Etiket arşivi: sungur abi

Şakirin Camiinde Mustafa Sungur Abi Mevlidine Davetlisiniz!

01 Aralık 2012 yılında ebedi hayatın başlangıcı olan “Berzah Alemi’ne” yolcu ettiğimiz Said Nursi hazretlerinin müstesna ve fedakar talebesi Mustafa Sungur ağabey için 7 Aralık 2014 Pazar günü saat 10:00’da Karacaahmet Mezarlığının girişinde bulunan Şakirin camiinde Mevlid okutulacaktır. Mustafa Sungur ağabeyin sevenlerini beraber dua etmeye davet ediyoruz.

MUSTAFA SUNGUR KİMDİR?

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin “Hayatım hayatınla devam edecek” dediği iki kişiden biriydi Mustafa Sungur. Her nefesi Nur’a adanmış bereketli ömrü, Üstadının nice hayallerinin bir bir gerçekleştiğini gördü, berzah alemindeki Üstadına nice müjdeler gönderdi buralardan. Nitekim “Sungur, sen göreceksin,” demişti Üstadı ona. “Bu hizmetin meyvesini sen göreceksin, kabrime gelip bana anlatacaksın.”

Mustafa Sungur Eflani’de dünyaya geldi. Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra, öğretmenliğe başladığı yıllarda Risale-i Nur’u tanıdı. 1947’de Bediüzzaman Hazretlerini Emirdağ’da ziyaret etti. Ondan sonrası, bütünüyle Üstadın ve Risale-i Nur’un sevdasına boyanmış bir hayattan ibaretti.

Üstadının peşi sıra Afyon hapsine girebilmek için aylarca uğraştı. Emeline muvaffak olduğunda, çiçeği burnunda bir öğretmendi, yeni evliydi ve beşikte iki çocuğu vardı. Afyon’dan sonra, 1953’te Samsun’da da hapis yattı. 1954’ten itibaren, Zübeyir Gündüzalp, Ceylan Çalışkan, Tahiri Mutlu, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayram ile birlikte, sürekli olarak Bediüzzaman Hazretlerinin yanında kaldı.

Bu arada defalarca yargılandı, hapislere girip çıktı. Üstadın vefatından sonra ise, Anadolu’da ve dünyada, özellikle Rusya ve Türk cumhuriyetlerinde iman meş’alesini burçtan burca taşıdı, yüz binlerce kişinin Nurlarla tanışmasına ve ebedi hayatlarının kurtulmasına vesile olan hizmetlere öncülük ederek, Üstadının “Hayatım hayatınla devam edecek” sözünü hayatıyla tasdik etti.

RisaleAjans

Babamız Mustafa Sungur’u rahat bırakın!

Said Nursi’nin talebesi Mustafa Sungur’un 5 çocuğu, “Gülenciler kardeşlerimizi ve babamızı kullanmaktan vazgeçsin” dedi
Bediüzzaman’ın talebelerinden, geçen yıl vefat eden Mustafa Sungur’un kızı ve Danıştay üyesi Kasım Davas’ın eşi Aynur Sungur Davas’ın Zaman gazetesine yaptığı açıklamalara kardeşlerinden sert tepki geldi. SABAH’a konuşan Sungur’un 5 çocuğu, açıklamaların gerçeği yansıtmadığının altını çizdi. İlk kez bir araya gelerek açıklama yapan Şerife Sungur, Ahmet Sungur, Saide Nur Sungur, Nurullah Sungur, Cihannur Sungur, özetle “Babamız 2012’de cemaate tavır almıştır. Hakkında yalan uyduruyorlar” dedi. Çocuklar, babalarının “Bu hükümet ehven-i şer mi?” diye sorduklarında “Hayır kardeşim bu hükümet Türkiye için en büyük hayırdır” derdi dediğini aktardı. İşte ortak açıklamadan bazı başlıklar:
sungurabi_cocuklarVİCDANSIZCA YALAN 
Kardeşimizin röportajını yayımlayan gazetede “Babamın kemikleri sızlıyor” başlığı atılmış. Babamızın kemikleri asıl bu röportaj yayımlandıktan sonra sızlamıştır. Kendi düştükleri durumdan çıkmak için babamızı kullanmaları bizleri ayrıca üzmektedir.
Babamızın ve bizlerin vardığı kesin kanaat ve aşikâr gerçek şudur ki, geçmişte bu cemaatin Risale-i Nur’a yakın görünmesinden dolayı Risale-i Nur zarar görmüş ve onların Risale-i Nur’un düsturlarına ters düşen uygulamaları maalesef Risale-i Nur’a mal edilmiştir. Ailemiz ve babamız da âhirete irtihal etmiş olmasına rağmen hâlâ onların istismarına uğramaktadır.
SADELEŞTİRME TAHRİFATINA KARŞI CANHIRAŞ İNFİAL GÖSTERDİ
Babamız hakkında uydurulan en son ve en vicdansızca yalan, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi karşısında onun gösterdiği canhıraş infiali kendisinin sağlık durumuna bağlama teşebbüsü olmuştur. Buna karşı, babamızın son anına kadar yakınında bulunan biz evlatları, yine onun yakınında bulunan Nur talebesi kardeşlerimizi de şahit tutmak suretiyle açıkça bildiriyoruz ki, babamız son nefesini verinceye kadar daima aklıselim ile düşünmüş, konuşmuş ve hareket etmiştir. Sadeleştirme adı altında girişilen tahrif teşebbüsünün babamızı nasıl yaraladığını bizzat gördük ve bu yaranın ıstırabını onunla birlikte yaşadık. Kardeşlerimizin bu tür haberlerle karşı karşıya getirilmesini istemiyoruz. Bir ferdin görüşünün umum ailemizin hatta merhum babamızın görüşü olarak aksettirilmesi bizleri rahatsız etmiştir.
GÜLEN’E MEKTUP YAZILDI CEVAP BİLE VERİLMEDİ
Cemaat 2012 yılında sadeleştirme çalışmalarına tekrar başladığında, babamızın Bediüzzaman’ın diğer talebelerini ortak bildiri hazırlamak için topladığına bizzat şahit olduk. Hatta Gülen’e yazılan mektuba ilk imzayı kendisi koydu. O andan itibaren de sürekli olarak bu teşebbüsü durdurmaya çalıştı. Mektubuna cevap bile verilmedi. Aksine kulak asmaksızın tahrif faaliyetlerine hız verildi.
NUR TALEBELERİ HÜKÜMETİ DEVİRMEYE ÇALIŞMAZ
Nur talebeleri milletin oyuyla iktidara gelmiş, dine müsamahakâr ve yardımcı olanların yanında yer alır. Onları devirmeye çalışmaz. Meşru hükümetin yanında yer alır. Başarıları için dua eder. Hele aileleri birbirine düşürmek, Müslümanları birbirine düşürmek, İslami ve insani olmayan ve Risale-i Nur prensiplerine uymayan meçhul hedeflere ulaşmak için yapılanlar din düşmanlarına destek vermekten başka bir şeye hizmet etmez.
Sabah

Mustafa Sungur Ağabey’den İkinci Cumhuriyet Erkan ve Azalarına Tavsiyeler!

Mustafa Sungur Ağabey’den 52 Sene Evvel İKİNCİ CUMHURİYET ERKÂN VE AZALARINA Risâle-i Nur Hakkındaki Tavsiyeler

– Dinî Eserleri ve Risâle-i Nurları Yasaklama ve İmha Kararı Alan Hukuk Tanımazlara Mektup

– Milli Eğitim Bakanlığına ve Diyanet İşleri Başkanlığına Risâle-i Nurları neşretmek için tavsiye

– 52 Sene evvel İkinci Cumhuriyet İfadesini Mustafa Sungur Ağabey’in Kullanması

Bediüzzaman Hazretlerinin mümtaz talebelerinden Merhum Mustafa Sungur Ağabey, 5.5.1961 yılında, belki de ilk defa İkinci Cumhuriyet tabirini kullanarak, İkinci Cumhuriyet Erkân ve A’zalarına başlığı altında, 1960 İhtilâlini yapan yetkililerine tavsiyelerde ve tarihî açıklamalarda bulunmaktadır. Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmî Şahsiyeti adlı eserimizin II. Cildinin başına alacağımız bu mektubu, meraklıları bekletmemek için ve bu zamana kadar neşredildiğine rastlamadığımız zannettiğimiz için neşretme kararı aldık. Osmanlıca kaleme alınan ve arşivlerimizde saklı bulunan bu yazı, günümüz devlet adamları için de geçerliliğini koruyan hakikatler ihtiva eylemektedir.[1]

Mustafa Sungur Ağabey, Yazının özetini özü başlığı altında şöyle hülasa etmektedir:

Müte’addid Ağır Ceza Mahkemelerinin berâ’at kararları nazar-ı itibara alınmayarak bir kısım dinî eserler hakkında verilen imhâ ve müsâdere emrine itiraz ve şekvadır.

İKİNCİ CUMHURİYET ERKÂN VE AZALARINA

Vatan ve milletin saadeti ve istikbalimizin selameti noktasından son derece mühim bir hakikatı arz ediyorum. Aciz bir vatandaş olarak ibraz ettiğim hakikatın sabırsızlıkla nazarı ehemmiyete alınması lazım geldiği kanaatindeyim. Çünkü sizler madem Türk vatanının ve Türk milletinin idaresini üzerinize almışsınız, elbette bu necip millet ve bu mübarek vatanın tarihinin hayatının ve istikbalinin temel taşları hükmünde olan ebedi gerçekleri nazar-ı dikkate alırsınız. Şöyle ki:

Bu memlekette öteden beri gerek bazı matbuat tarafından gerek bazı şahıslar tarafından ileri geri fikirler söylenen Risale-i Nur ve Nur talebeleri mevzuu hakkında salahiyettar makamlardan müsbet ve kat’i malumat almış olmaklığınıza rağmen İslamiyet ve Kuran düşmanı olan bazı gizli unsurların uydurma isnadların tahriki ile menfi bir kanaat getirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu hususda adeta hakikatı zıddıyla itham etmek gibi garip bir tezada düşüldüğü görülmektedir. Bu kısım ifadeleri size takdim eden ben yıllarca risalei nuru okuyarak yazarak neşriyatta bulunan ve merhum Said Nursinin yanında uzun müddet hizmet eden ve Risale i Nur mevzunun esasına her cihedle aşina olan bir ferd olarak bir ma’rûzâtda bulunuyorum.

Son günlerde edindiğim malumata göre erkân-ı hükümetin ve komite üyelerinin haberi olmadan bir iki şahsın hareketleriyle vatan sathına tamim edilen bir karar üzerine (birkaçı müstesna) bütün dini kitaplarla birlikte Risale-i Nur eserlerini müsadere ve imhasına gidildiği esefle işitilmiş bulunmaktadır. Üzerime terettüb eden vicdani ve insani ve İslami bir vecibe telakkisiyle bu hareketin kanunsuzluğunu ve hakikatı olduğu gibi sizlere arz etmeye mecbur kaldım.

Malumdur ki Risale-i Nur namındaki 130 parça dini eserler 40 seneye yakın bir zamandan beri Türk vatanında intişar etmektedir. Hatta meşrutiyet devrinde de bu eserlerin asılları Türkçe ve Arapça neşr edilmiştir. Risale i nurun telifiyle intişara başlamasından 10 sene sonra 1934 senesinde Eskişehir, 1944 de Denizli ve 1948 de afyon ağır ceza mahkemelerinde Nur talebeleri ve Nur risaleleri hakkında yapılan duruşma, tahkikat, tetkikatlar beraat ile neticelenmiştir. Bundan sonra 1950 den 1960 a kadar, Türkiye’nin 30-40 mahkemesinde yine bu eserler hakkında duruşmalar ve tahkikatlar yapılmış ve her vilayet, kaza ve nahiyelerde tahkikler ve incelemeler cereyan etmiş. Netice itibariyle 30 – 40 dan ziyade beraat, iade ve men i muhakeme kararları ile Risale i nur eserlerinin dünya, ilim, irfan ve hakikat muvacehesinde son derece takdire değer imani ve Kur’anî esasları ihtiva eden memleket ve milletin terakkisine ve saadetine medar iman, ahlak ve fazilet umdelerini yerleştiren, vicdanlarda ilahi ve dini müeyyideleri tahkim eden, cemiyetin ve halihazır insan cemaatlerinin manevi yaralarına merhem olacak esasları havi bir tefsiri kuran mahiyetinde olduğu tespit ve tebeyyün etmiş bulunmaktadır. Bu kararların bir kısmı temyizin tasdikinden geçerek kaziyeyi muhkeme haline gelmiştir. Ağır ceza mahkemelerinden başka muhtelif emniyet dairelince yapılan taharri ve tetkiklerde Risâle-i Nur ve talebelerinde de hiçbir menfi hususa rastlanmamıştır. Bilakis daima müsbet hareket müşahede edilmimştir. İşte bunlar gibi bir sürü müsbet vesikalar ve delillerle sabit olmuş ki;

Risale i Nur eserleri iman ve İslamiyet’i asrımızın idrakine münasip ispat ve telkin eden; akıl, kalp ve ruhları ihtizaza getiren ve teselli ettiren; medeniyeti kuranın alemde galebesine yol gösteren ve teşvik eden çok mümtaz eserlerdir. Risale i Nurların sayısız okuyucuları ve eserleri neşr edenler ise geçen 40 senede ki hadise ve cereyanların hiçbirisine karışmamaları ve hiçbir vukuat zabıtaca kaydedilmediği delaletiyle okuyucular bulundukları her yerde en müstakim en faziletli olmaları şehadetiyle, müsbet anlayışlı ve doğru hareket edici bulundukları zahir olmuştur. Ve daha bunun gibi pekçok belki binler delil, şehadet vesilakaları ibraz ile görülüyorki risalei nur eserleri ve bu eserleri okuyanlar asla menfi ve zararlı olmayıp bil akis çok faydalı ve müstakim hem son derece menfaatli ve memleket ve milletin ebedi medar ı iftaharı şerefini, tarihi mefharetini devam ettiren hak ve hakikat yolcularıdır, rehberleridir.

Ayrıca 27 Mayıs’dan sonrada birçok idari ve adli merciler tarafından yapılan tahkikat neticesinde Risâle-i Nur eserlerinde ve okuyucularında hiçbir menfi hal görülmeyip bitemamiha beraat verilmesine rağmen, maalesef şimdi haber alıyoruz ki, bir sulh ceza mahkemesinin verdiği tekbir karara dayanarak hem Risâle-i Nur eserlerinin hem bir kısım muteber din kitaplarının müsadere ve imhasına dair Dâhiliye vekaletince bir karar ittihaz edilmiş ve memleketin hertarafına tamim edilmiştir. Bu tamimde Yıldızname, Saatname, Karınca duası, Hamail, Resimli Nüsha, Çevirgil duası, Vasiyetname, Uğru Abbas gibi bir kısım muska kitaplarına bir diyeceğimiz yok. Fakat bunlar meydanda 25-30 senedir din âlimleri ve Türk mahkemeleri tarafından tetkik edilmiş ve beraat kararlarını almış, Sözler, Lemalar, Mektubat, Asayı Musa ve Mesnevi-i Nuriye gibi Risâle-i Nurlar ve Şerhül-Akaid, Halabi Tercümesi, Akaid-i Hayriye, Kenzül-İrfan, Şurut’us-Salat, Tecvid Karabaş, Kuduri, Amentü Şerhi ve Usul’ul-Akaid gibi İslam’ın akaidine ve fıkhına mütedair İslam uleması beyninde muteber kitaplarında toplattırılıp imhasına karar vermek ve bu kararı bütün idari makamlara tamim etmek, İslam dininin ve islami kitaplarına büyük bir darbe olduğu ve 99 u Müslüman olan bu milletin mukaddesatını çiğneyerek milleti devlet idaresinden tenfire en büyük bir sebep olduğu müşahede edilen kati bir hakikattır. Tamim edilen bu yazının mahiyeti o kadar acı ve hüzündür ki Tarih-i İslam’da hilafı hakikat ve ağlatıcı böyle bir hadise görülmemiştir. Çünkü hakikat uzun senelerin tetkikat ve tahkitıyla güneş gibi aşikâr olduğu halde ve idare ve adli mercilerin bu kadar müsbet karar ve tetkiklerine rağmen, ufak bir bahane ile imha ve müsaderei havi böyle bir yazı ve bunun vahim neticeleri olarakta yer yer her tarafta dini eserlerin imhasına çalışılması elbette tarihte ender görülen ve İslam tarihinde eşine rastlanmayan çok acıklı ve hazin bir hadisedir. Fırsattan istifade etmekle bu necip millette İslamiyet hakikatını ve kuran nurunu söndürmek isteyen gizli bir zihniyet ve anarşist ruhlar, iftira ve tahrikâtlarla Türk tarihine türkün milyarlar kahraman şerefli ecdadının kutsi hatıralarına, Türk vatan ve milletine, istikbal nesillerinin selametine en büyük darbeyi bu suretle vurmak istiyorlar.

İKİNCİ CUMHURİYET’İN SAYIN ERKÂN VE AZALARINA

Elbette sizler Türk milletini seversiniz; Terakki ve Saadetini arzu edersiniz. Ve elbette sizler kominizim gibi inkârcı ve yıkıcı cereyanların gizli ve aşikâr faaliyetlerini önlemek istersiniz. Ve yine elbette sizler bir masum genci parçalamaktan binler defa daha korkunç ve tehlikeli olan imansızlığın ve dinsizliğin körpe dimağları zehirlemesine mani olmayı milli bir vazifeniz telakki edersiniz. Öyleyse biran evvel süratle bütün hakiki dini eserleri imha etmekle İslam dinine nihayet vermek, vicdanı umumiyi ve efkârı ammeyi tezelzüle uğratmak isteyenlerin faaliyetlerine ve amansız hücumlarına mani olmak suretiyle vatanseverliğinizi ibraz ediniz. Bütün bir millet ve belki bütün tarih ve Anadolu taşıyla toprağıyla hem âlem-i İslam ve insaniyet sizden bunu bekliyor. Kuran-ı Hakimin hakaikına perde çekmek isteyenlerin gizli veya aşikar faaliyetlerini önlemenizi bekliyoruz.

İKİNCİ CUMHURİYET’İN SAYIN ERKÂN VE AZALARINA

Biz hem sizlere hem hükümetin alakadar mensuplarına Risale i Nur ve talebeleri mevzuunda her nevi malumatı arz etmeye hazırız. Esasen gizli hiçbir şey yoktur. İdari ve adli merciler her türlü inceleme ve araştırmayı yapmışlardır. Hal böyleyken hakikat-ı İslami yenin ve imanın inkişafını arzu etmeyen ve Türk cemaatinin dini şuurla yüksek seciyeli olmasını çekemeyen ve bilhassa genç nesillerin mütenebbih ve kalbleri imanlı olmasını asla arzu etmeyen her hâdise ve her fırsattan istifâde ederek bu memlekette anarşistliğin tohumunu ekmeye çalışan ve netice itibariyle memleket âfâkını kızıl rüzgarın cevelânına hazırlayan bir takım menfi unsurlar, binler te’essüf ki, güneş gibi parlak ulvî hakikatları vatan ve millet sa’âdeti için çırpınan asîl ruhları yok etmek gibi tahribatlara tevessül etmektedirler. Artık hâdisenin tafsîlâtına girişmeyerek Risâle-i Nur Eserleri ve talebeleri hakkında yapılan uydurma isnâdların asılsızlığını bir iki sözle beyân ederim. Merhûm Üstad’dan ve Nurlar’dan aldığımız ders ile âlem-i insaniyetin saadetine yol açan ve bugün Türkiye’de zuhur ederek hak ve hakikat nurları ile âlem-i beşeriyete ve kâinata ışıklar serpen ihlâs aşkı ve rizây-ı ilâhî şevki ile vücud bulan Risâle-i Nur’dan bir nebze bahsetmek istiyorum.

Ey bu memleketin idaresini deruhde edenler ve ey bin seneye yakın Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı ve Âlem-i islamın kumandanı olarak cihanda en kudsî ve en ulvî vazife ile Nur-u Kur’an’ın hâdimi ve nâşiri olan bir milletin evladları!

Hem hâdisât-ı âlemin şahadetiyle, hem Merhûm Said Nursî’nin kuvvetli ve beşâretli ihbarıyla görünüyor ki, nev’-i beşer uyanmış ve Hak dini arıyor. Fıtrat-ı insaniyeyi tatmin edecek bir hakikat taharri ediyor. Bu hakikat hiç şüphe yok ki, ezeli ve ebedi birbirine bağlayan, ferd ve cemiyetin dünyevî ve uhrevî bütün sa’âdet düsturlarını hâvî olan hakikat-ı Kur’aniye ve İslamiyedir. Almanya’da, Amerika’da, İsveç, Norveç ve Finlandiya ve sair memleketlerde cüz’î ve küllî İslam dinine karşı bir meyelân ve arzu var. Demek değil ylanız âlem-i İslam, işte âlem-i insaniyet ve belki bütün beşer, hakikat-ı Kur’aniyeyi taharri ediyor. Tâ ruhunun ebedî ihtiyaç ve arzularını onunla tatmin etsin. Ve kâinâtın tehâcümâtından mahiyetini kurtarsın. Evet dost ve düşman umum ehl-i aklın, Şark ve Garbın ittifakıyla maddi ve manevi, dünyevî ve uhrevî bütün saadet düsturları, medeniyet ve kemâlât-ı insaniye, İslamiyetin ve Kur’an’ın hakikatındadır. Şimdi âlem-i İslama düşen vazife, insanlık âleminin bu şedîd ihtiyacına muvafık ve kabiliyetine uygun iknâ’a, izah ve isbat usulleriyle Kur’an hakikatlarının neşrinde ve hizmetinde bulunmaktır. Merhûm Mehmed Âkif’in dediği gibi;

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.

İşte bu en elzem ve yüksek vazifa ve asırların beklediği mu’azzam hakikat, Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki, Türk vatanında, Türk Milleti içinde zuhur etmiş ve Türk lisânı ile yarım asra yakın bir müddetten beri neşr edilmektedir. Şimdi Türk hamiyetperverleri kendi öz vatanlarında zuhur eden Kur’an’ın bu en nurânî hakikatları olan Risâle-i Nur’u elde ederek dünya efkâr-ı umumiyesine ders vermekle, şerefli ecdadımız gibi bu asrın icabatı olarak Kur’an ve iman hizmetinde bulunmalıyız.

Evet hiçbir maddi kuvvet olmadığı halde, yalnız hakikatın güzelliği ve mu’cize-i Kur’an’ın ulviyeti ve berraklığı ile akıl ve kalbleri uyandıran, ihtizaza getiren, şahâmet-i imaniye ve şefkat-i imaniyeyi ders veren Risâle-i Nur, bu asırda dünyayı sarsan dehşetli hâdiselere, komünizm cereyanlarına ma’rûz kalan İslam Cemâ’atini ve Türk gençliğini vikaye ve muhâfaza etmektedir.

Risâle-i Nur etrafında ve neşrinde pervane misâl çalışan Müslüman gençlerin bu faaliyetlerinin sebep ve sâiki nedir? Hangi menfaat ve gaye peşindedirler? Diye vârid olabilecek suale cevaben, şerefli ecdadımızın ve khraman türklerin dünyaya parmak ısırttıracak fedakârlık numuneleriyle hakaik-ı İslamiyeleri dünyaya ilan etmek istemeleri nev’inden ulvî ve kudsî br hizmet şevki ile rızay-ı İlâhî muhabbetiyle ve saadet-i ebediye gayretiyle, vatan, millet, tarih ve ecdad sevgisi ile çalışmalarıdır. Başka türlü bir gaye ve saik düşünülemez ve olmadığı da incelemelr ve mahkeme kararlarıyla sâbit olmuştur.

Gençliğin ruhunu ulvî mefkûrelerle doldurmak, onları başıboşluktan kurtarıp şuurlu, vakarlı ve menfaatli birer insan yapmak emelini, vicdanında hissedenler, elbette Kur’anın ve İslamiyet’in hakikatlarına sarılmak mecburiyetindedirler.

MA’RÛZÂTIMA ŞU MADDELERLE SON VERİYORUM

1. Risâle-i Nur eserleri, müsâdere edilmek şöyle dursun, devlet ve hükümetçe ele alınarak yeni baştan Anadolu’nun her köşesine, âlem-i İslam ve insaniyete neşredilmeye elyak ve hem çok lâzım. Aynı zamanda zamanın telakkisine ve asr-ı hâzırın idrakine hitab edici mahiyette yüksek eserlerdir. Her bir mes’ele-i diniye delâil-i akliye ve mantıkiye ile isbat ve izah edilmiş olup hiçbir şüpheye meydan bırakmayan mukni’ eserlerdir. Gerek Ma’ârif ve gerek Diyânet Dâirelerinde ele alınıp okutulmaya ve neşredilmeye değer kıymetindedirler.

2. Risâle-i Nur hakkında bu kanaatler yalnız benim gibi bir âcizden değil, bu memlekette milyonlar okuyuculardan ve binler salahiyetdâr şahıslardan gelmektedir. Bu itibarla Risâle-i Nur mevzuunda salahiyetdâr zatların, ehl-i ilim ve hakikatın kanaati alınması gerekmektedir.

3. Manevî tahribâtıyla efkâr ve kulubu ifsâd etmeye çalışan solcu cereyânların tahripkâr ve inkârcı istilasından genç nesilleri muhâfaza için Risâle-i Nur namındaki eserlerin devlet ve hükümetçe ele alınması, en büyük millî bir vazifedir. Çünkü Risâle-i Nur otuz kırk seneden beri bu memlekette ve en başta Komünizm olarak yıkıcı ve inkârcı cereyanlara tek başıyla mukabele ettiğinden bu tehlikeye karşı bir sedd-i Kur’anî vazifesini gördüğü âşikâr ve zâhir olmuştur.

4. Uydurulan isnadlar ki, cemiyetçilik, tarikatçılık, emniyeti ihlâl ve sâire gibi ithamların asılsızlığı kırk senelik uzun bir devrenin şahadetiyle müte’addid mahkeme ve emniyet dâirelerinin tahkikat ve incelemeleriyle tebeyyün etmiştir. Bilakis bu memlekette hiçbir karışıklığa meydan vermeyen ve daima yapıcı müsbet hareketleri ders veren iman, ahlak, fazilet, şefkat ve merhamet esaslarınıu ta’lîm ve tahkim eden Risâle-i Nur’un Anadolu’daki intişârı neticesi olarak karıştırıcı cereyânlar, menfi gayelerine muvaffak olamıyorlar. İşte en bâriz bir hakikat ve en ziyâde takdire değer bir keyfiyet ki, biz onunla itham ediliyoruz. Ne garip bir tecelli ki, hak ve hakikat zıddı ile itham edilmektedir. Fakat rahmet-i ilâhiyeden ümit ederiz ki, dâima hak gâlib ve hakikat üstün olacaktır.

5. Bu kadar biz hakikatlerden ve yarım asra yaklaşan uzun bir tahkikattan sonra, vatandaşlarla beraber emniyet ve adliye dairelerinin müsbet kanaat ve takdirleri de olduğu halde, bazı menfi gayretkeşlerin ve solcu unsurlarla desise ve iftiralarıyla veya tahrikiyle Hükümet erkânının ve devlet ricâlinin haberi olmadan bir ta’mîmle birkaç müstesnâ bütün hakikatlı dinî eserlerle birlikte Risâle-i Nur Mecmualarının müsaderesine ve imhâsına dâir bir tek Sulh Ceza Mahkemesinin kararına dayanarak ve 1930’dan 1961 senesine kadar verilen otuzdan ziyâde Ağır Ceza Mahkemelerinin berâ’at kararları nazara alınmayarak Dâhiliye Vekâletince yapılan ta’mîm yersizdir. Bütün mahkemeleri mahkûm etmek demektir. Vu bunun neticesi olarak yapılacak hareketler, Türk Vatanında İslamiyet ve Kur’an aleyhinde ittihâz olunan ve tarih sayfalarında eşine nâdir rastlanan dehşetli bir hâdisedir. Ve İkinci Cumhuriyeti millet nazarından düşürmek gibi devlete karşı da en büyük bir hiyânettir. Ve bütün millet efradının ve istikbal nesillerinin ma’nen i’damına hükmetmek gibi korkunç bir teşebbüstür.

Bu itibarla Hükümetin bütün erkân ve a’zasından ve İkinci Cumhuriyet mensuplarından hak ve hürriyete çalışan bütün vatanperverlerden umumen ricâ ederek ve onlara bu acıklı ve müthiş hâdiseyi haber vererek ma’rûzâtıma nihâyet veriyorum.

Üstad Merhûm Said Nursi’nin 1949 senesinde o zaman iktidarda bulunan Hükümete gönderdiği bir istid’âsından şu parçaları nazarınıza takdim ediyorum.

Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.

Evet hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.

İkinci cereyan: Âlem-i İslâm’daki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm’ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli plânı değiştirip hariçteki âlem-i İslâm’ı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azîm fütuhatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur.

Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.

Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksa idi, birden sizi mağlub ederdi. Çünki bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru’ etse de kalben bağlanmaz.

Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum. Bu asrın Kur’ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir.

Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç-dört adamlara verip, şimdiye kadar umumî harb ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları -hususan an’ane-i diniye hakkında- tamire çalışsanız; hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz.

Râbian: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve madem o kat’î ölüm ehl-i dalalet için i’dam-ı ebedîdir, yüzbin hamiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez ve madem Kur’an, o i’dam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi isbat eden Risale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden feylesofları imana getiriyor ve bu oniki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ülemadan mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nur’u tahsin ve tasdik ve takdir edip, iman hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî olduğuna, Türk milletinden hususan mekteb görmüş gençlerden yüzbin şahid gösterebilirim; elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında vatandaşların haline ağlayan bir bîçareyi dinlemek lâzımdır.[2]

Said Nursi

5.5.1961

Adres: Mustafa Sungur, Çankırı Caddesi, Armutlu Sokak, No: 13, Ankara.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz / www.NurNet.Org

www.islamicuniversity.nl

Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de Bırakıp, Buraya Nasıl Gelirsin?

Sungur ağabey’den bizzat dinlediğim, sayın İhsan Atasoy’un da  Mustafa Sungur adlı kitabında çok güzel özetlediği mühim bir hatırası da şöyledir:

 “Üstadın hizmetinde kalbî vartalardan kurtulmak kolay değil. Sadece bu yönü bile büyük bir imtihandır. Çünkü kalbinizden geçenleri bilip sizi onunla muâheze ediyor (azarlıyor). Bir gün Üstadın hizmetinde beraber olduğumuz bir kardeşle aramızda kalbî bir gerginlik olmuştu. Üstad bizi gezmeye götürecekti. Gerginliği hissetti ki, tam arabaya bineceğimiz sırada:

‘Sungur, sen geri dön, Patnos’tan gelen mektuba cevap yaz’ dedi. Zahiren ‘peki efendim’ dedim, efeliğe toz konduramadım ama gelin içimdeki fırtınayı bana sorun. O kardeşin Üstad’la gidip benim geride kalmam, gerginliğimi arttırdıkça arttırdı. Neredeyse isyan edecektim. Onu bana tercih etti diye düşünüyor, içim içime sığmıyordu. Büyük vartalara yuvarlanıyordum.

Hatta bir ara içimden oraları terk edip gitmek geçti. Zihnimden önce Eflâni, sonra Ankara ve İstanbul’a gitmek geçti. Sonra en iyisi Ravza-i Mutahhara’ya varıp Resulullah’a türbedar olurum dedim. Böyle düşünürken bir hal oldu, sanki sema yarıldı, Ravzay-ı Mutahhara ortaya çıktı, içinden Peygamber Efendimiz göründü, ‘Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de bırakıp, buraya nasıl gelirsin? Doğru onun hizmetine geri dön!’ diye beni şiddetle azarlamaya başladı! Hayal değildi, sesini duyuyor ve zatını görüyordum.

O hal gözümün önünden gittikten sonra içimdeki o gerginlik birden boşalıverdi. Kalbim kadife gibi yumuşak hal aldı. O kardeşime karşı menfi en küçük bir şey hissetmediğim gibi, o an gelse ayakkabısını silecek kadar ona karşı hürmet ve muhabbetle doldum.

Hele üstadımız dönüp geldiğinde, arabanın korna sesini işitip karşıladığımda, koluna girip merdivenlerden çıkarken, ‘Ooo benim Sungur’um!’ diye iltifat etmesi üzerine, içimde en küçük bir şey kalmaz, tam tedavi olurduk..”

Dr. NİYAZİ BEKİ / cevaplar.org

Mustafa Sungur Abi Kimdir? (1929-2012)

1929’da Eflâni’de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk sahibir. Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.

Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerindendir. Uzun süre kendisinin hizmetinde bulunmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen 1946 yılından bu yana Risâle-i Nurları aynı aşkla okuma ve yayma hizmetine devam etmiştir. Bediüzzaman’ın mânevî evlâdıdır. Mustafa Sungur, 1929 yılında bugün Karabük’e bağlı olan Eflani’de doğdu. Uzun yıllar burada kaldı. İlkokulu burada okudu. Daha sonra Kastamonu Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsüne kayıt oldu. Okulda çalışkanlığıyla dikkat çekti. Öğrenciliği boyunca çok sayıda kitap okudu.

Köy Enstitülerinde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen, dine meyilli olan Mustafa Sungur bu eğilimini devam ettirdi. Aile büyüklerinden de gördüğü destekle mânevî yönünü takviye etmeye çalıştı. Köyünde bulunan İbrahim Hoca’dan dînî dersler aldı. Enstitüden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmek istedi. Amacı, yüksek tahsil yapıp öğretmen veya müfettiş olmaktı. Ancak, babası buna izin vermedi.

Mustafa Sungur, köy enstitüsünden mezun olduktan sonra, köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğrenciliği sırasında bilgi sahibi olmaya başladığı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u, bu öğretmenliği sırasında, Emirdağ Lâhikası’nda “Hafız Ali’nin tam varisi” olarak vasıflandırılan ve ismi çok zikredilen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vasıtasıyla 1946 yılında tanıdı. Çalışlar Köyü’nde öğretmenliğini sürdürürken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etti.

Mustafa Sungur’a önce Şemsettin Yeşil’in kitapları verilir. Bilindiği gibi bu kitaplarda Risâle-i Nur’dan kaynak gösterilmeden alıntılar yer almaktaydı. İntihal yazıları öğrenen Bediüzzaman Hazretleri buna bir şey dememişti. Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Hüsnü Bayram’ın babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı. Hıfzı Bey kendisine formalar halinde bazı yazılar verip okumasını söyledi. Verilen formalar, Risâle-i Nur’dandı. Bediüzzaman’ın eseri olduğunu öğrendi. Böylece Safranbolu’da hem Risâle-i Nur, hem de talebeleriyle tanışmış oldu.

Risâle-i Nur’u tanıyıp Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi sahibi olan Mustafa Sungur, talebe olmak için büyük bir heyecan yaşamaktaydı. Daha önceden yaşadıklarını da ara sıra dile getirerek Bediüzzaman’a mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bazıları lâhikalarda yerini aldı. Heyecanla talebeliğe kabulünü beklerken, Bediüzzaman’ın gönderdiği mektupta kendi ismi de zikredilmekteydi: “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, Meyve’nin 11. Meselesi Hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” Bu ifadeler kendisi için çok büyük değer taşımaktaydı.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman Hazretlerini görmek için 1947 Eylül’ünde teşebbüse geçti. Yol masrafı için gereken parayı borç edindi. Çalışlar Köyü’nden atla önce Eflani’ye, oradan da 7-8 saat süren bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya gitti. Buradan Karabük’e ve yorucu bir tren yolculuğundan sonra Ankara’ya vardı. Ankara’dan Eskişehir’e yine trenle gitti. Buradan da Emirdağ’a hareket etti. Günlerce süren yolculuktan sonra Bediüzzaman ile görüşme şansını elde etti. Bediüzzaman; evli olup olmadığını sordu. Ancak, daha önceden evlenmişti. Bekâr olsaydı yanına alacağını söyledi. “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek iltifatta bulundu. Çünkü, Ceylan epey zamandır kendisine hizmet eden önemli bir talebesiydi.

Bediüzzaman’ın talebelerinin kaldığı evde bir gece kalan Mustafa Sungur ertesi gün oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce Bediüzzaman kendisine 25 kuruş para gönderdi. Buradan ayrılıp Isparta’ya gitti ve buradaki talebelerle de tanışma fırsatını elde etti. Isparta’dan döndükten bir yıl sonra, Afyon dâvâsında (1948) Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini öğrendi. Babasının imamlık yaptığı Aydın Kasaplar Köyüne gitti. Bir süre burada kaldıktan sonra Afyon’a geçti. Afyon’a geldiğinde henüz mahkeme başlamamıştı. Bu arada Bediüzzaman ve talebeleri tutuklanmış, bir süre tutuklu kalan talebelerden bazıları serbest bırakılmıştı. Mahkeme günü Bediüzzaman Hazretleri ile görüştü.

Dinî kitap okumak ve Bediüzzaman’la görüşmenin suç sayıldığı o dönemde tutuklananlar kervanına Mustafa Sungur da katıldı. O da tutuklanıp Afyon hapsine kondu. Tarihçe-i Hayat’ta bu konudan şöyle bahsedilir; “Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme -güyâ kanaat-i vicdâniye ile- Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor; diğerlerini de, “Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derûnî boşluğu doldurmak için Risâle-i Nur’u okumuşlar” diye berâet veriyor; hüküm alanları da, “Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler” diye cezalandırıyor; hükmü derhal infaz edip, hepsini tevkif ediyorlar.”

Memuriyetten atılan Mustafa Sungur bir süre, tahliye edilip serbest bırakılan Bediüzzaman ve talebeleriyle birlikte kaldı. İlk defa uzun bir süre Bediüzzaman’ın yanında kalmaktaydı (1949). Bu sırada Mustafa Sungur’un babası Mehmet Efendi, memuriyetten ayrıldıktan sonra yanına gelmediği için oğlunu Bediüzzaman’a şikâyet etti. Bediüzzaman baba İmam Mehmet Efendi ile bir süre sohbet etti. Bu görüşmenin ardından Mustafa, babasının yanına gitti.

Aydın’da bir süre babasının yanında kalan Mustafa Sungur, buradan İstanbul’a geçti. Sebilürreşad’ı çıkaran ve daha önceden Bediüzzaman’a dost olan Eşref Edip’le görüştü. Akabinde köyüne geri döndü. Ailesinin yanına uğradı. Ev halkıyla helâlleşip tekrar Emirdağ’a doğru yola çıktı. Ankara’ya varınca Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile görüştü. Görüşmede Başkan, Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder: “Ben dünyada Abdülmecid (Bediüzzaman’ın kardeşi) gibi âlim görmedim… Üstadın ilmi zaten hesaba girmez, vehbîdir…” Bu arada yayınlanmak üzere Risâle-i Nur takdim edilir. Ancak, yayınlatma işi gerçekleşmez.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın verdiği görev ve hizmetleri yerine getirmeye başladı. Bu gaye ile çeşitli yerlere gönderildi. Emirdağ ve Ankara arasında gidip geldi. Bu arada Danıştay’da açmış bulunduğu dâvâ ile ilgili olarak bir davet alır. Bediüzzaman Hazretleri kendisini küçük bir köye muallim olarak göndermek istemediğini söyler. Kendisi de dâvâ için Ankara’ya gider. Ancak, müracaatı gecikmiş gerekçesiyle işleme konmaz. Ankara’dan eli boş olarak Emirdağ’a döner.

Bediüzzaman bir süre sonra kendisini tekrar Ankara’ya gönderir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan Osman Nuri Efendi’ye iletilmek üzere bir mektup verir. Bu görevlerin dışında daha başka bir çok alanda hizmet görür. Risâle-i Nur nüshalarının çoğaltılıp dağıtılması işinde de bulunur. Bediüzzaman, bir çok siyasî simaya da mektup yazarak talebeleriyle ulaştırır. Başbakan ve bakanlara mektuplar gönderir.

Mustafa Sungur Samsun’da neşredilen Büyük Cihad adlı gazeteye Ankara’dan yazılar gönderir. Bu yazıların neşrinden sonra dâvâ açılır ve 19 Şubat 1953 yılında tutuklanır. Bir süre Ankara’da hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra memleketi Eflani’ye gider. Buradan tekrar Isparta’ya Bediüzzaman’ın yanına gider. Askerlik hizmeti hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar yanında kalarak hizmet eder.

Risâle-i Nur’u tanıdığından beri hizmetini devam ettiren ve ilerlemiş yaşına rağmen iman hizmetini sürdürmüş olan Mustafa Sungur’un adı Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri 1946-58-59 yıllarında birkaç kez yazdığı vasiyetnâmesinde Mustafa Sungur’un da ismine yer vermiş, kendisi için övgü dolu ifadeler kullanmış “Sungur benim evlâd-ı mâneviyemdir” demiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1946, 1958 ve 1959’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen Mustafa Sungur’un Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu vardı. Bedüzzaman’ın vefatından sonra kendisini tamamen Risale-i Nur sohbetlerine adadı.

1954 yılından 1960’a kadar doğrudan Bediüzzaman’ın hizmetinde bulundu. Bu süre içinde Risale-i Nur’u ve hizmet düsturlarını bizzat Üstaddan ders aldı.

Rabbim ahirette beraber olmayı nasip etsin.

Kaynak: Risaletalimhaber.com