Etiket arşivi: Sıffin Savaşı

Hz. Ali’nin (r.a.) Şehid Edilmesi

Hariciler ve Nehrevan Savaşı

Sıffin Savaşı sonucu hakem fikri kabul edilip, hakemler tesbit edilir edilmez Hz. Ali (ra), ordusu ile birlikte Kûfe’ye döner. Ordu Kûfe’ye yaklaştığı sırada beklenmeyen ve istenmeyen bir şey olur. Tam 12.000 asker ordudan ayrılır, şehre girmez ve Harura denen yere giderler. Hariciler adı verilen bu grubun temel görüşü “Hakem olayı”nı kabul ettiği için Hz. Ali (ra) ve taraftarlarının; Kur’ân’ın “Hüküm ancak Allah’a aittir.” (En’am, 6/57) ayetine karşı çıktığı ve kâfir olduklarıdır. Bu insanlar daha sonra beldelerine geri dönerler ve Abdullah b. Vehb‘i lider olarak seçerler.

Bu arada Hz. Ali (R.a.), bunlarla gerek bizzat konuşarak, gerek mektup yazarak sıcak temasa geçti. O, Haricilere, hakem teklifinin Hz. Muaviye (ra) tarafından geldiğini, kendisinin bunun bir hile olduğu ve kabullenilmemesi gerektiğini bildirdiğini; fakat kendilerinin bunu kabullenip aksi takdirde “Seni Hz. Osman gibi öldürürüz.” dediklerini hatırlattı. “Hüküm ancak Allah’a aittir” ayetiyle bâtıl düşüncelerin kasdedildiğini bildirdi. Ve nihai olarak hakemlerin kararında isabet edemediklerini, kendilerinin de bu fikirlerden vazgeçerek Şam üzerine yürümeye hazırlanan orduya katılmalarını istedi.

Haricilerin Hz. Ali (ra)’e verdikleri cevap ise şuydu:

“Şüphesiz ki sen, Rabbin için değil de kendin için kızdın. Küfre girdiğine şehadet eder ve tövbe edersen seni aramızda düşünürüz. Yoksa aynı şekilde sana da muhalefet ederiz. Şüphe yok ki, Allah korkakları sevmez.”

Bu cevap üzerine Hz. Ali (ra) onlardan ümidi kesti ve Şam’a hareket etti. Huhayle adı verilen karargahta konakladı. Bu konaklama esnasında, Haricilerin şehirde halktan bazı kimseleri öldürdükleri, bozgunculuk çıkardıkları, her tarafta yağmalama ve öldürme hareketine giriştikleri, yolları kestikleri haberi geldi. Haber tahkik edildi. Doğruydu. Bunun üzerine ordudan bazıları Hz. Ali (ra)’e geride çoluk çocuk ve mallarının olduğu, bunları Haricilerin eline bırakmanın doğru olmadığını, öncelikle bu problemi halledip sonra Şam’a gitmek gerektiğini söylediler. Hz. Ali (ra) bu teklifi olumlu karşıladı ve geri döndü.

Bu arada Hariciler ülkenin dört bir yanına haber salarak Nehrevan‘da toplandılar. Hz. Ali (ra), ordusu ile birlikte Nehrevan’a gitti. Katillerin kendisine teslim edilmesini ve görüşlerinden vazgeçip dağılmalarını istedi. Onlar, “Hepimiz öldürülenlerin katiliyiz. Hepimiz onların ve sizin kanınızı helal sayıyoruz.” dediler. Artık savaşmaktan başka çare kalmamıştı. Savaş başlamadan önce Hz. Ali (ra) son defa “Sizden kardeşlerimizi öldürmeyen ve kendisinin öldürülmesini istemeyen kimseler, bu bayrağın altına geldikleri takdirde emniyettedir. Kûfe veya Medâin’e dönenler de emniyettedir. Katilleri bize teslim ettikten sonra burada kan akıtılmasına gerek yoktur.” dedi. Bu konuşmadan sonra bin kişilik bir grubun Hariciler arasından ayrıldığı söylenir. Sonra kıyasıya bir savaş başlar ve Haricilerin birçoğunun öldürülmesi ile sona erer.

Şehid Oluşu

Harici gailesi bertaraf edildikten sonra Hz. Ali (ra) ordunun hemen Şam; yani Hz. Muaviye (ra) üzerine gitmesini istedi ve bir konuşma ile bu isteğini anlattı. Fakat bu arada beklenmeyen bir şey oldu. Iraklılar savaş yapmak istemiyorlardı. Onlar düşüncelerini Hz. Ali (ra)’e şöyle açıkladılar:

Ey Müminlerin Emiri! Oklarımız tamamen tükendi, kılıçlarımız köreldi, mızraklarımızın başından demirleri düştü. Bizi evlerimize geri götür de iyice hazırlandıktan sonra, daha çevik ve güçlü olarak ilerleyelim.”

Bu şok gelişme karşısında Hz. Ali (ra) çok şaşırdı. Veciz bir konuşma yaptı. Bu konuşma Iraklıları yerlerinden kımıldatmaya yetmedi. Hz. Ali (ra)’in Iraklıları savaşa teşvik eden konuşmasını, hem o ortamın daha iyi, daha net bir biçimde anlaşılabilmesi, hem olaylara Hz. Ali (ra)’in diliyle vâkıf olunması, hem Iraklıların halet­i ruhiyesi, hem de Hz. Ali (ra)’in o eşsiz hitabetini göstermesi bakımından aynen iktibas etmek istiyoruz. Şöyle diyordu Hz. Ali (ra):

“(Salat ve selamdan sonra) Cihad, cennetin bir kapısıdır. Kim bu kapıdan yüz çevirirse, Allah Teâlâ ona aşağılanma ve rezil olma gömleğini giydirir. Hüsran ve zillet artık onun sıfatı olur.”

“Ey insanlar! Ben sizi gece gündüz, açık ve gizli yollarla, her çeşit metotlarla, o insanlara karşı savaşmaya teşvik etmiştim. Onlar size saldırmadan önce, siz kendiniz onlara saldırın demiştim. Canım kudret elinde olan Allah’a hamd olsun ki, her zaman şu kural geçerli olmuştur: Hangi millet, evlerine saldırılmak sureti ile tecavüz edilirse, o millet daima rezil ve zelil olur. Ama siz, yılgınlık gösterdiniz. Ellerinizi bağlayarak oturdunuz. Sözlerim size ağır geldi ve onu dikkate almadınız. Sonunda iş o noktaya geldi ki, size arka arkaya saldırıldı.”

“O Gamit kabilesinin adamlarından olan askerler, el­ Embâr’a saldırdılar. Genel valisi Hassan b. Hassan’ı öldürdüler. Onunla birlikte pek çok erkek ve kadını imha ettiler. Bir sipahî asker eve girerek Müslüman kadın veya zimmî kadın ayırt etmeden, ailenin kadınının kulağından küpelerini, ayaklarından da ayak süslerini soyup, rahatça çekip gitmekte ve ona hiçbir kimse bir kelime bile söyleyememektedir. Eğer izzet­i nefis sahibi bir Müslüman, bu durumu görerek üzüntüsünden ölürse, benim nazarımda kötülenmeye layık değil, bilahare övülmeye layıktır.”

Yazıklar olsun, yazıklar olsun. Kalbi çatlatan, aklı mantığı durduran ve insanı kedere boğan halinize yazıklar olsun ki, yanlış yolda oldukları halde, onlar aralarında böyle kenetlenmiş olsunlar da siz haklı olduğunuz halde darmadağınık ve cesaretsiz olasınız. Siz hedef yapıldınız. Size oklar yağdırıldı; ama siz hiç ok atmıyorsunuz. Size saldırıldı, siz buna cevap vermiyorsunuz. Açıkça gözünüz önünde Allah’a isyan ediliyor da, sizin kılınız kıpırdamıyor. Eğer size, kışın onlara saldırın dersem; henüz şiddetli soğuk ve ayaz zamanıdır diyorsunuz. Eğer sıcak mevsimde düşmanınıza saldırın dersem; şimdi ortalığın alev alev yandığı bir sıradır, biraz ara ver de bu şiddetli sıcak dönem geçsin diyorsunuz. And olsun ki, eğer siz soğuktan ve sıcaktan kaçıyorsanız, kılıçtan çok daha fazla kaçarsınız.”

Ey erkek görünüşlü olup da erkek olmayanlar! Ey korkuluk gibi dikilen hayalî varlıklar! Ey ayağına süs takanlar gibi aklı olanlar! Vallahi siz itaatsizliklerinizle, benim bütün tedbirlerimi, düşüncelerimi mahvettiniz. Benim içimi elem ve öfke ile doldurdunuz. Nihayet Kureyşlilere, ‘Ebu Talip oğlu (Ali) yiğit olmasına yiğit; ama savaş usulünü bilmiyor.’ dedirttiniz. Halbuki benden daha fazla savaş usulünü bilen ve o işin eri olan kimdir? Allah şahittir ki, daha ben yirmi yaşından küçükken savaşmaya başladım. Şimdi ise altmış yaşını geçtim. Fakat bir kimsenin sözü dinlenmezse, onun görgüsü ve bilgisi ne işe yarar! Binbir çeşit hüneri olsa da kimse inanmaz.” (Bu son cümleyi üç kere tekrarladı.)” (Ebu’l­Hasen en ­Nedvî, Hz. Ali, s. 204­-206)

Hz. Ali (ra) çaresiz, Iraklıların kendisini bu yalnız bırakmalarından sonra Kûfe’ye geri döndü. Bu beklenmeyen gelişme, onu bir hayli üzmüştü. İşte bu arada onun sakalı ile başına işaret ederek “Bu (sakal), bunun (başın) kanı ile boyanacak!” dediği rivayet edilir ki aynen öyle olmuştur.

Şehid edilişinin safahatına gelince; Haricilerden (Abdurrahman b. Mülcem), Temim kabilesinden Berk b. Abdullah ve Amr b. Bekr bir araya gelerek, Nehrevan’da ölenler için dua edip ardından “Eğer biz canlarımızı hak yolunda vererek de olsa, hak yolundan ayrılan liderleri öldürürsek, memleket onlardan kurtulur, biz de böylece kardeşlerimizin intikamını almış oluruz.” diyerek Hz. Ali (ra), Hz. Muaviye (ra) ve Amr b. Âs (ra)’ın öldürülmesine karar verirler. Hz. Ali’yi İbn Mülcem, Hz. Muaviye’yi Berk, Amr b. Âs’ı da Amr b. Bekr öldürecektir.

Bunun üzerine her biri zehirli kılıçlarını alıp, ilgili şehirlere hareket eder. Kûfe’ye gelen İbn Mülcem niyetini hiç kimseye açıklamaz. Hz. Ali (ra)’i takip etmeye koyulur. Nihayet Hicri 40. yılın Ramazan ayının 17. gününde perşembeyi cumaya bağlayan gece, Hz. Ali (ra) sabah namazı için evinden çıktığında, zehirli kılıcı ile Hz. Ali (ra)’in başının ön tarafına vurur. Onun mübarek sakalı ­dediği gibi­ başından akan kanlarla boyanır, İbn Mülcem saldırı esnasında “Emir ve hüküm sadece Allah’a aittir Ey Ali! Sana ve arkadaşlarına değil!” diyerek haykırır. Sonra katil İbn Mülcem yakalanır. Hz. Ali, “Bunu hapiste tutun ve orada iyi davranın. Eğer yaşarsam ne yapacağımı düşüneceğim. Bağışlarım veya kısas yaparım. Eğer ölürsem, bir can karşılığında sadece bir tek can alınsın ve ona müsle / burun, kulak,.. kesme  yapılmasın!” der.

Bu arada “Siz dünyadan göçüp giderseniz, Hasan’a biat edelim mi?” sorularına Hz. Ali (ra) “Ben size bunu ne emrediyorum ne de men.” cevabını verir. Ve Hz. Ali (ra) oğullarına Allah’tan korkmalarını, güzel amellerde bulunmalarını tavsiye ettikten sonra “Kim zerre kadar hayır (iyilik) yaparsa, onun karşılığını görecektir. Kim de zerre kadar şer (kötülük) yaparsa onun karşılığını görecektir.” ayetini okuyarak altmış üç yaşında iken vefat eder. Onun hilafet müddeti dört  yıl dokuz aydır.

Kaynak : (Cennetle Müjdelenen On Sahabi: A. Kurucan, ­ Z. Mercan)

Hz. Ali’nin Şehadeti

Sıffin Savaşı sonunda ordusuyla beraber
Allah’ın Aslanı Ali hemen Kûfe’ye döner

Ordu Kûfe’ye girmeden ilginç bir şey oluyor
Tam on iki bin asker de ordudan ayrılıyor

“HARİCİLER” adı ile tarihe geçiyorlar
Hepsi Hazreti Ali’den kopup ayrılıyorlar

Aslında Hakem Olayı fikirlerini bozmuş
Bu ordudan birçok kişi beraber karar almış

Diyorlar: “Hakem fikrini nasıl kabul ettiler
Ali ve taraftarları her hal dinden çıktılar”

Burada Hazreti Ali onlarla konuşuyor
Onlara mektup yazarak diyaloga geçiyor

Fakat O’nu dinlemeyip ordudan ayrıldılar
Bütün ısrarına rağmen O’na katılmadılar

Küfür ve de korkaklıkla suçladılar Ali’yi
Uyduruk şeylerle ikna ettiler ahaliyi

Sonrasında İmam Ali onlardan ümit kesti
Kalan taraftarlarıyla Şam’a hareket etti

“Huhayle” adı verilen karargâhta kaldılar
Yorgun oldukları için orda konakladılar

Konaklama esnasında haberler alınıyor
Bu Hariciler şehirde bozgunculuk yapıyor

Yağmalamalar yapıyor yolları kesiyorlar
Halktan bazı kimseleri kesip öldürüyorlar

Bunu duyan İmam Ali hemen geri dönüyor
Ordusu ile beraber “Nehrevan”a gidiyor

Bu arada Hariciler orada toplanmıştı
İmam Ali’yle savaşa karar da alınmıştı

Hazreti Ali onlardan katilleri istiyor
Haricilerse yapılan teklifi reddediyor

Diyorlar ki: “Ölenlerin hepimiz katiliyiz
Sizin kanınızı helal sayıyoruz hepimiz”

Artık savaşmaktan başka hiç çare kalmamıştı
İmam Ali’nin sözleri bir fayda vermemişti

Ve nihayet savaş başlar kan gövdeyi götürür
Hariciler mağlup olup birçok kişi de ölür

Sonra da Hazreti Ali Şam’a gitmek istiyor
Muaviye’nin üstüne gitmeyi planlıyor

Bu arada Iraklılar gitmek istemiyorlar
Hazreti Ali’ye gelip O’na şöyle diyorlar:

“Ey Mü’minlerin Emiri! Çok yorulduk hepimiz
Kılıçlarımız köreldi bitti yiyeceğimiz

Bizi evimize götür yeniden güç alalım
Hazırlandıktan sonra da bu güçle saldıralım”

Bu gelişme karşısında İmam çok şaşırıyor
Ve Iraklılara karşı hitaben şöyle diyor:

“Cihad Cennetin kapısı ve mertlik onurudur
Kim bu kapıdan dönerse rezil perişan odur

Ey erkek kılıklı olup ve erkek olmayanlar
Korkuluk gibi dikilen siz hayali varlıklar

Ey ayağına süs takan gibi aklı olanlar
Ciğeri beş para etmez pısırık ve korkaklar

Bütün düşüncelerimi bir anda söndürdünüz
İçimi elem ve öfke ile de doldurdunuz

Yazıklar olsun sizlere ve bu talihinize
İnsanı kedere boğan bu kötü halinize

Nerde o cesaretiniz bilmem ne oldu size
Haklı olduğunuz halde onlar saldırdı size

Onlar yanlış yolda iken tamamen birleştiler
Sizler ise haklı iken sizi hedef ettiler

Allah’a isyan ederek size saldırıyorlar
Kılınız kıpırdamıyor sizi hiç saymıyorlar

Kışın saldıralım dersem çok soğuk diyorsunuz
Yazın der isem bahane bulup kaçıyorsunuz

Fakat bir kimsenin sözü dinlenmezse ne olur
Bin hüneri olsa bile işe yaramaz olur”

Hazreti Ali çaresiz başka bir şey demedi
Yalnız bırakıldığından Kûfe’ye geri döndü

Beklenmeyen bu gelişme O’nu hayli üzmüştü
Bu üzüntüyle beraber eve geri dönmüştü

Daha sonra Hariciler bir karar alıyorlar
Gidip Hazreti Ali’yi öldürmek istiyorlar

Diyorlar ki: “Hak yolunda canımız feda olsun
Haktan ayrılan lideri kesmek bize borç olsun”

Abdurrahman bin Mülcem’e bu görev veriliyor
O hemen silahlanıyor ve Kûfe’ye gidiyor

İbni Mülcem kılıcını batırmıştı zehire
Ve bu şekilde gizlice gelmiş idi şehre

Kûfe’ye geldikten sonra kimseye görünmüyor
Hazreti Ali’yi takip etmeye koyuluyor

Aylardan Ramazan ayı bir Cuma akşamında
Sabahleyin namaz için evinden çıktığında

Hazreti Ali camide namazı eda eder
Bu esnada İbni Melcem İmam Ali’yi izler

İmam Ali’nin başına vuruyor kılıç ile
Mübareğin her tarafı boyanıyor kan ile

İbni Mülcem kaçar iken onu yakalıyorlar
İmam’ın huzurlarına alıp getiriyorlar

Hazreti Ali diyor ki: “Onu hapiste alın
Orada da kendisine iyilikle davranın

Eğer yaşarsam sonunu size sonra söylerim
Onu bağışlarım veya onu kısas ederim

Fakat eğer ölür isem yalnız katledin onu
Aman ha sakın kesmeyin kulağını burnunu”

Hazreti Ali’ye gelip: “Bu konuya ne dersin
Bize ne emredesiniz kime biat edilsin

Siz göçüp gider iseniz Hasan’ı seçelim mi?
Kendimize emir edip ve biat edelim mi?”

Bu suallere karşılık İmam şöyle söylüyor:
“Size ne emrediyorum ne menederim” diyor

Sonra da çocuklarını yanına toplatıyor
Daha sonra da onlara nasihatler ediyor

Allah’tan korkmalarını her birinden istiyor
İyi olmaları için tavsiyeler ediyor

Ve nihayet şehit olup Cenab-i Hakk’a gider
Altmış üç yaşında iken ruhunu teslim eder

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Amr bin As (R.A.) Kimdir? (?-664)

Amr İbnü’l As Kimdir?

Adı Amr, künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Muhammed’dir. Mekke’de doğdu. Babası As, annesi Nâbiğa’dır. Amr’ın soyu Ka’b Bin Lüey’de Hz. Peygamber (s.a.s.)’le birleşir. Kureyş kabilesinin Sehmoğullarındandır.

Sözü dinlenen ve çevresini rahatlıkla etkisi altına alabilen atak bir kişiliğe sahip zekî, fedakâr, akıllı, bilgili siyasette dâhî, yiğit bir komutan. Risale-i Nur’da “dâhiye-i siyaset” olarak vasıflandırılan, Mısır’ın fatihi ve büyük bir devlet adamıdır.

Müslüman olmadan önce Mekke’nin ticaret ve siyaset hayatında önemli bir yeri vardı.

Sık sık ticaret kervanlarıyla dış memleketlere seyahatlerde bulunduğundan önemli dostluklar kurdu. Yakın dostu olanlardan birisi de Habeşistan’ın Hristiyan kralı Necaşi’dir. Bu dostluğundan ötürü, Mekke’li müşriklerin zulmünün tahammül sınırlarını aşmasından dolayı, adil Necaşi’nin memleketine sığınan Müslümanları geri almak için gönderilen heyete başkanlık yaptı. Ancak, Necaşi Müslümanları teslim etmeyince eli boş döndü.

Bedir Savaşına, Ebu Sufyan başkanlığındaki ticaret kervanı ile beraber olduğundan katılamadı. Uhud ve Hendek savaşlarında Mekke’li müşriklerin yanında yer aldı.

Amr’ın İslamiyet’i kabul etmesinde etkili olanlardan birisi dostu Necaşi’dir. Kendisine tabi bir gurupla Necaşi’ye sığınıp onun da desteğiyle Müslümanlara karşı mücadeleye devam niyetiyle Habeşistan’a gelen Amr, burada Peygamber Efendimizin (asm) elçisi Amr bin Ümeyye’yi görünce çok şaşırdı ve bilahare, elçinin kendilerine teslim edilip öldürülmesini isteyince, Necaşi’nin öfkelenmesine sebep oldu. Hükümdarı öfkelendirdiğinden ötürü büyük bir mahcubiyete düşerek özür diledi. Bunun üzerine Necaşi:

Musa’ya gelen Namusu Ekberin (Cebrail) kendisine geldiği bir zatın elçisini, öldürmek üzere sana vermemi istiyorsun, öyle mi? Yazıklar olsun sana ey Amr! Haydi sözümü tut da Ona tabi ol. Allah’a yemin ederim ki, O, gerçekten doğruluk üzerinedir. O, Musa bin İmran’ın (as) Firavun ve ordusuna galip geldiği gibi, kendisine karşı çıkanlara mutlaka galip gelecektir” dedi.

Amr, bu mübarek zatın huzurunda İslamiyet’i kabul ettiğini açıkladı ve bilahare Medine’ye giderek önceki günahlarının affı için Peygamber Efendimizden (asm) dua etmesini isteyip Müslüman olduğunu bildirdi.

Medine’ye Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin huzuruna geldiğinde iki Cihan Güneşi efendimiz onu görünce çok sevindi . Ashabına dönerek: “Mekke size ciğerpârelerini attı…” buyurdu kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendi.

Amr İbni Âs, Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimize, önceki yaptıkları günahların af edilip edilmeyeceğini sordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz de: “islâm öncekileri saymaz…” buyurdu.

İslamiyet’i kabul etmesiyle Mekke’li müşriklerin daha da zayıflamasına sebep olan, İslam tarihinde büyük başarılara imza atan, Amr İbni Âs (r.a.) biat ettikten sonra aklını, dehâsını, becerisini ve cesaretini İslâm’ın hizmetine verdi. Ömrünü hep savaş meydanlarında geçirdi. Fetih üstüne fetihler gerçekleştirdi.

Bir gün iki cihan Güneşi efendimize; “Yâ Rasûlallah! Bunca zaman İslâm’ın aleyhinde çalıştım. Bundan sonra İslâm’a girdigim belli ola…” dedi.

Efendimiz de: “Yakında, yakında..” buyurdu.

Amr İbni As (r.a.) Mekke fethine istirak etti. Huneyn’de bulundu. Suva ve Benî Hüzeyl kabilelerinin putlarını parçaladı.

Peygamber Efendimiz, Amr bin As’ın cesaret ve bilgisini yakinen bildiğinden, aralarında Hazreti Ebubekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra) gibi büyük sahabelerin de bulunduğu bir akıncı birliğine kumandan tayin etti.

Bediüzzaman, Uhud Savaşı’nın kazanılmak üzere iken kaybedilmesinin hikmetlerinden bahsederken şöyle bir yaklaşım geliştirir: “Müşrikler içinde, o zamanda saffı Sahabede bulunan ekâbiri Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazreti Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmeti İlâhiye, hasenâtı istikbaliyelerinin bir mükâfâtı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlartâ, o müstakbel Sahabeler, berki süyuf korkusuyla değil, belki bârikai hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmeti fıtriyeleri çok zillet çekmesin.

Umman’a, İslamiyet’i tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere gönderdi. İslâm’ı tebliğ neticesinde Umman hükümdarı Müslüman oldu. Peygamber Efendimizin (asm) vefatına kadar tayin edildiği Umman valiliğini sürdürdü. Vefat haberi üzerine Medine’ye geri döndü.

Hazreti Ebubekir’in (ra) halifeliğini kabul edip, bağlılığını bildirdi. Bu dönemde Güneydoğu Filistin’e gönderilen askeri birliğe kumandanlık edip, buranın alınmasında büyük emeği oldu. Hazreti Ömer (ra) zamanında Filistin’in kesin bir şekilde fethini sağladı.

Mısır’ın fethedilmesi konusunda halifeye telkinde bulunarak, alınması gerektiğine ikna etti. Bizans ordusunu mağlup ettikten kısa bir süre sonra İskenderiye’yi teslim aldı ve Mısır’a hâkim oldu. Kendisi, Mısır fatihi olarak tarihe geçtiği gibi buranın valiliği de kendisine verildi. Hz. Ömer (r.a.) onun devlet idaresindeki kabiliyetini takdir ederek “Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır” derdi.

Üstün idarecilik vasıflarına sahip olan Amr, daha önceleri kendi komutası altındaki İslam birliği arasında çıkan veba hastalığına karşı zamanında aldığı tedbirlerle, büyük bir felaketin önüne geçti. Mısır’da idari, iktisadi ve bayındırlık alanında çok önemli başarılara imza attı. Fustat şehrini kurdu. Burada kendi adıyla anılan bir cami yaptırdı. İlk defa bu camiye minare yaptırdı. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırarak Nil nehri ile Kızıldeniz’i birbirine bağladı. Babilon ile Kulzüm limanlarını birbirine bağlayarak deniz taşımacılığına çok büyük katkıda bulundu.

Hazreti Osman (ra) zamanında da bir süre Mısır valiliğini sürdürdüyse de daha sonra azledildi. Bu durumdan rahatsızlığını gizlemedi. Diğer taraftan, Hazreti Osman, kendisinden istifade edip danışmaya devam etti. Hazreti Osman’ın vefatını duyduğunda son derece üzüldü.

Hazreti Ali’ye (ra) biat etmeyip halifeliğine karşı çıktı. Ancak, iç karışıklıklara dahil olmayıp ortalığın sakinleşmesini bekledi. Bu tavrını Cemel Savaşı sonrasına kadar devam ettirdi. Bu tarihten sonra halifelik konusunda Muaviye’den yana tavır aldı ve Emevi Saltanatının kurulmasında katkısı oldu. Sıffin Savaşı’nda Emevi Ordusunun tam mağlup olacağı sırada, mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını taktırarak yenilgiyi önledi. Taraflar arasından seçilecek iki hakemle olayın barış yoluyla halledilmesini teklif etti. Hazreti Ali, Ebu Musa el Eşari’yi, Muaviye de Amr’ı hakem seçti.

Zeki bir siyasetçi olan Amr İbnü’l As’ın, Ebu Musa’ya hile ile Hazreti Ali’yi halifelikten azlettirip, daha sonra kendisinin de Muaviye’yi halife ilan ettiğine dair görüş yaygındır..

Muaviye’ye bağlı Mısır valisi olup vefatına kadar bu görevde kaldı. 40 küsur hadis-i serif rivayet etmiştir.

Haricilerin öldürülmelerine karar verdikleri üç kişiden biri olan Amr’ı, öldürmek üzere görevlendirilen Zazeveyh, sabah namazını kıldırmakla görevlendirilen Harice bin Huzafe’yi, Amr zannıyla öldürdü. Amr, rahatsızlığı sebebiyle sabah namazına gidemediğinden suikasttan kurtuldu. Bu olaydan üç yıl sonra (vefatı için hicri 47 yılı 48 yılı 51 yılı zikredilir) Ramazan Bayramı gecesi hasta yatağında yatmaktadır ve ağlıyordur oğlu Abdullah sorar;

-Niye ağlıyorsun? Ölümden ürktüğün için mi?

-Hayır der ölümden sonrasından korkarak ağlıyorum.

-Sen hayır üzerine yaşadın

-Ben idarecilik ve başka şeylerle iştigal ettim bunlar lehime mi oldu aleyhime mi bilmiyorum der ve tevbe istiğfar ederek, kelime-i tevhidi söyleyerek ruhunu teslim eder.

Cenab-ı Hak şefaatlerine nâil eylesin. Amin!

Soru:

Hakem Olayı Nedir? Sıffin savaşı sonrasında, Hakem Olayı’nda Hz. Amr bin As (ra) kararlaştırılan karara neden uymamıştır?

Cevap:

Hz. Amr (ra), o anda harb içinde olduklarını düşünerek “Harb hiledir” hadisine dayanmış olabilir. O dönemde, sahabeler arasında yaşanan fitneler içinde, iyi niyetle de olsa bazı kusurlar işlenmiş olması mümkündür.

Fakat ehl-i sünnet âlimleri, bu mevzuların üzerine lüzumsuz bir şekilde gitmenin yanlış ve zararlı olduğunu bildirmişlerdir. Bu ciheti izah eden Üstad Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası adlı eserinde şöyle demiştir:

Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi’ olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Hibr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat, “fitne kapılarını kapamak şeriatin güzelliklerindendir.” O bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen “O bir kandı. Allah bizlerin ellerini o kandan temiz kıldı. Biz de dillerimizi temizleyelim” diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar.

Çünkü itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hatta muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azim imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.”

Karşı tarafın başında olan Muaviye (ra) ve Amr bin As (ra)’ın sahabe olduklarında bütün ehl-i sünnet müttefiktirler. Onların o meseledeki niyetlerini Üstad şöyle anlatır:

Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”

Fetih Suresinin sonundaki sahabeleri öven ayetlerin sonunda onlara mağfiret vaat edilmesinin, sahabelerin istikbalde işleyecekleri bazı kusurların affedileceğine işaret ettiğini Üstad şöyle anlatır:

“(Mağfireten) kelimesiyle işaret ediyor ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret, kusurun vukuuna delalet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlub ve en yüksek ihsan, “mağfiret” olacak ve en büyük mükâfat ise; afv ile mücazat etmemektir. (Mağfireten) kelimesi, nasıl bu latif imayı gösteriyor. Öyle de Surenin başındaki (Taki Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı senin için mağfiret etsin) cümlesiyle münasebetdardır. Surenin başı, hakikî günahlardan mağfiret değil; çünki ismet var, günah yok. Belki makam-ı nübüvvete lâyık bir mana ile Peygamber’e müjde-i mağfiret(tir) ve âhirinde Sahabelere mağfiret ile müjde etmekle, o îmaya bir letafet daha katar.

Netice olarak, bahsi geçen şahıslar sahabelik faziletinin çok azim sevabını kazanmış olduklarından, işledikleri kusurların da affedileceğine Kur’an işaret ettiğinden ve bütün ehl-i sünnet âlimleri bu konuda müttefik olduklarından bu konuların üzerine giderek kalbimize onların affa uğramış kusurları sebebiyle kötü duygular girmesine meydan vermememiz en doğru yoldur.

Derleyen :Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Kütübü Sitte
  • Risalei Nur

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

 

Hz. Hüseyin, Sıffin Savaşı’nda küstüğü Abdullah ile nasıl barıştı?

Sıffin Savaşı’ndan sonra Hz. Hüseyin, meşhur kumandan Amr bin As’ın oğlu hadis alimi Abdullah ile konuşmuyordu. Yani küstü. Niçin küsmüştü, sonra nasıl barıştılar? Barışa en çok muhtaç olduğumuz günümüze de mesaj veren bu fevkalade değerli hatırayı gelin birlikte okuyalım Kütüb-ü Sitte’den özetleyerek:

Mescid-i Saadet’e gelen Hz. Hüseyin, selam verip bir köşeye çekilerek oturdu. Selamı alan Amr bin As’ın oğlu hadis alimi Abdullah ise yanındakilere eğilerek dedi ki:

– Şu zatı görüyorsunuz ya, melekler şu an yeryüzündeki insanların en hayırlısının bu olduğuna kânidirler. Ne yazık ki böyle en hayırlı insan benimle küs duruyor, konuşmuyor.. Abdullah sözünü şöyle bağladı:

– Sahralar dolusu koyunum olsa benimle konuşması için müjde olarak verirdim doğrusu..

Bu değerlendirmeyi dinleyen büyük sahabi Ebu Said el Hudri:

– Madem Hüseyin’in şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğuna inanıyorsun, öyle ise ben sizi barıştırırım.. diyerek araya girmeye karar verdi. Ertesi günü Abdullah’ı da yanına alıp Hz. Hüseyin’in evine gittiler. Kendisi önce girdi, Abdullah’ı da ısrardan sonra kabul ettirdi. Büyük bir saygı ile içeri girip kapıya yakın yere diz çökerek oturan Abdullah’a ilk soru şöyle geldi:

– Benim şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğumu söylemişsin, bu doğru mu?

– Evet, onda şüphem yoktur.

– Madem öyledir, Sıffin’de neden Muaviye tarafında yer alıp babama karşı savaştın? Halbuki babam benden de hayırlıydı?…

Böyle bir sorunun geleceğini düşünen Abdullah, iki dizi üzerine gelerek:

– Resulullah’ın aziz evladı, lütfen beni bir dinle, sonra kararını ver.. dedikten sonra Sıffin’de karşı tarafta yer alışına ait olayı ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.

– Babam Amr bin As, dedi, vaktiyle benim elimden tutarak senin şanı yüce deden Resulullah’ın (sas) huzuruna götürüp şikâyet ederek şöyle demişti:

– Ya Resulallah, bu oğlum Abdullah, ibadette aşırıya gidiyor, bütün gece namaz kılıyor, bütün günlerde de oruç tutuyor. Bu kadar ileri gitme, diyorum bana itaat etmiyor, dinlemiyor.

Senin şanı yüce deden bana o gün buyurdu ki:

– Abdullah! Ben de gece namaz kılarım, ama uyurum da, ben de gündüz oruç tutarım ama yerim de. Sen de öyle yap, bu kadar aşırıya gitme!..

Bundan sonra da hiç unutamadığım şu ikazını yaptı bana:

– Abdullah, dedi, sakın babana itaatsizlik edip de sözünden çıkma!

İşte beni Sıffin’de size karşı getiren, aziz dedenin bu tembihidir. Ben babamla birçok savaşlarda birlikte oldum. Şam’ın, Filistin’in, Mısır’ın fethinde yanından ayrılmadım. Ama Sıffin’e gelince durdum, yanında yer almaktan kaçındım. Çünkü buradaki cephe, bundan öncekiler gibi yabancılardan oluşmuyordu. Karşımızda kardeşlerimiz vardı. Bunun üzerine babam bana ısrar etti, babaya itaat etmem gerektiğini Resulullah’ın söylediğini hatırlattı. Ben de o tembihe karşı gelmiş olmamak için Sıffin’de babamın yanında yer almak zorunda kaldım, dolayısıyla size karşı görünmüş oldum. Ancak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki; asla ok atmadım, asla kırıcı bir söz söylemedim, yani savaşa iştirak etmedim.. Sadece babama itaatsizlik etmiş olmamak için orada bulundum.. Abdullah, sözlerine şunu da ekler:

– Buna rağmen keşke ben katıldığım önceki savaşlardan birinde ölseydim de bu olayda sizin karşınızda yer almış gibi görünmeseydim. Gece gündüz bunun pişmanlığını duymakta, tövbe istiğfarını yapmaktayım..

Bu sözlerden sonra Hz. Hüseyin’in yüzünde tebessüm işaretleri görülür.

– Allah herkesin niyetini ve kalbini bizden iyi bilir.. der. Bu sırada bir sessizlik olur. Ebu Said el Hudri’nin teklifi duyulur:

– Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?

Abdullah oturduğu yerden saygı ile kalkarak Hz. Hüseyin’e doğru yürür, muhabbetle kucaklaşırlar, küs duran Müslümanlara böyle barış örneği vermiş olurlar.

Bilmem bu tarihî konuşma ve kucaklaşma bize de bir şeyler fısıldamış oluyor mu? Artık bizim de aynı şekilde birbirimizi dinleyip kucaklaşma günlerinde olduğumuzu hatırlatmış sayılıyor mu?


Ahmed Şahin  / Zaman