Etiket arşivi: Sorularlaislamiyet

Miraç Kandili Nedir?

Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz (sas)’in rûhen ve bedenen, Burak (1) isimli semavî bir binite binerek Cebrail ile birlikte Mekke’deki Mescid–i Haram’dan Kudüs’teki Mescid–i Aksa’ya (Beytü’l–Makdis) kadar yapmış olduğu gece yolculuğuna –ki buna İsra denilir–, oradan da bir mi’râcla (manevî asansör) yedi kat göklere yükselip tâ Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaşması, burada Cebrail’i arkada bırakıp Refref denilen ledünnî binitle Allah’ın huzuruna varıp O’nun Zât–ı Akdes’ini yakînen müşahede etmesi ve zaman–mekân üstü konuşması olaylarına Mi’râc denilir. İki aşamalı bu gökler ötesi yolculuk, peygamberliğin 12. yılında, hicretten on sekiz ay önce, mübarek üç ayların ilki olan Recep ayının 27. gecesinde (Regâib gecesinden yirmi küsur gün sonra) gerçekleşmiştir. Kadir gecesinin de Ramazan’ın 27. gecesi olması ile aralarında çok gizemli bir tevafuk vardır. Bediüzzaman Hazretleri: “Mi’rac gecesi ikinci bir Kadir gecesi hükmündedir.” (2) sözleriyle, bu gecenin Kadir gecesinden sonra en kutsal bir gece olduğunu belirtmişlerdir. Ebu Talip’in ve Hatice (ra) validemizin vefatı ile çok hüzünlenen, müşriklerin üç yıl süren ablukası ve Tâiflilerin saldırıları karşısında daralan Allah Rasûlü (sas) (ve mü’minler), bu mi’rac olayı ile çok muhteşem bir teselliye ve ihsan–ı İlâhîye ve nail olmuştur. Üç ayların ilk kandili, Regaip gecesi, ikinci Mi’rac gecesidir. Regaib gecesi, Zât–ı Ahmediye’nin terakki hayatının başlangıcının ünvanıdır. Mi’rac gecesi de Zât–ı Ahmediyenin terakki hayatının zirve noktasının ünvanıdır. (3)

Kur’ân–ı Kerim’de İsrâ suresi (17/1) bu İsrâ olayını anlatır. Necm suresi de İsrâ’nın devamı olan Mi’râc hadisesini anlatır. (4) Âyetlerde biraz da kapalı olarak anlatılan bu esrarengiz yolculuğu, Peygamberimiz (sas) bir çok hadîslerinde detaylarıyla anlatmışlardır. (5)

Bir gece Kâbe–i Muazzama’nın Hatîm mevkiinde yatarken, Cebrail (as) gelip mübarek göğüslerini yardı, kalbini zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içini iman ve hikmetle doldurup eski hâline koydu. Sonra beyaz bir binek Burak ile (normalde bir aylık mesafedeki) Mescid–i Aksa’ya uçtular. Orada bütün peygamberlerin ruhlarına imam olup namaz kıldırdı. Bu, onların şeriatlerinin asıllarına mutlak varis olduğunu ifade ediyordu. (6) Bir de kendisine su, şarap ve süt takdim edildi. O, fıtrî ve tabiî olan sütü içti. Bu ise ümmetinin doğru yola iletildiğini ifade ediyordu. Ardından yüceliklere yükseltici bir mi’rac (manevî asansör) ile göklere çıkartılıp yedi kat semaları bir bir dolaştırılmıştır.

1. kat semada: Hz. Adem’le, 2. kat’ta Hz. İsa ve Hz. Yahya, 3. kat’ta Hz. Yusuf, 4. kat’ta Hz. İdris, 5. kat’ta Hz. Harun, 6. kat’ta Hz. Musa ve 7. kat’ta Hz. İbrahim ile görüştü.

Melekleri, Cennet ve Cehennem’e kadar bütünüyle ahiret hayatını müşahede etti. Bütün mülk ve melekût âlemlerini dolaştı. (7) Cebrail daha sonra Peygamberimiz (sas)’i daha da yükseklere çıkardı, öyle bir fezaya vardılar ki kaderleri yazan kalemlerin cızırtıları duyuluyordu.  Nihayet varlıklar âleminin son sınırı olan Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaştılar. Cebrail:

“İşte burası Sidretü’l–Müntehâ’dır. Ben buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam, yanarım.”

dedi. Peygamberimiz (sas)’e Sidre’de dört kutsal nehir ve her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği Beyt–i Ma’mûr gösterildi. Sonra kendisine şarap, süt ve bal dolu üç bardak sunuldu. O, yine sütü tercih etti. İçtiği süt, onun ve ümmetinin fıtratı, yani hilkat–i İslâmiyesiydi.

Ayrıca şehitlerin ve muttakilerin cenneti olan Cennetü’l–Me’vâ’yı temaşa etti. Cebrail’i geride bırakan Zât–ı Ahmediye Aleyhisselam, burada Refref’e binerek Arş–ı A’lâ’ya urûç etti ve tâ Kâb–ı Kavseyn olarak belirtilen “imkân dairesinin bitiş, vücûb dairesinin başlama sınırına” ulaştı. Huzûr–u Kibriya’da Zât–ı Akdes’e ok yayının iki ucu kadar, hattâ daha fazla yaklaştı. (8) Cemâlullah’ı perdesiz ve vasıtasız olarak müşahede etti, Onunla zaman ve mekândan münezzeh olarak bîkem u keyf konuştu. Daha sonra tekrar Refref’le Sidre’ye geri döndü. Orada Cebrail’i asıl hüviyetiyle –tıpkı ilk defa Hira’da gördüğü şekliyle– gördü. (9) Müteakiben de yine Cebrail ile birlikte göz kırpması kadar kısa bir zaman parçasında dünyaya nüzûl eylediler. (10)

“Ben mi’racdan daha güzel bir şey görmüş değilim.” (11)

diyen Peygamberler Sultanı (sas), mi’rac yüceliklerinden –âdeta bir vefa duygusuyla– geri dönerken yanında ümmetine çok büyük hediyeler getirmiştir.

Birincisi: Beş vakit farz namazı getirmiştir. İhsan şuuruyla kılınan namazlar, ümmetin mi’rac asansörleri olacaktır.

İkincisi: “Âmenerrasûlü” diye bilinen âyetleri getirmiştir. (Bakara, 2/285–286)

Üçüncüsü: İsra Suresi’nin 22–39. âyetlerinde(12) bahsedilen on iki adet İslâm prensibini getirmiştir. (13)

Dördüncüsü: Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesini getirmiştir.

Beşincisi: İyi amele niyetlenen kişiye –onu yapamasa bile– bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı; fakat kötü amele niyetlenen kişiye –onu yapmadığı müddetçe– hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesini getirdi.

Bir diğer hediye de, Mi’rac gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki et–Tahiyyâtü diye meşhur olan bu sözler, bütün namazlarda teşehhütte otururken okunmakla Mi’racda Allah ile Habibi (sas) arasındaki o kutsî sohbeti hatırlatmakta ve benzerî bir mükâlemeye namaz kılanı mazhar etmektedir. (14)

Evet Zât–ı Ahmediye, bütün velayetlerin üstünde bir külliyet ve ulviyetle tezahür eden velayetinin bir neticesi olarak İlâhî kemal mertebelerinde seyrü sülûk olan Mi’rac (15) ile huzur–u kibriyaya uzanan yolu açmıştır. Kapıyı da açık bırakmıştır ki, arkasındaki evliyayı ümmet, ruh ve kalp ile o nuranî caddede, Mi’râc–ı Nebevî’nin gölgesinde seyrü sülûk edip istidatlarına göre yüce makamlara çıkıyorlar. (16) Mi’rac’ta farz kılınan beş vakit namaz, mü’minin mi’racıdır; (17) ve Mi’rac–ı Ekber’in (Efendimiz’in Mi’racı) cilvesine mazhar (18) olan bir mi’rac–ı asgar (küçük mi’rac’tır. (19) Bu mi’racın zirvesi ise secde hâlinde yaşanır, (20) kulun Allah’a en yakın olduğu anda. Her mü’min, namazın fiil ve rükünlerine fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. (21)

Bediüzzaman Hazretleri:

“Leyle–i Mi’rac, ikinci bir Leyle–i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket–i maneviye sırrıyla, inşâallah her biriniz kırkbin dil ile tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisan ile bu kıymetdar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadet ile şükredersiniz.” (22)

sözleriyle bu gecenin manevî bir fırsat bilinip değenlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmişlerdir.

“Bu bağlamda, fıkıh kitaplarında bir Mi’rac gecesi namazından bahsedilmektedir ki, kılınması müstahsen görülmüştür: 12 rek’attir. Her rek’atında fatiha suresiyle beraber herhangi bir sure okunarak iki rek’atte bir selâm verilir. Sonra da 100 kere “Sübhânellâhi velhamdü lillahi vela ilahe illallâhü vellâhü ekber.” denilmelidir. Müteakiben ise 100 kere tövbe ve istiğfar edilip, 100 kere de Efendimiz (sas)’e salât ü selâm getirilmelidir. Gündüzünde de oruçlu bulunmalıdır; zira bu hâlde günaha dair olmaksızın yapılacak her duanın kabul edileceği inayet–i İlâhîden umulur. (27) Ayrıca bütün mü’minlere dua etmeyi de unutmamalıdır.”

Nasıl ki Efendimiz’in (sas) Mevlid kandillerinde, Onun kutlu doğumunu anlatan Mevlidler okunur; öyle de Mi’rac kandillerinde, bu semavî seyehati anlatan Mi’râciyeler okunur. (28) Mevlid–i Nebi şairi Süleyman Çelebi’nin “Söyleşirken Cebrail ile kelâm / Geldi Refref önüne, verdi selâm” beytiyle başlayan mi’raciyesi meşhurdur. Bu kandil gecesi, Mi’rac olayını anlatan hadîsler ve kitaplar yeniden okunmalı, toplantılar düzenleyip mi’raciyeler okutulmalıdır. Gönüller ilâhilerle coşmalı, ilmî–manevî sohbetlerle kendinden geçmelidir. Kur’ân’dan özellikle (İsra, 17/1, 22–39. âyetleri, Necm 53/1–18; Bakara, 2/285–286) âyetleri ve tefsirleri okunabilir. Eğer kişi, Kur’ân’ın dilinden kalp kulağıyla iman derslerini dinleyip başını kaldırıp vahdete tam yönelse, “kulluğun mi’racı”yla kemalat arşına çıkabilir. (29) Mi’rac’ta iman hakikatleri gözle görüldüğü için, bu kandil gecesi imanî konuları ve o konular içinde Mi’rac’a ait meseleleri derinlemesine okuyup mütalâa etmek lâzımdır. (30) “Mi’rac–ı imânî” (31) ile âdeta İlâhî mükâlemeye nail olmalıdır.

Camilerde cemaatle kılınan akşam ve yatsı namazları ve okunan Kur’ân’larla kıvamını bulan ruhlar, daha sonra evlerine çekilmeli, evlerindeki mescid–i haram mesabesindeki odalarından seccade burak’ına binerek ilham cebrail’i eşliğinde ihlas mescid–i aksa’sına varmalı; orada gözyaşıyla karışık bir kâse mânâ sütü içtikten sonra secdelerin mi’racıyla yükselip âyetlerin kanatlarında ruhunun mülk ve melekût semalarına yelken açmalı, her rek’atta âdeta bir kat yukarılarına doğru yücelmeli, bir noktadan sonra binit değiştirip ihsan (32) refref’ine binerek kendi kemal sidre–i müntehalarında pervaz etmeli, nihayet insanda arş–ı azam mesabesindeki kalbin derece–i ufkuna urûç ile tâ kâbı kavseyne ulaşıp “et–tahiyyâtü”nün sırrıyla huzur–u kibriya’da sünûhât ve ilhâmât ötesi bir nevi mükâleme–i İlâhiye ve müşahede–i Rabbâniyeye mazhar olmalıdırlar.

Dipnotlar:

1) Merkepten büyük, attan küçük bu göksel binit beyaz renklidir ve Cennet’ten getirilmiştir. (Nursi, Mektubat, s.303, Envar Neşriyat, İstanbul, 1992).
2) Nursi, Şualar, s.499; Tarihçe–i Hayat, s.598.
3) Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.207.
4) Necm, 53/1–18.
5) Buhari, Bed’ü’l–Halk, 6; Enbiya, 22, 43; Müslim, İman, 263, 264; Tirmizi, Tefsîr’u–İnşirâh, 33–34; Ahmed b. Hanbel, 1/309; Musannef, 14/306; İbn Hişâm, Sîretü’n–Nebî, 2/44, İhyâü’t–Türâsi’l–Arabî, Beyrut, Beyrut.
6) Nursi, Sözler, s.525.
7) Nursi, Sözler, s.560.
8) Necm, 53/9.
9) Necm, 53/1314.
10) Nursi, Sözler, s. 136, 562. Mi’rac olayının “bast–ı zaman gibi” çok kısa bir sürede olduğuna dair bkz. Nursi, Mesnevi–yi Nuriye, s.197; Nursi, Lem’alar, 
21) Buhari, Salât, 1; Hacc, 76, Enbiya, 5, Tevhid, 37, Menâkıb, 24; Müslim, İman, 259; Ahmed b. Hanbel, 3/148, 149, 5/143. Mi’rac: Semavî asansördür ki, ölülerin ruhları gökyüzüne onunla yükseltilir. Bu yüzdendir ki ölülerin gözleri yukarılara gökyüzüne doğru bakar.
12) “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ana–babanıza da iyi davranın. Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını verin. Gereksiz yere de saçıp savurarak israfçı ve cimri olmayın. Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Zinaya yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Ahdinizi yerine getirerek verdiğiniz sözü tutun. Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma.” (İsra, 17/22–39).
13) Müslim, İman, 264.
14) Nursi, Şualar, s.77–79.
15) Nursi, Sözler, s.561, 563.
16) Nursi, Sözler, s. 580; Nursi, Mektubat, s.306.
17) Kaynaklarda bu mânâyı gösterir şekilde bazı hadîsler bulunmaktadır: “Sizden biriniz namaza durduğunda Rabbiyle münacat edip konuşur.” “Cenab–ı Hakk’ın namaz kılan kula teveccühü ve ikbali devam eder, tâ ki kul namazdan çıkıncaya kadar (ya da kul sağına–soluna dönünceye kadar).” Buhari, Salât, 39; Müslim, Mesâcid, 54; Salât, 108, 121; Müsned–i Ahmed, 2/26, 34, 36, 129.
18) Nursi, Şualar, s. 92, 643.
19) Nursi, Şualar, s.645.
20) Nursi, Mesnevi–yi Nuriye, s.63; Nursi, Sözler, s.47.
21) Nursi, Sözler, s.572. Ümmet de insilâh–ı küllî denilen bir haletle bir nevi mi’rac yapmaktadır. İnsilâh–ı küllî: Kulun (mutasavvıfın) unsurlardan mürekkep olan kesif madde bedeninden çıkarak, bütün unsurları bırakıp âlem–i gaybdan olan latif cesediyle semalara urûc etmesi olayına denir. Bkz. Yazır, Muhammed Hamdi, 5/315152, Eser Neş.İstanbul.
22) Nursi, Şualar, s.499; Tarihçe–i Hayat, s.598, Envar Neşriyat, İstanbul, 1989.
23) Bediüzzaman Hazretleri bazen kandil gecelerini iki gece olarak değerlendirirdi. Örneğin bir defasında Mi’rac gecesini iki gece olarak kutladığını kendisi belirtmektedir. [Nursi, Emirdağ Lahikası, 2/65>.
27) Bilmen, a.g.e., s.188.
28) Nursi, Mektubat, s.307.
29) Nursi, Sözler, s.364.
30) Bu meyanda Risale–i Nur Tefsirlerinden uygun bahisler okunabilir. Zira “Risalei–Nur, hakikat–ı Kur’ân ve mi’rac–ı îmandır.” [Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.266>.
31) Mi’rac–ı İmânî için bkz: Nursi, Tarihçe–i Hayat, s.373; Asa–yı Musa, s.138).
32) İhsan: Allah’ı görüyor gibi veya O’nun gördüğü şuuruyla ibadet ve kulluk yapmaktır.

Allah’ın affetmediği günah olan “Şirk” nedir ve “Şirk Çeşitleri” nelerdir?

Şirk kelimesi, ortak koşmak (ortaklık) demek, «tevhîd» kelimesinin zıddıdır. Şerik ise, ortak de­mektir. Çoğulu «Şüreka»‘dır. Kur’an-ı Kerîm’de insanlar, tevhide, yani Allah’ı birlemeye davet edilmişler, O’na gerek zâtında, gerek sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik, yani ortak kılmaktan, yalnız Allah’a mahsus olan ibâdette başkalarını O’na ortak etmekten şid­detle menedilmiştir.

Bu sebeple Kur’an-ı Kerîm’de; «Şirkin pek büyük bir günâh ve zulüm olduğu»(1) Hak Teâlâ’nın «Kendisine şerik koşulmasını asla affetmiyeceği, bundan başka olan günahları dileyeceği kimseler için affedeceği bildirilmektedir.»(2) Çünkü insan, Allah’ın yer­yüzündeki halîfesi (vekili)’dir. Zira yeryüzündeki her şey onun em­rine ve hizmetine verilmiş, onun idaresine terkedilmiştir.(3) Öyle ise nasıl olur da, kâinatı idare etmek için yaratılan insan, kendisi gibi veya kendi hizmetinde olan şeylerin bazısını ilâh olarak kabul ederek Allah’ı bırakıp, ona ibâdet eder veya onları Allah’a şerik koşar?

İşte şirk insanı bu şekilde alçaltacağı ve Allah’ın onun için tak­dir ettiği yüksek ve şerefli mevkii idrak ederek O’na ulaşmasına en­gel olacağı içindir ki, günahların en ağın olduğu ve Allah Teâlâ’­nın, kendisine şirk koşan bu gibi insanları asla affetmiyeceği bil­dirilmiştir.

Şirkin Nevileri (Çeşitleri):

Şirkin birçok nev’ileri vardır :

1. Şirk-i İstiklâlî:

Şirk nev’ilerinin en açığı; güneş, ay, yıldızlar gibi semavî var­lıklara, tabiat kuvvetlerine, yan veya tam ilâh zannedilen insanla­ra, hülâsa, Allah’tan başka canlı veya cansız varlıklara tapınmak ve onlara ibâdet etmektir. Şirkin bu şekilde; Allah’ı bırakarak; veya bir veya daha çok varlıkları ilâh veya ilâhlar olarak kabul edip on­lara tapınıldığından, bu türlü şirke, «Şirk-i İstiklâli»denmiştir.

Hayır kaynağı olarak bir «hayır ilâhı», şer kaynağı olarak da bir «şer ilâhı»olduğuna inanan ve bu iki ilâha tapan «Seneviyye ve «Mecûsiler»’in şirki, bu şirke dahildir. «Zerdüşt» dininde olduğu gibi…

2. Şirk-i Teb’iz :

«Şirk-i Teb’iz» denilen bu şirk nev’inde ise; Allah’a inanmak­la beraber, O’na başka şeyleri şerik (ortak), koşmak, yâni, ilâh ol­duğuna inanılan diğer varlıklarınıda Yüce Allah gibi ulûhiyet sıfa­tıyla muttasıl olduğuna inanmaktır. Hristiyanlıkta sonradan uydu­rulup icad edilen «Teslis» akidesi, bu nev’i bir şirktir. Çünkü onlaz Hz. îsa’ya oğul, Hz. Meryem’e Ruhu’l – Kudüs adını vererek Oğul veya Ruhu’l – Kudüs’ün de bizzat Allah gibi kâdir-i mutlak ve âlim-i mutlak olduğunu sanmakta ve böylece Baba, Oğul ve Ruhu’l – Kudüs gibi üç başlı bir ulûhiyete inanmaktadırlar.

3. Şirk-i Takrîb :

«Şîrk-i Takrîb», adı verilen üçüncü nev’i şirkte ise; bu âle­min yaratıcısının bir olduğu kabul edilmekle beraber, «O’na yakın­lığı temin etmek ve O’nun katında şefaatçi olmak üzere Allah Teâlâ’yı bırakarak O’ndan başkasına, yani putlara ve heykellere tapmak, hiçbir fayda veya zarar veremiyecek olan bu cansız ve kıymetsiz eşyaya ibâdet etmektir.” «Veseniyye», yani «Putperestlik» denilen bu şekil, en âdi, kötü ve gülünç şirk şekli olması Ve İslâmiyetin zuhuru sırasında bütün dünyada salgın halinde bulunması sebebiyle, Kur’an-ı Kerîm’de en ağır kelimelerle sık sık zikredilmiş ve bu sapık inanç şiddetle yasaklanmıştır.(4)

— Şirkin diğer bir şekli de; bir kısım insanların kendi ara­larından bazılarını «Rabb» olarak kabul etmeleri, onlara körü kö­rüne inanarak Allah’ın emir ve nehiyleri yerine, onların emrettik­lerini yapmaları, yasak kıldıklarını da yapmamalarıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de, Yahudilerin hahamlarını (yani kendi din adam­larım), Hıristiyanların da rahiplerini Allah’dan başka birer Rabb edindikleri, yani emir ve yasaklarını bırakarak, kendi din adamla­rının emir ve yasaklarını tuttukları, halbuki bir tek Allah’a iba­detle emredilmiş oldukları beyan edilmektedir.(5)

Yukarıda zikredilen bu şirk nev’ileri, şu âyet-i kerimede gayet açık olarak şöylece özetlenmiştir.(6)

«… Hiçbirimiz Allah’dan başkasına tapmıyalım. O’na hiçbir şerik (ortak) koşmayalım. Allah’ı bırakıp içimizden bir kısmını ken­dimize Rab edinmiyelim.»

Şirkin en kapalı görülen bir şekli de, yine Kur’an-ı Ke­rîm’de bildirilen, insanın kendi heves ve süflî arzularına körü körü­ne uymasıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de (7)

«Kendi heves ve arzularım mâbûd edinen kimseyi gördün mü?..”buyurulmak suretiyle bu gibiler kötülenmişlerdir.

O halde, açık veya kapalı olan her türlü şirkten dikkatle ka­çınmak lâzımdır. Hakîkî Tevhîd’e ancak bu şekilde ulaşılır.

Allah’a şirk koşmanın bütün bu nev’ileri, bilhassa putperest­lik, güneş, ay ve yıldızlara ve tabiat kuvvetlerine, iki veya daha çok ilâha tapmak ve Hristiyanların teslis akidesi, Kur’an-ı Kerîm’de şiddetle reddedilmiş, hakîkî tevhîd inancı bütün beşeriyete telkin edilmiştir. Böylece gerçek itaat ve ibâdetin ancak Allah’a yapıla­cağı, Allah’ın emirlerini terk ederek, başka bir kimsenin emirleri­ne veya süflî arzularına itaat etmenin bir nevi şirk hükmünde ol­duğu, birçok âyetlerde beyan buyurulmuştur.(8)

Dipnotlar:

(1) Lokman, 13
(2) Nisa, 48
(3) Bakara, 29-30
(4) Bak: En’âm, 71. 136-138, 139; İbrahim, 30; Ankebut, 25; Araf. 191, 132. 195, 197; Hacc, 12. 13. 73; Meryem, 81: Furkan, 3: Sebe’, 21; Fatır, 13. 14, 40; İsrâ, 56.
(5) Tevbe, 31
(6) Âl-i İmrân, 64
(7) Furkân, 43
(8) Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 289-291.

Kaynak: Sorularlaislamiyet.com

Hicri Yılbaşı Nedir? (Yeni Yılınız Hayırlı Olsun)

Hicri takvim, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle başlamış olmaktadır. Bu tarih, 16 Temmuz 622’dir. Ayın yörüngesi üzerinde dönüşüne dayanılarak düzenlendiği için una (Hicri Kameri” veya “Sene-i Kameriye” gibi adlar verilmiştir. Hicri takvim, Peygamberimizin vefatından sonra, günlerin hesaplanmasında ortaya çıkan bazı karışıklıklar üzerine düzenlendi.

Hicri takvim ayın hilâl şeklinde göründüğü ilk geceyi ay başı olarak kabul eder. Ayın tekrar görünüşüne kadar geçen süreyi bir ay; on iki ay da bir yıl sayılır. Bu takvime göre ayın dünya çevresindeki dönüşü yirmi dokuz buçuk gün olarak kabul edilir. Bu sebeple bir ay 29, bir ay da 30 gün olarak kabul edilir. Böylece miladi takvimde bir yıl 365 gün, Kameri’de de 354 gün olarak hesaplanır. Bu yüzden hicri aylar miladi aylardan her yıl on bir gün önce gelir. Bu durum, hicri ayların mevsimlere denk düşmesine sebep olur. Bu yüzdendir ki, hicri takvimin bir ayı olan Ramazan, bazen kış, bazen de yaz mevsimlerine veya diğer mevsimlere rast gelerek, yılın bütün mevsimlerini, haftalarını, aylarını ve günlerini dolaşır. 36 yıl oruç tutan biri de yılın her ay ve günlerinde oruç tutmuş olur.

Hicri takvimde yılbaşı Muharrem ayının 1. günüdür. Muharrem ayını, Safer, Rebiyülevvel, Rebiyülâhır, Cemaziyelevvel, Cemaziyelâhir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayları takip eder.

                                                         *                                          *                                         *

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabiler Hz. Ömer (r.a.) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok önemli olay arasından Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihi esas almaları çok büyük bir önem arz etmektedir.

Diğer taraftan Hicret, İslâm inkılâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem zulüm ve işkence altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâmın kutsal değerlerine olumsuz etkilerden başka birşey getirmeyeceğinin anlaşılması ve Cenab-ı Hakkın izniyle gerçekleşmiştir.. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır.

Gerçekten Hicretle hem Müslümanların hayatları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni mü’minlerle kısa zamanda güçlenme imkânına kavuşmuştur.

Hicret eden mü’minlere “Muhacirler” ismi verilmiş ve bunların faziletleri ifade edilmiştir. Bu sebeple Hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır.

Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hicretin sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere bağlı bir fazilet olarak kalmaması, daha sonraki insanların da bundan nasiplenmesi için “Hicret”i önemli bir İslâmî kavram olarak değerlendirmiştir:

“Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınan, onları terk eden kimsedir.” (2)

“Hicret, kötülüğü terk etmendir.” (3)

“Gerçek muhacir, hata ve günahları terk edendir.” (4)

“Gerçek muhacir, Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.” (5)

Bir seferinde hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resulullah Aleyhissalâtü Vesselamın verdiği cevap şu olmuştur:

“Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.” (6)

Görüldüğü gibi Hicret mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarih olayı olarak kalmamış, bir irşad kavramı olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bir gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:

“Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak aynı derecede sevap olan cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman severek koşun.” (7)

Bu sebepledir ki, Sahabiler tarih tesbitinde Hicret üzerinde görüşbirliği içindedirler. Müslümanlar o günden bu güne yılbaşını bu eşsiz olaya dayandırarak gelmişlerdir.

O günden bu güne 1400 yıl geçti. Dalâletten hidâyete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kudretine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.

İslâmın 15. asırda 1 milyarın üzerinde Müslüman aynı davaya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.

(1) – Bakara Suresi, 189.
(2) – Buhari, Rikak: 26.
(3) – Müsned. 4:114.
(4) – Ibni Mace, Fiten: 2.
(5) – Ebu Davud. Vitr: 12.
(6) – Müsned. 2: 160, 191.
(7) – Müslim, imaret: 85.

(Kaynak: Sorularlaİslamiyet )

Müslüman “Terörist” Olabilir mi?

İslam hoşgörü dinidir; insanı en kıymetli varlık olarak kabul eder; ma’sum insanlara karşı yapılan tecavüz ve hücumları büyük günahlar arasında sayar. Nitekim bahsini ettiğimiz Kur’an ayeti bunu haykırmaktadır: ‘Kim bir başka canı öldürmek veya yeryüzünde anarşi çıkarmak gibi bir suçu bulunmadan haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim bir canının kurtuluşuna vesile olursa, bütün insanlığı ihya etmiş gibi olur. Bizim peygamberlerimiz, onlara çok açık deliller getirdiler. Ancak bütün bunlardan sonra insanlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmiş ve zulm etmişlerdir.’ (5: 32).

Gerçek şu ki, müslüman ölüme değil, sadece hayata hizmet eder. Bu hadise sebebiyle İslamın koyduğu iki temel hukuk prensibini asla unutmamalıyız:

Birincisi: Kur’an’ın ‘Bir suçlu bir başka suçlunun yükünü yüklenemez’ (6: 164). Yani bir cani yüzünden bir başka insan asla cezalandırılamaz. Hukukta cezalar ve suçlar şahsîdir.

İkincisi ise, berâat-i zimmat esastır. Yani suçluluğu isbat edilinceye kadar kimse suçlanamaz. Delil olmadan kimseyi cezalandırmak adalet değildir. Aksi isbat edilmedikçe insanlar masum kabul edilirler. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: ‘Bir mü’min, ma’sum bir insanı gayr-i meşru bir yolla öldürmediği müddetçe din dairesi içinde kendini koruyabilir.’

İslam selm ve müsâlemet yani barış demektir. Bu da göstermektedir ki, beden ve aklın gerçek barışı, ancak Allah’a itaat ve teslimiyetle mümkün olur. Bir müslüman da ancak toplum içinde uyum ve barış içinde yaşarsa mükemmel bir müslüman olur. Allah’a itaat ve kulluk içindeki bir hayat, kalb huzurunu doğurur ve toplum hayatında gerçek barışı temin eder (Kur’an, 13:28-29).

Allah’ın bütün peygamberleri, insanlığı doğru yola davet ederken bu hakikatı tebliğ etmişlerdir. Hz. Peygamber’in şu hadisini burada hatırlatmalıyız: ‘Şu üç şey vardır ki, iman dahil temel unsurlardır: – Ekonomik sıkıntıda olsalar dahi insanlara yardım etmek; – Bütün şevkıyle insanlığın barışı için dua etmek; İnsanın kendisine istediği adaleti herkese karşı icra etmek.

Hz. Peygamber yine buyurdu:

Bütün insanlar bir sürü gibidir; bu sürünün her bir ferdi diğerlerinin bekçisi ve çobanı gibi olmalı ve bütün sürünün sorumluluğunu üstlenmelidir.

Birlikte yaşayın, ittifak edin; ihtilafa düşmeyin; kolaylaştırın; biribirinize engel ve zorluk çıkarmayın.’

Komşusu aç iken tok yatan hakiki mü’min değildir.’

Allah’a iman eden müslüman bir kişi, başkasının canına ve malına zarar vermeyen kişidir.’

Kısaca ifade etmek gerekirse, İslam ne fertleri ve ne de toplumu ihmal etmemiştir. Bilakis her ikisi arasında tam bir uyum ve dengeyi kurmayı hedeflemiştir. İslamın mesajı, bütün insanlık içindir. İslam’a göre Allah, bütün âlemlerin Rabbidir (Kur’an, 1:1). Hz. Peygamber de bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. ‘Ey insanlar! Ben sadece Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği bir peygamberim“ (7: 158). ‘Biz seni sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (21: 107).

İslam’da, bütün insanlar, renk, dil, ırk ve vatan farklılığı gözetilmeksizin eşit kabul edilmişlerdir. Bugün aydınlanma çağı denen çağımızda dahi, insanlar arasında zikredilen sebeplerle hala engellerin, ayırımcılığın ve farklı muamelelerin bulunduğunu inkâr edemeyiz. İslamiyet, bütün bu ayırımcılıkları ve imtiyazları ortadan kaldırmakta, herkesin Allah’ın mahluku olmak hasebiye eşit olduğunu aleme ilan etmektedir. İslamiyet gerçek manada beynelmilel bir bakışa sahiptir ve renge, kabileye, ırka, kana ve bölgeye dayalı imtiyazları şiddetle reddeder. İnsanlığa karşı yapılan her hücumu kınıyoruz. Masum insanları hedef alan bütün tecavüzlerden dolayı müteessiriz. Zalimlerin yanında mazlumların öldürüldüğü toplu katliamları, İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. İslama göre, hiç bir kimse başkasının hatası sebebiyle mes’ul tutulamaz.

İslamiyet masum ve korumasız insanların öldürülmesine asla müsaade etmez. Şayet, bu tür katliamlar, taraflı basının ve haber kaynaklarının iddia ettikleri gibi, bazı müslüman fertlerden sadır olursa, İslam namına ve din namına bu zalim insanları suçlu ve günahkâr ilan ederiz. Zulm edenlerin, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin mutlaka caydırıcı bir ceza ile cezalandırılması gerektiğini de önemle belirtmek isteriz.

Bu hadiseler karşısında, devletler ve fertler olarak şu hakikati unutmamalıyız: Siz bir gemide veya bir evde bulunsanız, sizinle beraber dokuz masum ile beraber bir cani olsa, bu gemiyi batırmaya veya o haneyi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulm ettiğini tahmin edersiniz. Onun zalimliğini semavata işittirecek derecede bağıracaksınız. Hatta, bir tek masum ve onun yanında dokuz cani de olsa, yine o gemi ve ev, hiç bir adalet kanunuyla batırılamaz ve yakılamaz. Aynı şey bu hadiseler için de geçerlidir. Biz bu kanlı ve vicdansız eylemleri kınarken, benzerlerini yapmanın da daha tehlikeli olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

 Kaynak: www.sorularlaislamiyet.com

Sorularla Ticaret Ahlakı. Müslümanın Ticaret Ahlakı Nasıl Olmalı?

Ticaretin ruhu, doğruluk, emniyet, yaşanan devri idrak, müşteriye karşı fevkalâde nazik ve terbiyeli davranmaktır. Bu hususların birinde kusur eden, ticaretin ruhunu hırpalamış, dolayısıyla da kendi kazanç yollarını tıkamış olur.

Ticaretin esası alış-verişe, girişimciliğe ve sermaye kullanımına dayanır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz. Ancak, karşılıklı rızaya dayanan ticaret bunun dışındadır.” (Nisâ Sûresi, 4/29) “Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.” (Bakara Sûresi, 2/275) “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ı anmaya (namaza) koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından rızkınızı arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma sûresi, 62/9-10)

Allah elçisinin, ticaret yapanlara ilişkin öğütlerinden bazıları da şöyledir: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1) “Bir kimse, gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır.” (İbn Mâce, Ruhûn 16) “Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!” (Ebu Davud, Büyû 1) “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ticarette ortaklıklarla ilgili olarak da çeşitli tavsiyeleri olmuştur. Bu konuda Kur’ân’da genel etik ölçüler verilmekle yetinilir. “Doğrusu, ortakların çoğu birbirinin haklarına tecavüz ederler. Ancak iman eden ve iyi işler yapanlar bunun dışındadır. Bunların sayısı ne kadar da azdır!” (Sâd Sûresi, 38/24) Başka bir âyette, miras malında ortaklıktan şöyle söz edilir: “Eğer ana bir erkek veya kız kardeşlerin sayısı birden fazla ise onlar, (miras malının) üçte birinde ortaktırlar.” (Nisâ Sûresi, 4/12) Ebû Hüreyre’nin naklettiği kudsî bir hadiste şöyle buyurulur: “İki ortak birbirine hıyanet etmediği sürece, üçüncüsü benim. Eğer onlar birbirine hıyanet ederlerse ben aralarından çekilirim.” (Ebu Davud, Büyû 26) Yine hadislerde şöyle buyurulmuştur: “Allah’ın kudret eli, ortaklar birbirine hıyânet etmediği sürece, onların üzerindedir.” (Ebu Davud, Büyû 26), “Kârın paylaşılması, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir.” (İbn Mâce, Ticârât 63)

Hz. Peygamber (s.a.s)’in ticarî ve iktisadî hayatla ilgili birçok söz, fiil ve takrirleri vardır. Nitekim Allah’ın Elçisine en üstün kazancın hangisi olduğu sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Kişinin elinin emeği ve mebrûr alış-veriştir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/466) Bu da, yalan yere yemin ve aldatma karışmayan alış-verişi ifade eder.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat kendisi de alış-veriş yapmış, borçlanmış, rehin vermiş, ortaklık yapmıştır. O, insanlar çeşitli ticaret muameleleri yaparlarken peygamber olmuş ve onları ticaretten men etmemiş, aksine rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu bildirmiştir. (Münâvî, Feyzü’l-kadir, 3/220) Ancak ticaret hayatında haksız kazanca yol açabilen faiz, karaborsacılık, yalan, hile, gabin1 ve garar2 gibi şeyler yasaklanmış, hak sahibinin hakkını alabildiği ve haksızlık yapmak isteyenin dışlandığı bir ekonomik sistem hedeflenmiştir. Sağlıklı bir ticaret için, esnaf ve tüccarın kendi alanı ile ilgili bilgileri edinmesi veya yakınında her zaman danışacağı bir uzman bulundurması gerekir. Nitekim Hz. Ömer’in halîfe olunca böyle bir bilgilenme seferberliği başlattığı görülür. Onun bütün yöneticilere yayınladığı ilk ticaret genelgesi şöyledir: “İslâm’a göre, kendi ticaretiyle ilgili hükümleri bilmeyen kimse, bizim çarşı ve pazarlarımızda alış-veriş yapmasın. Çünkü bilmeme yüzünden faize düşebilir.”

“Kâr miktarı için bir sınır var mıdır?”

Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve ekonomik hayatın belirli prensiplere göre, kendi tabii kuralları içinde yürümesi istenmiştir. Piyasanın kendi kuralları içinde ve İslâmî ölçülere göre yapılan ticarî faaliyetlerde oluşacak kâr meşrû sayılmıştır. Ancak toplumu aşırı kârla istismar etmek isteyen hırslı kimselere karşı da gerekli önlemler alınmıştır. Bu tedbirlerle, serbest rekabet esasının korunması ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarının önlenmesi amaçlanmıştır. Faizin, karaborsacılığın, yalan ve hilenin yasaklanması, karşılıksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha3 başvurulması bunlar arasında sayılabilir. Buna göre İslâm’ın, alış-verişlerde çeşitli mallara, yüzde hesabiyle bir kâr haddi belirlemediği görülür. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde oluşacak fiyatlar ölçü alınmıştır. Allah elçisinin, piyasa fiyatlarına müdahale etmesi ve kâr sınırlarını belirlemesi için yapılan başvurulara verdiği şu cevap beşeri ekonomi için de anlamlıdır: “Şüphesiz, fiyatı tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızkı veren Allah’tır. Ben, sizden birinizin mal ve can konusundaki bir haksızlıktan dolayı, hakkını benden ister olduğu hâlde Rabb’ime kavuşmak istemem.” (Ebu Davud, Büyû 49; Tirmizî, Büyû 73; İbn Mâce, Ticârât 27) Ancak şunu hemen belirtelim ki, satım akdinde yüzde üzerinden belirli bir kâr sınırının konulmaması, satıcının dilediği fiyata satış yapabileceği anlamına gelmez. Yalan yere yemin, malın ayıbını gizleme, malda bulunmayan niteliklerle malı övme, mâliyeti yüksek gösterme, mal darlığından yararlanma gibi yollarla müşteriyi etkileyerek piyasa fiyatının üzerine çıkmalarda “fâhiş fiyat” söz konusu olur. Burada hakkı olmayan fazlalık satıcıya meşrû olmaz.

“Fâhiş kâr nedir? Kâr miktarı yüzde kaçtır?”

İslâm’da aldatma, “gabn” terimi ile ifade edilir. Fâhiş gabn ve yesir gabn olmak üzere ikiye ayrılır. Çok aldatma ve az aldatma demektir. Az aldatma satım akdine zarar vermez. Çünkü bundan kaçınmak güçtür. Diğer yandan insanlar küçük fiyat farklarına rıza gösterirler. Fakat piyasa fiyatının üstüne çok çıkılırsa müşteri, aldatıldığını düşünür ve fazlalığı satıcıya helâl etmez. Bu yüzden de fahiş fiyat meselesi ortaya çıkar. Fâhiş fiyat miktarları içtihatla belirlenmiştir. Hanefîlere göre bilirkişilerin değerlendirme alanı dışında kalan çok yüksek veya çok düşük fiyatlarda “gabn (aldanma)” söz konusu olur. Belh fakihlerinden Nusayr ibn Yahya (v. 268/881), satım akdine konu olan malların, piyasadaki dolaşım hızını ve insanların bu mala olan ihtiyaçlarını dikkate alarak fâhiş gabni; gayri menkullerde %20, hayvanlarda %10 ve diğer menkul mallarda ise %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu oranlar aşılarak yapılacak satışların fâhiş gabn derecesinde olacağını belirtmiştir. Bu orana ulaşmayan fazlalıklar da yesir gabn kapsamına girer. Mecelle, 165. maddesinde bu ölçüleri kanun maddesi hâline getirmiştir. Ancak fâhiş gabnin, satım akdinin fesih sebebi olabilmesi için, aldatma ile birlikte bulunması gerekir. Aksi hâlde yalan ve hile olmayınca bir kimsenin müşteriye vereceği doğru bilgilerle malını dilediği fiyata satmasına da İslâmî bir engel yoktur. Malikilere göre, malın değerinin üçte birinden daha fazlasıyla piyasa fiyatının üstüne çıkmak veya aşağı düşürmek fâhiş fiyattır. Hz. Ebu Bekir (r.a)’ın uygulaması da bu şekilde olmuştur.

Kanaatimizce, İslâm’ın aşırı sayılan kârın miktarı konusunda kesin bir sınır getirmeyişi, nispetlerin tespitini ülke ve beldelerin örflerine bırakmak içindir. Mezheplerin bu konuda farklı ölçüler getirmesi de bunu göstermektedir. Diğer yandan peşin satışlarla, vadeli satışları kendi içinde değerlendirmek gerekir. Çünkü veresiye bir satışta kâr oranının yüksek tutulduğu bilinmektedir.

Sonuç olarak yalan ve aldatma karıştırarak piyasa fiyatının üzerinde satış yapan kimse için, bu fazlalık temiz kazanç olmaz. Hak sahiplerinin helâlleşmesi gerekir. Bu mümkün olmazsa bu gibi eksiklikler için yoksullara bağış yapmalıdır. Hadiste şöyle buyurulur: “Ey tüccar topluluğu! Alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu eksiklikleri sadakalarınızla telâfi ediniz.” (Ebu Davud, Büyû 1; Tirmizi, Büyû 4; Nesai, Eyman 7)

“Karaborsacılık nedir?”

İnsanların ihtiyacı olan bir malı, sırf pahalanmasını bekleyerek depolamak ve satışa sunmamaktır. İslâm’da ticaret hayatının serbest bırakılarak fiyatların serbest rekabet sonucu oluşması asıldır. Bazı mallar karaborsa için saklanınca piyasada mal darlığı olur ve talep fazlalığı sebebiyle fiyatlar sun’î olarak yükselmeye başlar. Karaborsacının gayesi de budur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Karaborsacı ne kötü kuldur! Fiyatların düştüğünü öğrenince üzülür, yükseldiğini duyarsa sevinir.” (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, 6/549) “Bir gıda maddesini 40 gece depolayıp (ihtiyaç varken) saklayan Allah’tan uzaklaşmış, Allah da onu kendisinden uzaklaştırmıştır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/33) Karaborsacılığın oluşması için şu şartlar gereklidir:

1) Depolanan malın satın alınmış bir mal olması,

2) Gıda maddesi olması,

3) İnsanların depolanan malı almada sıkıntı ve ihtiyaç içinde olması.

Ebu Yusuf’a göre, gıda maddeleri dışında, piyasaya sürülmemesi topluma zarar veren her çeşit malda da ihtikâr söz konusu olur. Malı saklama süresi normalde kırk gündür, ancak toplumun sıkıntıya düşme durumuna göre bu süre kısalabilir. Nitekim günümüzde akaryakıt ve tüpgaz gibi ihtiyaç maddeleri iki üç gün gibi kısa bir süre piyasadan çekilse toplum büyük sıkıntıya düşer, aksi durumunda, özellikle zarûrî maddelerin fiyatlarına narh uygulamasına da bir engel yoktur.

“Kabzdan önce satış yasağı nedir? Ticaret hayatında ne gibi etkileri olur?”

Satın alınan bir malın fiilen teslim alınmasına “kabz” denir. Malın teslim alınmazdan önce, müşteri tarafından üçüncü bir kişiye satılması, ilk satıcı ve alıcı arasında teslimle ilgili olarak çıkabilecek bir anlaşmazlık, ikinci satışı da etkileyecektir. Malın ilk satıcıdan teslim alınamaması; onun sözünde durmaması, malın telef olması veya defolu çıkması gibi sebeplerden kaynaklanabilir. Böyle bir durumda, bir önceki problem çözülmedikçe, ikinci satıcı taahhüdünü yerine getiremeyecektir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim bir gıda maddesini satın alırsa onu kabzetmedikçe başkasına satmasın.” (Buharî, Büyû 54, 55; Müslim, Büyû 29-32; Ebu Davud, Büyû 65) Bu hadiste zikredilen yiyecek maddesi örnek kabilinden olup hadis bütün menkul eşyanın alım satımını kapsamına alır. Kabzdan önce başkasına satış geçerli olursa bu durum, mal hiç yer değiştirmeden, hatta henüz mal üretilmeden fiyatının yükselmesine sebep olur. Bir takım aracılar, malı hiç görmeden kağıt üzerinde kazanç elde etmiş olurlar. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre, gayri menkul üzerinde kabzdan önce tasarrufta bulunmak caizdir. Dayandıkları delil, “istihsan” prensibidir. Çünkü gayri menkulün kabzdan önce telef olması veya değişikliğe uğraması çok seyrek görülen bir durumdur. Seyrek olan bir şeye ise itibar edilmez. İmam Muhammed, Züfer ve Şâfiî’ye göre gayri menkulün de menkuller gibi, kabzdan önce satışı caiz değildir.

İslâm’da borçlu ve alacaklının sahip olduğu hak ve görevler nedir?

Her konuda olduğu gibi ticaret hayatında da verilen sözlerin tutulması önemlidir. Kişinin özünün ve sözünün bir olması, sözünün senet sayılması, ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün özdeyişleri, toplumun vicdanında yer etmiştir. Büyük ölçüde kul haklarının söz konusu olduğu ticaret hayatında sözünde durmak, ticarî taahhütleri gününde yerine getirmek önemlidir. Aksi halde kul hakları ihlalleri ortaya çıkar ve helalleşme olmadıkça konu ahiretteki hesaplaşmaya kalır. Kur’ân-ı Kerîm’de, karşılıklı borçlanmalarda bunun yazıyla tespiti yanında, verilen sözlere ve yapılan antlaşmalara uyulması istenmiştir. Âyetlerde şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Yaptığınız sözleşme hükümlerini yerine getirin.” (Mâide Sûresi, 5/1) “Verdiğiniz sözü yerine getirin, çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (İsrâ Sûresi, 17/34) Hz. Peygamber’in aşağıdaki hadisi de yukarıdaki âyetleri tefsir eder. “Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar. Ancak haramı helal, helalı haram kılan şart bunun dışındadır.” (Buharî, İcâre 14; Tirmizî, Ahkam 17) Diğer yandan ödeme güçlüğü içinde olan borçluya gerekli kolaylığın gösterilmesi gerekir. Âyette şöyle buyurulur: “Eğer borçlu darlık içindeyse ona eli genişleyince kadar süre vermek vardır. Bilirseniz, borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara Sûresi, 2/280) Ancak ödeme gücü olduğu hâlde, borcunu vadesinde ödemeyen kimse alacaklıya zulüm yapmış olur. Hadiste şöyle buyurulur: “Borcunu ödeme imkânı olan bir kimsenin borcunu ertelemesi bir zulümdür.” (Buharî, Havale 1,2; Müslim, Musâkât 33; Ebu Davud, Büyû 10; Tirmizî, Büyû 68) Alacaklı böyle varlıklı kimseden alacağını mahkeme yoluyla zorla alabilir. Bir kimse gerek ihtiyaç yüzünden gerekse yatırımlarını büyütmek, daha fazla mal alarak cirosunu arttırmak gibi maksatlarla da borçlanabilir. Ödeme gücünü aşmayacak şekildeki borçlanmalarda bir sakınca bulunmaz. Nitekim Hz. Peygamber de zaman zaman ihtiyaç yüzünden borçlanmıştır. Meselâ, bir Yahudî’den veresiye yiyecek satın almış ve zırhını rehin olarak bırakmıştır. (Buharî, Cihad 89)

Ödemek niyetiyle borçlanan kimseye Cenab-ı Hak yardımcı olur. Ebû Hüreyre’(r.a)’ın naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Kim ödemek niyetiyle borçlanırsa Allah onu bu borcu ödemeye muvaffak kılar. Kim de başkasının malını telef etmek niyetiyle alırsa Allah onu telef ettirir, ödemeye muvaffak olamaz.” (Buharî, İstikraz 2) Borçlanmada niyetin önemi Ebû Ümâme (r.a)’ın naklettiği şu hadiste daha açıktır: “Bir kimse ödemek niyetiyle borçlanır, fakat borcunu ödeyemeden ölürse Allah onun borcundan vazgeçer ve istediği bedeli vererek alacaklısını razı eder. Buna karşılık ödeme niyeti olmaksızın borçlanan kimse, borcunu ödemeden ölürse Yüce Allah ondan alacaklıların hakkını alır.” (Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, 7/273) Ancak bu dua ve sakındırmalar, İslâm’da borçlanmanın caiz olmadığı anlamına gelmez.
Borçlanmayla alakalı İslâm’ın tavsiyesi ölçünün kaçırılmaması ve ödeme gücünü aşacak borç yükü altına girilmemesidir.

Cenab-ı Hak’tan haramdan arınmış, bereketli helal rızık nasip etmesini dileriz.

Prof. Dr. Hamdi Döndüren

Sorularlaİslamiyet

 

Dipnotlar

1. Alış-verişte aldatmak, eksik vermek, saklamak, gizlemek, farkına varmamak gibi anlamlara gelen gabn, Hanefilere göre ikiye ayrılır ve her ikisinin de kendine göre hükümleri vardır. Fâhiş gabn; herhangi bir malı o malın fiyatı hakkında bilirkişilerin belirleyeceği fiyattan oldukça fazla bir fiyatla satmak veya bu ölçüde düşük bir fiyatla satın almaktır. Yesir gabn ise bu derece yüksek veya düşük olmayan, insanların aldanma saymakla birlikte müsamaha ile karşıladıkları bir bedelle satış yapmaktır.

2. Garar; ticarette aldanma riski ve bilinmezlik manasına gelir. İslâm meyve, sebze ve ekinlerin çiçeğinde iken veya henüz olgunlaşmadan önce satışını yasaklamıştır. Çünkü böyle bir üründe garar, yani telef olma veya meydana gelmeme riski söz konusudur.

3. Narh, eşya fiyatlarının devlet; belediye veya başka yetkililerce belirlenmesi ve esnaf ve tüccarın bu fiyatların dışına çıkmasının yasaklanmasıdır.