Etiket arşivi: sui zan

Medeniyetleri yıkan hastalık: “Fitne”

Seni zaafa uğratmak için ne planlar kurdular, ne sinsi oyunlar kurguladılar! Ama Büyük Vazifeli, Nebiler Nebisi (a.s.m.) hayatta idi o günlerde. O’nun (a.s.m.) engin ferasetine çarpıp çarpıp gerilediler. O’nun (a.s.m.) asıl hayata intikali sonrası “şimdi sıra bizde” dediler. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar olarak ortaya çıktılar. Amaç insanların kafalarını çelmek, kendilerine taraftar toplayıp İslam’ı bitirmekti. Ama ne Müseylemeleri, ne Tuluyhaları başarılı olabildi bu oyunlarda. Hz. Ebubekir’in sıddıkiyetine, Hz. Ömer’in adaletine çarpıp çarpıp perişan oldular.

Bu disiplinli toplumun önünde ne Roma ne de Pers İmparatorlukları durabiliyordu. Daha Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk yıllarında İslam orduları Anadolu topraklarına girmiş, huzur ve sükûn iklimi dört bir yanı çepeçevre sarmaya başlamıştı. Aydınlıktan rahatsız olanlar vardı. Hz. Peygamber’in sahabesi de olsalar, onları da birbirlerine düşürmenin yolları olmalıydı. Hz. Osman dönemi idi. Peygamberimizin (a.s.m.) “Melekler bile senden utanıyor” dediği bu büyük insan için fitne kazanları kaynamaya başlamıştı. Hakkında ortaya atılan iftiralar, uzak coğrafyadan kışkırtarak getirttikleri güruhlar ve derken İslam tarihinin utanç sayfası cinayet Medine’de işleniyordu. Evin ön kapısında Hz. Ali’nin iki mübarek oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin nöbet beklerken arka duvarı yıkarak girmiş ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) damadı Zinnureyn’i şehit etmişlerdi.

İşte istedikleri olmuş, fitnenin fitili ateşlenmişti. Sahabe, Hz. Osman’ın katillerini bulmak için seferber olacak ve iki grup halinde bir araya geleceklerdi: Hz. Ali’nin etrafında toplananlar ile Hz. Aişe’nin etrafındakiler. Niyet, amaç, hedef aynı idi. İki ordu o gün yan yana gelmiş, ne yapacaklarını istişare edeceklerdi. Hava kararmak üzere idi. Yarın görüşürüz denildi ve herkes çadırlarına çekildi. Fitne uyumamıştı ama. Bu iki güzide topluluğu birbirlerine düşürebilirlerse düğün bayramdı birilerine. O gece ard niyetliler bu iki topluluğun içine sızacak ve gecenin karanlığında birbirlerine ok yağdıracaklardı. İki topluluk da sanacaktı ki diğeri bana saldırıyor. Ve gecenin karanlığında birbirlerine gireceklerdi. Sabah gün ağarırken biz Hz. Ali’yi Talha bin Ubeydullah’ın cenazesi başında ağlarken bulacaktık. Cennetle müjdelenmiş iki kişi bir arada idi. Biri gece şehit edilmiş diğeri ona gözyaşı döküyordu. Fitne başarmıştı!

Fitne hiç durmaz…

Aynı oyunları Sıffin’de de, Hakem Olayı’nda da, Kerbela’da da icra etmeye çalıştılar. İnanmışlar birbiri ile uğraşmalı, hak, batıla galebe çalamamalı idi. Emeviler dönemi ve Abbasiler döneminde İslam’ın sesi ufukları dolaşırken, bir tarafta İspanya’dan öbür tarafta Orta Asya’ya kadar ilerleme sağlanırken içeriden de kokuşmanın emareleri belli oluyordu. Emevilerdeki ırkçı anlayış büyük bir fitneye sebep olurken, servetin çoğalması ayrı bir gevşemeye sürükleyip götürüyordu toplulukları. Bazen bir yalçın dağ çıkıyordu toplumun önüne ve onun kahramanca duruşu toplumdaki tüm hastalıkları bertaraf ediyor, fitne ve diğer salgınların yayıcıları girecek delik aramaya başlıyorlardı. Bir Emevi halifesi olan Ömer b. Abdülaziz işte onlardan biriydi. İşe önce kendisinden başlamıştı zira. Kendisine ve eşine ait tüm zineti beytülmale teslim edip “işte böyle yaşanmalı” demiş ve yola öyle koyulmuştu. İdareci böyle olunca toplum da silkinip kendine gelebiliyordu. Toplumu bir dönem, Harici, Sünni, Şii diye bölmeye çalışanlar lal kesilmişlerdi. Fitnenin kapısını açmak için bu büyük fedakârı ortadan kaldırmak gerekecekti. Ve hayâsız suikastı işlemekten de çekinmediler.

Abbasilerin zayıfladığı yıllardı. Bağdat’taki Abbasi halifesi zor günler geçiriyordu. Şii Büveyhoğulları kendi akideleri adına Bağdat’ı ablukaya almışlardı. Sıkıntı had safhada idi. Birden Orta Asya bozkırlarından bir yiğit çıkagelecek ve fitnenin ocaklarını söndürecekti. Bu kişi Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’di. Ahlat’tan Diyarbakır’a, Halep’ten Kudüs’e kadar nice toprak Büyük Selçuklunun himayesinde idi. Zor ve sıkıntılı günler uzak değildi. Bu devleti yok etme adına İsmaili grupları suikast timleri ile Nizamülmülkleri, Melikşahları katlediyor ve kaos ortamında kendilerine yer edinmeye çalışıyorlardı.

Anadolu Selçukluları, Anadolu’da kapı gibi duruyor ve hem Haçlılara geçit vermiyor hem de bölgenin İslamlaşması için nice fedakârlıklar yapıyorlardı. Ama Ortadoğu’da sıkıntı vardı. Tunus’tan kopup gelen Fatimiler Mısır’ı ele geçirmiş ve Şii akideyi yayarak İslam’ın bağrında derin yaralar açmaya başlamışlardı. El-Ezher gibi dev eğitim kurumları ile propagandalarını yapacak kişileri yetiştirirken Selçuklunun Nizamiyeleri, onların karşısında bir set oluşturmaya çalışıyor, fitnenin kol gezmesine müsaade edilmiyordu.

Ortadoğu’nun keşmekeşliğinin ilacı Zengi Atabeyli’ğinde idi. İmadüddün ve oğlu Nureddin Zengi bir anda hayat oldular bölgeye. Fedakârdılar, yorulmuyorlardı. Affedici ve kuşatıcı idiler. Etraflarında toplananlarla büyük bir ilim ve sanat devleti kurdular. Bu dönemde Urfa, Antakya, Halep ve Şam Haçlılardan kurtarıldı. Kudüs’ü kurtaramadı Nureddin Zengi ama kurtaracak adamı, Selahaddin’i yetiştirdi. Fitnenin elini kolunu bağlayan Nureddin, fitnenin kafasını ezense Selahaddin olacaktı. Mısır’a kadar uzanacak ve bu bölücü devleti ortadan kaldırarak Mısır’a altın bir dönem yaşatacaktı. Eyyübiler döneminde Orta Asya’nın köleleştirilmiş çocukları itina ile yetiştirilecek ve geleceğin en büyük fitnesi Moğolları durduracak ordular ve kumandanları Eyyübiler eli ile hayat bulacaktı.

Fitnenin en büyüğü

Fitnenin en büyüğü kapıda idi. Birçok Müslüman’ın “Acaba bunlar Yecüc Mecüc müdür?” dedikleri Moğollar son derece acımasızca geliyordu. Harzemşahlardan Abbasilere kimse önlerinde duramıyordu. Acımasız olduğu kadar da inançsızdılar. İnançlara ve inanmışlara saygıları yoktu. Hatta toprakları arasındaki darmadağınık Müslüman topluluklara karşı Hıristiyanlarla ittifak bile kurmuşlardı. Papa, Moğolları, Müslümanlardan kurtulmak için nimet gibi görüyordu. Abbasi Halifesi, Hülagü tarafından halıya sarılarak üzerinden binlerce atlı askerini geçirterek öldürtülüyordu. Herkesin canının malının derdine düştüğü o günlerde kölelikten gelmiş Memluklu komutanları büyük bir birliktelik ile tek parça oldular ve Ayn-ı Calut ve Elbistan’da Moğollara hayatlarında unutamayacakları dersi verdiler. Aynı zamanda fitneyi boğarak bertaraf ettiler.

Moğollar Ortadoğu’da etkili olamadı ama Anadolu’ya girmişlerdi. Anadolu Selçuklu ne yazık ki o günlerde Alaaddin Keykubat’ın arkasından büyük bir ayrı gayrılık içinde idi. Basiretsizlik boyu aşmıştı. Ve esir edildiler. Moğollar her bir Anadolu şehrini haraca kesiyor, başlarına koydukları yöneticilerle adeta kan emiyorlardı. Türklerin teşkilatçılığını biliyorlardı. Bir hamlede ayağa kalkabilir, silkinip kendilerine gelebilirlerdi. O zaman içlerine fitne salmalıydılar. Birbirlerine düşürmeliydiler. Böylece bir daha doğrulma imkânı bulamayacaktı Selçuklular. Aynı anda hep iki Selçuklu Hükümdarı bulundurdular Moğollar Anadolu’da. Birbirlerine düşsünler, güçleri azalsın diye.

İşte o günlerde yine bir diriliş rüzgârı yaşanmaya başladı Anadolu’da. Bir tarafta Mevlana’nın rüzgârı ile dört bir yana yelken açan Mevlevi Tekkeleri, diğer tarafta Ahi Evran’ın yiğitleri, bir tarafta Anadolu’yu medreselerle dolduran Sahip Atalarıyla, Emir Karatayları ile Selçuklu vezirleri bir seferberlik başlattılar. Öldü bitti denilen toplum yeniden ayaklandırdılar ve hepsinden önemlisi düşmanları Moğolları etkileyerek İslam ile şereflenmelerini sağladılar.

Tarih nice sayfası ile şahittir ki toplumlar ne zaman ben demeye başlamış, dünyevi zenginliklere kalplerini kaptırmış, ilahi hedefleri ihmal etmeyi seçmişse fitne dirilmiş ve o toplumları parça parça ederek birbirlerine düşürmüştür. Ne zamanda toplumlar biz demiş, yaşatmak için yaşamış ve birlik beraberliği elden bırakmamışlarsa fitne o toplumların yakınına bile yaklaşamamıştır.

Talha Uğurluel

moraldunyasi.com

İftira, Gıybet ve Dedikodunun Kaynağı “Su-i Zan”

Bir gün önemli bir sıkıntıdan kurtulmanın sevinciyle şükür namazı kılmıştım. Tam selam vermiştim ki, bir arkadaşım yanında tanımadığım bir kişi olduğu halde odama giriverdi. Ben seccadeyi toplarken o tanıştırmaya getirdiği arkadaşına heyecanlı bir şekilde, “Gördün mü” dedi. “Herkese namazı cemaatle kılmalarını söylüyor, ama kendisi odasında kılıyor.” Espri görünümlü bu suizanna karşı çok rahat bir şekilde cevap verdim: “İstediğini söyleyebilirsin, az sonra bütün tahminlerin yerle bir olacak. Çünkü öğle namazımı mescitte cemaatle kıldım, şimdiki kıldığım ise şükür namazıydı.”
 
Hep birlikte gülüştük. Sonuçta küçük bir suizandı ve ucuz atlatmıştık. Bir de insanın hayatını zindan eden suizanlar var.
 
Bir bayan okuyucum telefon açmış, ağlayarak uğradığı bir iftirayı anlatmıştı. Bir gün kendi oturduğu katta asansöre binmiş, birkaç kat aşağıdan bir beyefendi asansöre girmiş ve zemin katta kabinden çıkarken kocasının kız kardeşi onları görmüştü. Kocasının kız kardeşi hüsnüzan etmesi gerekirken üç günahı birden işlemişti: Önce suizan, sonra iftira ve kadının kocasına gördüklerini anlatmak.
 
Oysa Kur’an’da, “Müminler ancak kardeştirler” hükmünü barındıran ve belki de bunu vurgulamak için “Ey iman edenler!” hitabının oransal olarak en çok geçtiği Hucurat Suresi’nde, “suizan, kusur araştırma ve gıybeti” yasaklayan Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah Tevvab’dır, tövbeleri çok kabul eder, Rahim’dir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Hucurat, 12)
 
Zanlar, gıybete dönüşür
Zan, ihtimal ve tahmin üzere hüküm vermektir. Bunun için zanna dayalı hüküm ve bilgiler de, zannidir, doğruluğu şüphelidir, kesin değildir. Eğer zannın sebebi, kişinin kendi nefsi ise, hata ve vebalin boyutu daha artmaktadır. Uhrevi sorumluluktan kurtulmak için çok zandan veya zannın çoğundan kaçınmak gerekir.
 
Zannın çoğunun günah olması, bazı zanların zararsız olduğunu gösterir. Söz gelişi, Allah’a ve müminlere hüsnüzanda bulunmak vaciptir. Ayette yasaklanan zan, mü’mine karşı suizan beslemektir ki, bu haramdır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde şöyle buyurur: “Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır.” (Buhari, Vasaya: 8)
 
Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet halini alır. İmam Gazali, bunu ”kalp ile gıybet” şeklinde tanımlamış; ”bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini” bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ”gözü ile kötü bir şeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak” şeklinde tarif etmiştir. (Kimya-yı Saadet, s.388)
 
Buna göre, kötü zan ve tahmin haramdır ve kalp ile yapılan bir gıybettir. Eğer bu kalp ile yapılan gıybet, bir başkasına anlatılırsa iki katlı bir günah söz konusu olmakta ve“Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun” (Ebu Davud, Edeb: 40) hadisine göre, daha büyük bir günaha neden olunmaktadır. Bu durum, hem kalp ve dil ile günah işlenmiş hem de iftira edilmiş anlamına gelebilir.
 
Zandan kaçınmak
Mü’min bir kimse hakkında suizanda bulunmaktan şiddetle kaçınmak gerekir. Eğer aklımıza takılan bir şüphe, bir soru işareti varsa, ya iyiye yormalı veya kişinin kendisine sormalıyız.
 
Tabii, davranışlarımızın suizanna uğramaması için gayret etmek ve uygunsa açıklama yapmak gerekir.
 
Konuyla ilgili yaşadığı bir olayı Peygamber Efendimizin (a.s.m.) eşi Hz. Safiyye şöyle anlatır: “Hz. Peygamber (a.s.m.) Ramazan ayında itikafta iken akşam vakti yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de O kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar. Rasulullah (a.s.m.) onlara ‘Biraz bekleyin, yanımdaki eşim Safiyye’dir’ dedi. Onlar ‘Sübhanallah,’ dediler. ‘Bu da ne demek ey Allah’ın Re­sulu? (Sana su-i zanda mı bulunacağız?)’ Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Şeytan, damarlardaki kan gibi insanda dolaşır. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.’” (Ebu Davud, Sünnet: 18)
 
Bu hadisten anlıyoruz ki, suizanna sebep olacak şeylerden kaçınmak, gerektiği yerde de açıklama yapmak gerekir.
 
Hangi şeyler suizanna sebep olur?
Bir mü’mine beslenen kıskançlık, kin, düşmanlık, tarafgirlik, rekabet duygusu suizanna sebep olabilir. Bu kötü duyguların hepsi de yasaklanmıştır. Çünkü “Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla, ıslahına çalışır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)
 
Müslüman’ın, diğer Müslüman kardeşi hakkındaki düşüncesinin ve özellikle hüsnüzannını ortaya koyması açısından şu hadis dikkat çekicidir: “Ben Hz. Peygamber’in Kabe’yi tavaf ettiğini ve (tavaf esnasında) şöyle söylediğini gördüm: ‘(Ey Kabe!) Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve senin kutsallığının azametine hayranım. Muhammed’in canı (kudret) elinde olan Allah’a yemin ederim ki, mü’minin hürmeti Allah katında senin hürmetinden şüphesiz daha büyüktür. Mü’minin malı, kanı ve hakkında hüsnüzanda bulunma kutsallığı (seninkinden üstündür).” (Buhari, Edeb: 57)
 
Bu hadis-i şerifte Hz Peygamber (a.s.m.), bir Müslüman hakkında hüsnüzanda bulunmayı, onun can ve malının önemiyle birlikte anmaktadır. Çünkü bir insanın iyi veya kötü olarak bilinmesi, özellikle onun şeref ve haysiyetini ilgilendirmekte olup, yerine göre en az mal ve can kadar önem arz etmektedir. Suizan ise, tüm huzursuzluk ve düşmanlıkların kaynağı olan dedikodu, gıybet, iftira, fitne-fesada sebep teşkil ettiğinden dinen yasaklanmıştır.
 
Suizan etmenin sebeplerinden birisi de, insanın kendisini beğenmesi, başka kimseleri kendinden aşağı görmesidir. Bediüzzaman bu konuda şöyle bir çözüm gösterir: “İnsan hüsnüzanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan suizan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkalarının bazı harekatını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek suizandır. Suizan ise, maddi ve manevi içtimaiyatı zedeler.” (BediüzzamanSaid Nursi, Mesnevi-i Nuriye)
 
Demek ki, herkesi kendisinden üstün gören bir kimse mü’minlere suizan etmez, sürekli hüsnüzanda bulunur.
 
Efendimizin (a.s.m.) şu hadisi şerifi hepimize bu konuda yol gestereci mahiyettedir:“Zandan sakının, zira zan, sözlerin en yalanıdır. Ey Müslümanlar! Birbirinizin kusurunu araştırmayın, haber koklamayın, haksız yere rekabet etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin tutmayın, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini küçük görmesi yeterlidir. Her Müslümanın diğer Müslüman’a malı, kanı ve ırzı haramdır. Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Buhari, Vasaya)
Cemil Tokpınar / Moral Dünyası