Etiket arşivi: sır

Kalb

Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i ma’neviyesi hükmündedir.( Bediüzzaman, Telvîhât-ı Tis’a)

Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki kalp, kan pompalayan bir organdan çok daha farklı fonksiyonlara sahiptir.  İnsan vücudunda en güçlü ritmik elektromanyetik alan kalbe aittir.

kalp ve allah - animasyon insanYapılan araştırmalarda Kalbe gelen sinyallerin düzenli ve devamlı  olmasının önemi vurgulanmaktadır. Halimizin, taşıdığımız duyguların  ve davranışlarımızın kalbe tesiri kaçınılmazdır. Öfke, ümitsizlik, panik gibi hisler kalp atışlarında düzensizliğe sebep oluyor.  Allah ile bağlantımızı koparan her şey kalp için problemdir. Kalpte sıkıntıya sebep olan haller pek çoktur. Çok konuşma, çok uyuma, çok kazanma hırsı, kıskançlık, nefret, kin, kibir, su-i zan, dünyevî meşguliyetlerin çokluğu ve  dert edinilmesi gibi hususlar kalbi etkilemekte ve mânevî imkişâfına engel olmaktadır.  Bunlar kalbin manevi hastalıklarıdır. Kabin tasaffi ve arınması  için bu kötü hasletlerden uzaklaşılması gerekir.

İnsan bedeninde ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ” denilen mânevî latifeler vardır. Bu latifelerin tamamı ‘kalb’ ekseninde bulunmakta ve onunla  ifade edilmektedir. ‘İnsanın kalbi’ dediğimizde, bu latifeler kastedilir.

Âlemde var olan her şeyin insanda karşılığı vardır. Meselâ; âlemde ”Levh-iMahfûz” var, insanda ”hâfıza” vardır. Âlemde ”Ay”, insanda ”akıl”; bir başka ifade ile, âlemde ”Arş” var, insanda ”kalb” vardır. Kalb ile aklın muvâzenesi yapılırsa, Arş ile Kürsî, veya Güneş ile Ay gibi değerlendirilir. Çünkü akılda bağımsız bir idrak kabiliyeti yoktur. Akıl, nurunu kalbin ziyasından alır. Yani bir başka ifade ile, insan kalbi Arş’a benzer, akıl ise Kürsî’ye. Zaten emirler Arş’tan Kürsî’ye inmektedir. Kürsî, Arşla varlıklar arasında bir köprü görevi yapmaktadır. Tecelliyât  Arş’da gerçekleşmektedir. Tıpkı Güneşin ziyasının kendisinden olması ve Ay’ın nurunu ondan alması gibi. Kalb de doğrudan doğruya İlâhî ilhamlara mazhar olurken, akıl da dersini ondan almaktadır.

İnsan bu âlemin kapsamlı bir fihristesidir. Yani maddeten binlerce âlemin özüdür,  özetidir. İnsan kalbi de binlerce âlemin mânevî haritası, navigasyon cihazıdır. Âlemde tecelli eden binbir isim, aynı anda kalb üzerinde de tecellisini göstermektedir.

Madem insan hem kâinata fihriste, hem de binbir İlâhî ismin tecelli yeridir. Böylesine mükemmel ve donanımlı bir cihazın çalıştırılması, işletilmesi, fonksiyonlarının tam ve mükemmel bir biçimde harekete geçirilmesi gerekir ki, bir ayna ve tecelligâh olduğunun farkına varsın.

İnsan kalbi, sonsuz hakikatların mazharı, medarı, çekirdeği olabilecek kabiliyette yaratılmıştır. Kalb cüzdanında bulunan on letâif inkişâf ettirilse, enfüsî ve âfâkî dairelerde tecellî eden bin bir isim ve sıfat-ı İlâhiyeyi anlayabilir, keşfedebilir, tartabilir. Tasavvuf ehlinin yazdıkları kitaplarda bu dünyanın sırlarını görmek mümkündür.

Cenâb-ı Hak, on tane cihazı kalbe yerleştirmiştir. Bunlar; ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ, nefis” ve insan bedeninde bulunan ”su, hava, toprak ve nûr” denilen dört unsurdan o unsura münâsip bir latife-i insaniyedir. Bunlar mülk âlemine, beşi de (kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ) Melekût âlemine bakar.

Kalbin on letâifini inkişâf ettiren bir mü’min, bu on cihazla imkân âlemini aşarak, mâsivâyı (Allah’tan gayri her şey) terke muvaffak olur. Ve bu âlemin arkasındaki âlem-i vücûba ulaşır, tecelliyâtı seyreder. Kalbi tam anlamıyla gelişmiş Nebîler, asfiyâ ve evliyâ kesimi Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâl-i İlâhsiî ile müşerref olmuşlardır.

İnsanın mahiyetine konulan ve bütün âlemleri açacak olan cihazâtın gayesine uygun bir tarzda  çalıştırılması ve geliştirilmesi halinde, hem âlem-i imkân, hem de âlem-i vücûb birden açılır. Aksi takdirde bütün âlem kapalı kalır.

Çekirdek mahiyetinde olan kalb, ”iman, İslâm ve ubûdiyyet” le çalıştırılsa, hem âlem-i vücûbun keşfine erişir, hem de Cennet gibi bâkî bir meyve verir.

”Ubûdiyyet toprağı” altında, ”imân ziyâsı”yla, ”İslâmiyet suyu”yla, ”kelime-i tevhîdin nesîmi”yle buluşan kalb, gerçek gayesini, vazifesini ve mahiyetini anlamış/kavramış olur.

Bu hakîkatı; Gavs-ı Geylânî, İmâm-ı Rabbânî, Bediüzzaman gibi zatlar eserlerinde ve hallerinde isbat etmişlerdir.

”Lâ ilâhe illellah” kelimesi, kalbi harekete geçiren bir başlangıçtır. Bir kısım kudsî kelimeler de anahtar görevi ifa ederler.

Bediüzzaman Hazretlerinin ve mesleğinin evrâdı ise; ” namazı ta’dîl-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbîhâtı yapmak, Besmele ile beraber salevât-ı şerîfeye devam etmek, akşam ile yatsı arasındaki evrâdı okumak, Risâle-i Nûr’u mütefekkirâne mütalaa etmek, Hakîm ve Rahîm isimlerine mazhar olmak”tır. Kısaca, ”kurb-i ferâiz”dir. Bu mesleğin şiârı ise; ”Lâ Ma’bûde ve lâ Maksûde illâ Hû”dur.

Kalplerimizin, kalbin hakiki sahibi için ve Onun adına atması niyazıyla…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Vicdan ve Nefis

İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek gerekir. İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebiliriz.

Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da, nefis mekanizmasını meydana getirirler.

Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir mekanizma hâline gelir.

Her hafta Cumartesi günleri devam eden Keşan Risale derslerine Abdülhamid Oruç Hoca konuk oldu. Devamını hep birlikte izleyelim…

Zikir Sizi Var Kılar

ZİKİR BİZİ var kılar. Biz Onu zikrederiz, O da bizi zikreder. O bizi zikredince var oluruz. Varlık Onun bizi zikrinden başka ne ki? Gerçi bizim Onu zikrimiz de Onun bizi zikrindendir ya. Var olmasak nasıl zikredeceğiz? Demek önce O bizi zikreder. O bize “ol” der. Zikreder. Biz ise olur olmaz “Elhamdülillah” der ve Onu zikrederiz. O bizim ismimizi anar, kendinden bir isim verir bize, biz Onun isimlerini anarız. İsmimiz de Ona aittir. Biz Onu en çok bize verdiği isimle anarız. Her bir elhamdülillah ardından bize yeni bir varlık kategorisi bahşeder. Elhamdülillah.

Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassı “Zekeriyanın Rabbini zikredişi ve zikri sonucu ona Yahya’nın verilişi” zikrin bizi var kıldığı bağlamında anlatılır. Allah Meryem suresine “Bu Zekeriya kuluna rahmetin zikridir” diyerek başlar. Allah Zekeriya’yı anar, anması Onun rahmetindendir,önce O anar, sonra ayetler “Hani o sessizce Rabbini anmıştı” diyerek devam eder. Önce Allah Zekeriyayı anar, sonra Zekeriya Allah’ı anar. Zekeriya’nın anışı sessizdir, aczini ifade eder. Allah’ın anışı rahmettir, kudretini ifade eder.

Zekeriya Rabbine şimdiye kadar dualarında hiç boş çevrilmediğini söyler, yani hamdeder, kuşkusuz her kulun duaları surette kabul veya reddedilir, bazen de ertelenir, bazen dua daha iyisiyle kabul edilir, bazen ahirete bırakılır, ancak her halde duaya cevap verilir, bu her hal, hamdedilmesi gereken kabulde de redde de en hayırlısı buymuş diyebilen imanın belirtisidir. Zekeriya imanını ikrar eder. O samimidir. Hakikaten de her zaman dua etmiş, netice ne olursa olsun hayır bilmiş, hasılı hiç eli boş dönmemiştir. Sonucu hayır bilmek eli dolduran şeydir.

Allah ona Yahya isminde bir oğul müjdeler. Allah ona hem varlık verir, hem de bir isim. Bu bizim için de geçerlidir. Her kul Allah’a teveccüh eder, bu teveccühn sonunda her kula Allah onun mizacına göre bir şey verir. Bu İbrahim’de Haliliyettir, o ona yzünü semavat ve arzın Fatırına çevirmesi ile kavuşmuştur, bu Meryem’de Betül oluştur, o buna tebettülü sayesinde kavuşmuştur. Zekeriya’da ise hafi bir zikre verilen karşılık Yahya’dır. Bu bizim için şu anlama gelir, siz acz içinde en olmayacak şeyde dahi Rabbi hafi olarak zikrederseniz, o size Hayy ismi ile tecelli eder, size bir yeni yaşam imkanı açar, mertebe-i hayatınızı yükseltir, nasılı, kişiye göre değişir. Her tevacüde(vecde yönelim), bir vecdle(bulmak) mukabele edilir.

Herkes var olmak için birşeylere tutunur. Tutunabileceklerinizin en sağlamı zikrullahtır. Herkesin Onu zikredişi de farklı farklıdır. Ancak yollar ne denli farklı olursa olsun Gaye-i Yegane O olunca sonucun hayır olması kaçınılmazdır. Çünkü Hayır bütünüyle Onun elindedir. Yalnız Onun sizi hatırlaması sizi var kılmaya yeter, Onun sizi bilmesi sizi var kılar, O sizi biliyordu, vardınız, bilecek, var olacaksınız.

Onun sizi anmasını, bilmesini salt tenzih makamında anlamayın, tüm zişuurun sizi anması, bilmesi, Onun tezahüründen başka değildir.

Biz anılmamaya bilinmemeye anlaşılmamaya dayanamayız. Bu bir kusur değildir. Çünkü O da anılmak, bilinmek, anlaşılmak ister. Biz Onun yansımasıyız. Anılmak, bilinmek, anlaşılmak, hatırlanmak arzumuz, Onun bu yöndeki arzusunun bir tezahürüdür, hem anılmamızın hem anılmasının. Yani hem “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” madem ki anılmak istiyoruz öyleyse anılacağız. Hem de bunun illeti enemizin kıyası ile hasıl olur ki, O da anılmak ister, anlarız, Onun isteğine mukabele eder Onu anarız, andıkça var oluruz, çünkü andıkça anılırız.

Bazıları insana ilişkin her durumu çözebilecek bir tek anahtar kavram peşindedir. Bazıları bu kavramı zanlarınca bulmuştur. Sihirli bu kavram onların her duruma gösterdikleri bir jokerdir. Bir meselede ne zaman tıkansalar, meseleyi açıklamayasalar o kavram kartını çıkarırlar. Bilmiyorum dememek için yaparlar bunu…

Yahut çok zahmete girmek çok yorulmak istemezler, her duruma ayrı ayrı düşünüp bir neden bulmak yorucudur. Her nedenselliğe bu joker kavramı göstererek cevap bulduklarını sanırlar, bu onların aklından değil, kolaycılıklarından yahut o kavrama ilişkin tutkularındandır.

Ama her duruma cevap verseler de her duruma gerçekten cevap olamazlar. Anahtar kavramları o kadar büyük değildir.

Gerçekten akıllarıyla hareket etselerdi, insani her duruma kaşı bulunabilecek “aşk”, “ölüm”, “acz” gibi tek bir kavram olmadığını bilirlerdi. Çünkü gerçekten faal akıl kendi çaresizliklerini, sınırlarını, çözümsüzlüklerini de bilir. Çünkü vahye tabi akıl bize şunu söyler, madem ki insana tüm isimler verilmiştir, her durumu bir kavramla açıklamaya çalışmak beyhudedir. Her duruma karşılık gelen bir başka isim vardır. O olayın anahtarı odur.

Her insanın, her durumunu açıklayan başka bir isim vardır dedik. Ancak herşeyin birliği de aşikardır. O halde bir üstçatı kavram olmalıdır. O ancak Allah’tır. Çünkü sadece Allah kelimesi insan kelimesinin tüm nedenselliklerini açıklamak için yeterince geniştir. Aksi taktirde her şeye bir kavramla cevap veren adamlar yalnızca kendilerini tatmin eder, o kavramın taraftarı olmaktan öteye gidemezler.

Hareketleri bütünüyle duygusaldır, hikmetten uzaktır.Tembelliktir. Kolaycılığa sapmaktadırlar her sebepliye ayrı bir sebep bulmak zor gelir onlara. Kullanmaya, zikretmeye üşendikleri diğer isimler, onlara kızarlar.Kızgınlığın sonucu da o isimlerin hükmettiği manalardan ve bir sürü varlık imkanından mahrum kalmaktır. Ceza suça uygun verilir.

Bir de bakışları asla tenzihten teşbihe gelemeyen, bu ikisini dengeleyemeyen adamlar vardır. İsimleri zikrederler ama salt tenzih makamındadır zikirleri. İnsanın tüm azaları, latifeleri ile mutlâka soyuta, tenzihe yönelemeyeceğini, bazı latifelerin teşbihi istediğini anlayamazlar. Onlar bu latifelerini aç ve kıvranarak bırakmayı erdem sanırlar. Onlar dünyayı, bedeni, maddeyi sakil görürler. “Oysa madde mananın zuhuru için büyük bir imkandır, keşke bilselerdi.”(Konevi) O zaman “Dünya annemizdir, üzerimizde ahirete göre öncelik hakkı vardır”(Arabi), Sıla-i rahim dünya ve içindeki herşeyle yapılır(Konevi)anlarlardı. Bu Allah isminden kaynaklanır,Allah kendine gelen yolu tenzihle teşbih arasına koymuştur. Gerçek tevhid mahlukatı ayrı Allahı ayrı görmekle değil, doğrudan ya da dolaylı tasarruf edenin hep O olduğunu görmekle olur. Aleme meyledişimiz de teşbih makamında Ona meylediştir, sadece farkında olmak meyledişin ibadet olması için yeter, zira ibadette niyet şartı vardır. Ah keşke anlasalar.

Üstçatı kavram olarak Allah kavramını kullanmak da kullanıcısına bağlı olarak işlevseldir, kullanıcı bu kavramın ne demek olduğunu bilmezse onu kullanamaz ki, mesela “Allah bize yeter” der, ama ya Onun zatı bize yeter demek ister, ki bu yanlıştır, biz Onun zatına muhatap değiliz. Onun zatı kendine dönüktür, alemden müstağnidir, alemden yani senden, senle ilgisi yoktur. Ancak ve ancak kalbinin sır dediğimiz en derin yerinde bir şey Onun zatına yönelir ve tutunur. Bu ise dışarıda imanla bağlananın imanının tezahürleri biçiminde görünür. Ne zata ne sırra akıl erir.

Ya da bunu bir isim için söylerler mesela Rahim ismi “şefkat” bize yeter derler aslında, Allah bize yeter derken, ama bu da doğru olmaz. çünkü tüm isimlerle isimlendirilmiş insana bir isim yetmez, insan sürekli olarak “daha yok mu(hel min mezid) diyerek gezer.

Bu sebeple onu sadece Allah mutmain eder, ona sadece Allah yeter. Sadece bu kelime tüm isimler, tüm tezahürler, tüm tecelliler, tüm haller, tüm varlıklar demektir. Allah kelimesini alemden ayrı düşünmek, kelimeyi anlamamaktır, alem o kelimenin zuhurudur.

Allah bize yeter, bize ancak herşey yeter demektir. Alem ve içindekilerin hepsi, alemin öncesi, şimdisi ve sonrası, dünya ve ahiret, sevdiklerimizin hepsi, latifelerimizin hepsi, onlara gıda olan durumların, hallerin hepsi, aleme dair manaların ve hikmetlerin hepsi, onda tezahür eden isimlerin hepsi, o isimlerin kendisinde cem olduğu makam Allah bize yeter, demektir. Allah bize yeter, hakikatinde “İnsan kadar açgözlü bir varlık yoktur, bu onun yapısındadır, onu ancak sonsuzluk doyurur” demektir. Sonsuzluk ise şimdiden hali değildir. Bilakis şimdiyi de tüm şimdileri de içerir.

Şimdi “zikrullah bizi var kılar” demek başka bir anlamlı oldu. Biz aslında farkına varsak da varmasak da hep Allah’ı anarız. Bir sürü kelime sayabiliriz zikrederken, kimi ev der, kimi araba, kimi sevgilisini söyler, farkında değiller, aslında her biri bir ismin vechinden Onu anar. Hamdin tümü Ona döner. Allah kendisinden başkasına ibadet edilmemesini, yinelinmemesini yazmıştır. İbnül Arabi’ye göre bu tekvini bir ayettir. Putperestin tapındığı imge de Onun bir isminin bir zuhurudur. O da aslında Ona tapmaktadır. Ama insan için kıymet-i harbiye ancak şuurladır. Şuur yoksa, neye yöneldiğinde kime yöneldiğini bilmiyorsan, hakikati Ona dönse de, bu zikir senin için bir şey ifade etmez.

Her durumumuz onun bir ismine tekabül eder her durumumuz Allah’lıdır. Her neredeysek O bizimledir. Süreklidir anışımız kesinti yoktur. Her nefeste “hu” der gibi anarız hüviyetini, tüm varlığa aşkımız, Ona aşkımızdan baka bir şey değildir. Çünkü varlık Onun hüviyetidir. Hüviyet Onun zuhurudur. Biz de Onun bir zuhuruyuz. Bu yüzden kendimizi de severiz. Hakikatte Ondan başka kimseyi sevmeyiz, ancak bazen bunu farkedemeyiz.

Fark edememe durumu farktan hasıl olur. Biz mahlukatı ayrı Onu ayrı telakki ettiğimizde, mahlukata bir sevgi Ona bir sevgi paylaştırılır, sonra sevginin hepsini ona yönelteceğim derdine düşülür, oysa geride bıraktığın kimdir. Mahlukatta görünen kimdir?

Aslında ikilik yoktur, sadece fark ehli onu iki görür.İnsan her nereye dönerse Ona döner, her neye yönelirse Ona yönelir, her neyi severse Onu sever, her neyi bilirse aslında Onun bir yönünü bilir. Varoluş çabalarımızın hepsi zikrullaha dahildir. Biz onlara boş iş demedikçe de hükümleri boş olmaz.

Not: Zikrin insanı var kılması ile ilgili tafsil için Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassına, ve şerhlerine bakmak iyi olur.

27/02/2012

© 2010 karakalem.net, Mona İslam

Gıybete Dair üç Hadis Okuması

Bir Müslüman olarak, diğer bir Müslümanı şerefine halel getirilmek istenen bir yerde yardımsız bırakırsam, Allah da beni kendisinden yardım gelmesini istediği bir yerde yardımsız bırakır. (Hadis)

Gıybeti edilen kardeşimin eli kolu bağlıdır, dili tutulmuş, itiraza mecali kalmamış, tümüyle savunmasızdır. Ölü gibidir; hürmeti en çok hak ettiği yerde, şerefi çiğnenmektedir, onuru zedelenmektedir, kişiliği rencide edilmektedir. O ortamda, hiç de hak etmediği bir şekilde anılmaktadır.

Hatası hakkında gerçek olsa bile, onu o hata ile anacak olanlar, onu sadece o hatadan ibaret bilecekler, onu o hatasını hiç terk etmeyecek diye bilecekler. Oysa, Müslümanın hatası geçicidir, tövbe ile hatasından dönebilir. Oysa, Müslümanın sadece hatası yoktur, iyilikleri de vardır; hatta hatasından dönüşü bile iyilik sayılacaktır. Şu halde, gıybeti edilen her mümin kardeşim, o ortamın ölüsü olarak beni yardımcı tayin etmiştir.

Ona en çok yardım etmem gereken yerdeyim ben. Hem sonra, Allah bir kulunun dokunulmazlığını benden de, o kulun kendisinden de daha çok önemsemektedir, öncelemektedir. Ben de Onun katında dokunulmaz olmak istiyorsam, Onun dokunulmaz kıldığına dokunmamam gerektir. Dünyada ve ukbâda güzel bir adla anılmak istiyorsam, insanları gıybet etmekten dilini muhafaza etmeliyim. Çünkü insanları gıybet etmeyen kimseyi, Allah hem dünyada hem ukbâda yardımına mazhar edip başarıya ulaştırır.

Dünyadaki yardımı şudur: Bana birisi dil uzatacak olsa melekler o kişiyi benim adıma yalanlarlar. Ahiretteki yardımına gelince: Allah Teâlâ’nın yaptığım çirkin şeyleri affedip, yaptığım iyilikleri dergâh-ı uluhiyyetinde kabul buyurur. (hadis)

Ne güzel ki, sadece dilimi tutarak, hem dünyamı hem ahiretimi ayakta tutabilirmişim.

Ne büyük hüsran ki, sırf dilimi tutmadım diye, dünyada da ahirette de şerefim ve itibarım elimden gidiyor. İnsanların en hayırlısı olarak insanlara faydası dokunan biri değil miyim yoksa? (hadis)

Gıybetini ettiğimin yüzüne söyleseydim ona faydam olacaktı. Belki hatasını görecek, bir daha yapmamaya karar verecekti. Gıybetini edeceğime sussaydım, ona o hatadan dönmesi için fırsat tanımış olacaktım.  Pişman olmaya vakti ve yüzü olacaktı.

Ama sırrı ifşa edildiği için, kötülüğü dillere düştüğü için, kötülük onunla birlikte anıldığı için, onu hatasına kilitledim, kötülükte ısrar etmesi için nefsine koz verdim. Üstelik, onu da, beni dinleyenleri de, belki ömür boyu birbirlerine karşı önyargılı eyledim. Ne gıybetini ettiğim kardeşim onlara karşı savunabilecek kendini, ne de onlar ondan savunma isteyecek. Arada hep kusur kalacak, arada hep o önyargı duvar gibi duracak.

Demek ki, bana faydası olmayan gıybetle, kardeşime de, gıybetini dinlettiğim diğer kardeşlerime de faydam olmadı. Aksine zarar içinde zarar açtım kendime, dinleyenlere ve gıybetini ettiğime. Öyleyse nasıl insanların en hayırlısı diye anılabilirim?

Senai Demirci