 yılında 100’e yakın ülkeden 1300 temsilci, dünyanın geleceğini konuşmak için Moskova’da bir araya geldiğinde, dünya 100 haneyi barındıran bir köye benzetilmiş ve dünya halkının durumu şöyle bir manzara ile tasvir edilmişti:

Bu hanelerden 70’inin evinde içme suyu yoktu. Tüm arazinin yüzde 60’ı sadece 7 ailenin elindeydi. Bu aile, kullanılabilir enerjinin yüzde 80’ini tüketiyordu. 100 aileden 60’ı ise, arazinin yüzde 10’luk bir kısmına tıkışmıştı. Hava, su, çevre, günışığı, her geçen gün daha da kötüye gidiyordu.

Daha başka anket ve araştırmalar ise, Bangladeş’te 2 bin, Nijerya’da bin dolar seviyesinde olan yıllık ortalama gelirin İngiltere’de 30 bine, ABD’de 40 bine yükseldiğini gösteriyor. Bunun bir başka ifadesi, Nijeryalının 3 bin yıllık gelirini tek bir Amerikalının bu dünyadaki ömrü içerisinde tüketmesi demek…

Dünyanın halinden sual edecek olanlar için, gezegenimiz işte böyle bir manzara sunuyor: bir tarafta, eriştiği nimetleri nasıl saçıp savuracağını şaşırmış bencil bir azınlık; diğer tarafta, temel ihtiyaçlarını güçlükle sağlayabilen — çoğu zaman da sağlayamayan — bir çoğunluk. Aslında bu gezegen, karaları ve denizleriyle, bugünkü nüfusundan kat kat fazlasını barındıracak imkânlara ve besleyecek kaynaklara sahip; fakat maddî imkânların büyük kısmını elinde tutan azınlığın bilinçsiz ve bencil kullanımı sebebiyle, var olan kaynaklar tükeniyor, sınıflar ve ülkeler arasındaki uçurum derinleşiyor, karada ve denizde fesat yayılmaya devam ediyor.

Ve, Allah’ın bağışladığı nimetleri kendi içinde âdil bir şekilde paylaştırmayan dünya, sonuçta, adım adım topyekûn bir yoksulluğa doğru gidiyor.

Bu manzaraya karşılık, bir de, İslâm toplumlarının zaman zaman, zekâta muhtaç kimse bırakmayacak derecede refah seviyesini yakalamış olmasını hatırlayalım. Bugünün medeniyet anlayışı ile, hattâ bu anlayışın etkisinde kendi benliğinden uzaklaşmış zamanımız İslâm toplumlarının durumu ile, öyle bir Kur’ân medeniyeti arasındaki fark ne büyüktür!

Bu farkı kapatacak ve insan sınıfları arasındaki uçurumu ortadan kaldırarak dünyayı yaşanır hale getirecek bir çözümü, pek çok âyetiyle Kur’ân tekrar tekrar ders veriyor.

“Ne bağışlayalım?” diye soranlara, “İhtiyaçtan fazlasını” buyuruyor.[1]

Allah’ın makbul kullarını, “harcadıkları zaman saçıp savurmayan, ama cimrilik de etmeyip orta bir yol tutan kimseler”[2] olarak tanımlıyor.

Ve bu âyette de, tutumluluğu, ihtiyaç sahiplerine yönelen bir şefkat duygusuyla birlikte ders vererek bu dünya üzerindeki huzur ve mutluluk anahtarını bize sunuyor.

Ümit Şimşek

[1] Bakara Sûresi, 2:219.

[2] Furkan Sûresi, 25:67.

Ön safa koşanlar rıza mı arıyor?

Hani mürşidim 20. Söz’de diyor: “Kur’ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır.”

Ben bunun çok nümunelerini gündelik yaşamda görüyorum. Bir örneği: ‘Secde’ meselesi. Malumunuz: Kur’an’da anlatıldığı üzere, İblis, Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmekten (emr-i ilahîye rağmen) teberri ediyor. Neden? Çünkü kafasında başka bir hiyerarşi var. Kendisinin, yaratılış itibariyle, insandan üstün olduğunu düşünüyor. Hatta bunu Cenab-ı Hakka karşı da savunuyor: “Ben ateştenim o ise topraktan!” diyor. 

Peki, zerre misal bir mahluk, Halık-ı Zülcelaline karşı ’emr-i kudsîlerinde bir yanlış bulunabilirmiş gibi’ kendi doğrusunu(!) nasıl savunuyor? 

“Şeytanla nasıl kardeş olunur?” yazısında İsrâ sûresinin 27. ayeti üzerinden bu meseleye bir miktar değindiğimizi anımsıyorum. Ve demiştik ki: Her müsrif aslında bir açıdan bu kıssanın tekrarıdır. Çünkü o da, kendi çapında, seçimini Allah’ın takdir ettiği ölçülerin üstüne koymaktadır. Ne diyordu ayet-i kerime bize? Kısa bir mealini hatırlayalım: 

“Muhakkak ki müsrifler şeytanların kardeşleridir! Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.” İşte, Allah’ın takdirlerindeki uygunluğu/hikmeti inkâr eden her insan, bir ölçüde, bu ayetin yakıcı gölgesi altına girmektedir. Zira akledişini Allah’ın emredişi üzerine çıkarmaktadır. Nankörlük de zaten tam bu noktada başlamaktadır: Reyini vahyî tayin edişlerden üstün gören öncelikle ’emredilenin faziletini’ inkâr eder. Sonra da emredenin yüceliğini… 

Yine mürşidim bir eserinde diyor: “Şayet sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaşırsa, nâşize kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşir.” 

Ben bunun da meselemizle bir ilgisi olduğuna inanıyorum. Yani: Erkeğin israfı kadının israfını besliyor. Erkeğin aşırıya gidişi kadının aşırıya gidişini güçlendiriyor. Erkeğin tefriti kadının ifratına alan açıyor. Kendi safından vazgeçmeye başlayan erkek kadınları da kendi saflarından vazgeçmeye yöneltiyor. Hatta, yakınlarda okuduğum Sözüm Söz kitabında, Fatma Barbarasoğlu diyor ki: 

“Beni en çok korkutan sorumluluk şuurunun azalmasıdır. Ve maalesef, azalan erkek kimliğinin bir parçası da, bu şuurdaki azalmayla gösteriyor kendini. Büyük hikayeye baktığımızda da aynı şeyi gözlüyoruz. Bakımlı, bedeni önceleyen, metroseksüel erkek kimliğinde sorumluluğa bir vurgu yok. Azalan erkek kimliği, sadece İslamî kesimin değil, bütün dünyanın sorunu…” Aynı kitaptaki başka bir söyleşisinde ise, Barbarosoğlu, erkeklerin artık ‘evin geçindirilmesinden’ tutun ‘ailedeki liderliğe’ kadar birçok hususta kadını rolleri paylaşmaya zorladığını ifade ediyor. Yani: Bir nevi, erkek alan açıyor, kadın bu alanı dolduruyor. 

İşte en nihayet mesele ‘aynı safta ibadet etme’ye kadar geldi. Modern kadın, erkekten bulduğu boşlukta başlattığı çapraz koşuyu, naslarla tayin edilen alanlara kadar ilerletti. Hadi, abartmayalım, şeytan kadar olmadı. Fakat şöyle dedi: “Ben de topraktanım o da topraktan! Neden ona secde edeyim? Neden onun arkasında durayım?” 

Bu secde meselesi hikmetli bir meseledir. Bir insan, birşeyin arkasında (yani ona doğru) secde ettiğinde, aslında ona secde etmez. Onun secde ettiği şeye secde etmiş olur. Bir müslüman Kabe’ye yöneldiğinde Kabe’ye tapmaz. Önünde secde eden adama da tapmaz. Caminin duvarına da tapmaz. Kabe’nin Rabbine tapar. Secdesini oraya yönlendirdiğinde ‘taşın insandan üstünlüğe’ iman etmiş olmaz. Taşa doğru secde etmeyi emredenin kendisinden üstün olduğuna iman eder. İmama doğru secde etmek şimdiye kadar hiçbir cemaate ‘imamla mahlukiyet açısından eşit olmadığını’ düşündürmemiştir. Bu nedenle Allah’a iman etmekle ‘Allah’a secde edecek kadar iman etmek’ birbirinden farklı şeylerdir. 

Şeytanın da Allah’a imanı vardır. (Onunla konuştuğuna göre Ona elbette inanmaktadır.) Fakat Allah’ın secde etmesini emrettiği yöne/şeye doğru secde edecek kadar marifeti yoktur. İmanı bu tür bir marifetten eksiktir. 

Şimdilerde modern kadın da erkek de bir imtihan yaşıyor. Erkek, artık yorulmuş gibi, kendisine verilen Âdem olma görevinden kaçınıyor. Yine Allah’ın takdiri ile tayin edilmiş bir toplumsal rolü ‘kolaycılıkla’ terkediyor. İşini bırakıyor. Bencilliğine mağlup oluyor. Kadın da onun terkettiği alana kayarak yine tayin edilmiş rolünden taşmaya teşebbüs ediyor. Hiyerarşiyi kendi lehine dönüştürüyor(!) 

Ancak ne o bunda felah bulacak ne de öteki berikinde. Çünkü boş alanlara yapılan tüm çapraz koşular en nihayet ‘israf’ olacak. Kabe’yi sırtına alanın da, yanına duranın da, secde etmeyi reddedenin de fazileti kalmayacak. 

Neden? Çünkü kainatta Allah’ın takdirinden daha hikmetlisi yok. Onun “Bundan razıyım!” buyurduğundan başka rıza dairesi yok. Kadın erkeğin safına ilerlemekle daha fazla fazilet kazanmayacak. Erkek de terkettiği saftan dolayı huzur bulmayacak. Birisi varolmayı ‘daha çok/ileride görünmek’ sanmasıyla ilgili imtihanını kaybedecek. Diğeri de kendini gerçekleştirmenin ‘başkalarından daha az sorumlu olmakla’ mümkün olduğuna dair yanılgısıyla yenilecek. Yani: Aynı safta olmanın seküler lezzetlerinden hakiki bir cennet yeşermeyecek. Çünkü tarlanın sınırı bir kere bozulduğunda sahiplerinde huzur kalmaz. Her yeni mahsul yeni bir kavgaya/kavgalara sebep olur. Hepimiz şunu net bir şekilde bilmekteyiz zaten: Kavgalar ‘paylaşamamak’tan doğar. 

Ahmet AY

Bor’un Pazarı Toplanmadan

Atalarımızın söylediği en meşhur sözlerden biridir: “Bugünün işini yarına bırakma!”

Dünyada başarılı olmuş kişilerin hayatına baktığımız zaman da büyük çoğunluğunun, hayatlarını disiplin altına almış, bilerek veya bilmeyerek bu atasözünü hayatlarına geçirmiş kişiler olduklarını görebiliyoruz.

Hayatlarının tamamına uygulayamayanların bile çok istedikleri, hedefledikleri bir konuda başarıya ulaşmak için, geçici de olsa bu kuralı uyguladıklarını hepimiz biliriz. Ertelenen işlerin çoğu zaman başarısızlıkla sonuçlanması bunu kaçınılmaz kılmaktadır.

Süresi belirsiz olsa da sonunun geleceği kesin olan bu dünya hayatına ait bir konuda başarılı olmak için bugünün işini yarına bırakmazken, acaba ahirete yönelik, daha doğrusu Rabbimize yönelik işlerde bu atasözünü hayata geçirebiliyor muyuz?

Yoksa “Bugünün işini yarına bırakma!” atasözü, konu uhrevi işler olduğu zaman “Yarına bırakabileceğin işe bugün bulaşma!” şekline mi dönüşüveriyor?

Başta namaz olmak üzere vakitli ibadetleri kazaya bırakıyor muyuz meselâ?

İlahiyatçı değilim, fakat zamanında kaza namazı ile ilgili kapsamlı bir site hazırladığım için çok araştırma yapmıştım. Oradan edindiğim bilgilere istinaden söylüyorum: Namazı kaza etmek asla vaktinde kılmakla aynı değil. Bir defa sevap anlamında bütün kazançtan vazgeçmiş olunuyor. Bunun dışında çok sağlam gerekçe olsa bile kaza edilen namazın borçtan düşüp düşmeyeceği kesin değil. Oruç için Kur’an-ı Kerim’de tarif edilen kaza mekanizmasının namaz için de geçerli olacağı umuduyla yapılan bir özür beyanıdır sadece kaza namazı. Fakat elde olmayan sebeplerle vaktinde kılınamamış bir namazı da tamamen bırakmaktansa, Rabbimizin rahmet ve mağfiretine güvenip affetmesini umarak kaza etmek, son çare olarak yapılması gereken şeydir.

Şeytan’ın mesajlarını alıp alıp ruhumuza doğru seslendiren nefis, hacca gitmeyi yaşlanıp birilerinin sırtında tavaf edecek hale gelinceye, zekât vermeyi üçüncü dairenin tapusunu aldıktan sonraya, oruç tutmayı doktorun “artık oruç tutamazsın” diyeceği günlere erteletmek istediği gibi, namaz kılmayı da emeklilikten sonraya bıraktırmaya çalışır.

Bu noktada “Yarına bırakabileceğin işe bugün bulaşma!” felsefesinin insana en büyük zararı verdiği durumlardan biri ortaya çıkar.

Bir defa bu emeklilik hangi yaşa tekabül eder? Meselâ benim için bu yaş 52. Bunu baz alarak konuşursak; acaba o yaşa geldiğimizde çalışmayı bırakacak mıyız? Veya bırakabilecek miyiz? Yoksa emeklilik yaşımız gelse de çalışmaya devam edebilecek miyiz?

Gücümüz ve çalışma imkânımız varsa kaç yaşına kadar çalışmaya devam etmeyi planlıyoruz? Çalışmaya gücümüzün yetmeyeceği halde namazları nasıl kaza edeceğimiz sorusunu bir kenarda bekletiyoruz.

İyimser bir tahminle 52 yaşında tüm dünyalığımızı toplayıp inzivaya çekildiğimizi ve kendimizi uhrevi işlere verdiğimizi düşünelim.

Namaz kılmakla mükellef olduğumuz yaşı da sınır değer olan 15 olarak alalım. Elli ikiden on beşi çıkardığımızda, namaza emekliliğinde başlayan bir insanın en az 37 yıl namazı kazaya kalmış demektir.

Burada nefis ve Şeytan devreye girer ve der ki: Her gün bir haftalık kaza namazı kılsan beş buçuk senede bitirirsin namaz borcunu.

Fakat kazın ayağı öyle değil maalesef. Bir günlük kaza namazı yirmi rekâttır. Bir haftalık kaza 140 rekât yapar. 40 da günün namazları, eder 180 rekât. O yaşa kadar namaza alıştırılmamış mafsallara ve kaslara bu yükü yüklemek imkânsızdır. Beş buçuk yıl değil beş buçuk gün için bile sürdürülebilir bir program değildir bu.

Tecrübelerimiz bu işin yılmadan sürdürülebilecek miktarının her güne bir günlük kaza namazı olduğunu göstermiştir. Ara sıra bu miktar artırılabilmekle birlikte her gün vakit namazlarına ilave olarak bir günlük kaza namazı kılmak, bünyenin tahammül sınırları içinde kalan bir ölçüdür.

Örnek vakamıza dönersek, 37 yıllık namazı her gün 1, ara sıra kendini güçlü hissettiği günlerde de iki üç günlük kaza kılmak suretiyle 30 yılda bitirdiğini varsayalım. Haydi, daha iyimser (bu kadar iyimserlik Polyanna’yı bile aşar aslında) düşünüp 25 yıla düşürelim. Elli iki yaşında namaza başlayan bir kişinin insanüstü bir çaba gösterse bile kaza namazı borcunu bitirmesi (52+25=) 77 yaşında olacaktır.

77 yaşına kadar yaşama ihtimalimiz acaba yüzde kaçtır? Zaten 52 yaşını görme ihtimalimiz yüzde kaçtır ki?

Özetle: Uhrevi işleri dünyanın bizi bıraktığı zamana ertelemek büyük ihtimalle onları yapamadan dünyayı bırakmamız demektir.

Pazar henüz Bor’da kuruluyken yetişip erzakımızı temin edelim. Bor’daki pazara yetişemeyip Niğde yollarına düşmeyelim sonra.

Muhiddin Yenigün

Güller Arasında Hayat

Dünyanın karnı yüksek derecede ateşle dolu olduğu gibi başımız üstündeki güneş daha yüksek bir sıcaklığa sahip. Bizse iki ateş arasında hayat sürüyoruz; ateşler arasında açan gül, karanlıklar içindeki aydınlık gibi. Zıtlıklar cevelangahındaki hayat; şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu kadar düşündürücü, düşündürücü olduğu kadar merak uyandırıcı.

Topraktan yaratılmış insanın düşmanı şeytan, ateşten yaratılmış. “Öfke şeytandandır. Öfkelendiğinizde abdest alın” hadisi ne kadar düşündürücü. Ateşi söndüren su; iki ateş arasında – dünyanın merkezi, güneşin ateşi – arasında hayatın var olması için yağmurların yağması gerekiyor.

Nefis de ateşten; hem öyle bir ateş ki dizginlenmesi, kontrol edilmesi zor bir ateş. Bir taraftan kontrol edilirken diğer taraftan harlıyor; mahalli iman olan kalbi kavuruyor, kurutuyor. Rahman’dan hidayet yağmurları yağmadıkça ubudiyet çiçeklerinin açması zor.

“Ben nefsimi temize de çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder, ancak Rabbim rahmet ederse o başka” diyen Yusuf (a.s.) ateşin büyüklüğü ve dehşetini dikkatini çekiyor olduğu kadar korunma yolunu da ortaya koyuyor.

Dünyanın içi ateşle dolu, bizim içimiz de nefis ateşiyle. Dünyanın dışında güneş ateşi, bizim dışımızda gayb âleminde gizli cehennem ateşi var. İkisi arasında iman hayatı yaşıyorsak, ateşler arasında açan gül gibi Rahman’ın hidayet ikramından, bağışlama Kereminden, affedici Rahimiyetinden.

Hased önce hasidi yaktığı gibi öfke de önce öfkeleneni yakar. İçteki ateş dıştaki cehennem ateşini hatırlatır; ikisinin buluşması birbirini haber verdiği gibi yakınlığını da ifade eder. Cennet ve cehennem ayakkabılarının bağları kadar insana yakındır der Allah Resulü (a.s.m.)

İnsanda âlemler dürüldüğüne, âlemler insanda toplandığına göre dünyanın karnındaki ateş volkan veya depremle öfkesini belirttiğinde ne kadar yakıcı oluyorsa nefis ateşi şeytanın teşvikiyle parlayı versin ne kadar ubudiyet çiçeğini birden söndürüveriyor. Ulülazm bir Peygamber O’na sığındığına göre bizim ne kadar istiaze ve istiğfar etmemiz gerektiğini hep birlikte düşünelim.

Öfkemi yendim, daima nefsimi kontrol ediyorum diyen güçlü bir yiğit, kuvvetli bir pehlivan var mı?

İçimizin ateşiyle cehennemin ateşi ayak bağımız kadar bize yakın dururken nasıl kendimizden emin olur da rahat içinde oluruz? Rahman’ın rahmetine sığınmaktan başka bizi kurtaracak olan nedir? Âdem’in (a.s.) kurtuluş için izlediği yoldan başka bir yol, değişik bir yöntem, farklı bir metot var mı?

Nefis-şeytan ateşi ile insi ve cinni şeytanların şerrinden korunmak, ateşler arasında gül devşirmek, karanlıklar arasından aydınlık yolu bulmak; hidayet güneşinin yansıması, Rahmet yağmurlarının yağmasıyla olacağı, gündüz kadar aşikâr bir gerçek.

Öfke tabiatımızda var, cehennem içimizdeki gerçek; dıştaki ise içimizdekinin yansıması, içimizdeki dıştakinin habercisi.

Öfke, gadap ikisini buluşturuyor; ateşler arasında açan gülleri solduruyor, kalbi karartıyor. Tevvab ve Vahhap olan Rahman’a iltica etmekten başka hidayet ışıklarıyla aydınlanmamız, gül gönüllere dönüşmemiz mümkün değil.

Öfkeden uzak, gadaptan ırak, ateşten ayrı bir ömür geçirmeniz duasıyla…

Hüseyin Eren – hicbisey.com