Etiket arşivi: Sezai Karakoç

Bir Kez Daha Ayasofya

 Her şeyden önce Ayasofya konusunda bu yazıyı yazmamızın amacı yeni bilgiler ortaya koymak değildir. Bu vesileyle kendi çapımızda da olsa,konunun bir kez daha gündeme gelmesi,bazı hatırlatmalarda bulunma ve bir duyarlığın oluşmasına katkı sağlamaktır.

ayasofya camii Birkaç gündür internetten ve bazı kitaplardan Ayasofya üzerine yazılanları okuyorum. Bir arama motorunda “Ayasofya” kelimesini arayınca; 4.090.000 sonuç bulunduğu belirtiliyordu. Geçekten Ayasofya üzerine onlarca yazı ve şiirler yazılmış. Tabiki burada bu yazılanları tek tek değerlendirmemiz mümkün değildir.

 Ayasofya, İmparator Jüstinianos (527-565) tarafından yaptırılmıştır. Yapım çalışmaları sırasında iki baş mimar ile birlikte 100 mimar ve her mimarın emrinde 100 işçi çalıştığı kaynaklarda geçmektedir. Yapımına 23 Şubat 532 de başlanmış, 5 yıl 10 ay gibi bir sürede tamamlanarak, büyük bir törenle 27 Aralık 537 ‘de ibadete açılmıştır.

  916 yıl kilise olan yapı, 1453 te Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle, camiye çevrilerek, 482 yıl cami olarak kullanılmıştır. 24.11.1934 tarih ve 1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile müze olması kararlaştırılmıştır.

 Ayasofya üzerine yazılanları şöyle gruplandırabiliriz:

 *Ayasofya’nın müze olarak devam etmesini savunanlar. Bunlara göre, Ayasofya camiye çevrilirse, içindeki sanat değeri taşıyan tasvirler ve benzeri şeylerin yok olacağını, bunun sanat karşıtı bir tutum olarak algılanacağını belirtiyorlar.

 *Açık bir şekilde söylemeselerde, Ayasofya’nın başlangıçta kilise olarak yapıldığını, tekrar kiliseye dönüştürülmesi gerektiğini düşünenler. Bunlara göre Fatih bugün yaşasa imiş, Ayasofya’yı camiye çevirmezmiş.

 *Sayıları az da olsa, Ayasofya’nın, hem kilise hem de cami olarak varlığını sürdürmesi gerektiğini savunanlar. Bunlara göre Ayasofya’da Pazar günleri kilise olarak ayin yapılmalı, diğer günlerde ise tasvirlerin üzeri perde ile kapatılarak cami olarak görevini sürdürmeli.

 *Ayasofya’nın ikiye bölünmesini savunanlar. Bunlara göre; Ayasofya’nın ortasından doğo-batı istikametinde, 70 santim yüksekliğinde ahşap bir pergole ile cami ,güney ve kuzey olarak ikiye ayrılır. Güney tarafında isteyen namazını kılar, isteyen turist kuzey tarafta camiyi gezebilir.

 *Ayasofya’yı tamamen yıkıp yerine Süleymaniye gibi, Sultanahmet gibi bir cami yapalım diyen tarih şuurundan uzak insanlar da var maalesef  bu ülkede.

 *Büyük bir çoğunluk ise Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesi gerektiğini savunuyor.

  Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri, D.P yöneticilerine bir mektup yazmış, muhalefetin hücumuna karşı, üç şey yerine getirilirse, iktidarlarının süreceğini, yoksa yıkılacağını söylemiş. “Bu üç şeyden birincisini yaptınız. Ezanı aslıyla okuttunuz. Eğer Ayasofya’yı cami olarak açar ve Risale-i Nurun neşrini yaparsanız (devlet eliyle basılıp dağıtılması ve radyodan okunması), bir badireden kendinizi korumuş olursunuz” demiş özet olarak bu mektupta.

  Necip Fazıl, birçok yazısında Ayasofya’dan bahseder ve Ayasofya’nın Lozan Anlaşmasında yazılı  olmasa da verilen sözler sonucu müzeye çevrildiğini belirtir. Ayrıca “Ayasofya “adıyla bir hitabesi vardır. Sezai Karakoç’ta, Ayasofya’nın cami olarak açılması gerektiğini belirten bir çok yazı yazmıştır.Bu yazılarda belirtilenleri özet olarak şöyle sıralayabiliriz:

 *Ayasofya, topraklarımızda bulunan ve yaklaşık 500 yıl cami olan bir mabet olduğundan, onu tekrar camiye çevirmek en tabii hakkımızdır.

 *Ayasofya’nın cami olarak tekrar açılması, İslam Dünyası’nın da bize bakışını değiştirecektir. Ayasofya kapalı kaldıkça , bize kuşkuyla bakmaya devam edeceklerdir.

 *Ayasofya, tarihi doğu-batı savaşında, zaferin hangi tarafta olduğunu gösterici bir semboldür. Ayasofya cami olduğu sürece üstünlük İslamdadır. O, cami olmaktan çıktığı andan itibaren, üstünlüğün batıda olduğu bil fiil kabul edilmiş olur.

 *Çarmıha gerili olan Hz.İsa değil, bu haliyle Ayasofya’dır.

 *Ayasofya, tarihi yapı olarak müze olmasının dışında müze bile değildir. Çünkü içinde tek bir müze eşyası yoktur.

 *Ayasofya bir tapınak olarak yapıldığı için, onu başka bir yapıya dönüştürmek, başta Ayasofya’yı yaptıran İmparatora ve mimarlarına saygısızlıktır.

 *Daha İstanbul fethedilmeden, Bizans’ın Ayasofya’yı koruyacak gücü kalmamış ve Müslümanlardan yardım istemişlerdir. Öyle ki yardım için giden Müslüman mimarlar, camiye çevrilmesini kolaylaştıracak şekilde tamirini yapmışlardır.

 *Ayasofya’nın günümüze kadar gelmesini, yine Osmanlı mimarlarına, bilhassa Mimar Sinan’a borçluyuz. Etrafına yapılan minareler, medreseler,patişah türbeleri vb. ile o tam bir İslam külliyesi haline gelmiştir.

  *Yakın tarihte, Ayasofya’nın etrafındaki minareler, Ayasofya’ya uymuyor diye neredeyse yıkılacaktı. Allah Ayasofya’yı korudu ve bu emellerine ulaşamadılar.

 *Birinci Dünya savaşı sırasında, İstanbul işgal edildiğinde, Ayasofya, askeri bir birlik tarafından korunuyordu. İşgalciler bu birliğin alınmasını istediler. Maksatları onu kilise yapmaktı. Ama bu birliğin komutanı Binbaşı Tevfik Bey, asla Ayasofya’yı terk etmeyeceklerini, eğer ısrar edilirse Ayasofya’yı kendileriyle birlikte havaya uçuracaklarını söyledi. İşgalciler bu ısrardan vazgeçtiler.

*Ayasofya, çapı meçhul kişilerce ibadete açılamaz. Ancak batı karşısında, İslam Alemi olarak tam bağımsız olduğumuz gün, yada Ortadoğu’nun gerçek kurtarıcısı  aydınlarının devreye girdiği gün,  Ayasofya, cami olarak ibadete  açılacaktır.

 Ayasofya cami olursa, tasvirlerin üzeri badalanacak, bu çağda bu nasıl yapılır itirazına karşı Sezai Karakoç : “Dekorasyon sanatı buna çözüm bulacaktır. Öteden beri yeri geldikçe özel sohbetlerimizde söylediğimiz ve çevreye de yansıyan çözüm şudur: Bir düğmeye basarsınız bütün tasvirler bir perdeyle örtülür. Bir düğmeye basarsınız perdeler açılır, tasvirler ortaya çıkar. Namaz kılmanın olmadığı sabah  saat  9-11  arasında düğmeye basılır, perdeler açılır, isteyen turist gelip, kilise görünümüyle Ayasofya’yı görebilir. Günün diğer saatlerinde ise, bir düğmeye basmakla, bütün tasvirlerin örtülüp buranın cami haline gelmesi sağlanır. Namaz kılınır. Bu halinde de turistler gelip binayı gezebilirler. Süleymaniye ve Sultanahmed’i gezdikleri gibi.”

  Böyle bir düzenleme ile onurumuz korunmuş olur, dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar Ayasofya’da namaz kılabilirler, turistler onu gezebilirler, hatta eski haliyle de görebilirler. Olgu, İslam dininin gücünü ve toleransını da somut bir şekilde göstermiş ve bilgelik Mabedi demek olan Ayasofya’nın anlamına da uyan bir özelliği taşımış olur.(Haftalık Diriliş dergisi.12 Ocak 1990.sayı 78.Kaderimizin Ayasofya’sı,Ayasofya’mızın kaderi,başlıklı yazıdan)

 Sezai Karakoç’un yukarıda ismi geçen yazısı şu parağrafla son bulur: “Ayasofya, ruhumuzun trajedisini ifşa eden bir sfenks mi? Zincire vurulmuş Promete mi? Onu ancak Kafkas kartalları mı zincirlerinden kurtarıp özgürlüğüne kavuşturur? Talihimizin dönüşünü haykıracak bir ilan mı olacak minarelerinden yükselecek ezanlar? Bağımsızlığın gerçek sesi ezanlar.”

 Ayasofya’nın cami olarak ibadete  açılması için bugüne dek bir çok imza kampanyası yapılmıştır. Sivil toplum kuruluşları yeni bir imza kampanyası düzenleyip, milyonlarca imza toplayarak, konuyu bir daha gündeme  getirmeleri, tarihi bir görev olsa gerek… Fatih’in aşağıdaki vasiyetini de bir kere daha okumakta yarar var.

        SULTAN FATİH’İN AYASOFYA VAKFİYESİ

“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofyayı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;

Allâh’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

 Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allâh’ın azabı onlaradır. Allâh işitendir, bilendir.”

Nizamettin Yıldız

www.NurNet.org

Sezai Karakoç’un Eserlerinde Şehir Düşüncesi

Uzasan, göğe ersen,

Cücesin şehirde sen;

Bir dev olmak istersen,

Dağlarda şarkı söyle!

(Necip Fazıl)

   Çağımızın büyük düşünür ve şairlerinden biri de Sezai Karakoç’tur. O, sadece bir şair değil, çok yönlü eserler ortaya koymuş bir yol göstericidir. Bir dava adamıdır.

   S.Karakoç birçok yazısında şehirden, ideal bir şehrin nasıl olması gerektiğinden söz ederek büyük İslam  şehirlerine göndermelerde bulunur. Bu konuda şehir –uygarlık ilişkisine vurgu yaparak, ”kent” başlıklı yazısında şöyle der: ”Kentlerle, uygarlıklar arasında,varoluşları ve varoluşlarına anlam veren eşyayı ve zamanı yorumlama yönünden adeta bir kan bağı vardır. Uygarlıkların ,siteleri vardır mutlaka. Kentler ve sitelerse uygarlıksız olamaz… Kent, site, Medine doğurma düzeyine varmamış bir uygarlık, henüz tam bir uygarlık olamamış demektir. Kent ve uygarlık adeta özdeş düşünülmüştür eski uygarlıklarca. Onun içindir ki Medine ve medeniyet, aynı kökten gelir.”(1)

   Doğu kenti ve Rönesans sonrası batı kenti konusunda şu değerlendirmeyi yapar: ”İşte bunun içindir ki doğunun ipek kentinin karşısına, çelikten dev gökdelenler kentini koydu batı. Nasıl ki bütün bir Asya’yı aşıp Avrupa’ya ulaşan İpek Yolu’nun yerini de demiryolları ağı aldı… Batı kentinde fabrikalar katedrallerin yanında yükseldi. Fabrikalardan yükselen dumanlar, batının sadece maddi hayatını değil, manevi ufkunu da bulandırdı.”(2) Karakoç’a göre sonraları doğu kentleri de, batı kenti taklidine dönüştü.

   “Ahiret ve şehir” başlıklı yazısında, gerçek şehirlerin, öteden bir iz taşıması gerektiğini vurgulayarak, çağımızda şehirlerin özellikle dünyanın büyük şehirlerinin sürekli olarak anlamlarını yitirdiğini belirtir. Şehir nüfuslarının çığ gibi artışı, onları daha fazla şehirleştirmediğini bilakis anlamlarının kaybolmasına neden olduğunu söyler. Hızlı kent yıkılışı ve çöküşünün batıdan çok doğuda gerçekleştiğini belirterek, batıda şehirlerin büyük bir nüfus akımına uğramadığını, tarihi yapıların ve tabii görünümlerin aynen korunmasına büyük önem verilmesinden dolayı ilk bakışta değişmiyor gibi görünse de değiştiklerini, Londra’nın eski Londra, Paris’in eski Paris, Tokyo ve Peki’nin, eski Tokyo ve pekin, Leningrad’ın eski Petersburg olmadığını hatırlatır.(3)

    Şehirlerimiz arasında anlam ve madde olarak en büyük yıkımın İstanbul’da gerçekleştiğini belirterek şöyle der: ”Çeşmelerinin suyu akmaz, duvarlarındaki yazıları kimse okuyamaz. Öyle camileri vardır ki cami olarak kullanılmaz. Gittikçe İstanbul ile aramıza buzlu bir cam giriyor,  Biz onu anlayamıyoruz, o bizi ve görüşemiyoruz.”(4)

   “Kentlerin işi ebedilikle uğraşmaktır ve bu yönde bir metafizik oluşturmaktır. Onun için kimi şehirler yeryüzünde cennet olmak iddiasında idiler, Kimi şehirlerse, cennetin habercisi, gölgesi olmak niyetinde. Kimi hep cenneti arar gibiydi, kiminin gözleri gökyüzündeydi hep, kimi şehirler uçacak gibiydiler. Kimileri taşın, mermerin ve tuğlanın, kimi ahşabın, kimi altın ve gümüşün şehirleri idiler. Şimdi de çeliğin ve çimentonun.”(5)

   “Şehirlerimiz, yeniden şehirleştirilmeli” başlıklı yazısında; köylerden ve kasabalardan şehirlere olan büyük akışın, esas şehri adeta boğan bir gecekondu kentleşmesi haline getirdiğini, köy ve kasabalarımızdaki ev, tarla, bağ ve bahçelerin bakımsızlığa terk edilerek, buralarında anlamını kaybetmesine neden olduğunu söyler. Ayrıca şehirlerdeki anarşi ve terör olaylarının sebepleri araştırılırken, çarpık kentleşmenin de göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgular.(6)

    Çeşitli yazılarında ve parti programının “şehirleşme-konut-ulaştırma” bölümünde, çözüm önerilerinden bazıları şöyle sıralanabilir:

*Mümkün olduğunca, insanların kendi yerleşim yerlerini terk etmemeleri için,kendi yörelerinde iş sahibi olmaları ve öğrenim görebilmelerine imkan sağlanmalı..

 *Fabrikalar, büyük iş yerleri, daha çok meskûn olmayan ve tarıma elverişsiz bölgelerde yapılmasına özen gösterilmeli…

 *Şehirlerin dev köylere dönüşmemesi için, devletin kültür müesseselerini çoğaltması, farklı köy ve kasabalardan gelen insanların birbiriyle kaynaşmasını sağlayacak kurumların oluşturulması…

 *Şehirlerin temiz tutulması ve şehirli bir insanın nasıl olması gerektiği hakkında,devletin televizyon vb. kitle iletişim araçlarıyla halkı aydınlatması.

* Şehirlerin fazla betonlaşmaması ve tarihi dokunun korunması için azami gayret gösterilmesi.

 *Tarihi değeri olan şehirlere mümkün olduğu ölçüde dokunulmayıp,yanında yeni şehirler kurularak ihtiyaçların giderilmesi..

    Sezai Karakoç sadece ülkemizdeki şehirleri değil İslam dünyasındaki birçok şehre de yazılarında yer verir. Örneğin ”İslam’ın üç Atlısı “ yazısında İslam dünyasındaki derin uykuya dikkat çekerek uyandırmaya çalışır. Üç metafizik kamçısının olmasını dilemekte. Bu kamçılardan birini, oruç atlısının çıkması için Şam’ın sırtına, ikincisini, namaz atlısının çıkması için Bağdat’ın sırtına, üçüncüsünü de, Kutsal savaş atlısının çıkması için İstanbul’un sırtına indirirdim der. Ama İslam şehirlerinin uyanmadığını ve bir bir işgal edilmesinden dolayı duyduğu üzüntüyü, dile getirir ve Bağdat için Ağıt yazar.

   “ Ey İmam-ı Azam, Abdülkadir Geylani, Cüneyd-i Bağdadi, Hallac-ı Mansur ve Halid-i Bağdadi şehri! Ne yaman talihin varmış! Şimdi yakılıp yıkılıyorsun.

    Ey kutlu şehir! Alınyazın Kerbelaya komşu olman yüzünden mi bu kadar yanıktır? Ciğerin kavrulmuş gibi, birden ateşin içine ,bu acı hatıra yüzünden mi düştün yoksa?

    Sen bin bir gece masallarının şehrisin…

    Ruhumuza geçmiş olan ulu şehir! Maneviyat şehri, kutsallığı en derinden hisseden şehir! Sana atılan her bomba, inan ki kalbimizi en can alıcı yerinden yaralıyor. Seninle beraber yaralanıyoruz ey Bağdat! Seninle beraber ölüyoruz.

    Ama seninle beraber dirileceğiz.”(7)

    Diğer şehirlerimizin aynı akıbete uğramamsı için Allaha dua ediyor. İslam dünyasının bir an önce uyanmasını dileyerek konuyu “Gül Muştusu” şiirinden bir bölümle tamamlamak istiyoruz.

……………………………………………………………

Günahlarımızı kül edecek ateş harmanını

Verim yağmuru insin ülkemize

Mekke’ye, Medineye, Şam’a

Kudüs’e ,Bağdat’a, İstanbul’a

Semerkand’a ,Taşkent’e ,Diyarbekir’e

Yetiş peygamber imdadı yetiş

Yetiş Allah’ın izniyle

…………………………………………………..(8)

Hazırlayan: Nizamettin Yıldız

………………………………………………………………………………………………….

Dipnotlar

1.S.Karakoç,İnsanlığın dirilişi,5.baskı,S.52

2.a.g.e

3.S.Karakoç,Diriliş Muştusu,2.baskı,S.93

4.S.Karakoç,Farklar,4.baskı,S.109

5.Diriliş Muştusu

6.S.Karakoç,Çağ ve İlham IV

7.Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III,S.103

8.Gün Doğmadan,10.baskı,S.403

Sezai Karakoç ve Bediüzzaman’da Diriliş Teması

Diriliş

Yeniden başlamak yazmak sanatına
Kat kat olup açılmak gök katına
İndirmek yeryüzüne Allah’ın rahmetini
Bir gül gibi sunmak dünya saltanatına
Yeni bir zamanı indirmek kılıç gibi
Güneş saatine geceler saatine
Varmak Rabbani ile çileye katıp çile
Muhyiddin-i Arabi ve Mevlana hakikatına
Gökyüzünü dolduran meleklerın sabrıyla
Kaldırmak aşk kadehini insanlık sıhhatine
Harfleri ve sesleri sözleri kelimeleri
Kitapları getirmek peygamber fıtratına
Merhameti ruhun in iç musikisi yapmak
Ve ölümü çevirmek diriliş hayatına (1982)

KELİME VE CÜMLELERİ PEYGAMBER FITRATINA GETİRMEK

Yeniden başlamak yazmak sanatına, dirilişin en önemli unsuru yeniden başlamak yazmak sanatına bundan geçmişin yazılanlarının diriliş için yetmediği ironisi vardır. Yazmak ile gökyüzünden Allah’ın rahmetini indirmek. Ama bu yazmak ile olacak bir iştir. Ama yazıyla çıkılan gökten indirilen gül gibi sunmak zarafette, incelikte bir metin, insanların iştahını kabartan dünya saltanatına sunmak. Şimdi yeni bir zaman talebi gelir yazmanın yeniliği gibi yeni bir zamanda indirmek, hem yazıyı hem zamanı yenilemek. Yeni olan üçüncü anlam Mevlana ve Muhittin-i Arabî hakikatıdır. Onların insanı ve kâinatı algılama tarzına. Melek sabrı ile çalışmak çileye çile katıp çalışmak. Aşk kadehini insanlık sıhhatine kaldırmak, her şeyi yeniden dizayn etmek peygamber fıtratına Uygun, harf, ses ve sözleri, peygamber söyleminden ve sıhhatinden uzak kalmış olan bütün kelimatı cümleleri peygamber fıtratına getirmek aradaki mesafeyi kaldırmak. Sonra ne merhamet, o ne olmalı ruhun iç musikisi olmalı ve ölümü çevirmek diriliş hayatına.

Bu yazılanlar Bediüzzaman’ın ta otuzlu yıllardan itibaren yaptıklarıdır. Bediüzzaman kendinden önce yazılanlardan farklı yazmış adeta yeniden yazmıştır. Revize etmiş temaları teknikleri yeniden yazmıştır. Ayet ül Kübra’da, Haşir de Mesnevi ‘de 22 Sözde, daha birçok risalede yeniden bakmıştır hakikate . Şairin hala temennide kalan ferdi ve toplumsal isteklerini elli yıl öncesinden gerçekleştirmiştir. Yazılanların diriliş için yetmediğini bildiği için Hutbe-i Şamiye’de toplumu hasta insanı diriltmek için altı önemli hastalığı tedavi çareleri öne koyar. Gökyüzünden Allah’ın rahmetini indirmiştir, çünkü bin yıldır kendi tabiri ile rahnelenen kalbi ve itikad-ı umumiyi yazdığı eserler ile tamir ve tedavi etmiştir. Dehalar konuları devam ettirmez onlara yeniden bakarlar diyor, deha musannifleri. Herkesin her gün gördüğü şeylere onlar yeniden bakarlar.

İKNA OLMUŞ AKLIN KALB İLE BİRLİKTELİĞİ

Çile Bediüzzaman’ın hayatına yapan en önemli unsurdur. Bütün eserleri bir çilenin mahsulüdür. Ama o tasavvuf vadisinin iki büyük piri gibi değil onlardan farklı yaklaşır hakikata. onlar gibi kalbin ışığında bakmaz, onlardan farklı olarak hakikata önce aklın daha sonra ikna olmuş aklın kalb ile olan birlikteliğinden bakar. Bu yüzden bahislerinin adı mirac hakikatı, haşrin hakikatı, meleklerin hakikatıdır. Mevlana ve Muhiddin asrında kalp dalalet vadisine uğramamıştı, ama bunun asrında kalb aklın münkirane ve felsefi iğvasıyla rahatsız olmuş ve kalbin yolunu terk etmiş, nihilizme ve inkâra ve gaflete düşmüştü. Bediüzzaman ise onları tek tek tedavi etti. Marks ve Nice, Holbach ve daha birçok materyalist filozofun inkâr ettiği hakikatleri akıl ile düze çıkardı. Marks haşrin hakikatını anlamadığını söyler. Bediüzzaman İbni Sina ve Marksın anlamadığı bu hakikatı düze çıkarır. Marks ın atom konusundaki inkârcı fikirlerini eleştirir ve ortaya yeni bir itikad çıkarır kalemi ile çıktığı gökyüzünden. Gökyüzü derken gökyüzünden iki şey gelir bir ilham diğeri ise vahiy, Bediüzzaman vahiyden alınan ilhamla yazar, vahiy değildir, ama vahyin değiştiren hakikatı ile bakar hakikata.

Ben ağıt yazmayı sevmem
Ölümden değil dirilişten yanayım
Ölümden değil ölüm sonrasından yana
Ağıt yazmaktan değil mevlüt yazmaktan yana (1982)

Kaybedilen Osmanlı ve kültürü arkasından gelen cumhuriyet üdebası hep ağlarlar senfoni halinde. Hatta Karakoç Yahya kemal’in şiiri için “Bozgunda fetih rüyası “ der. Ama Yahya Kemal ağlamaz ama ağlamayı ima eden şiiri vardır. Anadolu coğrafyasındaki şehirlerin eski büyüsünü kaybettiğine üzülür. İklimlerin yeni manalar ve anlamlar üretmediğine üzülür. Yahya Kemal büyük bir milletin mazisine sığınarak teselli bulur, yeni bir ruh için maziyi yeniden gözden geçirir.

BEDİÜZZAMAN DERYALAR GİBİ ÜMİT DOLUDUR

Bediüzzaman’ın hayatında ağıt vari bir hal yoktur. En ümitsiz zamanlarda deryalar gibi ümit doludur. İstanbul işgal altında iken ümit doludur. İngilizler aleyhine bir küçük kitap yayınlar sokaklarda İngiliz ve işgal polisi ve askeri dolaşırken İngiliz siyasetini iflas ettirir. Yirminci yüzyıl başında dağılmaya yüz tutmuş imparatorluğun yeniden eski haşmeti için herkesin bir ırkı yücelttiği ortamda ümmet-i İslamı oluşturan ırkları bir insan bedeninde resmeder ve kürt. türk ve arabı aynı bedende üç değişik görüntü olarak resmeder. Herkesin ayrılmasını değil birlikte olmasını telkin eder. Otuz bir martta isyan eden taburları bir nutuk ile yatıştırır. “Zabitleriniz isyan ile kendilerine zarar veriyor siz ise isyanınızla şanlı Osmanlının geleceğini zarardide ediyorsunuz “ der. O taburları kumandanlar ve şeyhülislam bile düzene sokamazken. O en olumsuz anlarda dirilişi, yeniden düzene girişi başarır.” Hak bildiğim davada korku elimi tutamadı “der.

Fildişi ölümün işlemediği taş
Doğumunun yüzüğünde kaş olsa
İkinci doğumum olan ruh doğumumun
Benliği eskimiş giysiler gibi çıkarıp atan

Bu şiirdeki ikinci doğum, ruhun doğumudur. Eski ruhun ihtiyaca cevap vermeyen giysilerini çıkarıp atar. Eskiyi gözden geçirir. Bediüzzaman “ Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” der.Her iki şairin de felsefesi budur eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal.

Yeniden doğuş diriliş suru çalınca
Benim geri döneceğim şehir Şam dır
Bir başşehre döner gibi dönecek askerler
Belki yorgun fakat neşelerin en neşesiyle

Fırat sana geldiği zaman
Nasıl karşılayacaksın onu
Dicle sana geldiği zaman
Bir DİRİLİŞ başlangıcı
Bir kıyamet sonu
Nasıl karşılayacaksın onu 637
İroni düzeyi müphem olan bir diriliş vardır bu mısralarda. Yeniden doğuş. Diriliş Fırat ile Dicle ile onlar suyu temsil eder,

Alın Yazısı Saati isimli şiirin beşinci bölümü Akif’in Bülbül şiirinin kurgusuna benzer. Dirilememiş ve ölü Müslüman toplumlarına ağlar.
Bırak ben ağlayayım
Esir pazarında satılan Afganistana
Açlıktan milyonları kırılan Afrika’ya
Filipinler’e
Habeşistan’a Eritre’ye Filistin’e
Esaret prangasıyla kıvranan
Kafkaslar Azerbaycan Türkistan’a
Bütün milletlere ülkelere
Irmaklar gibi ben ağlayayım 644

Akif de ağlama hakkını kendine alır.
Senin hakkın değil matem
Benim hakkım sus ey bülbül

Şair ağlamayı kendine ayırır ve sabah yıldızına cesaret verir. Akif’in hilali sorgulaması gibi, Bülbül’ ü sorgulaması gibi. Karakoç ise SABAH YILDIZI’NI cesaretli olmaya çağırır. Çünkü bir yönden DİRİLİŞ’İN sembolüdür. Sabah günün diriliş anıdır, canlılık anıdır. Tek anlama sığmaz çok anlama sahiptir. Dirilişi temsil eden bir alegori de olabilir, bir sembol de bir başka anlamda.
Bu sabah yıldızı, bir kozmik nesne değil veya öyle. Ama o bir dirilişi sağlayan canlı bir öğedir. Şiirin daha sonraki heyetinde bu görülür

Sen demir gibi olmalısın
Çelik gibi sabah yıldızı
Ceyhun dursun ben ağlayayım
Seyhun dursun ben ağlayayım

Sen diriliş yıldızısın
Büyük Tanığısın
Tanrı’ya inanmanın

Ve baharda
Tomurcuklanan gül
Senin doğuşunla açar gözlerini dünyaya

Seninle uyanmıştır çoban
Çağırmaktadır sürüsünü
Yeni gün taze vakte

Seninle uzay aynasında
Keskin sesini ayarlar
Şah horoz

Ve yankılar yankılar yankılar
Gökkubbede eşsiz yankılar
Dağlardan dağlara
Ovalardan ovalara

Sen demir gibi olmalısın
Çelik gibi
Sabah yıldızı
Kırılacak bir kadeh değilsin
Bir meyhanenin
Kepenkleri inerken

Sen ruhumun rönesansı
Göğe vurmuş yansıması
Kalbin saf aynası
Ve ta kendisisin şafağın
Ta kendisisin sabahın

Korkma seni gölgeleyemez
Karanlığın öbekleri
Seni örseleyemez
Sabaha kadar havlayan
Şerrin köpekleri
Çevrende halkalanmış
24 saat nöbette
Peygamber ocağının bebekleri
Yeryüzü melekleri Kahraman
Asker tüfekleri
646

SABAH YILDIZI

Sabah yıldızı şiirde kozmik bir nesne olmanın ötesinde kurtarıcı bir mitik varlıktır. O her şeyi yeniden dizayn edecektir.
O bir karakterdir. Demir gibi olmalıdır. Demir bir dirençtir, Şiir 1979- 88 ile aradaki on yıla yakın sürede yazılmıştır.
Bir kahraman bekleyişi ve temennisidir. Necip Fazıl’ın daha sarih anlattığı G e n ç adam imajı ı gibi değil perdeli bir imajdır.

O bir atımlık barut değil, kırılacak bir kadeh değil, kadeh bir insanı temsil eder ananede. O yıldız r u h u n rönesansıdır. Göğe vurmuş yansımasıdır. O kadar dinamik özelliklere sahiptir.

Alın Yazısı Saati isimli elli sayfalık şiirde karakterin örtülü gibi görünen, yarı müphem yarı sarih niteliği görülür.
Tabii şair Bediüzzaman gibi kayıtsız bir insan değildir, bir bürokratın ve sistemin kayıtlarına göre düşünmek zorunda olan bir insandır. Bediüzzaman ise hiçbir zaman mana karanlığından manalar çıkarmak istemez, çünkü ruhları inşa etmek için hakikatlerin çıplak olması gerekir. Bütün anlattığı bahislerde muhatapları çıplak hakikatle yüz yüze kalırlar. İslamın en kapalı telakki edilen miraç ve kader gibi bahisleri onun elinde bir lise öğrencisinin bile anlayacağı bir düzeyde izah edilir. Bediüzzaman tasavvufun sembolik ve alegorik ve zaman zaman da fantasmagorik kurgularına iltifat etmez. Muhittin-i Arabî’yi gözden geçirirken onun hakikatlere giydirdiği müphem kalıpları takdir eder ama hakikata tam kamet olmadıklarını söyler.

Onun şiirinde diriliş kelimesinden doğan cümleler ve imajlar Türkiye’deki muhafazakâr hayatın kendini isbat ettiği dönemlerde artar. Onun dirilişi beklediği yıllar Bediüzzaman büyük zaferler kazanmış ve ortaya perde altında da olsa bir nesil bir hakikatı yaymayı kendine görev telakki etmiş insanlar çıkmıştır. O Bediüzzaman’ın ektiği tohumlar meyve verdikten sonra D i r i l i ş konusunda fikirler ve imajlar öne sürmüştür.

HIZIRLA KIRK SAAT

Hızırla Kırk Saat yüz yirmi beş sahifedir. İsmi ve Kırk rakamı dirilişi temsil eder ve ona ima ederler. Çünkü Hızır hem kozmik dirilişi temsil eder, hem de ani dirilişi. Kırk da dirilişin ilk durağı olan bir rakamdır. Kırk kişi olan Peygamber-i Ekber, Ömer ‘in katılımı ile dirilmiş toprak altındaki hidayet birden yer yüzüne çıkmıştır. Kırk harfi rakamların esrarlı olanlarındandır, kırk günde ölünün kırkı çıkar, kırkında loğusa kadının kırkı çıkar, kırk gün iyi olan kırk birde de iyi olur, kırk gün kötü olan kırk birinde de kötüdür. Şair Hızır ile birlikte kırk saat geçirir onunla her anlam katmanında müphem, sarih, işari, kapalı daha birçok mana katmanında konuşur. Bu dirilişin konuşmasıdır. Hem saat hem şahıs hem de şair üçü birden bir ölünün başında onu diriltmeye çabalarlar.

Şair burada ölümün nedenleri üzerinde durur, dirilişi konuşur. Önce ölümü tahlil, daha sonra dirilişi ortaya koymak. Şiirin başı tamamen ölümü ve dirilmeyi anlatır.

Bediüzzaman da otuz üç rakamı ile Haşir ve Otuz üç pencere isimli eserlerinde otuz üçün sırlı rakamında insanı diriltmeye çalışır. Haşir de otuz üç bahis vardır, kalbinde öldükten sonra inancı cansız olan insanı diriltir, bu en büyük diriliştir, imanın bir cüzünün dirilişi, ama en canlı damar.

Hızırla Kırk saatin başında Kur’anları duvarlarda asılı duran ama okumayan bir millet vardır. Okusa bile anlayanı yoktur kitabın. Kanunları da uyulmayan kanunlardır, kağıtlara yazılıdır ama uyulmaz. Taşa kayaya ve su çizgisine yazılmışlardır. İnsanların nesne ilişkileri kuramları yoktur. Nesneler ile barışık ve ortak yaşayan vahiysel insan yoktur. Hayatlı olmak evren ile sağlıklı ilişkilere bağlıdır. Hızırla kırk saatin ikinci bölümünde dirilişi sağlamayan hocaları eleştirir açıkça
“Ey yeşil sarıklı hocalar bunu bana öğretmediniz.”Mutsuzluğun kaynaklarını sayar kadın üstün ama mutlu değil, hükümdar halka yalvarır ama zulüm eder. İnsanlar havada uçmuş ama yerde ölmüşlerdir. Yeni putlar edinmiştir toplumlar put kırmayı öğreten yoktur. Bunlar ölü bir toplumun tasvirleridir., ölüm kitap ve hocalarda karar kılmıştır.Bediüzzaman da Kur’an a bakış açısını yeniler ve dirilişi hızlandırır, Hoca’ların asır ile ilişkilerini kuramadığını eleştirir. Buralarda geçişler vardır.
Sonra da çıkışır

Ey ulular sizin bana öğretmediğinizi
Ben zamandan öğrendim 179
Bu zaman Bediüzzaman olmasın hocaları değil onu dinlemiştir.

Öldükten sonra insan nasıl dirilecekse
Ölmeden ben öyle dirildim. 187

Ne yaptı da dirildi şair, öldükten sonra dirilmenin kalplerinde ölü olduğu insanları dirilten Haşir risalesidir.

Kalpte haşir inancı ölü ise öldükten sonra da dirilmek yok.
Sadece diriliş Haşir risalesinde değil daha birçok eserinde geçerlidir.

Hızırla kırk saatte bütün İslami temaların içinde bir roman kahramanı gibi dolaşır, Bediüzzaman da anlatımlarında yeniden dirilişi sağlayan temalarında ama bir farklı anlam tabakaları içinde değil sarahatle hem kahraman hem d e anlatıcı olarak vardır.
Hızırla kırk saatte şair maziye gider istikbale gelir, temaları, mekanları şahısları yeniden yorumlar. Ama tek manaya değil çok manaya katılır. Ayet ül Kübra da kahramanın macerası Hızırla Kırk saatteki Hızırla konuşan adama benzer. İkisi de farklı dirilişleri farklı şekillerde anlatırlar.
Bediüzzaman Kur’an’daki vakaları yeniden yorumlar, onları klasik asırlarca yorumlanan şekli ile değil yeniden yorumlar. Hızırla Kırk Saat’te anlatıcı peygamberlerin maceralarını yeniden yaşar. Bediüzzaman, Eyyüb, Yunus ve Yusuf peygamberin kıssalarını yeniden yorumlar, günümüze uyarlar. Yeni yorumlar, yeni anlamlar ortaya çıkararak zihinde dirilişi sağlar, ülfet edilen anlamlar dirilişi ortaya çıkarmaz.

Karakoç , ironisi bazen güçlü bazen saklı , açık eleştirel bir dil kullanır, olan olmakta olan,olmuş olanı olumsuzu bibersiz bir dille eleştirir.

SAĞLIKLI DÜŞÜNME

Bediüzzaman da eleştirmendir dirilişi sağlamak için, o temaların yanlış anlaşılmasını yerine yeni yorumlarını getirmek suretiyle dirilişi sağlar. Onda diriliş itikadi diriliş ki onun en önemli faaliyeti ve gaye-i hayatıdır. Bütün yoğunluk onlar üzerindedir.
İkinci kısım diriliş ise sosyal sorunlar İslam dünyasının batı karşısındaki çözülmüşlüğüne bulduğu diriliş reçeteleridir, bunlar Hutbe-i Şamiye ve Münazarat gibi eserleridir.
Bir de insan hayatının çeşitli dönemlerine neşter vurup diriltmeye çalıştığı eserleridir, hastalığı bir psikanalitik vaka gibi alır ve insanı hasta iken sağlıklı ve diri düşünmeye çağırır.
İhtiyarların hayata bakışını diriltir, kadınların hanımların gençlerin, çocuğunu kaybetmiş anaların ümitsiz ruhlarını diriltir. Toplumu oluşturan kesimlerin sorunlarını yeniden yorumlar ve onları diriltir.
Diriliş aslında evrensel bir temadır. Tolstoy’un da diriliş diye bir romanı vardır, hakikat onda da başka bir şekilde fiktifleşir.
Seza i Bey ise muhafazakâr kesimlerin ve kaotik yılların iyiye değişimini izler, gördükleri olumsuzlukları eleştirirken olması lazım gelene göndermelerde bulunarak dolaylı diriliş tarzları önerir.
Bediüzzaman ise korkunun elini tutamadığı adam sistemle, tağutlarla dalaşmadan hastasını diriltmeye çalışır. O Eserlerini bir eczane-i Kur’aniye olarak niteler, kendi de en önemli tabiptir. Özellikle tabib kelimesini Hutbe ve Münazarat da çok kullanır. Hutbe-i Şamiyede altı hasta özelliği olan imparatorluk ve İslam dünyasının bu altı hastalığını anlatır ve çareler öne sürer.

EVRENDE ESAS AMAÇ GÜZELLİKTİR

Daha sonra dirilen bu insana dünyaya nasıl bakması lazım geldiği konusunda fikirler öne sürer. Dünyaya Biyoloji, Zooloji, Tıp ve Astronomiye, Anatomiye göre bakarak canlanan bir insan modeli çizer.
Evrende asıl amacın güzellik olduğunu ilimlerinden hedefinin güzellik olduğunu söyler saydığım ilimlerin analitik bir şekilde güzele hizmet ettiğini söyler, arkasından altı hasta özelliği dirilen insanın imparatorlukları yeniden inşa edecek Osmanlıcılığı ve ittihad-ı İslamı toplumun yapı taşı olan insanın sağlıklı şekilde ortaya çıkmasıyla dirileceğini anlatır.
Bediüzzaman temaları diriltirken uzun açıklamalarda bulunur, yapısı ve işi gereği. Şair ise nasir kadar hür olmadığından temaları şiirsel imajlarla yeniler.

Öleni ölümle diriltmek
Ölümle sağ tutmak sağ olanı
Ölümün ışını ile görmek 223

Bediüzzaman ölümü yeniden dirilmenin önemli öğelerinden kabul eder. Ölümü yokluk görene , “Ölüm idam değil hayatı ebediyenin mukaddemesidir “der.

Diriliş ve değişim iki akraba kelime dirilişten önce değişim gelir, ancak yardım ile olur Mevlana’nın Şems ile buluşması gibi. Peygamberin vahiy ile buluşması gibi.
Şamdayız
Mevlana ve Mesnevi
Muhyiddin ve Yasin
Şems ve Füsus
Şems nasıl değiştirdi
Bengisu sarnıçlarından geçirerek
Mevlana Celaleddin’i
Ve Yasin bir delikanlı biçiminde
Ağır ölüm hastalığında
Nasıl iyileştirdi İbn-i Arabi’yi 230

Hızırla Kırk Saatin kırkıncı bölümü yine kırkın derleyen toplayan değer tablosundan hareket eder. Kırk nasıl derlenmenin miladı ise Mehdi de derleyen adamdır.
Şair

Konuşacak Mehdi
Geldi derleniş günü
Derleniş toplanış vakti
Artık her gün her gece
Bir kadir günü ve gecesi
Kur’an iniyor dağlardan tepelerden
Yağmur onun yedeğinde
Horozlar en keskin sesleriyle ötmede
Koyunlar ışıldıyor yünlerinde
Yeni ve keskin bir bilgelik keçilerde
Doğudan batıya bir şimşek atlardan
Heyemolalarla inip çıkan
Bir eleğim sağma develerden
Kadınlar örtünürler Meryem örtülerini
Bacalar yeniden tüter
Odunların en sertinin yanışından
Bırakarak gökyüzünde bir ocak sisi
Dağlarda bir başka coşkunluk çağlıyor
Menekşede çiğde kekikte ses var
Bir vahiy uğultusu arılarda
Karıncalarda hikmet suskunluğu
Barışı ve çalışkanlığı sağduyunun
Derleniş toparlanış diriliş saati
Geldi

Bu Bediüzzaman’ı öğretisini ve onların âleme getirdiği değişimi anlam farklıklarını nesnelere yansıtan harika bir apokaliptik imajlarla zengin ve analojik imajların masumiyetine bürünmüş bir baş yapıt bir büyük şiir.
Mehdi derleyen toparlayan demek, dirilişin atardamarı demek, hidayet eden her yönde insanları derleyen toplayan demek!
Mehdi canlanmak demek mehdi ölümden yeniden hayata dönmek demek, her yönü ile ölü bir toplumu canlı hale getirmek demek.

KUR’ANIN SABAHINDA UYANIN

Bediüzzaman! Beş yüz senedir yattığınız yeter, Kur’an’ın sabahında uyanın “ der. Nasıl Nebiyi zişanın vahiysel nazarı bedevi bir kavmi en üstün insanlık düzeyine getirdi ise onun bu asırdaki temsilcisi olan bu zat’ın sözleri de toplumu değiştirdi, bulutlar ve rahmet şeklinde kalplere yağdı şair’in sözü ile
Kur’an iniyor dağlardan tepelerden
Yağmur onun yedeğinde

İkisi de rahmet yağmur gökten yağar, Kur’an gökten gelir ikisi de enzele münzele,
ve enzele minessemai maen ,
ve inzal-i kütüp ve rüsül . Rahmetin mücessemi nebi-yi Zişan,
Taha’nın Kitabı
İsimli şiirinde
İnsanda insanlığın yeşerip solması ve yeniden dirilişi
Der.
Birinci Bölüm
Değişim ile başlar, dirilişin kardeşi olan bir kelime, şairin beş on diriliş türevi olan kelime etrafında dönen tematik felsefi telakkisi ve isteği ve talebi Tahanın Kitabı şairin çocukluk coğrafyasından ülkeye bakış, bir yeniden gözden geçirme
Taha bir kavis ile değişimi yakalamıştır. Şair bu kavise neler yüklemiştir, yoksa gökte beliren ayın insanlığa getirdiği yenilikler ve mana iklimleri midir?

Taha, Yarasalar ve Kavis değişimin hazırlandığı üç ayaklı tezgâh

Değişim ve zaman kim bu zaman Bediüzzaman mı? Kapalı ironi ile konuşur Karakoç Bediüzzaman’dan bahseder, yazılarında açık şiirinde müphem.

Yeni çağ ve yeni zaman
Geldi ve geçiyor aman
Kurtulur ona yapışan
Kurtulur ona yapışan
Kurtulur yeniye koşan
“Risale-i Nur bu devirde bir hablullahtır” der Bediüzzaman. Ona yapışan kurtulur, bu bu cümlenin yeni akordu değil mi ?
Beni bekledi bu satırlar iki değişimcinin arasındaki gizli iletişimi keşfetmek için ya kim olsaydı sanki.

Bu adam ve öğretisi ne yapmıştır

Artık dağ taş Cebrail’dir
Daha doğrusu Sur –ı İsrafil’dir
Her şey onunla canlanmıştır, Anadolu onun sayesinde canlanmıştır,
Hoca Efendiler onun ruhundan aldığı hızla Osmanlı akıncıları gibi ülkenin dört bir yanına okullar ve dershaneler dizmiş, Abiler Osmanlı ruhunı yeniden inşa etmiştir.

Bitmez bir tükenmez bir hazinedir iki büyük adamın ruh iletişimi. Karakoç ve Bediüzzaman.

Prof. Dr. Himmet Uç

Kaynaklar;
Bediüzzaman’ın eserleri ve Sezai Karakoç’un Gün Doğmadan şiir kitabı.