Etiket arşivi: Süleyman Sargın

Kur’an, “Hizmet Edenleri” Alkışlar!

Kur’an’da yaş ve kuru her şeyin bulunduğu hemen hepimizin iman ettiği bir hakikattir. O halde Kur’an’ın her asırda dine hizmet eden büyük şahıslara ve onların hizmet cereyanlarına da işaret buyurabileceğini kabul etmek gerekir.

Nitekim Kur’an, asr-ı saadetteki pek çok örneğe bazen doğrudan bazen de işareten temas eder.

Mesela Suheyb-i Rûmî Hazretleri; kendisi Rum diyarından göç ettiği için Rûmî lakabıyla meşhurdur. Mekke’ye Anadolu’dan geldiğinden bazı tarihçiler onun Türk olduğunu da iddia ederler. Eğer hakikaten Süheyb-i Rûmî Türk ise bu da milletimiz için ayrıca bir iftihar vesilesidir. Çünkü o, hakikat adına kalkmış uzak diyarlara yürümüş, bulmuş, “ol”muş ve bulduğu hakikatte sonuna kadar sadakat içinde kalmıştır.

kelebekİşte bu zat, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye hicret buyurduktan sonra, bir yolunu bulup tek başına Mekke’den Medine’ye doğru hareket eder. Kureyş’ten bir genç grubu, durumu haber alır almaz peşine takılır ve bir yerde yolunu keserler. Hazreti Süheyb hemen bineğinden iner, sadağından oklarını çıkarır ve müşriklere şöyle seslenir: “Ey Kureyşliler! Bilirsiniz ki ben sizin en iyi atıcılarınızdanım. Allah’a yemin olsun ki, sadağımdaki bütün okları atıp bitirmeden size bir ok attırmam. Oklarım bitince de sizinle kılıcımla mücadele ederim. Bundan sonra siz istediğinizi yaparsınız.

Gelin sizinle anlaşalım. İsterseniz malımı-mülkümü, Mekke’de falan yere gömdüğüm şeylerin hepsini alın fakat beni rahat bırakın; ben Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gidiyorum.” Onun ok atmadaki maharetini ve cesaretini yakından bilen Kureyşli gençler bu teklifi kabul ederler. Hazreti Süheyb de Medine’ye doğru yeniden yola koyulur.

O böyle samimiyetle hicret yolunda ilerlerken kendisini bekleyen iltifattan habersizdir. Medine’ye vardığında, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağa kalkar, onu karşılar ve şöyle der: “Ey Süheyb! Allah, senin hakkında şu ayeti indirdi: “İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah işte böyle kullarına pek merhametlidir.” (Bakara Sûresi, 2/207) Süheyb-i Rumî (radıyallâhu anh) Allah rızası için malını feda etmiş, müşriklere, “Siz benim malımı alın, fakat benimle Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasına girmeyin.” demişti. Sonra da hakkında bu ayet nâzil olmuştu. Bu fedakârlık tablosu semâvî bir iltifatla alkışlanmış ve Kur’an’da bahis mevzuu olmuştu.

Kur’an’da doğrudan bahse konu olmasa bile Übeyy İbn-i Ka’b’ın (radıyallâhu anh) yaşadığı şu hadise de kayda değerdir: “Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Übeyy İbn-i Ka’b’ın yanına geldi ve ona; “Ya Übeyy! Rabb’im bana ‘Übeyy’e git, sana Kur’an’ın şu şu ayetlerini okusun, buyurdu.” dedi. Hazreti Übeyy büyük bir mutluluk ve heyecan içinde “Rabb’im benim adımı andı mı Ya Resûlallah?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca gözyaşlarını tutamadı ve hıçkırıklara boğuldu.

Bazı sahabe-i kiram Kur’an’da hususi konumlarıyla bazıları da şahs-ı manevi olarak destanlaştırılmaktadır. Mesela İlahi Beyan, bir yerde Şehitler Seyyidi Hazreti Hamza’nın, Şâh-ı Merdan Haydar-ı Kerrar Hazreti Ali’nin ve yine o kıymetli oymaktan gelen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcazâdesi Ubeyde İbn-i Hârise’nin mücadelelerini anlatır. Hak ile batıl, iman ile küfür arasındaki bu kavgayı tasvir ederken, bu iki düşüncenin temsilcilerinin âkıbetlerini de haber verir. Buna göre, bir grup katrandan elbiseler giyecek, başlarına kaynar sular dökülecektir. Diğer grup da altın bilezikler ve incilerle bezenecek, giyim kuşamları da ipekten olacaktır. Bu ifadeleriyle Kur’an, o kahramanlar topluluğunu göklere çıkarır. (Bkz: Hac Sûresi, 22/19)

Görüldüğü gibi Kur’an, onun hakikatlerine omuz veren ve Nebi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) uğrunda hırz-ı can eden herkesi alkışlamış ve senâ etmiştir. Bu bir âdet-i İlâhî ise kıyamete kadar da alkışlamaya devam edecektir. Malını, mülkünü, yurdunu, yuvasını terk edip dünyanın dört bir yanına elinde bavuluyla hicret eden binlerce fedakârı Kur’an da Sahib-i Kur’an da mutlaka alkışlıyordur/alkışlayacaktır. Elde edilen muvaffakiyetleri kendinden bilmeyen, aczinin, fakrının idrakinde olan ve şevk ü şükürle gerilmiş irade kahramanları mele-i a’lânın sakinlerinin sohbet konusudur. Adanmışlığı, beklentisizliği, istiğnayı meslek edinmiş er oğlu erler her zaman en pak defterlere kaydedilecek ve en muteber listelerin üst sıralarında yerlerini alacaklardır.

Süleyman Sargın / Zaman

Şikâyet yok; çünkü mükafatı büyük

Ramazan için maddi manevi hazırlık yapanlar da var, “Bu sıcaklarda nasıl oruç tutacağız?” stresine düşenler de. Allah’ın kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğine iman eden Müslümanların, birbirlerinin ibadet şevkini kırmamaları konusunda ilahiyatçılar uyarıyor.

Ramazan-ı Şerif’in yaklaştığı şu mübarek günlerde gerek televizyon kanallarından gerekse çevremizden “Sıcak havalar Ramazan’da bunaltacak, gün çok uzun, oruç tutmak zor olacak.” tarzı cümleleri sıkça duyar olduk. Ramazan’ı geçtiğimiz yıllara kıyasla daha sıcak ve uzun geçireceğimiz doğru. Ancak bu mübarek ayın günahların yakılmasına da büyük bir vesile ve bereket kaynağı olacağını hep hatırlamak gerekiyor. Sıcak havalarda oruç tutmanın faziletini ortaya koyan bir menkıbe konuyu özetliyor:

Haccac ve adamları Mekke ile Medine arasında yolculuk ya­parken bir suyun başında mola verir. Sofra kurulunca Haccac “Etrafa bakın, fakir biri varsa getirin beraber yiyelim.” der. Hizmetçiler yakınlarda üzerinde bir hırka olan birini görür ve uyandırıp adamı Haccac’ın yanına götürürler. Haccac,

-Gel beraber yemek yiyelim, der.

Adam yemem diyerek Haccac’ın teklifini redder. Cevaba şaşıran Haccac sebebini sorunca: Beni senin sofrandan daha iyi bir yere çağırdılar.

-Nereye çağırdılar?

Adam: Allah’ın misafirliğine çağırdılar. Ben oruç tutuyorum.

Haccac böyle sıcak günde oruç mu tutuyorsun?

Adam şöyle cevap verir: Evet, bu sıcak günde oruç tutuyorum ki kıyamet gününün sıcaklığından kurtulayım, der.

Sorun ibadetlere bakış açımızda

Zaman Gazetesi Kürsü sayfası editörü Süleyman Sargın konuya farklı bir bakış açısı kazandırıyor. Bu tarz vesveselerde sorunun, ibadetlere bakışımızdan kaynaklandığını ifade eden Sargın ibadetlerin bir mükellefiyet olduğunu belirtiyor, ama bir külfet olmadığının altını çiziyor: “İstemeye istemeye, zorla yaptığımız işler değildir ibadetler. İbadet kulun Rabb’ine en büyük armağanıdır. Rabbin kula verdiği sınırsız ikrama, ihsana karşı bir teşekkürdür. Bu teşekkürün nasıl olacağını da bize en güzel kullar vesilesiyle yine Rabbimiz öğretmiştir. İbadetin temelinde Rabb’imize duyduğumuz hürmet ve muhabbet vardır. İnsan hiç sevdiğine verdiği hediyenin hesabını yapar mı? O hediyeyi nasıl ucuza getireceğim diye düşünür mü? Eğer böyle düşünüyorsa sevgisinde problem var demektir. Orucu da, namazı da, kurbanı da, zekâtı da bu gözle ele almak lazım. Onlardan şikâyet tavrı, hediyeyi verdiğimiz ulu makama karşı saygısızlık olur. Ramazan’ın sıcak günlere gelmesi, kulluğun tadına varmış insanları tedirgin etmek bir yana sevindirir. Çünkü hediyenin kalitesi artacaktır. Vergiden kaçırmanın yollarını arayan insanlar gibi, ibadetlerden kurtulmaya bahane aramak, ibadetin özünü, manasını bilmemek demek. Ramazanı Rabb’imizle en yoğun alışverişimizin olduğu bir mevsim olarak görmeli ve elden geldiğince O’na en güzeli takdim etmenin gayreti içinde olmalıyız. Elbette ki Rabb-i Rahîmimiz bize zulmetmek istemiyor. Hasta ve güçsüz kullarını bir kısım ibadetlerden muaf tutuyor. Onlar da bunu bir hak olarak görmemeli, oruç tutamadıklarından ötürü iç dünyalarında hep bir eksiklik hissetmelidirler. “Rabbim, eğer sağlığım yerinde olsaydı ben bir gün bile orucumu aksatmaz, sana hediyelerin en güzelini verirdim ama yine Senin takdirinle sağlığım buna elvermiyor. Ne olursun bu niyetimi oruç olarak kabul buyur.” duasıyla günlerini geçirmelidirler. Sözün özü, Ramazan insanın kulluğa liyakatı adına bir fırsattır. Kulun Cennet’e ehil hale gelmesi adına bir imkândır ve ötede inşaallah Cemâlullah’ı müşahede etmek için gerekli olan kıvamı yakalama yolunda çok önemli bir nimettir.”

Sıcakta oruç, sabır ve iman işidir

Prof. Dr. Faruk Beşer/Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim dalı Başkanı: Kısa ve serin günlerde herkes oruç tutabilir. Hatta namazını kılmayan pek çok insan bile böyle zamanlarda Ramazan orucunu tutar. Bunu biraz da sağlık sebebiyle yaparlar. Oysa namaz oruçtan daha önemli bir ibadettir. Şu halde uzun ve sıcak günlerde oruç tutmayı sağlayan yegâne sebep, kişinin Allah’a olan saygısı ve imanıdır. Bu saygıyı ve imanı gösterebilmesi için, imkânsız hale gelmedikçe orucunu tutmalıdır ki, sabır imtihanını kazanmış ve sabretmeye alışmış olsun. İnsanların böyle bir ibadete sabırları, biraz da imanları kadardır. İman arttıkça sabır da artar.

Derler ki, ileride daha sıcak ve daha susuz günlerin geleceğini bilmek, böyle günlerde oruç tutmayı kolaylaştırır. İbn Recep der ki: (Letaif 551) “Oruç tutanlar sıcağa ve susuzluğa tahammül ettikleri içindir ki, Allah (cc) onlara cennette özel bir kapı ayırmış ve ona Rayyan Kapısı demiştir. Rayyan susuzluktan kanma demektir. O kapıdan girenler diledikleri meşrubatı içecek ve artık bir daha susuzluk çekmeyeceklerdir.

Yine o, oruç tutmak için özellikle sıcak ve uzun günleri seçen saliha bir kadından söz eder. Niçin böyle yaptığını soranlara, bir şeyin fiyatı ucuzsa onu herkes satın alabilir, dermiş.

Beyhakî, (Şuabu’l-iman III,21) şu anlamda bir hadisi şerif nakleder: “Altı özellik vardır ki, bunlar safi hayırdırlar: Allah düşmanlarıyla silahlı cihad, yaz günlerinde oruç, musibet anında güzel bir sabır, haklı olduğunda bile mirayı/üstün gelme tartışmasını terk etme, bulutlu günlerde sabahı erken kılma ve kışın soğuk günlerinde bile güzelce abdest alma.

Mekke Ramazan’da fethedildi

Yrd. Doç. Dr. Osman Bilgen/Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi: Ramazan’ın yaz aylarına denk gelmesi inanan insanlarda bir gevşeme meydana getirmemelidir. Unutulmamalıdır ki Efendimiz ve onun şanlı sahabeleri, İslam’ın var olma mücadelesi diyebileceğimiz Bedir Savaşı’nı sıcak bir Ramazan günü yapmışlar ve İslam’ı bize hediye etmişlerdir. Bedir mücadelesi 17 Ramazan 2/13 Mart 624 tarihinde gerçekleşmiştir. Bedir Savaşı’nın miladi olarak mart ayında gerçekleşmiş olmasının Türkiye’nin iklim şartlarını dikkate alarak değerlendirmekte fayda var. Zira Hicaz bölgesi, Türkiye’ye göre çok daha sıcak bir iklime sahiptir. Yine Efendimiz bir Ramazan günü Mekke’yi fethetmek için Medine’den çıkmış (13 Ramazan 630), çölün sıcaktan kavrulmuş kumları üzerinde 7 günlük bir yolculuktan sonra 20 Ramazan 630’da Mekke’yi fethederek tevhid inancını Arap yarımadasına yerleştirmiştir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber ve ashabı Ramazan’ın meşakkati ve sıcağın bunaltmasına rağmen üzerlerine düşen görevi yapmışlardır.

Kendinizi neye inandırırsanız o olur!

Prof Dr. Recep Yaparel (Dokuz Eylül Üniversitesi Din Psikolojisi Ana Bilim Dalı): İbadetler davranış değil birer eylemdir. Dolayısıyla bir zorunluluğun gereği olarak yapılmaz.

Orucun bir ibadet olarak varlık sebebi ortaya koyulduğunda insanların bu bilinçle birtakım zorlukları aşması kolaylaşır. Hatta çoğu zaman o zorluğu hissedemez. Zaten zorluğun var olması tek başına zorluk yaratmaz. O durumla ilgili algılarımız son derece önemlidir. İnsan bir şeyin zor olduğunu düşündüğünde o şey zor hale gelir. “Havalar çok sıcak, gün çok uzun, nasıl oruç tutacağız?” söylemleri oruç ibadetinin yerine getirilemeyecek kadar zor olduğu algısı oluşturuyor. Çünkü kendisini onun zor olacağına baştan inandırmıştır. Hâlbuki onu yapmaya niyet ettiğinde derdini veren dermanını da verecektir. Meşakkati varsa kolaylığı da var. Olaylara kolaylığı açısından bakılmalıdır. Böyle bakıldığı takdirde aynı ibadet daha kolay görünür. Zorluk açısından bakarsa zor olur. Yüklenen anlam ve onu algılama biçimi bireyin psikolojisini belirler, eylemlerini etkiler.

Reyhan Gül / Zaman Gazetesi

Günaha karşı teyakkuz vefalı olmanın gereğidir

Günah, kulun Rabb’isine karşı vefasızlığı, saygısızlığı demektir. Şeytanın insana karşı en tesirli silahı günahlardır.

Bu zehirli oklara karşı en güçlü sığınma yerimiz ve savunma mekanizmamız ise tevbedir. Tevbenin sıhhati için insanın günahlara karşı içinden ciddi bir tepki duyması çok önemlidir.

Tabii bu, insanın o anki ruhî durumu ile yakından alâkalıdır. Bazen işlediğimiz bir günah karşısında başımızı yere koyar, feryâd u figan eder, dua dua yalvarır ve affımıza ferman bekleriz. Bir başka zaman, bu ağlamalar da âh u vâhlar da bizi tatmin etmez ve içimizdeki yangını söndürmeye yetmez. İşte insanı günahtan da o günahtan ortaya çıkacak zarardan da koruyan esasında bu duygudur. Böyle bir duygunun sürekliliği, insanın her an salih bir daire içinde bulunmasını netice verir.

Yaşadığımız dönem, hepimizin insanlarla, içtimai hayatla içli dışlı olduğu bir dönem. Çarşı-pazardan geçerken, internette gezerken, televizyon izlerken istemeden gözümüz ağyara kaydığında, hemen, “Ahh! Ben ne yaptım! Vücudumun bütün zerreleri adedince, her an Allah’a müteveccih olmam gerekirken, bakışlarım başkasına kaydı ve günah işledim. Hâlbuki gözlerimi kapayabilirdim. Yolumun uzaması pahasına daha selâmetli ve emin bir yolu tercih edebilirdim…” diye düşünmeli ve engin bir muhasebe atmosferine girmeliyiz. Böyle bir muhasebenin ardından hemen bir mescid ya da namazgâh bulup başımızı secdeye koyarak ah u vah edip inleyebiliyorsak veyahut içimizi kaplayan hüzünle dünya bize dar geliyorsa, hakiki tevbeyi yakalamışız demektir.

Günahta ısrar etmemek ve günahın kısa ömürlü olması da tevbenin sıhhati açısından önemlidir. İşlenen günahın hemen ardından tevbe etmek, bir perşembe akşamını, kandil gecesini, cuma saatini beklemeden derhal ulu dergâha el açıp beyaz dilekçemizi arz etmek gerekir. Kalbin ve ruhun, nâpak şeylerden arınması ve dupduru bir hale gelmesi ancak bu sayede olur. Tevbenin tehire tahammülü yoktur aslında. Çünkü bir saat sonra sırtımızdaki bu Kafdağı’ndan daha ağır yükle, Rabb’imizin huzuruna çıkmayacağımıza dair elimizde bir senet yoktur.

Günaha bir an bile ömür bağışlamak bizim aleyhimizedir. Hiçbir günahın bir saniye bile yaşamaya hakkı yoktur. Zira o, Bediüzzaman Hazretleri’nin tabiriyle tevbe ile çabucak silinmezse, kalbi ısıran zehirli bir yılan haline dönüşür. Kalb de bir defa lekelenince artık yeni lekelere açık hale gelir. Böylece insan fasid bir daire içine düşer. Her günah yeni bir günahı doğurur; doğurmakla kalmaz, insanın içindeki tevbe ve nedamet duygularını da pörsütür. Nihayet “Hayır hayır, onların kalbleri pas bağladı.” (Mutaffifin, 83/14) sırrı zuhur eder.

Bundan dolayıdır ki, insanlardaki duygu ve düşünceyi daima bu zemine çekip, onlara bu hakikatleri anlatmak ve onları günahlar karşısında hüşyar ve uyanık hale getirmeye çalışmak çok önemlidir. Günah ne kadar çoksa tevbe de o kadar çok olmalıdır.

Günaha karşı yapacağımız tevbelerde, en önemli unsurlardan biri de günahı kerih görmektir. Kerih görülemeyen bir günahtan, yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçma azmi görülemez. Kaçamayınca da bir daha o günahı işlememe azmi ve cehdi ile tevbe etmek mümkün olmaz. Hâlbuki her günah, kendi derinliği, çirkefliği, iğrençliği nispetinde bir tevbe ister. Zira her günah zift dolu bir kuyuya düşmek demektir. Böyle bir kuyuya düşmek çok kolaydır ama çıkmak büyük gayret ister.

İçimizden, günahın hükmüne itiraz adına geçen her düşünce, en az o günahı işlemek kadar günahtır. Mesela, haram-helal demeden yemeye içmeye alışmış bir insanın, “Keşke kul hakkı diye bir şey olmasaydı ne güzel olurdu” şeklinde düşünmesi günahı irtikâp etmekten daha büyük bir günahtır.

Bediüzzaman Hazretleri bizi günaha karşı ikaz ederken, “Günahtan yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçınız.” der. Burada yılan ve çıyan tabirinin yerine arslan veya kaplan tabirlerinin kullanılmaması dikkat çekicidir. Zira arslan ve kaplan yiğitçe ve mertçe saldırır. Daha gelmeden ona karşı tedbir alınabilir. Fakat akrep, yılan ve çıyan öyle değildir. Onların ne zaman ve nereden saldıracakları belli olmaz. İşte günah da böyle akrep ve çıyan gibi kalleştir.

O halde, günahlara karşı daima teyakkuzda bulunmak hepimizin şiarı olmalıdır. Mesele, sevap, günah tacirliği değildir. Rabb-i Rahîm’imize karşı bir saygısızlık içine düşmüş olmanın mahcubiyetini vicdanda hissetmektir esas olan. Böyle bir hacalet duygusu ve gelebilecek günahlara karşı teyakkuz hali, Allah’a karşı vefamızın gereğidir.

Süleyman Sargın / Zaman Gazetesi