Etiket arşivi: Sorularla İslamiyet

Regaib Gecesi Peygamber Efendimizin anne rahmine düştüğü sözünün bir aslı var mı?

Değerli kardeşimiz,

Bazı fezâil kitaplarında ve bunlara bağlı olarak kimi Müslümanlar arasında Reğâib gecesinin, Peygamberimiz’in dünyaya teşriflerinin ilk halkasını teşkil eden anne rahmine şeref verdiği gece olduğu şeklinde yaygın bir telakki vardır. Ancak bu gece ile velâdet-i Nebeviyye arasındaki müddet, bu telakkinin doğru olmadığına işaret etmektedir. Şu kadar var ki Hz. Âmine’nin Fahr-i Âlem Efendimiz’i hâmil olduğuna bu geceden itibaren muttali olmuş olabileceği akıldan uzak değildir.1

Regâib kandilinin, Rasûlullah Efendimizin babası Hz. Abdullah’ın evlendiği gece olduğu da iddia edilmiştir ki, kutlu doğum tarihi bu iddiayı çürütmektedir. Bazı Müslüman ülkelerde kimi yörelerde, bir asırdan beri, Abdullah’ın evlendiği geceye, Regâib kandili ismini veriyorlar. Regâib gecesine böyle ma’nâ vermek doğru değildir. Böyle söylemek, Rasûlullah Efendimizin dokuz aydan önce dünyayı teşrîf etmiş olduğunu bildirmek olur ki, bu da, noksanlık ve kusûrdur. Her bakımdan, her insanın üstünde ve her bakımdan kusûrsuz olduğu gibi, Amine vâlidemizi nûrlandırdığı zaman da, noksan ve kusûrlu değildi. Bu zamanın noksan olması, tıp ilminde ayıp ve kusûr sayılmaktadır.2 Peygamberler ise ismet sıfatın sahip oldukları için, böylesi kusurlardan berîdirler.

Diğer taraftan meseleyi uzlaştırıcı ve çözümleyici bir yaklaşım ise şöyle açıklama getirmektedir:

“İslâmiyyet’in ilk zamanlarında ve İslâmiyyet’ten evvel, Receb, Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem aylarında harb etmek harâm idi. İslâmiyyet’ten evvel, Arablar, Receb veya Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların yerini değişdirir, ileri veya geri alırlardı. Rasûlullah (sav), hicretin onuncu senesinde, yüzküsur bin müslümân ile vedâ’ haccı yaptığı zaman: 

‘Ey Ashâbım! Haccı tam zamanında yapıyoruz. Zaman döndü dolaştı, nihayet ilk başladığı noktaya ulaştı. Artık ayların sırası, Allahü Teâlânın yarattığı zamandaki gibidir.’

buyurdu. Babası Abdullahın evlendiği sene, ayların yeri değişik idi. Receb ayı, Cemâzilâhır yerinde idi, yani bir ay erkene alınmış idi. O hâlde, nûr-i Nübüvvetin, Âmine valdemize intikâli, şimdiki Cemâzilâhır ayındadır, Recebteki Reğâib gecesinde değildir.”3

Dolayısı ile Mefhara-i Kâinat Efendimiz’in annesinin rahmine teşrif ettiği ilk gece, 571 yılı itibariyle o zamanki Arapların bir ay öne aldıkları için Receb ayının ilk Cuma gecesi olarak görünmekle beraber, hakikat-i halde Cemâziyelâhir’in ilk Cuma gecesi olmaktadır. Malum, Kamerî yılın ayları sırasıyla: Muharrem, Safer, Rabîülevvel, Rabîülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelâhir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce’dir. Veda haccından zamanımıza kadar haram ayların ve dolayısı ile Receb’in de artık bir daha yerinin hiç değiştirilmemiş olması itibariyle, bugün için de cemâziyelâhir’in ilk Cuma gecesi (ana rahmine düştüğü tarihi) ile Rabiülevvel’in 12’si (doğum tarihi) arasında tıbbî hamilelik süresi olan 280 gün bulunduğu ortaya çıkacaktır ki, bu hem yukarıdaki tarihî bilgiye hem de tıbbî bilgiye uygun düşmesi bakımından yabana atılamaz bir bilgi olmaktadır. Daha isabetli ve güçlüsü de henüz bilinmemektedir.

Bu açıklama gerçekten muhtemel münakaşalarda ikna edici ve meseleyi çözücü mahiyettedir. Ne var ki bununla beraber Reğâib gecesinin dinî temelleri sadedinde böyle bir kabul de yeterli rasanet ve asliyete sahip midir? Reğaible alakalı kesin olan şudur: Peygamber Efendimiz (sav)’in Allah’ın bazı çok özel fiilî tecellilerine mazhar olduğu, nuranî lutf u ihsanlara, semavî mevhibelere eriştiği gerçeği ve buna bağlı olarak da ümmetinin dualarının kabul edilip benzeri bir mazhariyetin kapılarının kendilerine açılmış olma fırsatıdır. Gecenin kutsiyetine dair Rasulullah’ın anne karnındaki hayat süreci içinde muhakkak daha başka mühim bir hadisenin vuku’ bulmuş olması mülahaza edilse, araştırılsa, acaba daha güçlü hangi olaylara ve delillerine ulaşılabilir? Böyle ilmî ve fikrî bir seyahat için şöyle ki diyelim:

Bediüzzaman Hazretleri de Reğâib’in kutsiyetini vurguladığı bir yerde, Hazret-i Risalet’in (sav) bir derece bir cihette âlem-i şehadete (dünyaya) Reğâib gecesi teşrif ettiklerini bildirir.4 “Bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifi” ifadesi ile bu teşrifi takyid altına almış olması da manidardır; fakat bu müphemlik, insanlığın İftihar Tablosu’nun rahm-i mader’de ispat-ı vücud ettikleri ilk günü tam olarak tespit edebilmenin mümkün olamayışı sebebiyledir. Şöyle ki:

Matematiksel olarak hesapladığımız takdirde: Her Recep ayının ilk Cuma gecesi olan ve Rasulullah’ın anne rahmine düştüğü gece olduğu söylenen Reğâib kandili ile, (Rabiülvvel ayının 12. gecesi olan) Efendimiz’in doğum günü Mevlid kandili arasında yaklaşık olarak 8 ay 10 veya 17 günlük bir zaman dilimi bulunmaktadır. Dolayısıyla ortalama bir ay gibi bir süre eksik çıkmaktadır. Eğer Peygamberimiz’in anne karnında ikamet müddetini –her normal insan gibi- 9 ay 10 gün üzerinden hesaplayacak olursak –ki hesaplamalıyız-, Efendimiz’in ana rahmine ilk teşriflerinin Cemaziyelevvel ayının son haftasına müsadif olduğu sonucuna ulaşılması kaçınılmazdır.

Vakıa erken doğum hadiseleri olabiliyor; ancak İslam Tarihi ve Siyer kaynaklarında Efendimiz’in erken doğmuş olduğuna dair herhangi bir beyan söz konusu değildir. Zaten eğer realitede böyle bir durum olsaydı, bu muhakkak ya Peygamberimiz’in mübarek anneleri, ebeleri, akrabaları tarafından ya da ashab-ı kiramı tarafından dile getirilirdi. Peki, her şeye rağmen bu erken doğum bilgisi bir gerçek olup, ancak o dönemde şüyu bulmamış olamaz mı? Meçhulümüz bazı maslahat ve hikmetlere binaen çoğunluk avam-ı mü’minîne böyle bir hakikat bildirilmiş olamaz mı? Tabii ki olabilir, mümkündür; ama mümkünü’l-vukû mudur, bilemeyiz, ama çok çok uzak bir ihtimal olmanın ötesine gitmeyeceği âşikardır. Çünkü Hz. Muhammed (sav)’in risaletine karşı çıkanlar ellerindeki bütün bilgileri aleyhine kullandıkları gibi, büyük bir ihtimalle bu erken doğumu da kullanmış olmaları düşünülebilirdi. Kaldı ki ismet sıfatını hâiz peygamberler, yaratılışları itibariyle de kusursuzdurlar; hele peygamberler peygamberi olan Habib-i Kibriya Efendimiz, katiyen “erken doğmuş” olamaz.

Reğâib Kandili, demek ki o beklenen Nebi’nin anne karnında olduğu bir sürece tevafuk eder. Belki de o sürecin ilk mühim merhalesinin kilometre taşıdır. Halk arasında -hakikate muhalif olarak- anne karnına düştüğü gece olarak bilinen Reğâib Kandili, bazı âlimlerce annesi Âmine Hatun’un Peygamberimiz’e hamile olduğunu farkettiği, belirtileri yakaladığı gecedir. Bediüzzaman Hazretleri ise Reğâib gecesinin Zât-ı Ahmediye’nin terakki hayatının başlangıcının ünvanı olduğunu; Mi’rac gecesinin de Zât-ı Ahmediyenin terakki hayatının zirve noktasının ünvanı olduğunu bildirmektedir. Reğâib’in kudsiyetini vurgularken de, Hazret-i Risalet’in (sav) bir derece bir cihette âlem-i şehadete (ana rahminde dünyaya) Reğâib gecesi teşrif ettiklerini haber vermektedir.5

Bu iki iktibası mercek altına alalım: 1. Reğâib Kandili, Zât-ı Ahmediyenin terakki hayatının başlangıcının ünvanıdır. 2. Hazret-i Risalet bir derece bir cihette âlem-i şehadete Reğâib gecesi teşrif etmişlerdir. Şimdi Hz. Rasul, Reğâib gecesi rahm-i maderinde olduğuna göre, öyle mühim bir olay olmalı ki gerçekleştiği gece kutsiyet kazansın ve “kandil”e dönüşsün. Bu, onun risaletinden sonraki hayat-ı seniyyelerinde tahakkuk eden bir mazhariyet olabilir, bu meyanda rivayetler var. Fakat anne karnında –tahminî- o ilk kırk güne tekabül eden zaman diliminde cereyan eden en büyük hadise kanaatimce ona taraf-ı ilahîden bir meleğin gönderilmesi hadisesi olabilir, Allahü A’lem. Hem annesi Hz. Âmine Hatun, o irsâl-i melek esnasında veya hemen akabinde onun varlığını farketmiş olabilir. Bediüzzaman Hazretleri Reğâib için “Zât-ı Ahmediyenin terakki hayatının başlangıcının ünvanı” diyor. Terakki ise insanın manevî cihetiyle, yani melekûtî yanı ile alakalı bir husustur. Bedenî uzuvların ilk cem’i ve melekûtiyete açılması, tekâmül ve terakkiye müstaid kılınması işte o ilk ziyaret edilişle birlikte zaman şeridi içerisinde start almıştır denebilir.

İkincisi: “Bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrif ettikleri gece” diyor. Fizik bedeninin çekirdeği (DNA şifreleri, ilmî programı, mimarî projesi) daha önceden zaten şehadet âleminde âbâ ü ecdâdının sulbünde asırlardan geçe geçe ilerleyerek tâ o vakte ulaşmıştı ve bu şehadet âlemi dâhilinde gerçekleşen fizikî bir intikal-i maddiye-i asliye idi. Fakat “âlem-i şehadete teşrif” ise, âlem-i gaybden olur. Bu da onun ruhlar âleminden şu görünen şehadet âlemine ruhen geçişi öncesi, bedeninin ilk defa bütünüyle bir araya toplanmasını ve bir melek vasıtasıyla ruhanî ve melekûtî donanımını mahiyetinde barındıracak olan cism-i nezihinin bütünüyle tayin ve kaydının yapılmasını akla getirmektedir.

Ne var ki ruhun cenine kaçıncı gün üflendiği ile ilgili rivayetler de farklı yorumlara neden olmuştur. Buhârî ve Müslim gibi sahîh hadîsleri toplayan kaynaklarda rivâyet edilen bir hadîse göre Peygamberimiz (sav) insanların yaratılışlarını ve kaderlerinin (alın yazılarının) yazılmasını açıklarken şöyle buyuruyor:

“Her birinizin yaratılması anasının karnında kırk günde toparlanır, sonra orada, aynı süre içinde alâka (katılaşmış kan veya asılan nesne) olur, sonra aynı süre içinde mudğa (bir çiğnemlik et) olur. Sonra melek gönderilir, ona rûhu üfler ve kendisine dört sözlük emir verilir: Rızkı, eceli, ameli (yapıp edeceekleri) ve ebedî hayattaki durumu; cenhnetlik mi, cehennemlik mi olacağı yazdırılır…” (Buhârî, Bed’u’l-halk, 6; Müslim, Kader, 1-5).

Buharî ile Müslim’de yer alan bu rivâyet dışında hadîsin Müslim’deki başka rivâyetlerinde önemli farklılıklar görülmektedir:

a) Rûhun üflenmesine kadar geçen süre yukarıdaki rivâyette 120 gün gibi anlaşılabildiği halde, diğer rivâyetlerde açıkça üç rakam daha zikredilmiştir: 40, 45, 42.

b) Rivâyetlerin birinde kırk iki günden sonra göz, kulak, deri, et ve kemiğin yaratıldığı, sonra melek tarafından Allah’a “erkek mi, yoksa kız mı” diye sorulduğu, Allah’ın hükmettiği ve meleğin de yazdığı kaydedilmiştir.

Buna göre ruhun 120 günde üflendiği anlamına neden olan rivayetin, her kırk günü, “aynı kırk gün içinde” diye tevil ederek, diğer 40 veya 40 küsur günü açıklayan rivayetleri tercih etmenin daha isabetli olacağını düşünüyoruz.

Efendimiz’in Reğâib gecesi ya 40’ını, ya da 42’sini doldurduğu; dolayısıyla da, her insane gibi anne karnındaki dünyevî yaratılışı itibariyle 40. ve 42. gününde cenine ruhunun üflendiği şeklinde yorumlamak çok uygun düşecektir. Böylece Peygamberimiz (sav)’in anne karnındaki 40 veya 42. gününde bir meleğin gelerek rahm-i maderdeki masum ceninin suretini / şeklini, kulağını, gözünü, derisini, etini, kemiğini.. vs. tayin ettiği, yazdığı; cinsiyetini, ecelini ve rızkını da bizzat Allah’a sorup ondan aldığı cevaplara göre bir sayfaya kaydettiği, ona cenine Ruhunu üflediği6 ortaya çıkmış olur.7 Hz. Âmine validemiz de ancak o zaman böyle bir ilk cem’ ve tayin, ayrıca ruhun da üflenmesi sonrası neye hâmile olduğunu belirtilerinden fark etmiş olabilir.

Nur-u Muhammedî’nin anne rahmine düştüğü gece bir meleğin seslenişi:

Sehl b. Abdullah Tusterî (ra) buyurmuştur ki:

“Allah Teala Hazretleri, Nebiy-yi Muhterem (sav)’i ana rahmine düşürmeyi dilediği gece emreyledi: Cennet hazinedarı melek, Firdevs cennetini açtı ve bir münadi, göklere ve yerlere:

“Âgâh olun ki, Muhammed’in (sav) nuru, bu gece ana rahminde karar kıldı, hilkati onda tamam olup dünyaya gelerek beşîr ve nezîr (müjdeleyici ve sakındırıcı) olsa gerek!” diye seslendi.”8

Kaynaklar:

1 Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, s.187, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1990; Algül, Hüseyin, Mübarek Gün ve Geceler, s.3, İzmir, 1991.
2 Hüseyin Hilmi Işık, Saadet-i Ebediye (Tam İlmihal)’den naklen:
3 Mevlânâ Muhammed Rebhâmî, Rıyâdu’n-Nâsıhîn 2. Bâb, 8. Fasıl. (Zâhidî ve Ali Cürcânî tefsîrlerinden naklen).
4 Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.206.
5 Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.206, 207.

6 Amr İbnu Vasıta’dan naklen, Abdullah İbnu Mes’ud (ra)’u dinledim, demişti ki; “Şaki, annesinin karnında iken şaki olandır. Said de başkasından ibret alandır.” (Bunu işittikten sonra) Resulullah (sav)’ın ashabından Huzeyfe denen zata uğradı ve İbnu Mes’ud’un söylediğini anlattı ve sordu: “Kişi amelsiz nasıl şaki olur?” Huzeyfe (ra): “Buna hayret mi ediyorsun? Ben Resulullah (sav)’ın şöyle söylediğini işittim: “Nutfenin (rahme düşmesinden sonra) kırk iki gece geçti mi, Allah ona bir melek gönderir (ve onun vasıtasıyla) nutfeyi şekillendirir; işitmesini, görmesini, derisini, etini, kemiğini yaratır. Sonra melek sorar: “Ey Rahim! Bu erkek mi, dişi mi?” Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra sorar: “Ey Rabbim! Eceli nedir?” Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Tekrar sorar: “Ey Rabbim! Rızkı nedir?” Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra melek elinde sahife olduğu halde çıkar. Artık buna ne bir şey ilave eder ne de eksiltir.” (Müslim, Kader 3).

7 Müslim’in bir rivayetinde nutfeye, 42. gününde uğradığı zikredilen melek, çocuğun sûretini, kulağını, gözünü, derisini, etini, kemiğini tayin etmektedir.(Müslim, Kader 3).
8 Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s.206, Sadeleştiren: A. Fikri Yavuz, İpek Yayın-Dağıtım A.Ş., İstanbul, 1992.

(Musa Hub)

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet

Regaib ne demek? Regaib Kandili’nde neler yapılır, nasıl ibadet edilir?

Regaib Kandili Nedir?

Regâib, arapça bir kelimedir ve “reğa-be” kökünden gelmektedir. “Reğa-be”, kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. “Reğîb” kelimesi ise, “reğabe”‘den türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demektir. Müennesi, “reğîbe”dir. “Reğîbe”nin çoğulu da “reğâib” dir. Kelime olarak “Regâib”in aslı budur.

Receb’in ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir. Bu geceye Regaib gecesi ismini melekler vermişlerdir. Her Cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler (ihsanlar, ikramlar) yapar. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. Regaib gecesini ibadetle geçirmeli, kazası olan, hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmalı! Kazası olmayan da nafile namaz kılar, Kur’an-ı kerim okur, tesbih çeker, tövbe istiğfar eder. Perşembe günü oruç tutup, gecesini de ihya etmek çok sevaptır. Receb ayında oruç tutmak faziletlidir.

Peygamberimiz (a.s.m)’ ın Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu ay Receb ayıdır. Bu Receb ayında oruç tutmanın muazzam, muhteşem sevabları var.

Bir de bu ayda sevablar kulların defterlerinin sevab hanelerine, bol bol dökülmesi dolayısıyla da recebül esabb denmiştir. Yâni, sevabların bol bol, şarı şarıl, gürül gürül döküldüğü ay demek… Sabbe, Arapçada dökmek demek… Nehrin de böyle dağlardan çağlayarak şaldur şuldur akıp da döküldüğü yere münsab derler; o da aynı kökten… Receb-ül esabb; Allah’ın rahmetinin cûşa gelip, ikram ü ihsanâtının şarıl şarıl, güldür güldür kullara geldiği ay demektir.

Arifler ve din alimleri kitaplarında yazmışlar ki, bu ay ekim, ekme, ziraat ayıdır. Sevaplı işler, oruç tutmak, tevbe etmek vs. güzel şeyler yapılır. Bir mahsulün ekilmesi gibi ziraat, ekim ayıdır. Şa’ban bakım ayıdır. Ramazan biçim ayıdır, yâni mahsulün alındığı aydır demişler. Demek ki Receb ayı, bizi Ramazan ayına hazırlayan bir mevsimin ilk adımı olmuş oluyor.

Onun için, “Receb ayı tevbe ayıdır.” demişler. Yâni kul ne yapacak?.. “Yâ Rabbi! Ben anlayamamışım, hatâ etmişim, bilememişim, suçluyum, kusurluyum; beni affet…” diyerek hatâsını itiraf edip, hatâsından dönerek, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna girecek.

Şa’ban ayı ibadetlere devam etme ayıdır. Ramazan da mükâfatlarını alma ayıdır. Böyle çeşitli kelimelerle bu ayların birbirleriyle irtibatlı olduğu beyan edilmiştir.

Sevgili Peygamberimiz (sas), Regaib Gecesi’nin içinde bulunduğu Recep ayında çok dua eder, namaz kılar, oruç tutar, iyiliklerin her çeşidini yapar, sadaka vermeye özen gösterirdi. Resulullah’ın (sas) Receb’in ilk perşembe gününü oruçla geçirdiği ve cuma gecesinde, bu kandil gecesine mahsus olmak üzere on iki rekât namaz kıldığı rivayet edilir. Regâib gecelerinde dua etmek, tövbe ve istiğfarda bulunmak, bu geceyi kutsal kabul etmek suretiyle çeşitli ibâdetlerle geçirmek, genel olarak alimler arasında kabul görmüştür.

Bu aylara “Çok sevaplı ibadet ayları” diyen Bedüzzaman şöyle işaret ediyor: “Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise Receb-i Şerif’te yüzden geçer, Şaban-ı Muazzama’da üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarek’te bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir’de otuz bine çıkar.” (Şualar) Bu geceyi fırsat bilerek gönlümüzü kasvetle boğan duygu ve düşünceleri kalplerimizden atalım. Nefsin kötü arzularını frenleyip, huzur-u kalple ibadetin lezzetini almaya, o hal üzere Rabb’imize yönelmeye çalışalım. Gıybet, haset, riya, ucb, kin, nefret ve kanaatsizlik gibi kötü duygulardan temizlenelim.

Regaib Kandili’nde Nasıl ibadet edilmeli

Regaib Kandilini Nasıl ihya edelim?

Mümkünse oruçlu olarak karşılanmalıdır.

Kazâsı olanın hiç değilse bir günlük kazâ namazı kılması çok iyi olur.

Kur’an-ı Kerim okunmalı, tövbe, istiğfar edilip tefekkür hali üzere olmalıdır.

En azından yatsı ve sabah namazları camide cemaatle kılınmalıdır. Bu bütün geceyi ihya etmiş gibi sevap kazandırır.

“Lâ ilâhe illallah”, “Allahümme salli alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed”, “Estağfirullah”, “Sübhânallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu Ekber”, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” gibi sözleri zikretmek, tekrar etmek çok sevaptır.

Regaib ile ilgili Ayet-i Kerimeler:

Regâib kelimesi Kur’an’da geçmemektedir. Ancak “reğabe”den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur’ân’da sekiz yerde geçmekte ve “reğabe”nin ifâde ettiği mana için kullanılmaktadır .

Ayrıca, “Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin.” (Tevbe Suresi, 36) Hz. Peygamber’in ( a.s.m ) ( aşağıda hadisler bölümünde bulunan) bir hadisinde, ayet-i kerimede işaret buyurulan haram ayların, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları olduğu vurgulanmaktadır:”

Receb Ayı ve Regaib Gecesi ile İlgili Hadis-i Şerifler:

• Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder. (Gunye)

• Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb’in hepsini tutmuş gibi sevap verilir. (Miftah-ül-cenne)

• Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır. (Ebu Yala)

• Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi. (İbn-i Asâkir)

• “Receb-i Şerîf’in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur.” buyuruyorlar. (Camiu-s sağir)

• İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri: “Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz O’nu hiç iftar etmeyecek zannederdik. Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O’nu hiç oruç tutmayacak zannederdik.” buyurmuştur. (Müslim)

• Muhakkak zaman, Allah’ın yarattığı günkü şekliyle akıp gitmektedir. Yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü ard arda gelmektedir. Zilkade, Zilhicce, Muharrem bir de Cemaziye’l-âhirle Şaban ayları arasında gelen Mudar kabilesinin ayı Recep ayıdır.” (Buhârî, Tefsir, Sure, 8,9)

• “Recep ayı Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/423)

• Yine mübarek üç aylardan ilki olan Receb ayının önemi ve değeri hakkında Enes b. Malik ( r.a. )’dan şöyle rivayet edilir: Receb ayı girdiğinde Hz. Peygamber şöyle derdi: “Allahım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259)

• Receb büyük bir aydır. Allah bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutana, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allah istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, “Geçmiş günahların affoldu” der. Receb ayında Allahü teâlâ Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti. (Taberânî)

• Hz. Aişe ( r.a ) validemiz, “Resûlullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi.” buyuruyor. Çünkü Hadis-i Şerifte, “Ameller Allahü teâlâya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum.” buyururdu. (Tirmizî)

Sorularla İslamiyet

Evrim Teorisi İslam’a Uygun Olabilir mi?

İnsan evrimleşerek yaratılmış olamaz mı, bu durum İslam’a ters midir? İnsanın yaratılışı Kuran’da nasıl anlatılmıştır?

Değerli kardeşimiz,

Kur’an-ı Kerim, insanın muhtelif yaratılış devrelerinden bahseder. Bunu ana hatlarıyla dörde ayırmak mümkündür:

1- Kadınsız ve erkeksiz yaratılış. Hz. Âdem gibi.

2- Erkek ve dişiden, günümüzdeki insanların yaratılışı.

3- Erkekten, kadın olmaksızın yaratılış. Hz. Havva gibi.

4- Kadından erkek olmaksızın yaratılış. Hz. İsa gibi.

1- İlk insan Hz. Âdem’in yaratılışı

Cenab-ı Hak, ilk insan Hz. Âdem’i topraktan yarattığını, muhtelif ayetlerde beyan buyurmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Andolsun Biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık[1].

Andolsun ki Biz insanı, çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık[2].

Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi ve o da oluverdi[3].

Sâd suresinden, Şeytanın da Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığına şahitlik ettiğini anlıyoruz:

Ben ondan (Hz. Âdem’den) daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise balçıktan yarattın[4].

Bu ayet-i kerimelerden, Hz. Âdem’in yaratılışının toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur hâlini aldığını anlıyoruz. Bu çamur da süzülerek “çamur özü” hasıl olmuş, bundan da ilk insan Hz. Âdem yaratılmıştır.

İlk insanın bu yaratılışında, günümüzdeki insanın yaratılışında olduğu gibi tedricilik vardır. Yani, nasılki günümüzde, yaklaşık dokuz ayda bir insan, yavaş yavaş anne karnında şekilleniyorsa, topraktan çamura, çamurdan balçığa, balçıktan, tın tın öten bir yapıya, oradan da bu yapının yavaş yavaş insan şekline dönüştüğünü anlamak mümkündür.

2-Erkek ve dişiden, günümüzdeki insanların yaratılışı

Bir ayette, ilk insandan günümüz insanının yaratılışı nazara verilir ve şöyle beyan buyrulur:

Allah sizi (Hz. Âdem’i) bir topraktan, sonra nutfeden (bir zigottan -Hz. Âdem’in nesli-) yaratmış, sonra da sizi çiftler hâlinde var etmiştir[5].

Anne karnındaki bu gelişmelere şöyle işaret edilir:

Sonra onu nutfe hâlinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık[6].

Nitekim bir ayette Cenab-ı Hak, insanın merhale merhale yaratıldığını şöyle belirtir:

Hâl­buki O, sizi çeşitli merhaleler hâlinde yarattı[7].

Burada gerek ilk insanın ve gerekse onun neslinden gelenlerin yaratılış safhaları nazara verilmektedir. İnsanın ilk şekli olan cenine ruh gelinceye kadar ceninin gelişmesinde, bitki ve hayvanlardaki gibi, büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunları görülür. O kanunlara göre cenin büyüyüp gelişir. Ruhun bedene gelmesiyle ceninde yeni bir safha başlar.

Dünya imtihan yeri olduğu için, Cenab-ı Hak, pek çok sebebe ve hikmete binaen, burada bütün varlıkları yavaş yavaş ve zaman içerisinde yaratıyor.

Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Âdem’e ruh üfleyince meleklerin kendisi adına Hz. Âdem’e secde etmesini istediği, ama meleklerle aynı makamda olan şeytanın bu emre uymadığı şöyle bildirilir:

Onu (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman, kendisi için derhâl (bana) secdeye kapanın[8].

Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik[9].

(İblis): ‘Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan), değişken bir balçıktan (hamein mesnûn) yarattığın insana secde edemem!’ dedi [10].

Şu ayet-i kerimede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir:

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki Biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan), sonra alaka (yapışkan şey)’dan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık), sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz [11].

Bir hadis-i şerifte de, yukarıdakine benzer bir yaratılışa işaret edilir:

Her birinizin yaratılışı, ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (aynı 40 gün içinde) alaka (yapışkan şey) olur. Sonra yine öyle (aynı 40 gün içinde) mudga (et parçası) hâlinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler[12].

Bu hadiste, zigot, marula ve blastula safhaları “derlenip toparlanma” devresi (nufte) olarak ifade edilmiştir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru inmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plesanta (eş) teşekkül edince mukoza ve kaslar içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifadeyle, tohum gibi ekilir. Bu safha, ayet ve hadislerde “alaka” kelimesiyle ifade edilir.

Embriyo çıplak gözle görülmeye başladığı zaman, küçük bir et kütlesi (mudga) hâlindedir, gelişerek insan şeklini alır. İnsanlardaki his ve duyguların, vücut gelişiminin hangi safhasında verildiğini ilmen tam olarak tespit etmek henüz mümkün değildir.

3-Hz. Havva’nın yaratılışı

Hz. Havva’nın yaratılışı ile ilgili olarak Cenab-ı Hak Kur’an’da şöyle buyurur:

Ey İnsanlar! Sizi tek bir insandan yaratan Rabb’inizden korkun ki, ondan da eşini yarattı[13].

Sizi tek bir insandan yaratan, ondan da seveceği eşini yaratan O’dur[14].

O sizi tek bir insandan yarattı, sonra ondan da eşini yarattı[15].

Bu âyetlere göre Hz. Havva, Hz. Âdem’den sonra ve onunla aynı maddeden yaratılmıştır. Bazıları … ve eşini de ondan var eden Allah’tır” âyetine dayanarak Hz. Havva’nın, Hz. Âdem’in vücudunun bir uzvundan yaratıldığını öne sürmüşlerdir.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aley vesellem) de bir hadislerinde kadınların yaratılışı ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:

Ey mü’minler! Kadınlar hakkında birbirinize hayır ve iyilik tavsiye ediniz! Çünkü kadın kısmı bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı üst kısmıdır. Eğer sen eğri kemiği doğrultmaya çalışırsan, onu kırarsın. (kırılması da boşanmasıdır) Kendi hâline bırakırsan eğri olmakta devam eder. Binaenaleyh sizler, kadınlar hakkında birbirinize iyilik tavsiye ediniz[16].

Bu hadisten, Hz. Havva’nın kaburga kemiğinden yaratılmış olduğu anlaşılabileceği gibi, mecazi manasında da yorumlanabilir. Yani, kadın kaburga kemiği gibi ince ve nazik yaratılışlı olmasıdır. Onu zorla doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Eğer mutlu bir hayat yaşamak istersen, eğriliği ile birlikte onu seversin.

Bazı tefsirlere göre; İblis’in Allah’a isyan edip, cennetten çıkarılışından sonra, Hz. Âdem (a.s.) cennete yerleştirilir. Kendisi ile teselli olacağı bir kimse olmadan yalnız başına bir süre dolaşır. Bir ara uykuya dalıp uyanınca baş ucunda, kendi türünden bir canlı görür. “Sen kimsin?” diye sorar ve “Bir kadın” cevabını alır. Daha sonra, kadına yaratılış nedenini sorar. Kadın; “Benimle teselli bulman için yaratıldım” der. Bu arada, yanlarına gelen melekler, kadının kim olduğunu sorarlar. Hz. Âdem, onun “Havva” olduğunu ve canlı bir şeyden yaratıldığı için, kadına bu adı verdiğini söyler[17].

Kur’an-ı Kerîm’de, Hz. Havva’nın yaratılma sebebi; “Hz. Âdem’e hayat arkadaşı olması ve onunla huzur bulması” olarak belirtilir[18].

Hz. Havva, Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden, ya da vücudunun bir başka yerinden yaratılmış olabilir. Bunun ilmî olarak yardıganacak bir yönü yoktur. Şimdi her bir insanın sperm ve yumurtadan yaratılışı, Hz. Havva’nın kaburga kemiğinden yaratılıştan daha kolay değildir. Hatta bir kuzunun kopyalama ile koyunun vücut hücresinden yaratıldığı görülürken, Hz. Havva’nın, Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden veya vücudunun herhangi bir kısmından yaratılmış olmasını kabul etmek, bilime ters değildir.

4-Kadından erkek olmaksızın yaratılış. Hz. İsa gibi

Kur’an-ı kerim’de Hz. İsa’nın yaratılışı, Hz. Âdem’in yaratılışına benzetilir ve şöyle buyrulur:

Şüphe yok ki, Allah Teâla’nın nezdinde İsa’nın hâli, Âdem’in hâli gibidir ki, onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ dedi, o da oluverdi[19].

Günümüzde Hz. İsa aleyhisselam gibi, babasız yaratılan varlıklar mevcuttur. Arılar buna misal teşkil eder. Döllenmiş yumurtalardan dişi, döllenmemiş olanlardan da erkek arılar hasıl olur.

Burada dikkati çeken husus, gerek Hz. Âdem’in, gerek Hz. İsa’nın ve gerekse Hz. Havva’nın yaratılışının, günümüzdeki üreme kanunlarına tâbi tutulmayışıdır. Yani Cenab-ı Hak, yaratma hususunda ihtiyar sahibi olduğunu, kanunlarını dilediği şekilde değiştirebileceğini, varlıkları bağımsız ve kayıtsız yaratabileceğini göstermektedir.

Eşya arasındaki mevcut kurallar, fevkalade durumlar dışında değişmez. Hâl böyle olmakla beraber kâinat, otomatik işleyen ve ustasının karışmadığı bir makine veya saat gibi değildir. Yaratılış görüşü, varlık âlemindeki her oluşu, her hareketi her an Allah’ın kontrol ve tasarrufunda kabul eder. Varlıklar birdenbire yaratılabileceği gibi, tedricî olarak da, yani aşamalı bir şekilde hasıl edilebilir.

İnsanın yaratılışında da tedriciyet söz konusudur. İnsan, varlık âlemine bir hücreyle çıkıyor, dokuz ay sonra bebek olarak dünyaya ayağını basıyor. Bu tedricî tekâmül belli bir devreye kadar devam ediyor. İlk insanın da toprak, balçık, sülale gibi safhaları geçirdiği anlaşılıyor.

Allah insanı başka canlıdan evrimleştirmiş olamaz mı?

Allah insanı başka canlıdan evrimleştirmiş olamaz . Çünkü Cenab-ı Hak insanı en güzel surette yarattığını şöyle beyan ediyor:

İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel surette yarattık[20].

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak insanı; biçim, suret, endam bakımından en güzel bir mahiyette ve surette yaratmıştır. Yüze uygun göz, ağıza uygun diş, vücuda uygun bir baş vererek, her aza ve organı belirli bir ölçü ve şekilde ve olması lazım gelen yerde ve sayda halk etmiştir.

O insanı; akıl, hayal, hafıza, merak, endişe, korku, muhabbet ve şefkat gibi duygularla bezetmiştir. Her türlü inceliği ve güzelliği görecek göz, her sesi işitebilecek kulak, her tadı alabilecek bir dil, her manayı anlayabilecek bir akıl ve her şeyi tahayyül edebilecek bir hayal dünyasını ihsan etmiştir.

İşte bu maddî yapısı ve mana yönüyle hayvanlardan üstün kılınarak yeryüzünün halifesi ve Allah’ın muhatabı yapılmıştır. İnsan Allah’ın isimlerine en geniş ve külli manada ayna olmaktadır. Bu yönüyle meleklerden üstündür. Mesela, insan hastalıkla Allah’ın Şafi ismine ayna olduğu ve onu anladığı gibi, açlıkla da O’nun Rezzak ismine ayna olmakta, melekler bu gibi isimlere ayna olamadığı için, insan bu yönüyle melekleri geride bırakmaktadır.

Aşağıdaki ayetler, ilk insanın yaratılışından itibaren ahirette diriltilinceye kadar başından geçen ve geçecek bütün olayları özetlemektedir. Burada, insanın, insan olarak yaratıldığı ve kesinlikle başka canlıların evrimleşmesiyle meydana gelmediği açık olarak belirtilmektedir.

“And olsun ki biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. Sonra o su damlasını yapışkan bir şekle getirdik. Sonra onu bir parça et olarak yarattık. O et parçasını kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu, bambaşka bir yaratılışla inşaa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şanı ne yücedir!

Sonra siz, bunun ardından muhakkak öleceksiniz. Sonra da kıyamet gününde diriltileceksiniz[21].

Yukarıdaki ayetlerde Cenab-ı Hak, ilk insan Hz. Âdem’i, ondan eşini ve o ikisinden de günümüzdeki insanları, insan olarak ve engüzel şekilde yarattığını gayet açık şekilde beyan buyurmaktadır. Bütün bunlardan sonra, insanın başka varlıklardan evrimleştiğini vehmetmek, bu ayetlere uygun değildir ve bir Müslüman böyle düşünemez.

Kur’an’da Hz. Âdem’in cennette yaratıldığı ve sonra dünyaya indirildiğinden bahsediliyor mu?

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennette kendilerine yasak edilen ağacın meyvelerinden yemelerinden dolayı yeryüzüne indirildiklerini şöyle beyan buyurmaktadır:

(Allah buyurdu ki): Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın. Sonra zalimlerden olursunuz.

Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için vesvese verdi ve: “Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı”, dedi.

Ve onlara: ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti.

Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara: “Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye nida etti.

(Âdem ile eşi ) Dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!”

(Allah) buyurdu: Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir.

Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız!” dedi[22].

Demek ki Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva cenneten dünyaya gönderilmiştir. İnsanlar burada sınırlı bir hayat yaşadıktan sonra ölmektedirler. Kur’an-ı Kerim’de, ölen bu insanların tekrar diriltilip hesaba çekilecekleri, Allah’ın emir ve yasaklarına uyanların cennetle mükafatlandırılacağı, uymayanların da cehennemle cezalandırılacağı geniş şekilde beyan edilmektedir.

Sonuç olarak şunlar söylenebilir:

1- ilk insanın ne kadar süre içerisinde yaratıldığı hakkında kesin bir rakam vermek mümkün değildir. Ancak şu kadarı söylenebilir ki, ilk insan Hz. Âdem’in yaratılışı da günümüzdeki insanın yaratılışı gibi birkaç safhada cereyan etmiştir.

Yaratılışta İlahî kuvvet, kudret, ilim ve irade esastır. Hâl böyle olmakla beraber, her hadise bir sebep-sonuç münasebeti içinde halkedilerek, sebep ve tabiat kanunları Allah’ın tasarrufuna perde edilmiştir. Bu bakımdan, değişik faktörler ve kanunlar iş yapıyor gibi görünmektedir.

2- Yaratılış kesintisiz olup her an devam etmekte, bazı varlıklar bir anda yaratıldığı gibi, bazıları da aşama aşama kemale ulaştırılmaktadır.

3-Allah insanı en mükemmel şekilde yarattığını beyan buyurmaktadır. Dolayısıyla insanın daha aşağı yapılı canlıların evrimleşmesiyle meydana geldiği iddiasının aslı yoktur.

4-Hz. Âdem ve Hz. Havva Cennetten yeryüzüne gönderilmiştir.

5-Öldükten sonra insanlar tekrar diriltilecek ve daimî bir hayat için hesaba çekilecekler, ya mükafaat veya ceza göreceklerdir.

Dipnotlar:
[1] Hicr Suresi, 26. ayet.
[2] Mü’minun Suresi, 12. ayet.
[3] Âli İmran Suresi, 59. ayet.
[4] Sâd Suresi, 76. ayet.
[5] Fâtır Suresi,11. ayet.
[6] Mü’minun Suresi, 13-14. ayetler.
[7] Nuh Suresi, 14. ayet.
[8] Sâd Suresi, 72. ayet.
[9] A’râf Suresi, 11. ayet.
[10] Hicr Suresi, 33. ayet.
[11] Hacc Suresi, 5. ayet.
[12] Sofuoğlu, M. Sahih-i Müslim ve tercümesi, 8, 114., Sönmez Neşriyat A.Ş., İstanbul, 1978.
[13] Nisâ Sûresi, 1. ayet.
[14] A’râf Sûresi: 189.
[15] Zümer Sûresi: 6.
[16] Müslim, Radâ, 60; Buhârî, Enbiyâ, 1, Nikâh, 80; İbn-i Mâce, Tahâret, 77; Dârimî, Nikâh, 35; Ahmed b. Hanbel, 5/8.
[17] İbn Kesir, Muhtasar Tefsîr, İhtisar ve Tahk. M. Alî es-Sâbûnî, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, I, 112vd.
[18] A’râf Suresi,189. ayet; Elmalılı, Hamdi Yazır.Kur’an Tefsiri. IV. 180-181.
[19] Âl-i İmran Suresi, 59. ayet.
[20] Tîn Suresi, 1-4. ayetler.
[21] Mü’minin, 12-16.
[22] A’raf, 19-25. ayetler.

Selam ve dua ile…
Adem TATLI / Sorularla İslamiyet

Allah insanın yapacağı fiilleri bilmez iftirası…

Soru:

Bazı kimseler ve onları takipçileri, Allah insanın yapacağı fiilleri bilmediğini iddia ediyorlar. Ayrıca, Tebbet suresinin Ebû Leheb’in ölümünden sonra nazil olduğunu söylüyorlar. Bu kesim, Allah’ın ğaybı bildiğini fakat imtihan olan yerlerde bilmediğini söylüyorlar. Allah’ın imtihanı da bildiğine Kuran’dan ve hadisten delil istiyorum. Allah’ın ğayb bilgisinin imtihan için de geçerli olduğunu gösteren görüşlerini istiyorum. Lütfen vesvese deyip geçiştirmeyin. Hem kendim hem arkadaşlarım için saydığım hususlarda net cevaplar istiyorum.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Ne acayip bir zamanda yaşıyoruz! Kimi, kendini yaratan Allah’ı inkâr ediyor; kimi de Müslüman olduğunu iddia edip inandığı Allah’ın ilmini inkâr ediyor.

Bir kâfirin, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmini inkâr etmesini, hadi bir derece anladık diyelim. Peki, Müslüman’ım diyen ve sözüm ona ilim sahibi olduğunu iddia eden kişinin, Allah’ın ilmini inkâr etmesini neyle izah edeceğiz. Cahillikle mi, art niyetle mi, yoksa bu dini bozma gayretiyle mi?..

Her ne ise, biz onların niyetlerini bir kenara bırakalım ve onların görüşleriyle ilgilenelim, daha doğrusu görüşlerini çürütelim.

Şimdi onlar diyorlar ki:

“Allah, kulunun yapacağı fiilleri bilmez. Önce kul bir fiili işler, Allah ondan sonra bilir. Yine Allah, bir kulun mümin olarak mı yoksa kâfir olarak mı öleceğini de bilmez. Kulun iradesine bağlı bütün fiiller, ancak o fiillerin yapılmasından sonra Allah tarafından bilinmektedir…”

İşte onlar böyle safsataları söylüyorlar. Şimdi bizler, Allah’ın, her şeyi, daha vukua gelmeden önce bildiğini haber veren ayet-i kerimeleri gösterelim ve bu ayetleri onların kör gözlerine sokalım. Ayrıca, onların kendi fikirlerine delil olarak gösterdiği ayetlerin hakiki manalarını da izah edelim. Bu sayede de Ümmet-i Muhammed’i onların şerrinden muhafazaya çalışalım. İnayet ve tevfik Allah’tandır.

1. AYET

“Ebu Leheb’in elleri kurusun; kurudu da. Malı ve kazandığı ona fayda vermedi. Yakında alevli bir ateşe girecek. Odun taşıyıcı olan karısı da… Boynunda bükülmüş bir ip olduğu hâlde.” (Tebbet, 111/1-5)

Bu sure-i celile, Ebu Leheb ölmeden on beş sene önce nazil olmuştur. Surenin iniş sebebi şu hadisedir:

Peygamberimiz (sav) Kureyşlileri etrafında toplayarak: “Eğer ben size, düşmanın sabahleyin veya akşam üstü geleceğini söylersem, beni doğrular mısınız?” dedi. Onlar: “Evet.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav): “Ben sizi şiddetli bir azaba karşı uyarıyorum.” buyurdu. Ebu Leheb: “Bizi bunun için mi topladın? Yazıklar olsun sana, iki elin kurusun.” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ Tebbet suresini sonuna kadar inzal buyurdu. (İbni Kesir, Fahreddini Razi)

Görüldüğü gibi bu sure-i celile, Ebu Leheb ölmeden önce nazil olmuş ve Ebu Leheb’in iman etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu sebeple müfessirler bu surenin gaybi bir mucize olduğunda ittifak etmiş ve şöyle demişlerdir:

“Bu sure Peygamberimiz (sav)’in nübüvvetine apaçık bir delil ve ayan beyan bir mucizedir. Çünkü bu ayette: ‘Alevli ateşe girecektir. Odun taşıyıcısı olan karısı da…’ buyrularak onların şakiliği ve her ikisinin de iman etmeyeceği haber verilmiştir. Ve vakıa, tam ayetin haber verdiği gibi vuku bulmuş ve her ikisi de imana muvafık olamamışlardır.”

“Allah, kulunun yapacağını bilmez.” diyenler, bu ayetin beyanı karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlar ve Allah’a iftiradan başka bir de bu sureye iftira atarak: “Mezkur sure Ebu Leheb öldükten sonra inmiştir.” demişler. Şimdi en sahih tefsir kitaplarından bu surenin iniş vaktinin naklini yapmak istiyoruz:

“Tebbet suresi beş ayet olup, ittifakla Mekke’de nazil olmuştur.” (Fahreddini Razi, Mefatihu’l gayb)

“Mekke’de Resulullah (sav)’in gizli döneminden sonra nazil olmuş bir suredir.” (Besâirü’l-Kur’an)

“Mekke Dönemi’nde nazil olmuştur. Beş ayettir.” (Büyük Kur’an tefsiri)

“Mekke’de indiği hususunda görüş birliği vardır.” (El-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an)

“Mekkîdir. Beş ayettir.” (Furkan tefsiri)

“Mekke döneminde indiği konusunda ittifak olan bu sure… Ebu Leheb hakkındaki bu ayetler üç yönden gayptan haberler içermektedir: 1. Onun helak ve hüsranını ve fiilen vuku bulmasını haber vermektedir. 2.  Onun, malı ve evladından yararlanamayacağını ve bunun fiilen vukuunu haber vermektedir. 3. Onun cehennemlik olduğunu haber vermektedir ki, öyle de olmuştur. (Tefsirü’l-Münir)

“Mekke’de inmiştir, beş ayettir.” (Safvetü’t-Tefasir)

“Mekke’de inmiştir. Beş ayettir.” (Samerkandi)

“Mekke devrinde nazil olmuştur, beş ayetten müteşekkildir.” (Şifa tefsiri)

“Bu mübarek sure, Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur. Beş ayet-i kerimeyi ihtiva etmektedir. Ebu Leheb’in hüsrana, helake uğradığını gösterdiği için kendisine “Tebbet” adı verilmiştir…” (Ömer Nasuhi Bilmen)

“Ebu Leheb’in ölümü, Kur’an’ın on beş sene kadar önceden haber verdiği tarzda cereyan etmiştir.” (Elmalı Hamdi Yazır)

“Mekke’de nazil olmuştur.” (İbni Kesir)

“Mekke’de nazil olmuştur.” (Esbabı nuzül)

Daha birçok tefsirden “Bu sure Mekke’de inmiştir.” sözünü nakledebiliriz. Ancak naklettiğimizi kâfi görüyor ve daha başka nakillerle meseleyi uzatmıyoruz.

Sözün özü: Tebbet suresi, Ebu Leheb’in ve hanımının küfür üzere öleceğini haber vermiş ve hadise haber verdiği gibi vuku bulmuştur. İşte bu sure ispat eder ki, Allah Teala her şeyi, daha vukua gelmeden önce bilmektedir. Bu sure, “Allah, kulların cüzi iradeleriyle yapacağını bilmez.” diyenlere büyük bir tokattır.

2. AYET

“Şüphesiz o kâfirleri uyarsan da uyarmasan da onlara müsavidir, onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.”(Bakara, 2/6-7)

Şimdi bu ayet-i kerimeler üzerinde tefekkür edelim: Cenab-ı Hak, mezkûr ayet-i kerimede, kâfirlerin -uyarılsa da uyarılmasa da- iman etmeyeceğini haber vermiştir. Eğer birisi, bu ayet-i kerimeye karşı şöyle dese:

“Bu ayet, kâfirlerin iman etmeyeceğini haber veriyor. Hâlbuki bizler birçok kâfirin iman ettiğini görüyoruz. Demek, bu ayetin ‘Onlar iman etmezler.’ beyanı -hâşâ- yanlıştır.”

Bizim -yani Allah’ın her şeyi bildiğine iman edenlerin- bu söze karşı cevabı çok basittir. Biz deriz ki:

“Bu ayet-i kerime ve bunun emsali olan diğer ayet-i kerimeler, Allah’ın ezeli ilminde kâfir olarak öleceği bilinen kişiler hakkında inmiştir. Bu kişiler, uyarılsa da uyarılmasa da iman etmezler. Cenab-ı Hak ezeli ilmi ile bu kişilerin iman etmeyeceklerini bilmiş ve onlar hakkında ‘İman etmezler.’ buyurmuştur.”

Zaten ayetin başındaki “ellezi” tabiri, ismi mevsuldür. İsmi mevsuller marife olup belirli kişiler hakkında kullanılır. Burada iman etmeyeceği belirli olan kişiler de ilmi ezelide kâfir olarak öleceği bilinen kişilerdir.

İbni Abbas, İmam Taberani, İbni Cerir, İmam Beyhaki, İmam Suyuti ve diğerleri bu ayet hakkında şöyle demiştir:

“Peygamber Efendimiz (sav) kâfirlerin iman etmesine karşı çok arzuluydu ve onların iman etmemesi O’nu çok üzüyordu. İşte bu ve emsali ayetlerle, Allah’ın ezeli ilminde kâfir olarak öleceği bilinen insanların imana gelmeyecekleri beyan buyrulmuş ve onların hidayetinin Peygamberimizin elinde olmadığı beyan edilerek O’na teselli verilmiştir.”

Bizler, “Onlar iman etmezler.” ayeti hakkındaki soruya kısaca bu şekilde cevap verdik. Peki, Allah’ın ezeli ilmine inanmayanlar ve Allah’ın, insanın işleyeceği amelleri bilmediğini iddia edenler, yukarıda kaydettiğimiz soruya nasıl cevap verecekler. Yani birisi onlara dese: “Allah ‘iman etmezler.’ diyor, ama birçok kâfir iman ediyor. Demek -hâşâ” ayetin beyanı yanlıştır…” Onlar bu soruya nasıl cevap verecekler?

Ya da onlara şöyle sorsak:

Acaba ayette belirtilen “Onlar iman etmezler.” ifadesiyle hangi kâfirler kastedilmiştir. Bizler, Allah’ın ezeli ilminde kâfir olarak öleceği bilinen kâfirler kastedilmiştir, diyoruz. Ama siz ezeli ilme inanmıyorsunuz. Allah’ın, kulunun akıbetini bilemeyeceğini söylüyorsunuz. O halde ayetteki, iman etmeyecek olan kâfirler kimlerdir?

Şimdi de ayetin devamına bakalım:

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.”

Şimdi birisi şöyle dese:

“Bunların ne suçu var? Eğer Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemeseydi onlar iman ederlerdi. Suç -haşa- Allah’ın…”

Bu soruya yine bizim cevabımız çok basittir: Allah Teala, onların cüzi iradeleriyle küfrü seçeceklerini ve imana asla yanaşmayacaklarını ezeli ilmi ile bildi. Bu sebeple de kalp ve kulaklarını mühürledi. Yoksa, imanı tercih edecek kâfirlere bu mühür vurulmamıştır.

Biz böyle derken, sizler -Allah’ın ezeli ilmini inkâr edenler- ne diyeceksiniz? Eğer Allah, kulunun akıbetini ve cüzi iradesiyle küfrü seçeceğini bilmiyorsa, bu mührü neye göre vurmuştur? Yoksa şuna mı inanıyorsunuz: -haşa- Allah bilmiyor, ama seçtiği kullardan bir kısmının kalbini ve kulağını mühürledi, o kullar da bu mühürden dolayı iman edemiyor…

Buna mı inanıyorsunuz? Bakın, bozuk itikadınız nasıl bir netice verdi. Sizler sadece Allah’ın ilmini inkâr etmekle kalmıyor, aynı zamanda ona zulüm de isnat ediyorsunuz. Zira Allah mühürlediği için onlar iman edemiyorsa ve iman etmedikleri için de cehenneme gireceklerse, bu zulümdür. Bu tıpkı, birinin dilini kesip, onu konuşmaya davet etmeye ve konuşamadığı için de cezalandırmaya benzer. İnandığınız Allah, böyle bir Allah mıdır?

Şimdi bu delili şu sorularla bir daha toparlamak istiyoruz:

1. Altıncı ayet-i kerimede kâfirler için: “Onlar iman etmezler.” buyrulmuştur. Burada bahsedilen kâfirler kimlerdir?

2. Baştaki ismi mevsul, bu kâfirlerin bilinen kişiler olduğunu göstermektedir. Bu kişiler, Allah’ın ezeli ilminde kâfir olarak öleceği bilinen kişiler değilse kimlerdir?

3. Eğer Allah kimin kâfir, kimin mümin olarak öleceğini bilmiyorsa, “Onlar iman etmezler.” sözü ile neyi kastetmiştir?

4. Bazı kâfirlerin iman ettiği görülmektedir. Dolayısıyla bu hâl, “Onlar iman etmezler.” ayetinin hükmünü delmektedir. “Onlar” ifadesiyle, ilmi ilahide kâfir olarak öleceği bilinen kişilerin kastedildiğini kabul etmezsek, “iman eden kâfirlerle” “onlar iman etmezler” hükmünü nasıl cem edeceğiz?

5. Yedinci ayet-i kerimede, Allah’ın onların kalp ve kulaklarını mühürlediği bildirilmiştir. Bu mühür bize göre, kâfir olarak öleceği bilinen kişilere vurulmuştur; size göre kime vurulmuştur?

6. Eğer Allah bu mührü kâfir olarak öleceğini bildiği kullara vurmamışsa ve mühür vurulduğu için bu kişiler imana muvafık olamıyorsa, bu zulüm değil midir?

7. Eğer Allah’ın, bu mührü, ezeli ilmiyle kâfir olarak öleceğini bildiği kişilere vurduğunu kabul etmezseniz, şu sorumuza da cevap verin: “Allah bu mührü neye göre vurmaktadır?”

3. AYET

“Nuh’a vahyolundu ki: Senin kavminden -daha önce iman etmiş olanlar müstesna- artık kimse asla iman etmeyecektir… Zalimler hakkında benimle konuşma, onlar suda boğulacaklardır.” (Hud, 11/36-37)

Şimdi mezkur ayet-i kerimenin meselemize bakan cihetini tahlil edelim:

Allah Teala Hz. Nuh’a, kavminden daha önce iman edenler müstesna, diğerlerinin iman etmeyeceğini ve onların suda boğulacağını haber vermiştir. Bu sebeple de Hz. Nuh’un onlar için dua etmesini yasaklamış ve bir gemi yapmasını emretmiştir. Hz. Nuh bu gemiyi bir rivayete göre iki, diğer bir rivayete göre de dört yılda tamamlamıştır. Ve Allah Teala’nın haber verdiği gibi, bu zaman diliminde O’nun kavminden hiç kimse iman etmemiş ve neticede hepsi suda boğulmuşlardır.

Kıssanın detayını tefsir kitaplarına havale ediyor ve şimdi, “Allah, insanın yapacağını ancak insan yaptıktan sonra bilir.” diyenlerin şu sorularımıza cevap vermesini istiyoruz:

1. Eğer Allah Teala, kullarının akıbetini bilmiyorsa, Hz. Nuh’un kavminin iman etmeyeceğini ve onların suda boğulacaklarını nasıl bildi? Yoksa -hâşâ- tahmin mi etti?

2. Ya da Allah Teala onların cüzi iradelerini ellerinden aldı ve iman etmelerine mani oldu da onlar -gemi yapımında geçen iki yıllık sürede- iman edemediler mi? Eğer böyleyse, onlar ahirette şöyle demezler mi:

“Ey Allah’ımız, eğer sen bizi zorla kâfir yapmasaydın ve irademizi elimizden almasaydın, Hz. Nuh gemiyi yaparken biz iman ederdik. Biz suçlu değiliz, bizi küfürde kalmaya mecbur eden sen suçlusun…”

Yoksa bu ihtimale mi inanıyorsunuz? Halbuki peygamberlerin gönderilmesinin bir maksadı, insanların:

“Bize uyarıcı ve müjdeleyici gelmedi. Eğer gelseydi biz iman edenlerden olurduk.” (Maide, 5/19)

sözünü söyleyememeleridir. Yani insanların Allah’ın aleyhinde bir hüccetleri kalmaması içindir (Nisa, 4/165). Bu hüccetin kalmaması, Allah’ın insanların iradesini ellerinden almamasına bağlıdır.

Şimdi bu müşkülü nasıl çözeceğiz: Allah Teala, iki sene sonra Hz. Nuh’un kavminin -önceden iman edenler müstesna– küfür üzerine öleceğini peygamberine haber vermiş ve onlar için dua etmesini yasaklamıştır. Allah geleceği bilmiyorsa ve onların iradelerini ellerinden de almamışsa, bu bilgiye nasıl sahip olmuştur? Yoksa siz -hâşa- Allah’ın bir tahminde bulunduğunu ve tahmininin de tuttuğuna mı inanıyorsunuz? Buna inanıyorsanız, biz size daha ne diyelim? Vicdanı olmayana ne denilir ki?..

Sonuç: Allah Teala Hz. Nuh’a kavminin iman etmeyeceğini ve suda boğulacaklarını, bu hadisenin vukuundan iki sene önce -diğer bir rivayete göre dört sene önce- haber vermiş ve haber verdiği gibi de tahakkuk etmiştir. İşte bu ayet gelecekten haber vermek nevinden olup, Allah’ın, kullarının geleceğini bildiğini açıkça ispat etmektedir.

Ebu Leheb’in küfür üzere öleceğini haber veren Tebbet suresine: “Bu sure Ebu Leheb öldükten sonra indirilmiştir.” diye itiraz edenler, Hud suresinin mezkur ayetine nasıl itiraz edecekler merak ediyoruz. Hem de bu sefer Allah Teala bir kişinin değil, -önceden iman edenler müstesna– kavminin bütün fertlerinin küfür üzere öleceğini haber vermiş ve haber verdiği gibi de çıkmıştır.

Şimdi karşımızda üç yol var:

1. Allah Teala, Hz. Nuh’un kavminin iman etmeyeceğini ezeli ilmi ile biliyordu ve bunu Hz. Nuh’a vahyetti.

2. Allah Teala -hâşâ yüz bin defa hâşâ- bir tahminde bulundu ve bu tahmini tuttu.

3. Allah Teala -hâşâ yüz bin defa hâşâ- onların iradelerini ellerinden aldı ve bilmecburiye onları küfürde bıraktı. Sonra da onları hem suda boğarak hem de ahirette azap ederek onlara zulmetti.

Ey Allah’ın ezeli ilmini inkâr eden gafiller! Biz birinci şıkkı kabul ediyor ve diğer iki şıktan Rabbimizi yüz binler defa tenzih ediyoruz. Ya siz hangi şıkkı kabul ediyorsunuz?

4. AYET

“Bir vakit Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Melekler dediler ki: ‘Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?’(Bakara, 2/30)

Bu ayet-i kerimede üzerinde duracağımız iki nokta var. Birinci nokta, Cenab-ı Hakk’ın “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demesidir. Evet, Cenab-ı Hak: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demiş; ancak Hz. Âdem’i yarattıktan sonra O’nu cennetine koymuştur. Yani O’nu direkt yeryüzüne göndermemiş ve malum imtihanla cennette imtihan etmiştir. Hz. Âdem’in yasaklanan ağaca yaklaşması sonucu da O’nu cennetten çıkarmış ve yeryüzüne göndermiştir.

Bundan şu anlaşılmaktadır ki: Allah Teala, Hz. Âdem’in o ağaca yaklaşacağını biliyordu. Zira ayet-i kerimede, “Yeryüzünde bir halife yaratacağım.” buyurmuştur. Hz. Âdem’in yeryüzüne inmesi, yasak edilen ağaca yaklaşması sebebiyledir.

Burada, “Peki, eğer Hz. Âdem ağaca yaklaşmasaydı yeryüzüne iner miydi?” diye bir soru sorulsa, deriz ki: Ayet-i kerimede, daha Hz. Âdem yaratılmadan önce onun yeryüzüne gönderileceği açıkça bildirilmiştir. Dolayısıyla elbette inecektir. Ancak Allah Teala, birçok hikmetinin tahakkuku için O’nu önce cennete sokmuş ve işlemiş olduğu zelle sebebiyle O’nu cennetten çıkarmıştır. Bizim meselemiz, niçin çıkartıldığı meselesi olmadığından o kapıyı açmıyoruz. Sadece meselemize bakan cihet olan şu noktaya dikkat çekiyoruz:

Demek ki Allah Teala, Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına sebep olacak zelleyi işleyeceğini biliyordu. Eğer bilmeseydi, yeryüzü için yarattığı Hz. Âdem’i önce cennete sokmazdı. Öyle ya, -sebepler altında- eğer Hz. Âdem menedildiği ağaca yaklaşmasaydı cennetten çıkarılmayacaktı. Bu durumda, dünya için yaratılan Hz. Âdem’in ebedi olarak cennette kalması meydana gelmez miydi?

Ayet-i kerimede üzerinde duracağımız 2. nokta şurasıdır: Melekler insanın yaratılışı hakkında: “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” dediler. Acaba melekler insanın fesat çıkaracağını ve kan dökeceğini nereden biliyorlardı? Öyle ya, daha insan yaratılmamış ve dünyaya gönderilmemişti. Peki, bu gaybi bilgiye melekler nasıl sahip olmuşlardı?

Bu soruya verilebilecek iki cevap vardır:

1. Allah Teala’nın bildirmesiyle bilmişlerdir.

2. Levh-i mahfuzdan okumuşlardır ki, levh-i mahfuzda, olacak her şey kayıtlıdır. Bu iki cevap da Allah’ın her şeyi bildiği neticesini vermektedir.

Bakın, değil Allah, melekler bile -kendilerine bildirildiğinde- geleceği biliyorlar. Hal böyle iken, “Allah geleceği bilmez.” demek, ne büyük bir cehalettir!

Şimdi bu delili sorularla toplamak istiyoruz:

1. Allah Teala, “Yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demesine rağmen, Hz. Âdem’i ilk önce cennete yerleştirmiştir. O’na bütün cenneti serbest edip sadece bir ağaca yaklaşmasını yasaklamıştır. Allah Teala, Hz. Âdem’in o ağaca yaklaşacağını bilmiyor muydu?

2. Allah Teala, Hz. Âdem’in ağaca yaklaşacağını -hâşâ- bilmeseydi, O’nu direkt yeryüzüne göndermez miydi?

3. Peki, ya meleklerin insanoğlunun fesat çıkaracağını ve kan dökmesini bilmesi… Bu konu hakkında ne dersiniz? Biz, ya Allah bildirdi ya da levh-i mahfuza bakıp öğrendiler diyoruz ki, ikisi de Allah’ın ezeli ilmini ispat eder. Peki sizler, Allah’ın geleceği bilmediğini iddia edenler, cevap verin bize, melekler insanın fesat çıkarıp kan dökeceğini nasıl bildi?

5. AYET

“Hiç kimsenin Allah’ın izni olmaksızın ölmesi mümkün değildir. Ecel, belirlenmiş bir yazıyla yazılmıştır.” (Âl-i İmran, 3/145)

Bu ayet-i kerimede, ecelin belirlenmiş olduğu haber verilmektedir. Başka ayetlerde de bu hususa dikkat çekilmiş ve ecelin öne alınamayacağı ve ertelenemeyeceği beyan edilmiştir. (A’raf, 7/34; R’ad, 13/38; Nahl, 16/61)

Demek, daha bizler yaratılmadan önce Cenab-ı Hak her birimiz için bir ömür takdir etmiş ve bir ecel vakti belirlemiştir. O vakit gelmeden ölmemekte ve o vakti de tehir edememekteyiz.

O hâlde şimdi, bir insanın kendisini dağdan attığını ve intihar ettiğini farz edelim. Bu durumda şu şıklardan hangisi doğrudur:

1. Allah Teala, o kişi için bir ömür takdir etmişti, ama o intihar ederek ölümünü öne aldı.

Bu şık doğru olamaz. Çünkü ayeti-i kerimelerde, ecelin ertelenemeyeceği ve öne alınamayacağı açıkça belirtilmiştir. Mesela, Nahl, 16/61‘de şöyle buyrulmuştur: “Ecelleri geldiğinde, onu ne bir saat erteleyebilirler ne de öne alabilirler.” Demek, intihar eden ecelini öne alamıyor. O hâlde bu şıkkı eledik.

2. Allah Teala bu kişi için bir ecel takdir etmiş ve takdir ettiği ecelin vakti geldiğinde bu kişiyi intihara mecbur etmiştir. İntihar eden kişi, iradesiz bir şekilde kendini dağdan aşağıya atmıştır. Daha doğrusu Allah onu atmış, o da Allah’ın kudretine karşı koyamamıştır. Bu sayede de takdir edilen ecel, ne bir vakit geri kalmış, ne de tehir olmuştur.

Ancak bu şık da doğru olamaz. Çünkü bu durumda, kulun cüzi iradesi elinden alınmış ve zorla intihar ettirilmiş olur. Halbuki Allah Teala, intiharın büyük bir günah olduğunu bildirmiş ve intihar edeni cehennem azabı ile tehdit etmiştir. Eğer intihar edenin elinden cüzi iradesi alınsaydı, bu tehdit manasız kalır ve ceza zulüm olurdu. O hâlde bu şıkkı da eledik. Çünkü Allah Teala zulümden münezzehtir.

3. Allah Teala, o kişinin cüzi iradesini kullanarak intihar edeceğini ezeli ilmiyle bilmiş ve ona o kadar ömür takdir etmiştir. Eğer o kişi, cüzi iradesini kullanarak intihar etmeyecek olsaydı, belki Allah onun için daha uzun bir ömür takdir eder ya da başka bir sebeple yine ölümünü o zamanda kaza ederdi. Bu bizim bilemeyeceğimiz bir şeydir.

Tek doğru şık bu şıktır. Bu şıkta ne kula zulüm vardır ne de ecel vaktini öne almak!..

Şimdi gelelim bu tahlilin bizim meselemize bakan yönüne:

– Allah Teala, bir kulun cüzi iradesini kullanarak intihar edeceği vakti ezeli ilmi ile biliyor ve ona o kadar ömür takdir ediyorsa, diğer fiillerini de -daha yapmadan önce- bilmez mi?

– İnsanın ne zaman ve nasıl öleceğini bilen ve bunu “belirlenmiş bir yazıdır” ayetinin fermanıyla levh-i mahfuzda kaydeden Rabbimiz, bizim diğer amellerimizi niçin bilmesin ve kaydetmesin?

– İnsanın ne zaman öleceğinin, ölümünden önce bilinmesi; diğer amellerinin, vukuundan önce bilineceğini göstermez mi?

6. AYET

“Rum (orduları) yenilgiye uğradı. Dünyanın en alçak yerinde. Ama onlar yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir.” (Rum, 30/2-4)

Bu ayet-i kerimenin meselemize bakan cihetine geçmeden önce, dilerseniz, ayetin iniş sebebi üzerinde biraz duralım:

613-614 yılları arasında Mecusi olan Pers orduları, Hristiyan olan Bizans ordularını mağlup etmiş ve çok ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Mekke müşrikleri, Ehl-i kitap olan Hristiyanların mağlubiyetine çok sevinmiş ve Müslümanlara: “Eğer Allah sizin dediğiniz gibi yegâne galip olsaydı, Ehl-i kitap olan Bizans’ı üstün getirir ve Perslere karşı galip kılardı.” demişlerdi. Bunun üzerine Kur’an-ı Kerim, bir mucize olarak, o an imkânsız gibi gözüken gelecekteki bir sonucu haber verdi: Üç ilâ dokuz yıl arasında Bizans Perslere galip gelecek ve bununla Müslümanlar sevinecekti.

Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a.) Allah’ın bu vaadine dayanarak, Perslerin galibiyetine sevinen müşriklere: “Allah sizin sevincinizi fazla sürdürmeyecek. Çünkü Allah, birkaç sene içinde Rumların tekrar galip geleceğini haber verdi.” dedi. Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in bu sözü üzerine müşriklerden Ubey b. Halef iddiaya girmeyi teklif etti. On deve üzerine ve üç yıl içinde Bizans’ın galip gelip gelemeyeceği hususunda iddiaya girdiler.

Hz. Ebu Bekir olup biteni Peygamber Efendimiz (sav)’e anlatınca, Peygamberimiz (sav), ayette geçen  بِضْعِ sözünün üç sene değil; üç sene ile dokuz sene arasını ifade ettiğini, bu sebeple süreyi de deve sayısını da katlamasını Hz. Ebu Bekir’e söyledi.

Bu sefer, dokuz sene içinde Bizans’ın galip gelip gelmeyeceğine dair yüz deve üzerine bahse girdiler. Tirmizi’nin Sahih’inde haber verdiğine göre, Bedir savaşına tesadüf eden günlerde Bizanslar Perslere karşı yaptıkları savaşta galip gelmiş ve böylece Kur’an’ın gaybdan verdiği haber tahakkuk etmiştir. Hz. Ebu Bekir, Ubey b. Halef’in varislerinden, kazandığı develeri alarak Peygamber Efendimizin tavsiyesi üzerine fakirlere dağıtmıştır.

Şimdi mezkur ayetin meselemize bakan cihetini tahlil edelim:

Onlar diyorlar ki: “Allah geleceği bilmez. Bir olay ancak yaşandıktan sonra Allah tarafından bilinir…” Eğer onlar bu davalarında sadıklarsa şimdi şu sorularımıza cevap versinler:

1. Allah gaybı bilmiyorsa Bizans’ın zaferini nasıl haber verdi?

2- Yok, eğer siz: “Allah kulun cüzi iradesiyle yapacaklarını bilmez, diğer şeyleri bilir.” derseniz, biz de deriz ki: Rum’un zaferinde onların cüzi iradeleri yok muydu? Ya da Perslerin iradesi ellerinden mi alındı da mağlup oldular? Hayır! Her bir taraf da cüzi iradelerini kullandılar. Cenab-ı Hak, onların cüzi iradelerini kullanarak yapacakları işleri ve ortaya çıkacak neticeyi, ezeli ilmi ile bilmiş ve Kur’an’da bize haber vermiştir. Bu apaçık bir şekilde Allah’ın gaybı bildiğini ispat etmez mi?

3. Allah Teala Rum’un galibiyetini ve Perslerin mağlubiyetini haber verdiğine göre, demek ki bu savaşın olacağını, bu savaşa kimlerin katılacağını, katılanlardan kaçının öleceğini, kaçının yaralanacağını ve bunlar gibi diğer meseleleri biliyordu. Öyle ya biliyordu ki, bir tarafın galibiyetini, diğer tarafın da mağlubiyetini haber vermiş. Eğer Allah, insanların bu savaşta neler yapacağını bilmeseydi bu neticeyi haber verebilir miydi?

4. Eğer hâlâ “Allah gaybı bilmez.” sözünde ısrar ediyorsanız, Allah’ın bu olayı vukuundan önce nasıl bildiğini bizlere izah edin de dinleyelim.

7. AYET

“Siz güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i Haram’a inşallah gireceksiniz.” (Fetih, 48/27)

Bu ayetin meselemize bakan cihetine geçmeden önce, dilerseniz, ayetin iniş sebebi üzerinde biraz duralım:

Peygamber Efendimiz (sav) Medine’de iken bir rüya görmüştü. Rüyasında, müminler güven içinde Mescid-i Haram’a girip Kâbe’yi tavaf ediyorlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) müminleri bu haberle müjdelemişti. Çünkü Mekke’den Medine’ye hicret eden müminler, o zamandan beri Mekke’ye gidemiyorlardı. Bunun üzerine Allah Teala Fetih suresinin 27. ayetini indirmiştir. Gerçekten de bir süre sonra Mekke’nin fethi ile Müslümanlar aynı ayette bildirildiği gibi güven içinde Mescid-i Haram’a girmişlerdir.

Şunu da unutmamak ve ayete öyle bakmak gerekir: Baharın başında baharı müjdelemek kolaydır. Zor olan, kışın ortasında baharı müjdelemektir. Kur’an’ın verdiği haberler, kış ortasında baharı müjdelemek gibidir. Zira bu ayetlerin indiği dönemde Müslümanlar gayet zayıf ve azdı. Hicrete mecbur bırakılarak, vatanlarını ve mallarını terk etmişlerdi. Medine’den Mekke’ye Kâbe’yi ziyaret için gelmişler, ama Mekke müşrikleri buna bile müsaade etmediğinden üzülerek Medine’ye dönmüşlerdi. İşte böyle bir hengâmda Kur’an, Kâbe’ye güvenle gireceklerini ve İslam’ın diğer dinlere üstün geleceğini haber vermiş ve verdiği haber tam dediği gibi doğru çıkmıştır.

Şimdi mezkur ayetin meselemize bakan cihetini tahlil edelim:

Onlar diyorlar ki: “Allah geleceği bilmez. Gelecek ancak yaşandıktan sonra bilinir…” Yani onlara göre, Allah da bizim gibi zamanla kayıtlıdır. Madem onlar böyle inanıyorlar, o hâlde şimdi şu sorularımıza cevap versinler:

1. Allah gaybı bilmiyorsa, Mekke’nin fethedileceğini nasıl haber verdi?

2. Yoksa -hâşâ- Allah bir tahminde bulundu da tahmini mi tuttu?

3. Allah’ın gaybdan verdiği bu haberleri duyduğunuz hâlde, hâlâ nasıl olur da “Allah gaybı bilmez.” dersiniz?

4. Yoksa, “Bazı şeyleri bilir, ama çoğunu bilmez.” mi diyorsunuz? Eğer böyle diyorsanız, bu taksimi neye göre yapıyorsunuz?

8. AYET

“Her ne hâlde bulunsan, o Kur’an’dan her ne okusan ve her ne iş yapsanız, ona daldığınız zaman mutlaka biz üzerinizde şahidizdir. Yerde ve gökte zerre kadar bir şey Rabbinden gizli kalmaz. Ne bundan daha küçük ne de daha büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.” (Yunus, 10/61)

Allah Teala bu ayet-i kerimede, her şeyin apaçık bir kitapta bulunduğunu haber vermektedir. Bu haber, Kur’an’ın diğer ayetlerinde de geçmektedir. Mesela, En’am suresi 59. ayet-i kerime, Hud suresi 6. ayet-i kerime, Neml suresi 75. ayet-i kerime ve Sebe suresi 3. ayet-i kerimede, yine her şeyin apaçık bir kitapta kayıtlı olduğu bilgisi verilmektedir.

Ayet-i kerimede geçen “apaçık kitap” ifadesi hakkında İmam Zeccac Hazretleri şöyle der: “Cenab-ı Hak, bütün malûmatları, mahlukatı yaratmazdan evvel bir kitapta yazmıştır.”

Bu yazının hikmeti hakkında müfessirler şu sözleri söylemişlerdir:

1. Bu yazı, mükelleflerin sevap ve azabı kapsayan durumlarının ihmal edilmeyeceğine dair uyarmak içindir. Bu görüş, Hasan-ı Basri Hazretlerinin tercihidir.

2. Her şeyin daha yaratılmadan önce levh-i mahfuzda kaydedilmesinin bir hikmeti de şudur: Melekler, olayların Allah’ın malûmatına uygun olarak tıpatıp oluşlarını görerek ibret alırlar ve Allah Teala’yı tesbih ederler.

3. Yüce Allah’ın bütün her şeyi yazması işin azametini ortaya koymak içindir. Yani şu nazara verilir ki: Hakkında sevabın ve cezanın söz konusu olmadığı her şey yazılıysa ya sevap ve cezayı gerektiren şeylerin durumu nedir?

Fahreddin-i Razi Hazretleri şöyle der: Kitab-ı mübin (apaçık kitap) hakkında iki görüş vardır: 1. Kitab-ı mübin, Allah’ın ilmidir. 2. Allah Teala’nın, mahlukatı yaratmadan önce, malumatın (bilinecek şeylerin) keyfiyetini bir kitapta yazıp tespit etmiş olmasıdır. İmam Zeccac bu görüşü kabul etmiştir.

Bu izahı yapan Fahreddin-i Razi Hazretleri 1. görüşü tercih etmiş ve kitab-ı mübinin Allah’ın ilmi olduğunu söylemiştir.

Kitab-ı mübin hakkında yapılan bütün izahları inceleseniz, naklettiğimiz iki izahtan başka hiçbir izah bulamazsınız ki, ikisinin de özü, her şeyin, daha yaratılmadan önce Allah Teala tarafından bilinmesidir.

Şimdi, “Allah gaybı bilmez.” diyenlere şu sorularımızı sormak istiyoruz:

1. Ayet-i kerimelerde, her şeyin kitab-ı mübinde kayıtlı olduğu haberi verilmiştir. Alimler bu ifadeyi, Allah’ın ilmi veya Allah’ın, olacak her şeyi kaydettiği kitabı yani levh-i mahfuz olarak tefsir etmişlerdir. Bu da her şeyin Allah tarafından bilindiğini ispat etmektedir. Sizler, kitab-ı mübin ifadesini nasıl tefsir ediyorsunuz?

2. Bütün alimlerin ittifak ettiği bir mesele batıl olabilir mi?

3. Yoksa sizler Fahreddin-i Razi’den, İmam Zeccac’dan ve diğerlerinden daha mı alimsiniz?

9. AYET

Kehf suresinde Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın seyahati anlatılmaktadır.

Bizler bu seyahatin detayını mezkur sureye havale ediyor ve sadece meselemize bakan bölümüne dikkat çekiyoruz. Şöyle ki:

Kehf suresinin 71. ayetinde, Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın bir gemiye binmesinden ve Hz. Hızır’ın gemiyi delmesinden bahsedilir. Buna dayanamayan Hz. Musa: “Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın.” der. Hz. Hızır gemiyi delmesindeki hikmeti 79. ayet-i kerimede şöyle izah eder: “Gemi denizde çalışan yoksullara aitti. Onu kusurlu kılmak istedim. Zira arkalarında, her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.”

Yani Hz. Hızır’ın gemiyi delmesinin sebebi, zorba hükümdarın gemiyi gasp etmemesi içindir. Evet, zorba hükümdar gemiye el koymaya niyet eder, ancak geminin delik olduğunu görünce bundan vazgeçer. Daha sonra da geminin sahibi olan yoksullar gemiyi tamir ederek çalışmalarına devam ederler.

Hz. Musa ve Hz. Hızır gemiden inerek seyahatlerine devam ederler. Suresin 74. ayetinde, Hz. Hızır’ın bir çocuğu öldürdüğü zikredilir. Buna dayanamayan Hz. Musa: “Cana karşılık olmaksızın masum bir kimseyi mi öldürdün? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın.” der.

Hz. Hızır çocuğu öldürmesindeki hikmeti 80 ve 81. ayetlerde izah eder ki, o hikmet, çocuk büyürse anne-babasını azgınlığa sürükleyecek olması ve Allah’ın o anne-babaya, o çocuktan daha temiz ve daha merhametli bir evlat vermeyi istemesidir.

Kıssayı kısaca bu şekilde özetledikten sonra, “Allah gaybı bilmez.” diyen gafillere şu sorularımızı sormak istiyoruz:

1. Kıssayı dinlediniz, zaten detayını da biliyordunuz. Bu kıssayı bilmenize rağmen nasıl olur da “Allah gaybı bilmez.” diyebilirsiniz?.. Bu cehalet değil, olsa olsa bir hıyanettir!..

2. Hz. Hızır gemiyi delmiş ve buna sebep olarak da zorba hükümdarın gemiyi gasp edecek olmasını göstermiştir. Demek, Hz. Hızır hükümdarın gemileri gasp edeceğini biliyordu. Bakın, değil Allah, bir kul bile, Allah’ın bildirmesiyle gayba muttali olabiliyor. Eğer Allah Teala hükümdarın cüzi iradesiyle yapacağı gaspı bilmiyorsa, yani gayba muttali değilse, bu olay nasıl gerçekleşmiştir? Hz. Hızır bu bilgiye nasıl sahip olmuştur?

3. Peki, ya Hz. Hızır’ın çocuğu öldürmesine ne diyeceksiniz? Hz. Hızır buna sebep olarak, çocuğun eğer yaşarsa, anne-babasını azgınlığa ve küfre sürükleyecek olmasını göstermiştir. Peki, Hz. Hızır bunu nerden biliyordu? Tek cevap, Allah’ın bildirmesiyle bildiğidir. Peki, Allah bunu nasıl biliyordu? Cevabı bize göre çok basit: Zamanlardan münezzeh olan ezeli ilmi ile biliyordu. Bu bilgininin kaza edilmemesi için çocuğun öldürülmesine hükmetmiştir.

Peki sizler, Allah’ın ezeli ilmini inkâr edenler, size göre Hz. Hızır çocuğun akıbetini nasıl bildi? Yoksa tahmin mi etti? Ve çocuğu bu tahmin üzerine mi öldürdü?

4. Allah’ın gaybı bildiğini ve hikmet tahtında bazı olayların olmaması için tedbir aldığını gösteren bu kadar açık ayetlerden sonra, hâlâ “Allah gaybı bilmez.” iddianızda ısrar mı edeceksiniz? Akıllarınız bu kadar kör ve kalpleriniz bu kadar ölmüş mü ki, hâlâ bu batıl fikirde ısrar ediyorsunuz?

10. AYET

“Her vadenin bir yazısı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Ana kitap O’nun yanındadır.” (Ra’d, 13/39)

Ayet-i kerimede geçen, “Her vadenin bir yazısı vardır.” hükmü hakkında Fahreddin-i Razi Hazretleri şöyle demektedir: Her şeyin takdir edilmiş bir vakti vardır. Bu takdir levh-i mahfuzda yazılmıştır. Hayat, ölüm, zenginlik, fakirlik, saadet ve mutsuzluk gibi her hadisenin belli bir vakti vardır. Allah Teala, onun o zaman meydana gelmesine hükmetmiştir. Bu zaman değişmez. Bu ayet, Hz. Peygamber (sav)’in şu hadisinin bir benzeridir:  “Kader kalemi, kıyamete kadar olacak şeyleri yazıp bitirmiştir.” (Tefsir-i Kebir)

Ayetin devamındaki, “Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır.” ifadesini İmam-ı Rabbani Hazretleri şöyle izah eder: Kaza (Allah Teala’nın yaratacağı şeyler) levh-i mahfuzda iki kısımdır: 1. Kaza-i muallak, 2. Kaza-i mübrem. Birincisi, şarta bağlı olarak yaratılacak şeyler demektir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. İkincisi ise; şartsız, muhakkak yaratılacak demek olup, hiçbir suretle değişmez ve muhakkak yaratılır. Kaf suresinin 29. ayetinde: “Sözümüz değiştirilmez.” buyrulmuştur. Bu ayet-i kerime, kaza-i mübremi bildirmektedir. Kaza-i muallak için de Ra’d suresinde, “Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır.” mealindeki 29. ayet-i kerime vardır. (Mektubat-ı Rabbani, 217. Mektup)

Burada Fahreddin-i Razi Hazretlerinden şu nakli de yapmak istiyoruz: Şayet birisi derse: “Sizler, kaderin daha önceden tayin edildiğini, kader kaleminin bunları yazıp bitirdiğini, işlerin yeni meydana gelmediğini iddia etmiyor muydunuz? Bu iddiaya göre ‘silmek’ ve ‘sabit bırakmak’ hususu nasıl doğru olabilir?” Biz onun bu sözüne karşılık deriz ki: “O silme ve sabit bırakma da kalemin yazdığı şeylerdendir. Allah, kaderinde ve kazasında silinmesini ezelde takdir ettiği şeyleri siler, diğerlerini ise sabit bırakır.”

Ayetin son kısmında geçen “Ana kitap O’nun yanındadır.” ifadesiyle de levh-i mahfuz kastedilmiştir. Levh-i mahfuz, olmuş ve olacak her şeyin yazıldığı kader kitabıdır.

Bahsettiğimiz konularda onlarca alimin aynı görüşünü nakledebiliriz. Ancak meseleyi uzatmamak için bu kadarla yetiniyoruz.

Şimdi dilerseniz, buraya kadar yaptığımız izahları maddeleyerek konuyu daha iyi anlamaya çalışalım:

1. Allah’ın, levh-i mahfuz isminde bir kader kitabı vardır ki, olmuş ve olacak her şey bu kitapta yazılmıştır.

2. Levh-i mahfuzda da iki çeşit kader yazısı vardır: 1. Kader-i muallak, 2. Kader-i mübrem.

3. Kader-i muallaktaki yazılar değişebilmektedir. Yani bu yazılar, “Eğer falanca şu sebebe yapışırsa böyle olacak, yapışmazsa böyle olacak.” şeklindedir. Kaderin bu yazısı, kulları tembellikten kurtarmak ve sebeplere yapışmasını sağlamak içindir.

4. Kader-i mübremdeki yazılar ise, Allah’ın ezeli ilminin bir tecellisidir ve değişmemektedir. Eğer bu yazının değiştiğini kabul edecek olursak, Allah’ın ilminde olacağı bilinen bir şeyin olmayacağını veya olmayacağı bilinen bir şeyin de olabileceğini kabul etmek gerekir. Bu durumda da Cenab-ı Hakk’a cehalet isnadı yapılmış olur. Bu ise muhaldir. Sekizinci ayet-i kerimede, bu kader kitabının yazılma hikmetini anlattığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

Meseleyi bu şekilde maddeledikten sonra, şimdi, “Allah gaybı bilmez.” diyenlere şu sorularımızı sormak istiyoruz:

1. Tahlilini yaptığımız ayet-i kerimede, “Her vadenin bir yazısı vardır.” buyrularak, olacak her şeyin yazılı olduğu açıkça bildirilmiştir. Ve bütün alimler bu ayet-i kerimeyi bu mana ile tefsir etmişlerdir. Sizler, kaderi inkâr edenler olarak, bu ayeti nasıl izah ediyorsunuz?

2. “Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır.” ayeti, silinecek ve sabit bırakılacak bir yazının varlığını gerekli kılmıyor mu? Eğer yazı yoksa, silinen şey ve bırakılan şey nedir?

3. Bütün müfessirler, mezkur ayet-i kerimeyi “Kader-i muallak” ve “Kader-i mübrem” ile tefsir ederken, sizler bu ayeti nasıl tefsir ediyorsunuz?

4. “Ana kitap O’nun yanındadır.” ayetini bütün müfessirler levh-i mahfuz ile tefsir etmişlerdir. Sizler levh-i mahfuzu inkâr ediyorsunuz, o halde size göre Allah’ın yanında olan “ana kitap” nedir?

5. Ayrıca şunu da sormak istiyoruz: Alimlerin güneşleri hükmünde olan Fahreddin-i Râziler, İbni Kesirler, İmam Zeccaclar, İbni Abbaslar ve diğer bütün alimler, bu ayetin tefsirinde hata yaptı da bir tek siz mi isabet ettiniz? Yoksa buna mı inanıyorsunuz?

11. AYET

“Yeryüzünde ve nefislerinizde başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı bulunmasın. Şüphesiz bu, Allah’a çok kolaydır.” (Hadid, 57/22)

Şunu merak ediyoruz: “Allah gaybı bilmez.” diyenler, bu ayet-i kerimeyi hiç mi görmüyorlar? Allah’ın geleceği bildiğine dair bundan daha açık bir ifade olabilir mi? Yoksa, Allah’ın gaybı bildiğine inanmak için, gayb perdesinin kaldırılmasını ve levh-i mahfuzu görmeyi mi şart koşuyorlar?

Ayet-i kerimede, yeryüzünde ve nefislerimizde başımıza gelen her musibetin, daha yaratılmadan önce bir kitapta kaydedilmiş olduğu açık bir şekilde belirtilmiştir. Ve bunun Allah’a çok kolay olduğu zikredilmiştir. Şimdi başımıza gelecek bir musibet üzerinde tefekkür edelim. Mesela:

Bundan on yıl sonra bize bir arabanın çarpacağını farz edelim. Kur’an diyor ki: Bu musibet, daha başınıza gelmeden önce bir kitapta yazılmıştır. Şimdi şunu bir düşünelim: Bu musibet başımıza gelmeden önce bir kitapta yazılı olduğuna göre, demek Rabbimiz, on sene sonra bu musibet saatinde bizim nerede olacağımızı biliyor. Bize çarpacak arabayı biliyor. Nasıl çarpacağını biliyor. Ve bu musibetle ilgili diğer bütün detayları biliyor. Ve hepsini bir kitapta kaydetmiş. Eğer Allah geleceği bilmeseydi, bu yazıyı yazabilir miydi?

Şimdi bu mülahazalar üzerinden, “Allah gaybı bilmez.” diyenlere şu sorularımızı soruyoruz:

1. Ayet-i kerimede, yeryüzündeki ve nefsimizdeki bütün musibetlerin daha yaratılmadan önce bir kitapta kaydedildiği beyan buyrulmuştur. Bu, Allah’ın gaybı ve geleceği bildiğini ispat etmez mi?

2. Eğer Allah gaybı bilmiyorsa, vukua gelecek musibetleri bu deftere (levh-i mahfuza) nasıl kaydetmiştir?

3. Siz, “Allah gaybı bilmez.” diyenler, “Yeryüzünde ve nefislerinizde başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı bulunmasın.” ayetini nasıl anlıyorsunuz?

4. Ayetin sonunda, “Şüphesiz bu, Allah’a çok kolaydır.” buyrulmuş. Allah’a kolay olan şey bize göre, ezeli ilmi ile olacak her şeyi bilmesidir. Siz ise bu ezeli ilmi inkâr ediyorsunuz. O hâlde size göre, Allah’a çok kolay olan şey nedir?

5. Ayet-i kerimenin tefsirini yapan bütün müfessirler, ayette geçen, her şeyin kendisinde yazılı olduğu kitabı levh-i mahfuz olarak tefsir etmişlerdir. Levh-i mahfuza inanmayan sizler, bu kitabı neyle tefsir ediyorsunuz?

6. Ayetin bu kadar açık beyanına karşı, hâlâ “Allah’ın gaybı bilmediği” safsatasında ısrar mı edeceksiniz?

12. AYET

“Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Şüphesiz bunlar bir kitaptadır. Hiç şüphe yok ki, bunlar Allah’a pek kolaydır.” (Hadid, 57/22)

İnanın şaşırıyoruz… Ayetlerin bu kadar açık beyanına karşı bir insan, kaderi ve Allah’ın geleceği bildiğini nasıl inkâr eder, buna şaşırıyoruz. Bundan daha açık bir ifade olabilir mi? Bakın, Rabbimiz mezkur ayette ne diyor, diyor ki: “Gökte ve yerde ne varsa, ben hepsini bilirim. Bütün bunlar bir kitapta kayıtlıdır. Ve bunları bilmek ve bir kitapta kaydetmek bana çok kolaydır.”

Allah Teala böyle diyor, ama onlar: “Yok, sen bilmezsin. Öyle her şeyin yazılı olduğu bir kitap falan da yok. Bunu yapmak sana kolay falan da değildir. Sen benim yapacağımı, ancak ben yaptıktan sonra bilebilirsin. İlmin daha öteye geçemez…” diyorlar ve bizim yazarken titrediğimiz bu sözleri söylüyorlar.

Bu, Allah’a iftira atmak ve Allah’ı tekzip etmek değildir de nedir? Biraz aklı olanın titremesi ve hemen bu batıl itikadını terk ederek tövbe etmesi gerekmez mi?

13. AYET

Yusuf suresinde bildirildiğine göre, Allah Teala Hz. Yusuf’a rüya tabirini öğretmiştir. Surenin 4. ayet-i kerimesinde Yusuf aleyhisselam gördüğü bir rüyayı babasına anlatır. Bu rüya, “O’nun on bir yıldızla Güneş’i ve Ay’ı kendisine secde ederken görmesi”dir.

Surenin 100. ayetinde ise; babası, annesi ve on bir kardeşinin Hz. Yusuf’a secde ettiği zikredilir. Bu secde üzerine Hz. Yusuf şöyle der: “İşte bu, önceki rüyamın tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı.”

Hz. Yusuf’un tabir ettiği bir başka rüya da surenin 36. ayetinde zikredilmektedir. Hz. Yusuf rüyasını anlatan iki kişiye şöyle der: “Biriniz efendisine şarap sunacak. Diğeri de asılacak ve kuşlar başından yiyecekler.”

Olay tam da Hz. Yusuf’un haber verdiği gibi gerçekleşir. Onlardan birisi idam edilir, diğeri ise saraya giderek krala hizmet eder.

Hz. Yusuf’un tabir ettiği bir başka rüya yine surenin 43. ayetinde zikredilmektedir. Kral görmüş olduğu rüyayı şöyle anlatır: “Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin.”

Hz. Yusuf bu rüyanın tabirini 47. ayet-i kerimede yapar ve hadise aynen haber verdiği gibi çıkar.

Bütün bu anlattıklarımızı şuraya bağlamak istiyoruz: Bir kul dahi, Allah’ın izni ve bildirmesiyle gaybı bilebiliyorsa, Allah’ın gaybı bilmemesi hiç mümkün müdür?

Şimdi şunları düşünelim:

1. Hz. Yusuf’un babası, annesi ve kardeşleri yıllar sonra O’na secde etmiştir ki, Hz. Yusuf bunun olacağını rüyasında daha çocuk iken görmüştü. Eğer Allah gaybı bilmeseydi, yıllar sonra tevili çıkacak bu rüyayı Hz. Yusuf’a gösterebilir miydi?

2. Hz. Yusuf zindandaki iki kişinin rüyasını tabir etmiş, yani onların geleceğine dair iki haber vermiş ve verdiği haber tam doğru çıkmıştır. Onlardan biri asılmış, diğeri ise sarayda hizmet etmiştir. Hz. Yusuf’un verdiği bu haber gaybı bilmek değil midir? Hz. Yusuf Allah’ın bildirmesiyle gaybın bazı meselelerine muttali olabiliyorsa, O’nun rabbi olan Allah bütün gayba muttali olmaz mı?

3. Kralın rüyası da Hz. Yusuf tarafından tabir edilmiş ve tabire birebir uygun olarak hadise vuku bulmuştur. Yedi sene bereket olmuş, peşinden yedi sene kuraklık ve kıtlık olmuş ve daha sonra tekrar bereketler gelmiştir.

Şimdi soruyoruz: Hz. Yusuf’a gaybı bildiren Allah’ın gaybı bilmemesi hiç mümkün müdür?

Allah Teala’nın gaybı bildiğine dair daha sizlere gösterebileceğimiz birçok ayet-i kerime var. Ancak bu kadarı kâfi görüyor ve daha fazlasına ihtiyaç duymuyoruz. Aslında yazdıklarımızı dahi fazla buluyoruz. Çünkü bizler bir Müslüman’ın “Allah gaybı bilmez.” itikadını taşıyabileceğine inanmıyoruz ve inanmak istemiyoruz. Evet, bu sözü söyleyen gafiller var. Ancak onlar dini bozmak için kiralanmış kişilerdir. Bizler bir Müslüman’ın ne kadar da cahil olsa onların bu sözüne kanacağına ihtimal vermiyoruz.

“Kur’an’dan daha birçok ayet-i kerime gösterebiliriz.” dedik. Bu sözümüze inanın. Eserin bu kısmına kadar gösterdiğimiz ayetleri sadece bir saat içinde Kur’an’dan çıkardık. Kur’an’ı elimize alarak sayfalarını hızlıca çevirdik ve gözümüze ilişen ayetleri kaydettik. Çünkü dediğimiz gibi, onların “Allah gaybı bilmez.” sözünü ciddiye almıyor ve bu söze inanacak kişilerin olabileceğine inanmıyoruz. Ama buna rağmen bu kadar yazdık ki, eğer onların sözüne inanan biri varsa, yarın ahirette yakamıza yapışmasın ve “Niye beni uyarmadınız, sizler Kur’an’ı anlıyordunuz, niye doğruları yazmadınız?” demesin.

Ayrıca sadece Kur’an’dan delilleri yazdık. Hadis-i şeriflerden deliller getirmedik. Halbuki Kur’an’dan sonra en sağlam kaynak olan Kütüb-i Sitte’de meselemize delil olacak onlarca hadis-i şerif var. Bunları kaydetmedik, çünkü Kur’an’ın ayetlerini inkâr edecek kadar haddi aşanlara, hadisten delil getirmek beyhudedir. Ayetleri inkâr edenler hadislere ne yapmaz ki? Senetlerine bile bakmadan bir çırpıda “uydurma” der, bir kenara atıverir.

Yine tefsirini yaptığımız ayetlerde görüşlerini naklettiğimiz müfessirler müstesna, alimlerden de nakil yapmadık ve bu konudaki icmayı da göstermedik. Zira onlar zaten icmaya ve alimlere inansalar, bu batıl sözü söylemezlerdi. Ayeti inkâr eden ve ayetleri nefsine göre tevil eden hangi alime inanır, kimin sözüne itibar eder? O ancak Allah’ın gaybı bildiğini ölünce anlayacaktır ki, o zaman da iş işten geçmiş olacaktır.

Şimdi onların, “Allah gaybı bilmez.” derken, ileri sürdükleri sözde delillerine daha doğrusu safsatalarına cevap yazalım. Ancak bu cevap onlara değil, onların sözleriyle yaralanan zavallı kişileredir. Biz, bu sözün sahiplerine cevap yazmıyoruz.

Bizim cevabımız, yaralanmaması gerekirken, cehaleti ve Kur’an’a uzaklığı sebebiyle yaralanan ve yarasına sürecek ilmi bir merhemi olmayan zavallı kardeşlerimizedir. Bu sebeple direkt onlar ile konuşacağız.

“Allah gaybı bilmez.” diyenler şu üç şüpheyi kalbe atmaktadırlar:

1. Onlar diyorlar ki: Eğer Allah ne yapacağımızı biliyorsa bizim suçumuz ne? Ben Allah bildiği için yapıyorum. Eğer Allah bilmeseydi ben de yapmazdım, o halde suçlu olamam… Madem cennete ya da cehenneme gideceğim yazılmış, o hâlde ben kaderimi nasıl değiştireyim; zaten her şey yazılı?.. Mesela, benim bir adamı öldüreceğim kaderimde yazılıysa, o zaman ben öldürdüğüm için niçin katil oluyorum? Eğer kaderimde yazılı olmasaydı öldürmezdim… Her şey kaderde yazılıysa, böyle uğraşmak ve bir şeyleri başarmaya çalışmak niye? Zaten ne yazılıysa o vukua gelecek… O hâlde yaptıklarımdan sorumla olabilmem için Allah’ın gaybı bilmemesi gerekir…

Soruları çoğaltmamız mümkündür. Hepsinin altında yatan ana sebep, kaderin anlaşılamamasıdır. Bu soruları soranlar Allah’ın ezeliyetini ve “ilmin maluma tabi olması” kaidesini bilmemektedirler. Bizler “Feyyaz Bilişim Hizmetleri” olarak, kader hakkındaki bütün sorularınızın cevabını, iki kere iki dört eder katiyetinde bulacağınız görsel bir eseri sizler için hazırladık.

Yaklaşık dört saatlik bu video eserde, yukarıda yazdığımız ve akılınıza gelen bütün soruların cevaplarını bulabilirsiniz. Mezkur eserde bu soruların cevapları verildiğinden, bu bahsi burada açmıyor ve ilgili esere havale ediyoruz. Bu esere seyretmek için vereceğimiz linke tıklamanızı rica ederiz. Ayrıca her videonun altında video metni de kaydedilmiştir. Bu metinleri de dilerseniz okuyabilirsiniz.  

2. Onlar diyorlar ki: Eğer Allah bizim ne yapacağımızı biliyorsa ve her şey kaderde yazılıysa biz niye yaratıldık ve bu alem niye yaratıldı?..

Herhalde onlara göre, alemin yaratılmasındaki hikmetlerin tahakkuku için Allah’ın onların ne yapacağını bilmemesi gerekiyor. Bu zan, onların ne kadar cahil olduğunun ispatı için kâfidir. Eğer onlar kendilerinin ve alemin yaratılış gayelerini bilselerdi, bu gayelerin, Allah’ın onların yapacağını bilmesiyle yok olmayacağını bilirlerdi.

Bizim ve şu alemin yaratılış gayelerini burada teker teker beyan etmek çok uzun kaçar. Burada yapacağımız şey yine sizi, bu konuda hazırladığımız eserlere havale etmektir. Zira sadece bu mesele için hazırlanmış bir eserin tesirini üç beş cümleyle yakalamak ve onlarca sayfada ancak anlatabildiğimiz gayeleri birkaç satırda anlatmak mümkün değildir. Eğer gerçekten bu sorunun cevabını öğrenmek ve Allah’ın yapacaklarımızı bilmesiyle, alemin ve bizim yaratılış gayelerimizin yok olmayacağını anlamak istiyorsanız, bir tıklamayı çok görmeyin ve vereceğimiz kaynakları inceleyin. Bu konuda sizleri şu kaynakları havale ediyoruz:

A. İnsanın ve alemin yaratılış gayelerinin anlatıldığı videoyu seyredebilir ve kaderimizin bilinmesiyle bu gayelerin kaybolmadığına hakkalyakîn şahit olabilirsiniz.

B. Bediüzzaman Hazretlerinin “On Birinci Söz” isimli eserini mütalaa edebilirsiniz. Bu eserde insanın ve alemin yaratılış gayeleri anlatılmıştır. Elinde Sözler isimli eser olmayanlar www.sorularlarisale.com sitemize girerek mezkur esere ulaşabilirler.

3. “Allah gaybı bilmez.” diyenlerin en çok dile getirdikleri şey, Kur’an’da “Allah bildi. Allah bilmek için yaptı.” gibi ifadelerdir. Onlar der ki: “Allah bilmek için yaptığına göre demek ki önceden bilmiyordu!..”

Onların bu sözleri, aynı zamanda onların, Kur’an bilgisinden ne kadar uzak olduğuna bir delildir. Şimdi, Kur’an’daki “Allah bildi. Allah bilmek için yaptı…” gibi sözlerin manasını izah edelim ve onların bu fitnesini de neticesiz bırakalım.

Kur’an’daki “Allah bildi. Allah bilmek için yaptı…” gibi ifadeler iki manaya gelmektedir:

1. Buradaki “bilmek”ten murad, temyiz yani ayırt etmektir. Mesela: “Allah, müminleri ve münafıkları bilmek için yaptı.” denildiğinde, buradaki “bilmek” temyiz manasında olup, ayetin manası: “Allah, müminleri ve münafıkları ayırt etmek için yaptı.” şeklindedir.  عَلِمَ  fiilinin  مِنْ  harfi ceri ile kullanıldığı bütün ayetler temyiz manasındadır. Bu ayetlerdeki  مِنْ  harfi cerine de “fârika min’i” denir. İsterseniz bu  مِنْ  harfi cerini bir örnek üzerinde görelim:

يَعْرِفُ الْاُسْتَاذُ الْمُجْتَحِدَ  cümlesi “Öğretmen çalışkanı bildi.” manasındadır. Eğer  عَرَفَ  fiilini مِنْ  harfi ceri ile kullanıp,  يَعْرِفُ الْاُسْتَاذُ الْمُجْتَحِدَ مِنَ الكَسْلاَنِ  desek, mana: “Öğretmen çalışkanı tembelden ayırt eder.” şeklinde olur. Gördüğünüz gibi, tek başına “bildi” manasında olan  عَرَفَ  fiili,  مِنْ harfi ceri ile kullanıldığından “ayırt etti” manasına gelmektedir.

Aynı şey   عَلِمَ  fiili için de geçerlidir. Dolayısıyla bu fiilin  مِنْ  harfi ceri ile kullanıldığı bütün yerlere “bildi” manası değil, “ayırt etti” manası vermemiz gerekir.  عَلِمَ  fiilinin  مِنْ  harfi ceri ile kullanıldığı yerleri bu şekilde hallettikten sonra, şimdi bu fiilin harfi cersiz olarak kullanıldığı yerlere bakalım:

Bazen Kur’an’da  عَلِمَ  (bildi) fiili Allah’a atfedilir ve “Allah bilmek için yaptı.” “Allah henüz bilmedi.” denilir. Bu durumda ise şu mana murad edilmiştir: “Allah, ezelde olacağını bildiğini, olduktan sonra bildi.” Ve “Allah ezelde olacağını bildiğini, daha bu yazı kaza edilmediğinden dolayı henüz olduktan sonra bilmedi.”

Buradaki kaide şudur: “İlmi ezeli, kadim olduğu halde taalluku hadis olabilir.” Bu meseleyi biraz izah edelim:

Cenab-ı Hak bizim ne yapacağımızı, zamanın ve maddenin olmadığı ezelde biliyordu. Ancak yapılmış ve mevcut olarak değil, yapılacak olarak biliyordu. (Bu meseleyi “Kadere İman” isimli video eserimizi seyrettikten sonra çok daha iyi anlayacaksınız.)

Ne zaman ki kudretiyle, olacağını bildiği şeyi yarattı; o zaman, olacağını bildiği şeyi, olmuş olarak bildi. Buradaki değişiklik Allah’ın ilim sıfatında değil, ilmin taalluk ettiği eşyada olmaktadır. Daha önce, olacak diye bilinen eşya, vücuda geldikten sonra olmuş olarak bilinmektedir. Allah’ın ilminde ise bir artma ya da eksilme söz konusu değildir. Demek, ilmi ezeli kadim olduğu halde, taalluk hadis olabiliyor.

İşte ayet-i kerimelerdeki “bildi” ve “bilelim diye yaptık” gibi ifadeler, “olacağını bildiği şeyi, olduktan sonra bildi” ve “olacağını bildiğimiz şeyi, olduktan sonra bilelim diye yaptık” manasındadır.

Bizler bu manadaki her ayeti tek tek incelemeye gerek görmüyoruz. Sizler hangi ayeti ele alsanız, bu manayı  عَلِمَ  fiiline verebilirsiniz.

Eserimizi burada tamamlıyor ve bizi bu hizmette istihdam eden Rabbimize hamdüsena ediyoruz. Son olarak şunu da ifade etmek istiyoruz:

“Allah gaybı bilmez.” diyen kâfir olur ve dinden çıkar. Eşi boş olur. İbadetleri iptal olur. Kestiği yenilmez ve üzerine cenaze namazı kılınmaz. Allah’ın varlığını inkâr eden kâfire hangi muamele yapılıyorsa, bu kişiye de aynı muamele yapılır. Allah bu kişilerin şerrinden Ümmet-i Muhammed’i muhafaza etsin. Âmin!..

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet

Dinimizde mürted olana neden hayat hakkı tanınmaz?

Dinimizde mürtede yani islamiyeti kabul edip Müslüman olduktan sonra dinden çıkana neden hayat hakkı tanınmaz? Bunun hikmetleri ne olabilir?

– Önce şunu belirtelim ki, tövbe kapısı  herkes için her zaman açıktır. Bu husus irtidad için de geçerlidir. Bir kimse defalarca aynı suçu işler ve ardından sağlam tövbe ederse tövbesi kabul olur.

İşin Allah katındaki durumunu, tövbenin kabul olup olmadığını bilmeyebiliriz. Fakat, şeriatin zahiri bunu gerektirir. Günahtan dönmek ile küfürden dönmek arasında fark yoktur.

Nitekim, Şafii mezhebi alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, bir kimse mürtet olduktan sonra tekrar tövbe eder müslüman olursa tövbesi kabul olur. Hatta bu gel-gitlerini yüz defa tekrarlasa da yine tövbesi makbuldur. (bk. Maverdi, el-Havi, 13/449)

– Mürteddin öldürüleceğine dair hükmün önemli bir kaynağı şu hadis-i şeriftir:

“Müslüman bir kimsenin kanının dökülmesi ancak şu üç şeyle helal olur: Evli olup zina eden, haksız yere bir kimseyi öldüren ve  dinini terk edip cemaatten (İslam camiasından) ayrılan kimse.” (Müslim, Kasame, 25,26 ; Tirmizi, Hudud,15; Ebu Davud, Hudud,1; Nesaî, Kasame,5,14)

İslam alimleri bu hadis ile Buhari dışında bütün kütübü sittede yer alan

“Dinini değiştiren kimseyi öldürün.” (Neylu’l-Evtar,7/190) manasındaki hadise dayanarak mürteddin öldürüleceği konusunda ittifak halindedir. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’-İslamî, 6/186)

– Hanefi mezhebine göre kadın mürted olursa öldürülmez. Fakat tövbe edinceye kadar konulacağı hapiste kalır. Diğer üç mezhebe göre mürted olan kadın da öldürülür. (Zuhayli, a.y)

– Buna mukabil, Hanefi mezhebine göre, Mürted olan bir erkeğe tövbe etme fırsatını vermek ve tövbe etmesini talep etmek müstehaptır. Diğer üç mezhebe/Cumhura göre, mürtedin tövbe etmesini talep etmek ve ona bu fırsatı tanımak ve (en az üç gün hapiste/gözetim altında  tutarak) bunu tahakkuk ettirmeye çalışmak vaciptir. (Zuhayli, 6/187-188)

– Önemli, bir nokta da şudur ki: Mürtedin cezasını -fertler değil- ancak devlet başkanı veya naibi (bu gün için söylemek gerekirse, resmi devlet mahkemeleri) tespit edip infaz ederler.

Ve devlet de ona her türlü düşünme payını verdikten ve yanlışlarını düzeltmeye yönelik bilimsel yardımları sunduktan sonra -yine de olumsuz cevap aldığı takdirde- bunu gerçekleştirebilir.

– Mürtedin öldürülmesiyle ilgili bu kısa bilgiyi verdikten sonra, bunun hikmetini şöyle açıklayabiliriz:

a) Mürtet dininden ve mensubu olduğu İslam ümmetinden çıktığı için masumiyetini yitirmiş ve hain statüsüne girmiştir. Hainin cezası ise ölümdür.

b) Dinini terk eden, dinine karşı hainlik yapmış olur. Dinine karşı hainlik yapan, İslam dininin yürürlükte olduğu vatanına karşı da hainlik yapmış olur. Bu sebeple, mürtedin işlediği suç bir nevi “hıyanet-i vataniye”dir. Bunun cezası ise ölümdür.

c) Mürted olan kimse, asli kâfirlerle kıyaslanamaz. Çünkü, İslam dini gibi, hem akla, hem kalbe, hem ulvi duygulara hitap eden bir dinden dönen kimsenin artık insanlık erdemine dair bir meziyeti kalmamış olur. Bu açıdan bakıldığında, mürtet olan kimse İslam’dan çıkmakla İnsanlıktan da çıkmış olur. İnsanlık yönünü kaybeden bir kimse kelimenin tam anlamıyla anarşist olur. Başka hiç bir dine veya doktrine samimi olarak bağlı kalması düşünülemez. Aklı olduğu için masum bir hayvan değil, yırtıcı bir canavar olduğundan hayat hakkını kaybeder.

d) Uluslar arası veya bir arada barış içinde yaşamaları mümkün olmayan gruplar arasındaki dengeler itibariyle, din değiştirmek demek, bir anlamda “karşı tarafa geçmek ve Müslümanlara savaş açmak” demektir. Veya Müslüman topluma yönelik propagandalar yaparak zehir kusan, özellikle gençleri zehirleyen bir yılan, bir akrep demektir. Bu sebeple, bir kimse dinini değiştirdiği için değil, buna ek olarak Müslümanlara savaş açtığı, onları manen zehirlemeye çalıştığı için öldürülür.

e) “Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey’i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebilir.” (Mektubat, 438)

Sorularla İslamiyet