Etiket arşivi: su-i zan

Su-i Zandan Sakınmak

Manevî hukuk-u ibad”ın bir ciheti de su-i zandan kaçınmaktır. Hüsn-ü zan, kâmil müminlerin hasse-i celilesindendir. Böyle kimseler, insanlar ve hadiseler hakkında daima güzel düşünür ve hoş olmayan hareketleri bile hayra yorarlar. Hüsn-ü zannın zıddı ise su-i zandır ki; daha çok evhama mağlup olan fertlerde bulunur ve böyle kimseler ömür boyu kalp huzuruyla yaşayamazlar.

Günümüzün en büyük ve en yaygın hastalıklarından bir diğeri ise su-i zandır.

“Adam bu serveti nereden kazandı?”
“Bu evi veya arabayı nasıl aldı?”
“Desinler için namaz kılıyor.”
“Gösteriş için hayır hasenat yapıyor.”
“Menfaat elde etmek için falan cemaatin içine girmiş.”

gibi ifadelerle insanlar hakkında su-i zan yapılmaktadır. Su-i zan, ihtimal üzerine verilmiş bir hükümdür.

Öncelikle şunu ifade edelim ki, her insan kendi hatalarını, kusurları ve günahlarını çok iyi bilir, ama başka bir insanın niyetini ve gizli hallerini bilemez. Bu bakımdan, olgun bir mümine yakışan, herkes hakkında hüsn-ü zan etmektir. O kişi gerçekten de öyle ise onun hakkında konuşmak, gıybet olduğundan büyük bir günaha girilmiş olur. Eğer o söylenenler o şahısta yoksa, ona hem iftira edilmiş, hem de gıybeti yapılmış olur ki bu da iki katlı bir günahtır ve kul hakkıdır. Eğer o kişi servetini helalinden kazanmışsa hesabını verir, haram yollardan kazanmışsa azabını çeker. Bir ayette mealen;

“Ey iman edenler! Zandan çok sakının; çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.”1

buyurarak insanların su-i zandan kaçınmalarını emretmiştir. Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur:

”Her kim bir müminde bulunmayan şeyleri, onu ayıplamak için insanlar arasında konuşup yayarsa, Allah-u Azimuşşan onu, sözünü ispat edinceye kadar hapsedecektir.”

Öyle ise olgun bir mümine yakışan, insanlar hakkında daima hüsn-ü zan etmek ve hayır ile dua etmektir. Zira,

Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”2

Hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi, insanın iç güzelliğinin alameti, saf ve berrak kalblerin eseridir. Hüsn-ü zan yüksek bir ahlâk-ı hasenedir. Bu haslete sahip olanlar başkalarının ayıplarını araştırmazlar. Hiç kimseyi bir ayıbından dolayı hakir görmezler. Şayet herhangi bir kimsede bir kusur ve hata görseler, onu ifşa etmez bilakis setrederler, mümkün oldukça ıslahına çalışırlar. Hüsn-ü zan sahipleri, taş yürekli düşmanları bile insafa getirir ve onların sevgisini celbederler.

Dikkat edilmesi gereken bir başka husus da şudur; bir insan, başına her hangi bir musibet gelirse, onu kendi günahlarının ve hatasının neticesi bilip, tövbe ve istiğfar etmelidir. Başkasının başına gelen musibetlerde ise, “Acaba ne etti de bu başına geldi” diyerek su-i zan etmemeli, aksine “Cenab-ı Hak onu bu hadiseyle imtihan ediyor.” demelidir. Belâ ve musibetlerin en şiddetlisi ismet sıfatı ile muttasıf olan peygamberlere gelmiştir. Cenab-ı Hak ve Hazret-i Peygamber (sav) hakkında hüsn-ü zan vacip, insanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak ise, sünnettir.

Şunu da belirtmek isterim ki, başkaları hakkında kötü düşünmenin ve onların hareketlerini kötüye yormanın asıl sebebi, insanın kendisinde bulunan kötü ahlâk ve evhamdır

Bediüzaman Hazretleri şöyle buyurmuştur:

Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû’-i ahlâkı, sû’-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler.” 3

Su-i zannın en tehlikelisi de insanları doğru yola sevk etmeye çalışan, onların kalplerinde iman ve muhabbeti yerleştirmek için gayret gösteren büyük zatlara karşı olanıdır.

Bu gaflet, dalalet, ve enaniyet asrında, insanların bir çoğu kendilerini medih ve sena etmeyi ön planda tuttuğundan, Allah’ın veli kullarının sadece tevazu ve mahviyet ifade eden sözlerini gurur ve kibir olarak yorumlayıp onlara hücum etmektedirler. Bir hadis-i kudside şöyle buyrulur:

“Her kim benim bir veli kuluma adavet ederse, bizzat ben Azimüşşan’a karşı harbe kıyam etmiş olur.”4

İslam’a hizmet etmiş ve müminlerin muhabbetine mazhar olmuş olan büyük zatlar hakkında su-i zandan şiddetle sakınmak lazımdır. Böyle zatlara su-i zan etmenin vebali büyük olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir edepsizliktir de.

Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Onların kemalat ve feyizlerini, irfan ve kerametlerini, İslamiyet’e yapmış oldukları hizmetlerini, cahil ve nankör olanlardan başka kim inkâr edebilir. Bunları tenkis ve istihfaf etmenin neticesi de ebedi helaket olur. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın bütün hakikatlarını hayatlarına tatbik etmiş ve hayatlarını Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsi de evliyalar için,

“Onlar benim hususi ve sevgili dostlarımdır.” buyurmuş ve

“Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”5

ayetiyle de onlar için hiç bir korku ve bir hüzün bulunmadığını tebşir etmiş ve onların dünyada da ahirette de en büyük bir teveccühe mazhar olacaklarını beyan buyurmuştur. Öyle ise böyle zatları sevmek imanın ve vicdanın gereğidir.

Bu gibi tenkitler, ya keramet ve şefaati inkâr eden bir düşünceden ya da kendilerinde bulunan büyüklenme hastalığını, böyle büyük zatlara da teşmil etmekten kaynaklanır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Hucurat Suresi, 49/12.
2 Sunuhat, Tuluat, İşarat.
3 Nursî, B.S Mesnevi-i Nuriye, Katre.
4 Buhari, Rikak, 38.
5 Yunus Suresi, 10/62.

Dedikodu Hastalığı

Toplumumuzda dedikodu niçin bu kadar yaygınlaşmış?

Her kötülük gibi bunun kaynağını da nefiste aramak gerek. Dedikodu nefsin çok hoşuna gider. Nefis, faydalı bir eseri yarım saat okumaya, yahut faydalı bir sohbeti bir saat dinlemeye tahammül edemezken, sıra dedikoduya geldi mi saatler dakika gibi olur. O halde ikinci bir soru daha ortaya çıkıyor:

Dedikodu nefsin niçin bu kadar hoşuna gidiyor?

Bu sorunun cevabını Hz. Yusuf’tan (as.) dinleyelim: ‘(Bununla beraber) ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü, nefis daima kötülüğü emredendir; meğer ki Rabbimin merhamet edip koruduğu (bir nefis) ola.’ (Yusuf Suresi, 53)

gıybetHadis-i şeriflerden öğreniyoruz ki, gıybet ve haset insanın salih amellerini yakıp mahvediyorlar, tıpkı ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi. Bir müminin güzel işlerini anlatmak ise müminler arasında sevgi ve hürmet hislerini geliştiriyor ve kişiye sevap kazandırıyor. İnsanı bu sevaptan mahrum etmek için, kıskançlık ve haset duyguları harekete geçiyor. Önümüzde iki yol var, birinde mümin kardeşimizi gıybet edip salih amellerimizi yakıp mahvetmek, diğerinde ise onu sevip, ondan övgü ile söz edip sevap hanemizi kabartmak. İşte kötülüğü emreden nefis, insanı birinci yola sevk eder ve mahveder.

Nefsimizi seviyorsak ona acıyalım ve onu bu zararlı yoldan vazgeçirmek için şu gerçeklerle yüzleştirelim:

‘Sen kendini seversin. Öyle ise gıybet etmemelisin. Çünkü gıybet anında zehirli bir lezzet alsan bile, o anda haset damarının kabardığını, sinirlerinin gerildiğini çok iyi biliyorsun. Bunlar ise seni içten içe rahatsız ediyor.’

Sen rahatını seversin. Başkasının seni gıybet etmesinden rahatsız olursun. Yaptığın gıybet er veya geç karşı tarafın kulağına gidecek ve ondan çok daha ağır bir mukabele görmekle rahatsız olacaksın.’

Sen menfaatini seversin. Gıybet etmekte bu dünyada bir menfaat elde etmediğin gibi ahiret yurdundaki ebedî saadetine de büyük darbeler vuruyorsun. Bu ise akıl kârı değil.

‘ Sen dünyayı seversin. Gıybetle geçirdiğin vakitlerini dünya saadetin için harcasan daha kârlı çıkacaksın.

Önemli bir nokta: Kötü bir söz, karşı tarafın durumuna göre farklı sonuçlar verir. Bir erin bir başka ere söylediği kötü sözle, yüzbaşıya, albaya, generale söylediği kötü bir sözün cezaları farklılık gösterir. Gıybet için de benzer bir durum vardır. Bir mümini gıybet etmekle bir alimi, bir müçtehidi, bir müceddidi, bir sahabeyi gıybet etmenin, sonuçları gibi cezaları da aynı değildir. İslam’a hizmet eden kişiler hakkında yapılan gıybet, insanları o kişilerden uzaklaştırmaya, dolayısıyla da İslam’a karşı yabanileşmeye götürür. İnsanlara hidayet yolunu kapamayı netice veren böyle bir cinayeti işlememeye azami dikkat göstermemiz inancımızın ve vicdanımızın gereğidir.

Bazen aynı mukaddes davaya hizmet eden kişiler arasında da bu hastalığın bir başka yolla nüksettiğine şahit oluruz. Dava arkadaşında gördüğü bir yanlış tutumu başkalarına anlatarak onun gıybetini yapan kişi, şöyle bir savunma mekanizması geliştirmeyi de ihmal etmez: ‘Ben bunları nefsim için değil davaya zarar gelmemesi için söylüyorum.’

Nur Külliyatında gıybetin bazı özel durumlarda caiz olacağı nazara verilirken bunlardan birisi şöyle dile getirilir: ‘Şekva suretinde bir vazifedar adama der; tâ o münkeri ondan izale etsin.’ Burada iki önemli şart söz konusudur:

Birisi, şikayeti yaptığımız makamın o kötülüğü önlemeye yetkili olması.

İkincisi, maksadımızın dava arkadaşımızı kötülemek değil ondaki bir kötülüğün giderilmesi olması.

Demek oluyor ki, o kardeşimizin hatasını, onu düzelmeye güç yetiremeyecek kişilerle konuşmak gıybettir; ama yetkili kişiye aktarmamız gıybet değildir. Yetkili kişiye aktarma yaparken de niyetimiz onu kötülemek olursa yine gıybetten kurtulamıyoruz; niyetimiz o kardeşimizden söz konusu kötülüğün giderilmesi ve onun manevî kurtuluşu olmalı.

Nur Külliyatı’nda, gıybetin caiz olduğu özel maddeler sayıldıktan sonra şu kayda yer verilir: ‘İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.’ Karşıya zarar verme, onu gözden düşürme, ona karşı beslediğimiz kötü hisleri tatmin etme gibi art niyetlerden uzak olan ve sadece hak için, maslahat için yapılan şikâyetler gıybet olmuyor.

Gıybet, gerçekte işlenmiş bir hatayı başkalarına aktarma şeklinde olabileceği gibi, çoğu zaman, ‘su-i zan’, yani ‘yanlış yorumlama, olaya menfî yönden bakma’ sonucu da ortaya çıkabiliyor. Gerçekte yanlış olmayan bir hareket, yanlış yorumla ile hata kabul ediliyor, daha sonra bu yanlış kanaat üzerine de gıybet bina ediliyor. Su-i zannın kaynağı kişinin kendi mizaç bozukluğudur. ‘Kendisinde bulunan su-i ahlakı su-i zan bahanesiyle başkalara teşmil etmesin.’ (Mesnevî-i Nuriye) Bu çok önemli bir mihenk taşıdır. Birisinin yaptığı hayırlı bir işi tenkit ederken, onun bu işi menfaat karşılığı yaptığını söyleyen kimse ‘su-i zan’ etmiş olur.

Yukarıdaki ifadeden anlaşılacağı gibi, bu zannın kaynağı da ‘o kişinin menfaat düşünlüğüdür.’ Yani, o adam kendi iç aleminde şöyle bir değerlendirme yapmış olur: ‘Ben bu işi yapsam menfaat için yaparım. Demek ki bu adam da bu işte bir menfaat gözetiyor.’

Hucurât Suresi birçok içtimaî meselenin ve sosyal problemin birlikte yer aldığı ibret dersleriyle dolup taşan bir sure. Onuncu ayette, ‘müminlerin kardeş olduğu ve aralarında bir problem çıktığında ıslah yoluna gidilmesi gerektiği’ ders veriliyor. Bu ayeti hemen takip eden ayetlerde, sanki İslâm kardeşliğini zedeleyen hastalıklar sıralanıyor. On birinci ayette bir topluluğun diğerine ‘lakap takması’, ‘onu alaya alması’ yasaklanıyor. On ikinci ayette ‘su-i zan, tecessüs (kusur araştırma) ve gıybet’ yasaklanıyor. Bu ayetin mealini aktarmak istiyorum: ‘Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü, zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin(gıybet etmesin)! Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.’ (Hucurât, 12)

On üçüncü ayet-i kerimede bütün insanların, başlangıçta bir erkekle bir dişiden yaratıldıkları hatırlatılarak ‘ırkçılık’ belasına düşmemiz yasaklanıyor. Sanki bu ayetlerde Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarına zarar veren kötü hasletler küçükten büyüğe doğru sıralamış gibi: ‘Bir topluluğu alaya almak.’ ‘Birbirini kötü lakapla çağırmak.’ ‘Su-i zan beslemek,’ ‘Birbirinin kusurunu araştırmak.’ ‘Gıybet yapmak.’ ‘Irkçılık davası güderek kendi ırkından olmayanlara üstünlük taslamak, onlarla yardımlaşma yerine düşmanlık yoluna girmek.’ Gıybet, bu tehlikeler zincirinde sondan ikinci sırada yer alıyor. Yani ırkçılık dışında, diğerlerinin tümünden daha tehlikeli.

Rabbimiz, bizim kardeş olduğumuzu beyan ettiği ve onu bozan her kötülükten bizi sakındırdığı halde, nefsin arzusuna kapılarak dedikodu yolunu tutmak, rıza çizgisinden büyük ölçüde sapma göstermektir. Çünkü, Allah bizim birbirimizi sevmemizden razı oluyor; hemen hepsi ‘kibir’ çekirdeğinden çıkan bu kötü hasletlerden değil. Kibir kula yakışmaz ve Allah kibirlenenleri sevmez.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi