Etiket arşivi: sırat

Acaba kim ilerici? Kim gerici?

Bir haftalığına çıkacağımız bir seyahat veya yolculuk için, bazen aylar önce hazırlıklara başlarız. Hele hele bu yolculuk, yabancı dilini bilmediğimiz bir ülkeye olursa, yıllar önceden o memleketin lisan kurslarına başlarız. Nitekim bendeniz, bir aylığına bir teknik araştırma için Japonya’ya ve İngiltere’ye gönderileceğim zaman, okul İngilizcemi yeterli bulmayarak, kendi imkânlarımla 18 ay daha İngilizce kurslarına devam etmiştim. Beni hiç kimse yadırgamadığı gibi, çok da takdir edilmiştim. Gerçekten de çok işime yaramıştı. Bana vaad edilen yukarıdaki yolculuğumdan cayılma ihtimali de vardı. Bunlara rağmen, o hazırlıklar için hiçbir masraftan da gayret ve fedakârlıklardan da kaçınmadım.

Oysa her birimizin önünde ve yakın bir zamanda, öyle zorunlu yolculuklarımız var ki, cayılma ve vazgeçilme ihtimali HİÇ YOK. Tek bir kişi bile istisna bırakılmayacak. Üstelik de bu yolculuk çok uzun ve altı aşamada tamamlanacak ve her aşaması da çoook uzun yıllar sürecek. Bu zorunlu yolculuktan birinci aşama; Kabirdir. Kabir, kişinin dünyaya gönderiliş sebebini yerine getirişine göre, ya cennet bahçelerinden bir bahçeye, ya da cehennem çukurlarından bir çukura dönüşecek. Süresi ise binlerce seneden beri orada ikamet edenler olduğu gibi, bu sevkiyatın daha ne kadar süreceği de Allahın ilmindedir.

İkincisi Haşirdir; Yâsîn S., 51. Â.: “Sûr’a (tekrar)üfürüldü(ğünde) kabirlerinden fırlayanlar, süratle Rablerine (mahşer yerine) doğru gidecekler.” Diriltilip, mahşer yerinde toplanmanın, yani o zorla sevk edilmenin süresi, 1000 yıl civarında olduğu bildiriliyor…

Üçüncüsü Kıyamet; (1000 sene olduğu bildiriliyor.) Secde S., 5. Âyet: Allah, gökten (meleklerle) bütün dünya işlerini idare eder. Sonra (melekler o işlerde), bir günde O’na yükselir ki, (o günün) miktarı, sizin saydıklarınızdan (dünya yılından) bin yıldır…

Dördüncüsü Sırat: Yani Sırat köprüsü, Nass ile sabit olup, mahşer gününde cehennem üzerine kurulacak olan köprüdür. Kur’an-ı kerimde mealen buyruluyor ki: Saffat S., 23-24. Ayet. “Allah, meleklere şöyle emreder. Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna (sırata) koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” Dünyadaki köprüler sabit ve herkes için aynı olmalarına rağmen, Âhiretteki bu köprü, kişilere ve onların amellerine göre değişkendir. Bu Hadîs-i Şerif, Cehennemlik olma veya kurtulma arasında bocalanan bir sorgulama süreci olarak da te’vîl edilmektedir. Nice kimseler Sırattan geçtiğini bilmeyip, meleklere derler ki: “Bize vaad edilen Sırat ve Cehennem nerede kaldı, biz onlardan geçtik mi?” Melekler de şöyle cevap verirler: “Siz Cehennem üstündeki Sırattan geçtiniz; fakat Cehennem ateşi sizin nurunuzdan çekilip, örtülmüştü.”[Bkz.: Camius-Sagir] Bu yolculuklardaki bildirilen o uzun süreler ve zaman, kişilere göre değişken olacaktır.

Yani Mü’minler için Tayyi zaman işletilecektir.

Tayyı zaman; “Zamanı ortadan kaldırmak” demektir. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamaktır. Mesela: Kur’an-ı Kerimde beyan edilen “Ashab-ı Kehf” mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün kadar kaldıklarını zannettikleri gibi…

Beşincisi Mahkeme-i Kübra; Adaleti İlâhinin tecelli ettiği tek ve en büyük mahkeme. İbrahim S., 42. Âyet.: Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor. Nebe S., 40. Âyet: Kâfir, “ah! Ne olurdu ben de toprak olsaydım” diyecek. Yani keşke, dünyada hayvan olarak yaşasaydım da onlar gibi sorgulanmasaydım ve bu acı âkıbete düşmeseydim diyecek…

Altıncısı ise Bu yolculuklardan sonra da Dünya hayatındaki kazançlarına göre yâ EBEDÎ Cennetlere (inşallah) veya Cehenneme (Allah muhafaza etsin) kadar devam edecektir. İnanmamak, asla bu zorunlu yolculuğa engel değildir, Cennetlere engeldir. Âl-i İmrân, 133.: “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”Râ’d 24.: Melekler: Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (Cennet) ne güzeldir! (derler).” Peygamberimiz SAV, Yüce Allah’ın “Ben salih kullarıma Cennette öyle nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bir beşerin hatırına gelmiştir” buyurduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Tefsir 32:1.)

İspat mı istiyorsunuz? Düşmanlarının tamamının “Muhammed-ül EMÎN” dediği ve insanlığın en doğru sözlüsü Peygamber efendimiz, gidip bunları görerek gelip haber vermiştir. Gelmiş-geçmiş bütün 124 000 Peygamberler, 224 000 Asfiya ve evliyalar da aynı yolculukları haykırmışlar. Kâinâtın Hâlikı ve her birimizin Rabbi olan Yüce Allah cc bu konuda gevşekliğe ve gaflete düşmeyelim diye gönderdiği Kur’ân-ı Kerîmin birçok yerinde, üstelik de tekrar tekrar bildirmiştir…

Şimdi, şu can alıcı sorulara cevap arayalım: Bir haftalık, bir aylık, birkaç yıllık yolculuklar için bunca hazırlıklar yapan ileri görüşlü (!) insan, acaba şu mutlaka sevk edileceğimiz 50 000 senelik yolculuklara niçin çok ciddi hazırlıklar yapmaz? Veya en çok 100 senelik bir dünya hayatı için 20-30 sene tahsil zahmetlerine ve masraflarına katlanan insan, acaba şu 50 000 senelik yolculuklar için ve EBEDÎ ahiret hayatını Cennetlerde geçirmek için, niçin 2-3 senelik tahsile nazlanır? Hatta hazırlanmak isteyenlere, acaba niçin engel olurlar?…  Ne dehşet verici bir şeydir ki; 16 sene okula git, Dünyaya niçin geldiğine dair, Hiçbir şey öğrenme!!!” (Mahmud Efendi Hz.)

Bu yolculuklara hazırlanmayı ihmal edenlere, acaba ilerici veya İLERİ GÖRÜŞLÜ denilebilir mi? Acaba bu yolculuklara ciddi bir şekilde hazırlananlara, niçin ve hangi akla hizmetle GERİCİ deniliyor? İSLÂMİYET, akıllı ve İLERİ görüşlü insanların tercihidir. Bu Tercihi Yapanlara da MÜSLÜMAN denir! NAMAZ ise bu tercihi yapanların ALÂMETİDİR!(U.A.)

Ya İslam’la yükselir, Ya inkârla çürürsün. Yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün. N.F.K.

A. Raif Öztürk – Nuraniyyat

 

İmtihanımız Devam Ediyor

İmtihanımız devam ediyor… Hem de ara vermeden, şiddetlenerek…

Belki de farkında olmadan her gün sırat köprüsünden geçiyoruz. Bu köprüyü geçip geçmediğimizi de çoğu zaman bilemiyoruz. Ama şurası değişmez bir gerçek ki, her gün sıratı ya salimen geçiyoruz veya tökezliyoruz, ayağımız kayıyor, düşecek gibi oluyoruz; hatta düşüyoruz, ama haberimiz olmuyor.

Dehşetli, korkunç, tehlikeli bir asrın insanlarıyız. Günahlar, haramlar bizi ablukaya almış. Acımasız, öldürücü taarruzlara maruzuz. Sert fırtınaların, haşin kasırgaların saldırılarına karşı dayanmaya, ayakta durmaya çalışıyoruz. Bir yerlere savrulmadan, kaybolmamak için bir yerlere tutunmaya çalışıyoruz. İşimiz hiç de kolay değil. İnce, uzun bir yoldayız. Hedefimize varmak için, seçtiğimiz yol da dik yamaçlardan, sarp kayalıklardan geçiyor. Daha da ötesi, yolun bazı bilemediğimiz yerlerine mayın döşemişler; eşkıyalar da her an yolumuzu kesebilirler.

Bir asır önceden Bediüzzaman; “insafsızca eleklerden geçiriliyorsunuz” ikazında bulunmuş. Tehlikenin ciddiyetine ve önemine dikkatlerimizi çekmiş. “Bir yerde kırk vefiyattan, ancak birkaç kişinin imanla kabre girdiğini; diğerlerinin bu imtihanı kaybettiklerini” haber veren Bediüzzaman’ın bu acı ve ürpertici haberi de şimdiye kadar bize bu imtihanın ciddiyetini ve zorluğunu anlamamıza yetmeliydi.

Zübeyir Ağabeyin “Diğer ehl-i dinin bir imtihanı varsa, bizim iki imtihanımız var. Sâir Müslümanların imtihanına ilâveten, bizim bir de Risale-i Nur’daki hak ve hakikatları öğrenme ve yaşama mükellefiyeti gibi önemli bir imtihanımız var” sözünü hatırlayalım. Evet Nur’un Talebeleri olarak bu noktada hiçbir mazeretimiz olamaz, olmamalı. Bediüzzaman’ın mesleğini, meşrebini önce öğrenme, sonra nefsimizde hayata geçirme, daha sonra da olduğu gibi yansıtma ile sorumlu olan insanların elbette imtihanları çetin, sorumlulukları çok, omuzlarındaki yük ağırdır. Ahir ömre kadar bu ağır yükü, bu önemli sorumluluğu yerine getirmekle vazifeli olan hadimler her türlü zahmeti peşinen kabullenmeyi göze almalılar.

İmtihanımız devam ediyor. Ara vermeden, şiddetlenerek… “Su uyur, düşman uyumaz” misâli ifsat komiteleri, karanlık güçler hiç ara vermeden iş başındalar. Onlar tatil yapmazlar. Meslekleri ifsattır, bozmaktır. Onlar bizi bilir, biz de onları çok iyi tanırız. Onların işi ifsat edip, bozmak ise; bizim vazifemiz de tamir ve tahkim etmektir. Onların mesleği bozgunculuk, ifsat etmek ise, bizim şiârımız ve mesleğimiz kardeşliği ve tesanüdü canlı tutarak karşı durmaktır. Onların işi suret-i haktan görünüp, senaryolar üretip, tuzak kurmak ise, bizim mesleğimiz ve işimiz sebat edip, basiret gösterip, tesanüdü sağlayıp, onların şeytânî planlarını ve tuzaklarını boşa çıkarmaktır.

Geçmişte bize olan düşmanlıklarını, ihanetlerini gizlemeden, açıktan yapıyorlardı. Hücum ve saldırıları aleniydi, aşikâre idi. Hiçbir gizliliğe gerek görmeden tahkirlerini, tazyiklerini, işkencelerini açıktan, pervasızca yapıyorlardı. Dolayısıyla Bediüzzaman’a talebe olmak, peşinen, gönüllü olarak sürgünleri, hapisleri, zindanları kabullenmek anlamına geliyordu. Ama bütün bu riskleri, bu tehlikeleri göze almakta tereddüt etmeyen başta Bediüzzaman ve talebeleri şantajlara, tehditlere, hapislere, zindanlara aldırmadan, cesaretle, metanetle yollarına devam ettiler ve iman ve Kur’ân hizmetinde tarihlere geçecek destanlar yazdılar. Tek parti döneminin bütün dayatmalarının, despotluklarının hükümferma olduğu bir dönemde altı bin sayfalık Nur Külliyatının vücuda getirilmesi tek başına Bediüzzaman ve talebelerinin o karanlık devirde ortaya koydukları hizmetlerin azametini herhalde göstermeye kâfidir.

Şimdi uzunca bir zamandır Nur Talebelerine yönelik, doğrudan Nur Talebelerini hedef alan tehditler, şantajlar yok elhamdülillah. Şikâyetler, mahkemeler, hapisler kalmadı. Artık isteyen herkes serbestçe Risâleleri alıp okuyabiliyor. Bizler de lüks denebilecek mekânlarda derslerimizi yapabiliyoruz. Özel hayatımız da deyim yerinde ise gayet rahat ve lüks sayılabilir. Zahiren hayırlı gibi görünen bu tabloya, bir de ‘dindar’ diye bilinen siyasîlerin milleti idare ediyor olmaları da eklenince Müslümanlar olarak bundan iyisi can sağlığı demekten kendimizi alamıyoruz!

Peki bu manzaraya bakıp da “cennet âsâ bir bahara” kavuştuğumuza hükmedebilir miyiz? Ferec ve fütuhatın gerçekleştiğini, fecr-i sadıkın artık doğduğunu söyleyebilir miyiz? Kısaca artık zafere kavuştuk, vazifemiz bitti, imtihanımızı başarıyla tamamladık diyebilir miyiz?

Bu ve benzeri suallerin cevabı “evet” ise, toplumun yaşamakta olduğu ahlâkî aşınmaya ne diyeceğiz? Bilhassa gençlerimizi, çucuklarımızı ablukaya alan içki, uyuşturucu, kumar illetlerini ne ile izah edeceğiz? Artarak devam eden aile kavgaları ve boşanmalar neyin işareti? Sınır tanımayan müstehcenliklerin beraberinde getirdiği gayr-ı meşrû ilişkiler nelerden haber veriyor dersiniz?

Bence zahirî manzaralara, yalancı baharlara aldanmaya gerek yok. İmtihanımız bütün şiddetiyle devam ediyor. Bütün gayretimizle, ciddiyetimizle, himmetimizle ara vermeden hizmetlerimize devam edelim diyorum.

Hüseyin Gültekin / Nur Postası

Sırat; Kulluğun Her Anı..

YILLARDIR HİZMETİN içinde olduğunu bildiğim bir ablamla sohbet ediyoruz. Sırat köprüsünden konu açılıyor. Küçük bir çocukken kendisine son dönem animasyonlara taş çıkartacak bir köprüden bahsedildiğinden biraz buruk bir hüzünle bahsediyor. Şükür ki, şu an tatlı bir anı haline gelmiş, o zaman için caydırıcı olsun diye çokça korkutucu olsa da, zamanla bu da aşılmış…

Aşılması gerekiyor mu ki? O kadar korkunç olması ve bu korkunçlukla baş edemeyen ve acıları tehir eden idrakin, onu alıp taa ötelere atması gerekiyor mu? Birinci sınıf bir animasyon filmi gibi, ötelerden bir manzara gibi olması ne kadar doğru sırat köprüsünün? Hem sonra bu haliyle caydırıcı mı?

Dağların kulluk yükünü almamasının sebebi, bu sırat köprüsünden geçmek olmasa gerek. Çünkü zor olan bu değil, zor olan oraya gidene kadar olan kısmı zaten. Oraya varabilmek…

An’lardan oluşan kocaman bir yol ulaştırıyor beni oraya. An’daki sırat vuruyor en çok. İşte diyorum; dağın taşıyamadığı bu olsa gerek. Anlarımda saklı sıratlar; kıldan ince ve kılıçtan keskin. Ötelerdeki sırattan tek farkı, düştüğümde kalkabilmem. Hâlâ tevbe edecek vaktin olması. Ama yol aynı; kıldan ince ve kılıçtan keskin…

Vicdan inceldikçe sesi tüm sesleri bastırıyor. Burası kesin. İç âlemimizdeki dinmeksizin süren konuşmalar hep ‘içimizden gelen ses’e ait. Dinledikçe zorlaşıyor, yaptıkça kolaylaşıyor. Huzur sarsa da bitince, başlamak hep çok zor oluyor. Bu sözü söylesem mi, söylemesem mi; şu adımı atsam mı, atmasam mı; şu tuşa bassam mı, basmasam mı; şu telefonu açsam mı, açmasam mı; vs, vs. Hepsi bir anlık sıratlar işte. Bizi götürecekleri yer kendileri kadar küçük değil küçücük bir amelle tarifsiz veballere giren insanoğlu için, her günahtan küfre giden o yol için.

Küçük şeyler… Bir an’lar…

Ve vicdan ve sorgulama; ve hep o ses ve ben. Sıratın üstünde olan ben…

Beni dosdoğru yoldan ayırma diye her gün 40 defa bana söylettiren Allah’a hamdolsun. Kendime ve kendim gibilere en lazım dua bu olsa gerek. Her günüm için, gönümdeki anlarım için. İstikamet olan ve ucu sahil-i selamete çıkan o yola ulaşmak üzere her amelde üzerinden geçtiğim sırat için…

Bizi sırat-ı müstakimden ayırma ve her ameldeki, her lahzadaki doğru yoldan giderek kurtuluşa erenlerin yoluna çıkar bizi ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Dağlar gibi güç ver bize, emanetini doğru teslim edebilmek için!

 Nuriye Çakmak

Karakalem.net

Şefaat Ya Resulellah

Günahlardan peşimanım

Şefaat ya Resulellah

Sana feda olsun canım

Şefaat ye Resulellah

 

Seni görmektir hayalim

Sana kurban canım malım

Ne olacak benim halim

Şefaat ya Resulellah

 

Ecel kapıma gelecek

Bu ten mezara girecek

Melekler soru soracak

Şefaat ya Resulellah

 

Mahşerde herkes kalkacak

Defterleri verilecek

Hesapları görülecek

Şefaat ya Resulellah

 

Sırat köprüsü incedir

Uzunca ve derincedir

O an halimiz nicedir

Şefaat ya Resulellah

 

Gidilecek iki yol var

Biri cennet diğeri nar

Kötüler ateşte yanar

Şefaat ya Resulellah

 

 

Sen’sin Allah’ın Nebisi

Ümmetin şefaatçisi

Müminleri tek hamisi

Şefaat ya Resulellah

 

Tanyeri’yim günahkârım

Günahlardan istiğfarım

Sen olmazsan ne yaparım

Şefaat ya Resulellah

 

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org

 

Dirilişi anlamak

Nur Külliyatından Haşir Risalesinde öldükten sonra dirilmenin kavranabilmesi konusunda şu anahtar cümle geçer:

“Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i Âzam, İsm-i Âzam’ın tecellisiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakk’ın İsm-i Âzam’ının ve her ismin azamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibi kolay ispat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir.”

Haşir denilince, insanların yeniden yaratılmasıyla başlayan yeni ve ebedî bir hayat hatıra geliyor..

Bilindiği gibi, İsm-i Âzam bütün esmâyı içine alıyor ve mahşer meydanında bütün İlâhî isimlerin tecellisini görmek mümkün değil. O halde bu ifadeyi “ba’s (diriliş), haşir, mizan, sırat, cennet ve cehennemin” bütünü olarak anlamamız gerekiyor.

Kışın ölen bitkiler âleminin bahar mevsiminde yeniden yaratılmaları, haşirde bütün insanları birden diriltmesi yanında bir gölge gibi kalır.

Bu tecelliyi mahşerin dehşeti takip eder. Peygamberlerin bile nefislerini kurtarma derdine düştükleri bir “celâl tablosu” sergilenir. Dünyanın bütün korkutucu hadiseleri o dehşet yanında gölge gibi kalır.

Onu müteakiben, beşerin bu kadar karışık hesaplarının bir anda görülmesiyle Allah’ın Serü’l-Hisap olduğu sergilenir. Dünyadaki her türlü sorgu ve muhakeme onun yanında yine gölge kadar zayıf kalırlar.

Bu dünyada bitkilerin yarı canlı, hayvanların ve insanların canlı oluşları, “taşıyla, toprağıyla hayattar olan cennetteki hayat” yanında yine gölge gibi kalırlar.

Bu dünyada, “topraktan belli bir zaman sonra çıkan rızıklar, o rızıkların yine kademeli olarak hazmedilmeleri, acıkma için belli bir sürenin geçmesi” cennetteki rızıklanma yanında yine gölge gibi kalırlar.

Dünyanın nehirleri cennet nehirleri yanında, dünyanın köşkleri cennet köşkleri yanında, dünya bahçeleri cennet bahçeleri yanında gölge gibi zayıf düşerler.

Örnekleri artırabiliriz.

Öte yandan, dünyadaki ıstıraplar cehennem azabı yanında gölge gibi kalırken, dünyadaki ateşler de cehennem ateşine nispetle yine gölge kadar hafiftirler.

Biz bu dünyada “gölgeler âleminde” yaşıyoruz. O “asıllar âleminin” kalbimizde kemaliyle yerleşmesi için, “Tevhid ve vahdette cemal-i İlâhî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder,” (Şualar) gerçeğinden hareketle, önce bu dünyada tecelli eden isimleri küllî manada düşünmemiz, daha sonra bunların ahirette azamî derecede tecelli edeceklerine nazar etmemiz gerekiyor. Ancak böylece, “bu âlemde bu kadar harika icraatlar gösteren İlâhî isimlerin, ahiretteki tecellilerinin akıl almaz derecede ileri olacaklarını” anlar ve haşrin ve ahiretin o tecellilerle çok kolayca yaratılacağını rahatlıkla kabul ederiz. Ahiret âlemini ve onun başlangıcı olan haşir hadisesini sadece kendi aklımızın muhakemesine bırakmaz, bu dünyadaki cemal ve celâl tecellilerinden o âlemdeki azamî tecellilere kolayca intikal ederiz.

“Cüzi tecellilerde bu kadar harika eserler sergilenirse, elbette azamî tecelliler haşirde ve ötesinde öyle harikalar göstereceklerdir ki, Allah Resulünün ifadesiyle ‘Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de beşerin kalbine, hatırına gelmiştir’” deriz.

Yoksa, insan, buradaki tecellileri bile küllî manada düşünmeden, sadece bazı numunelere bakılıp, ahiretin nasıl yaratılacağını anlamaya kalkışırsa aklı o azamet karşısında bocalar, kalbi de inanmakta zorlanabilir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Zafer Dergisi