Etiket arşivi: Sünnet-i seniyye

Dini sadece Diyanet İşleri anlatırsa ne olur?

Daniel Quinn‘in İsmail’de ‘çeşitlilik’ ve ‘hayat’ ilişkisi üzerine söylediği kıymetli birşey var. Diyor ki Quinn: “Çeşitlilik topluluğun kendisi için bir hayatta kalma faktörüdür. Yüz milyon türün meydana getirdiği bir topluluk, küresel bir felaket dışında, neredeyse herşeyden sağ çıkabilir. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir düşüşten sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır ki, bu değişiklik, kulağa geldiğinden çok daha yıkıcıdır. Bu yüz milyonun içerisinde dünya ikliminde yirmi santigrat derecelik bir artıştan sağ çıkabilecek binlercesi olacaktır. Ancak (daha başlangıçta) yüz veya bin türden oluşan bir topluluğun (böyle bir değişimde) hayatta kalma niteliği yok gibidir.” (Parantez içi açıklamalar bana aittir.)

Geçenlerde şahit olduğum bir tartışma nedeniyle bu ifadeler ister-istemez hatırıma geldi. Başlarken azıcık da ondan bahsedeyim: Taraflardan birisi diyordu ki: “Bu hoca eflasyonuna bir son verilmeli! İslam’ı sadece Diyanet İşleri personeli anlatmalı. Her isteyen hocalık yapmamalı!” Doğrusu bu işe taaccüp ettim. Çünkü aynı kişinin cuma hutbelerinden de şekva ettiğini hatırlamaktaydım. Neden mi şikayet ediyordu? Üslûbundan. Tesirsizliğinden. Sıkıcılığından. Suya sabuna dokunmayan mahiyetinden. Evet. Bu yönde şikayetlerini duymuştum. 

Muhatabı ise ‘otorite eleştirisi’ üzerinden farklı bir yöne gitmişti. Dini anlatacakları kontrol etmenin dolaylı yoldan ‘dini kontrol etmek’ anlamına geleceğini söylüyordu. Haklıydı. Fakat, yola aşk-ı tenkit ile çıktığı için, haklı bir çerçevede kalamıyordu. Büsbütün ‘kontrolsüzlüğü’ istiyordu. Bilimsel gelişmenin yegane kardeşi olarak hürriyeti tanıdığından (seküler ihtisası ona böyle öğretmişti) din konusunda da çözümü ‘özgürce tartışmakta’ görüyordu. 

Ona göre dinî konulardaki tartışmaların artması iyiye gidişti. Böylelikle din gelişiyordu(!) Ne enteresan değil mi? Fakat ben buna da taaccüp ettim. Çünkü o arkadaşın da kimi hocaların yaptığı açıklamaları (söyledikleri fıkhın en sarih/sıradan meselelerini tekrar etmekten ibaret olmasına rağmen) ‘bağnazlık’ olarak görerek öfkeyle yakındığını hatırlıyordum. Demek elinden gelse o da kontrol edecekti. Kontrolsüzlük arzusu katıldığı isimlere dairdi.

Buralardan da zihnim Münazarat‘ta denk geldiğim birşeye kaydı. Medrese, mektep ve tekkenin Medresetü’z-Zehra denilen bir yapıda birleştirilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra diyordu ki mürşidim: 

“Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehra dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.” Bir sayfa öncesindeyse bu ‘birleştirmenin’ ilk faydası olarak şunu zikrediyordu: “Medârisin tevhid ve ıslâhı…”

Sanıyorum ‘birleştirme/tevhid’ kelimesinin gelebildiği birkaç anlam var. Anlaşmazlıklar da en çok buradan çıkıyor. Bunlardan ilkinde ‘birleştirme’ aslında bir ‘tekilleştirme’ manası içeriyor. Yani norm alınan ‘bir’ haricinde geri kalan herşey eleniyor. Dışlanıyor. Sistem dışına atılıyor. Budanıyor. ‘Anormal’ ilan ediliyor. Bu tür bir birleştirme ‘kendinden gayrı herşeyi dışlayan’ bir birleştirme. Tahtie. Aslında bir tekilleştirme. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile edindiğimiz bugünkü eğitim sistemi kelimenin daha çok bu anlamına bakıyor.

Kelimenin ikinci anlamıysa ‘buluşturma’ mahiyetinde. Yani biz ‘farklılıkların buluşturulmasına’ da bir tür ‘birleştirme’ diyoruz. Buradaki birlik ‘aynılık’ değil ‘beraberlik.’ Tekillik değil de ittihad. Veya ittifak. Veya kardeşlik. Veya musavvibe. Herhangi bir zeminde buluşan, ortak bir ‘paydaya’ veya ‘faydaya’ veya ‘tanıma’ veya ‘amaca’ sahip olan şeylerin beraberliği ile oluşan bir beraberlik. Mürşidimin ‘Medârisin tevhidi’ tâbiri de sanki böyle bir bağlama bakıyor.

Yani Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra projesinde, herbirisi İslam emanetinin bir parçasını omuzuna almış ‘ekollerin beraberliğini’ hayal ediyor. Ne için? Elbette yoketmek için değil. Teke indirmek için değil. Arkadaşımın tabiriyle ‘hoca eflasyonuna son vermek için’ değil. Ya? Dengemizi bulmamız için. Şikayet ettiğimiz ölçüsüzlüklerden kurtulmak için. Birbirimizi daha fazla anlamaya çalışmamız için. Tek tek çiçekler yerine bir buket olabilmek için. Ve beraberce İslam emanetini layık olduğu şekilde ayakta tutmak için.

Çünkü (tıpkı İsmail’de Daniel Quinn’in dikkatimizi çektiği gibi) hayatta kalmanın bir yüzü de ‘çeşitliliğe’ bakıyor. Evet. Çeşitlilik! Çeşitlilik, ism-i Kayyum’un bir tecellisi olarak, varlığa dahil oluyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: ‘Yaşam şartları’ değiştiği zaman bu türlerden bazıları diğer bazılarına göre daha ‘elverişli bir fonksiyon’ icra ediyor ve ‘canlılığın sürmesine’ vesile oluyor. Buğday bitmeyen tarlaya arpa ekiliyor. Zeytin olmayan toprakta kaysı oluyor. Muz yetişmeyen dağlardan elma fışkırıyor. Her farklı zemin, şartlarına uygun yaşam türleriyle, ism-i Kayyum’un bir tecelli rengini bize haber veriyor.

Evet. Şu yazılana dikkat et arkadaşım. Kayyum ism-i şerifinin bir tezahürü de farklılıklarımızdır. Çünkü ancak farklılıklarımız sayesinde hayatlarımız bereketlenir. Ayakta kalır. Dayanır. Farklılaşan şartlara karşı uyum gösterir. Hatta genetikte akraba evliliklerinin yoğunluğu hastalıklı genlerin ortaya çıkması riskini arttırıp nesli zayıflatırken karışmaksa nesli sağlamlaştırır.

Kavgada celal gerekir. Barışta cemal gerekir. Panikte soğukkanlılık gerekir. Hayırda acelecilik gerekir. Annede şefkat gerekir. Babada disiplin gerekir. Atada korumacılık gerekir. Evlatta saygı gerekir. Bu binlerce renk güzelliğimiz içinde biz de insanlığın hayatta kalmasını sağlarız. Her dönemde bir tabiat öne çıkar. Günü kurtarır. Ve onun vesilesiyle insanlık da kurtulur. Hayat devam eder.

Bu iş insanlıkta böyledir de ‘insaniyet-i kübra olan İslamiyet’te nasıldır? Bence hiç farkı yoktur. Tıpkı orada olduğu gibi burada da dinin hayatı ‘farklılıklara’ bağlıdır. Ama neredeki farklılıklara? İstikamet içi farklılıklara. Cadde-i Kübra içi sokaklara. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat içinde kalmaya ahdetmiş, Sünnet-i Seniyyeyi amel edişinin merkezine koymuş, Dört Mezheb’i kıblesi yapmış farklılıklara. Bunların dışında meydana gelen ayrışmalar fıtrî farklılıklar değil kanserlerdir. Kimliğimizi değiştirirler. Tanımlarımızı yokederler. Bizi öldürürler. Ancak Ehl-i Sünnet mabeyninde meydana gelen renklenmeler bizi hayatta tutarlar. Zenginleştirirler. Çünkü ‘çerçevesizlik’ bir açıdan ‘tanımsızlıktır.’ Her anlama gelebilenler aslında hiçbir anlama gelmezler. Ehl-i Sünnetse bizim çerçevemizdir.

Hepiniz az-çok yaşamışsınızdır. Bir Nurcu olarak yakınınızdaki bir gencin dünyasına ulaşamazsınız. Bir Nakşibendî mübarek ulaşır. Bir Nakşibendî mübarek bir başkasının dünyasına ulaşamamıştır. Tarikatlarla hiçbir bağı olmayan bir mübarek hoca ulaşır. Bir mübarek hoca onun dünyasına girememiştir. Bir Kadirînin nasihati tesir eder. Bir Kadirînin nasihati tesir edemiyordur. Bir başka ekolün mensubunun sözü dokunur. Allah insanı renk renk, huy huy, kabiliyet kabiliyet yarattığı gibi mürşid dillerini de aynen bu şekilde usûl usûl, metod metod, tesir tesir yaratmıştır. Birisinden nasibini alamayan arı ötekine konar. Harun’dan ders alamayan Musa’ya gider. Hidayet balı yaratılmaya, elhamdülillah, bu şekilde devam eder.

Özetle şunu söylemek istiyorum: Canlılıklarımızı ‘tekilleştirmeye’ kasteden canımıza kastetmiştir. Ama ‘buluşturmaya’ kasteden gözümüzün bebeğidir. Amacı mübarektir. “Allah onun yardımcısı olsun!” diye dua ederiz. Zira bizi buluşturmak aynı zamanda silahlarımızı/yöntemlerimizi buluşturmaktır. Küçük küçük taburlardan ‘her bölüğü ayrı bir savaş sanatında mahir’ kocaman bir tebliğ ordusu kurmaktır. Bu ordunun neticesi her cephede zaferdir. 

Lakin bizi (olumsuzladığım anlamda) ‘tekilleştirmek’ her gün yeni bir saldırı şekliyle maneviyatımıza kasteden şeytanlara karşı tek bir taburu veya tek silah türünü veya tek stratejiyi hayatta bırakmaktır. Gerisini ise dağıtmaktır. Halbuki, oynayanlar bilirler, satrançta her taşın ayrı önemi vardır. At ayrı kıymetlidir. Kale ayrı önemlidir. Fil ayrı ehemmiyetlidir. Her taşın hareket tarzı sayesinde yeni bir strateji sahibi olursunuz. Yeni savunmalar yaparsınız. Taşları tekilleştirmek, sadece fili veya kaleyi veya atı bırakmak, geri kalanı yoketmek, ehl-i İslam’a yardım değil düşmanlıktır. Allah böyle bir düşmanlığa niyet edenleri kem niyetlerinden döndürsün. Ehl-i Sünnet’in herbir parçasını ‘hikmetle okumayı’ bize öğretsin. Mabeynimizdeki ihtilafları da sulh ile çözmek nasip etsin. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Nezaketli ve güleryüzlü eş: Muhammed s.a.v

Nebiyy-i Muhterem (sav) Efendimizi bize anlatan Hz.Aişe (ra) validemiz, “Resûlullah, hanımlarıyla başbaşa kaldığında insanların en nezaketlisi ve güleryüzlüsüydü…” demektedir.

Sevgili Peygamberimiz (sav) genellikle sabah ve ikindi namazlarından sonra mutlaka eşlerini ziyaret eder, hal ve hatırlarını sorar, dertlerini, şikâyetlerini dinler, gönüllerini alıcı ifadelerde bulunurdu. Kısaca, onlara değer verdiğini hissettirirdi. Zaman zaman bu ziyaretlerinde eşlerine ev işlerinde bizzat kendi elleriyle yardımcı olurdu.

Eve girişinde mutlaka hanımına selam veren Peygamberimiz, geceleyin geldiği takdirde, uyuyanı uyandırmayacak, fakat uyanık olan bir kimsenin duyabileceği bir sesle yine selam vererek içeri girerdi.

Hz.Enes’in aktardığı bilgi ise dikkat çekicidir. O, Resûl-i Ekrem (sav) Efendimizin, eşi Hz.Safiyye (ra) rahatça binsin diye eşinin ellerinden tutarak kendi dizlerine bastırdığını ve böylece bineğine bindirdiğini aktarmaktadır bizlere…

Burada, Âlemlerin Sultanı, Son Peygamber’in bu zarif davranışını iyi okumak ve şunu sorgulamak gerekiyor:

Bu davranış biçimi, günümüz Müslüman’ı olan bizler için acaba ne kadar etkili oluyor hayatımızda?… Muhasebesini sizlerin takdirine bırakmakla birlikte, tam burada söylenmesi gereken birtakım şeylerin de olduğuna inanıyorum.

Şöyle ki, günümüzde bir Müslüman, evinde eşine karşı nazik ve mütebessim olmayı başarabiliyorsa eğer; yine herhangi bir vasıtaya binerken yardımcı oluyor ve kapıyı açma nezaketinde bulunabiliyorsa, denilebilir ki, bu tavırlarının ve davranışlarının hepsi ona bir sünnet-i seniyye sevabıyla geri dönecektir. Eşi tarafından böylesi bir ilgiye mahzar olan hangi Müslüman hanımefendi bundan yana mutluluk duymaz; ve eşine karşı kendisini şükran borçlu hissetmez!… Dahası, babasının böylesi bir davranışta bulunduğunu gören hangi erkek çocuk bundan olumlu yönde etkilenmez?… Bu davranışın özellikle erkek çocuklar için ne denli eğitici olacağını varın, düşünün…

Zerafet ve nezaketin zirvesinde bulunan Şefkat Peygamberi Efendimiz, bir başka hadisinde şöyle buyurmaktadır:

−Eşinin ellerini avuçlarına alarak yüzüne bakan ve bu esnada biribiriyle bakışanlara Allah da rahmet nazarıyla bakar ve günahları parmaklarının arasından dökülür, gider…

Sevgili Peygamberimizin bu müjdeli tavsiyesi sonrasında diyebiliriz ki, Yüce Resûl (sav) eşler arasındaki muhabbetin fiziksel temasla da hissettirilmesini istemektedir. Çünkü biliyoruz ki, eller ve parmaklar, sevginin aktarılmasında önemli bir rol oynarlar.

Netice olarak eşlerin, birbirlerinin ellerinden tutarak sevgiyle bakışmaları bile, sünnet-i seniyyeyi ihyâ sadedinde kendilerine sevap kazandıran salih bir amel hükmüne dönüşebilir.

“Eşlerine zaman ayırırdı”

Sevgili Peygamberimiz (sav), eşleriyle birlikte geçirdiği zaman dilimlerine sahipti. O, aile fertlerinin eğlenme ve dinlenme gibi ihtiyaçlarını karşılar, meşru eğlencelerden onları da yararlandırmaya çalışırdı. Ramazan ve Kurban Bayramı merasimlerine kızlarını ve eşlerini de götürürdü. Bir bayram günü mescidde Habeşlilerin sergiledikleri gösterileri seyretmek isteyen Hz.Aişe’ye de bu hususta imkan hazırlamıştı. Hatta zaman zaman yine Hz.Aişe validemizle yürüyüşlere çıkardı. Bir defasında koşu yarışması yapmışlar, Hz.Aişe kazanmış, ikinci kez tekrarladıkları bu yarışmadan Sevgili Peygamberimiz galip ayrılmıştı.

Yine çeşitli vesilelerle yaptığı şakalarla, eşleri için hayat sevinci olan Sevgili Peygamberimiz, bu konuda da ümmetine en büyük örnek olmuştur.

Denilebilir ki, yoğun gündemlerle her günü dolu dolu geçen günümüz Müslüman’ı, ailesine ve özellikle de eşine zaman ayırma hususunda gereken hassasiyeti göstermemekte ve bu konuda sürekli olarak ailesinden fedakârlık beklemektedir. Halbuki, Peygamberlik gibi büyük bir manevî vazifeyi, yanı sıra devlet başkanlığı, öğretmenlik, ordu kumutanlığı gibi her biri farklı sorumluluklar gerektiren görevleri üstlenmiş bir şahsiyet olarak karşımızda duran Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz böyle değildi. Ümmetinin bugünkü durumunu sezen ve sanki günümüz müminlerine seslenen Sevgili Peygamberimiz bakın neler söylüyor:

−Nefsinizin, ailenizin ve her hak sahibinin, üzerinizde hakları vardır. O halde, her hak sahibine hakkını verin!..

Bu bağlamda diyebiliriz ki, Müslüman bir erkek, eşine ve çocuklarına ayırdığı zaman dilimlerine sahip olmalı, birlikte ibadet, seyahat ve ziyaret ortamları oluşturmalıdır. Böylesi zaman dilimlerinin, bir eğitim-öğretim ortamı olması da sağlanabilir. Zira Sevgili Peygamberimiz, özel vakit ayırarak eğittiği eşlerinin, sonunda birer öğretmen haline gelmelerini sağlamıştı. Sözgelimi, Hz.Aişe’nin ashâb-ı kirâm’ın fakihlerinden biri olmasında ve 2210 hadis aktarmasında, onun için ayrılan vakitlerin önemli bir rolü olsa gerektir.

“Evde eşlerine yardım ederdi”

“Âlemlere rahmet olarak gönderilen” Yüce Resûl (sav) eşleri için de bir rahmet vesilesiydi… Hz.Aişe (ra) validemiz, O’nu bize anlatırken, “evinde elbisesini diken, ayakkabısını yamayan, keçileri sağan, kendi işlerini kendisi gören” bir peygamberden söz etmektedir. Birçok kimsenin yapmaktan kaçındığı veya kendisi için uygun görmediği bu davranışları yaparken, O, aynı zamanda çağlar ötesinden mesaj vermek istiyordu bizlere… Kanaatimizce, günümüzde bir müslüman erkek, isterse şayet, ibadetlerini yerine getirme konusunda yardımcı olduğu eşinin, her ibadetindeki sevabına ortak olabilir. Bununla birlikte, eşine −ibadetleri için vakit kalmasını sağlamak maksadıyla− ev işlerinde hayatı kolaylaştıracak birtakım cihazları ve ev aletlerini almak için harcadığı her kuruş, kendisi için bir sevap kaynağı olabilir. Çünkü, Sevgili Peygamberimiz:

−Kişinin Allah yolunda harcadığı paraların en hayırlısı, ailesi için harcadıklarıdır, buyurmaktadır. Unutmamak gerekir ki, hanımına dünya işlerinde yardım etmeyen kişinin, ahiret işlerindeki teşviki de etkili olmaz!…

Geceleri kalkarak namaz kılan ve eşlerini de buna teşvik eden, Ramazan’ın son on gecesinde hanımlarının da ibadetlerle uyanık kalmalarını isteyen Peygamberimizin bu tavsiyelerinin etkili olmasında, günlük hayatında onlara sağladığı kolaylıkların da önemli bir payı olduğu düşüncesindeyiz. Bu bağlamda şu hadis-i şerifi aktarmak istiyorum sizlere…

−İçinizdeki en hayırlı kimseler hanımlarına karşı en iyi davrananlardır.

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay – kadinpenceresi.com

Kapı neden önemli?

Son zamanlarda sosyal medyada dikkatimi çeken bir temayül ve damar var. Ehl-i Beyt sevgisinin Sünnet-i Seniyye vurgusu yapılmadan mümkün olabileceğini sanan bir damar. Doğrudan Şiilik propagandası yapmadan lakin Şia bakış açısını ufak ufak aşılayan bir damar. Halbuki mürşidimin dediği gibi: “Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Biz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, Ehl-i Beyt’i Sünnet-i Seniyye’den ayıran sevgiyi istikametsiz biliriz. Onu ancak şunun vesilesi olduğu için severiz. Sünnet-i Seniyye’ye götürmeyen Ehl-i Beyt sevgisi nazarımızda merduttur. Çünkü meveddetten murad Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ittibadır. Her yolun vardığı şehir ancak odur. Ona varmayan yollar da kapılar da nazarımızda boştur.

Sened ve kaynak yönünü çok bilmemekle birlikte (Tirmizi’de benzer şekilde geçtiğini biliyorum yalnız), hadis olarak işittiğim, Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır ifadesini anlamaktaki genel temayül elbette faziletinde hiçbir şüphe olmayan İmam Ali efendimin (r.a.) sitayişine dairdir.

Onun, nebevî mirası taşımaktaki liyakatine veya ehl-i beytin nesiller boyunca ümmet içinde icra edeceği hizmetin bidayetine işaret olarak yorumlanan bu hadise benim bir farklı bakışım daha var. Bu bakışımın beslendiği kaynak Alevi kökenli oluşum. Sünni kardeşler ürkmesin hemen. Çünkü yaptığı istikamet çağrısı nedeniyle hoşlarına gidecek birşey söyleyeceğim. Diyorum ki: Bu hadis, Hz. Ali’nin (r.a.) değerine dair verdiği kıymetli bilginin yanında, Hz. Ali’ye (r.a.) haddinden fazla makam verenlere de bir ayar çekiyor. Peki bu ayarı nasıl çekiyor?

Sözün verdiği imkandan hareketle şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, “Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır” derken, Hz. Ali’nin kıymetini ifade etmenin yanında, ‘Kapıyı şehir yerine koymayın. Kapının amacı şehre girmektir. İfrat edip aracı amaç haline getirmeyin!” uyarısı da yapıyor diyemez miyiz? Ben böyle de bir yorum yapabilmeyi mümkün görüyorum. “Neden?” derseniz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Ali’ye, ‘bu ümmet içinde Hz. İsa’ya benzer/yakın bir kaderi yaşayacağına yönelik’ şeyler söylediğini de biliyorum. Mürşidim Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nde naklediyor:

Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, İmam-ı Ali’ye (r.a.) demiş: ‘Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ’ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle—hâşâ—’ibnullah’ dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. (…) Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.‘”

Bakış açısı dediğimiz şey, baktığımız şeyden alacağımız hisseyi de etkiliyor. Ali’siz Aleviliğe karşı ‘Ali’li Aleviliği’ savunmak güzel, Hz. Ali’ye ‘ilmin kapısı’ olarak bakmak da öyle. Fakat Hz. Ali’nin ‘şehri Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olan ilmin ancak kapısı olduğunu’ kalpte tutmak en değerlisi. Bediüzzaman’ın ‘mana-i harfi’ dediği bakış açısı eğitimi tamamen bunun üzerine… Yani hakikati ararken neye-neyi görmek için baktığımız da önemli. Sadece bakmak yetmiyor.

Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re’fet’e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün. (…) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re’fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir.

Dediğim gibi: Alevi kökenli bir insanım. İşin ifratını çok gördüğüm için istikametinin altını çiziyorum. Hadis-i şerifin muhabbete verdiği şevk dışında çizdiği çerçeveye de nazarlarınızı çevirmeyi arzuluyorum. Ve hatırlatıyorum: Kapı açıldığı yerden dolayı kıymetlidir. Açıldığı yerde kıymet varsa kıymetlidir. Yârin kapısı ile hasmın kapısı, velev malzemesi bir olsun, bir olmaz. Şehri kaçırırsanız kapılar sizi hiçbir yere götürmez. Kapıyı elbette ve maaliftihar sevelim ama bizi şehre ulaştırdığı için sevelim. Şehri sevdiğimiz için sevelim. Şehrin de kapıdan bahsi bunun içindir. Şehri arzulamayanın kapıya duyduğu muhabbette hayır yoktur. Mürşidim bu sadedde bizi uyarırcasına der:

Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.

Ahmet AY – risalehaber.com

Peygamberin bir günü (2)

Sonra, birçok gününde, gündüz vakti Ebu Talha’nın güzel sular ve çiçeklerle süslü hurmalığına uzanıyor. Hurma ağaçlarının geniş yaprakları altında, tenezzühe çekiliyor; Rabbini tefekkür ve tezekkür ediyor. Mescidde yahut başka bir yerde, ashabıyla Rabbini konuşuyor. Yakınlarından, kendine yazık ederek küfürde kalmış birisinin cenazesi geçiyor.

Soruyorlar: “Buna da ayağa kalkacak mıyız?” Cevaben, “Evet” diyor, “kâfir cenazesine de kalkınız. Çünkü siz o kâfir cenazesine kalkmıyorsunuz. Belki beşerin ruhlarını kabzeden Cenab-ı Hakka tazim ederek kalkıyorsunuz.” Belki de, az bir süre sonra yağmur başlıyor. İhramını sıyırıp, göğsünü yağmura açıyor.

Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu niçin yaptın?” “Her an, lâilaheillallah diyerek, imanınızı yenileyin” sözünün sahibi bir elçi olarak cevaplıyor: “Bu, Rabbimizin henüz yarattığı birşeydir de onun için.” Bir diğer yağmur esnasında, yağmura karşı iki ayrı bakış açısını ders veriyor. Bize “mânâ-yı ismî” ve “mânâ-ı harfî”yi öğretiyor: “… Her kim Allah’ın fazl ve rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise…” “…Her kim de falan ve falanın nev’i ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise…” Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgâra, “mânâ-yı harfî” ile, onu Yaratan adına bakmanın en güzel dersini veriyor. “Rüzgâr,” diyor, “Allah’ın verdiği bir rahatlıktır. Gâh rahmet getirir, gâh azab.” O halde ne yapmalı? “Koptuğunu görünce, getirdiği hayrı Allah’tan dileyin. Getirdiği şerden de Allah’a sığının.”

Ve secdeye kapanıyor. Ubudiyetin belki en pürüzsüz tezahürü olan ve Resul-i Ekrem’in çoğu kez ashabına “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun süre kaldığı secdede, kimi zaman, şu güzelim kelimeleri fısıldıyor: “Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendirene, kulağını ve gözünü açana secdededir. Ahsenü’l-hâlıkîn olan Allah’ın şanı ne yücedir!”

Her bir anında görünen, her bir haline yansıyan, her bir sözüyle taşınan bir iman ve ubudiyet örneği sunuyor sevgili Resul. Kendi hayatıyla, getirdiği nurun bir hayatı nasıl nurla doldurduğuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatın ve kâinatın nasıl da değişiverdiğinin en mükemmel örneğini arzediyor. Onun hayatına bakarken, yanıbaşındaki ashabının onun getirdiği nurla hayatlanmış hayatlarına bakarken, “Zât-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti” sözünün daha bir farkına varıyorum.

Meselâ, “dünyanın üç yüzü”nü, onun getirdiği nurla görüyorum. Çünkü o hem dünyanın, eğer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, geçici, faydasız ve aldatıcı olduğunu öğretiyor; hem Rabbi adına bakılırsa, “âhiretin tarlası” olduğunu öğretiyor; hem de onda cilvesi görünen fiillerle Rabbimizin isim ve sıfatlarını öğretiyor.

Onun “dünya” haberlerinin özünü, ancak bu üç yüzle birlikte kavrıyorum. Aslında ben tek yüzlü sayılırım. Nefsim ve ona bağımlı duygularım tek bir yüzde takılmış. Hep dünyanın fani yüzüne baktırıyor. O yüzde şartlandırıyor. Sonunda, sanki dünya bu yüzden ibaretmiş gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sözlerine de bu “yüz”den anlamlar biçiyorum. Kendi telâkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceğim yerde, onun sözünü kendi kafama uyduruyorum. Sözgelimi, para-pul peşinde durmaksızın koşturmamın mazereti olarak, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” hadisini anıyorum. Evet, öyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladığımı demiyor. Âhiret için çalışmayı tavsiye ederken, “Hiç ölmeyecekmiş gibi” diyor. Çünkü, onun nazarıyla bakınca biliyorum: Dünyanın âhirete ve esma-i hüsnaya bakan yüzünde, ölüm zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dünyaya dünya namına muhatap olup, âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluşundan gaflet ettiğimde ise, “yarın ölecekmişim gibi”yi hatırlamam gerekiyor. Tâ ki, ölümü hatırlayıp, beka yerinin burası olmadığını düşüneyim. Bekayı istiyorsam, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan âhirete göre yaşamam gerektiğini düşüneyim. Şu dünyada iken Rabbimin bâki ve sonsuz isimlerine götürecek izlere erişeyim.

“Dünyada ya bir yabancı veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dünyasından gelip geçişi ders veriyor. “Benimle bu dünyanın misali, sıcak bir yaz gününde bir ağaç altında gölgelenip, sonra bırakıp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda söylüyor. Belki yine bu yüzden, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diyor. Bu yüzden, arasıra kabristanı ziyaret ediyor. Bu yüzden “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” haberini veriyor.

Onun getirdiği nur, dünyanın hem bu fani yüzünü apaçık gösteriyor, hem de şu fani dünyada Onun esmasının tecellilerini görüp baki bir âleme liyakat kazanmanın yolunu öğretiyor. Bu uğurda, gerçi ne atom-altı parçacıklardan söz ediyor, ne de Satürn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kâinat, maddesi itibarıyla değil, taşıdığı mânâ itibarıyla değişip genişliyor. O nurla bakılınca, mahlukata artık mahlukat hesabına bakılmıyor. Kesret artık vahdeti bildiriyor. Çokluk Bir’e bakıyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ı Hüsnaya bırakıyor. Tabiat istifa ve ıstıfa ediyor, “âdetullah”a dönüşüyor.

Çünkü, getirdiği nur, sebep olunan şey, yani müsebbeb ile sebebin arasını açıyor. Uzaktan bakınca göğü dağa bitişik zanneden bir gözün sahibiyim. Akıl gözüm, aynı şekilde, onun gibi, sonucu sebebe bağlı zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratılışını göremeyip, sonucu sebebin yaptığına hükmediyor.

Oysa onun getirdiği nur ile, “esbab”ın sultanı olan insana zor sorular sunuluyor:

“Söyleyin bakalım! Ektiğiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? İsteseydik…”

“Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? İsteseydik…”

“Söyleyin bakalım! Tutuşturduğunuz ateşin ağacını siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…”

Böylesi ikazlar eşliğinde, şartlanmaları aşıyorum. Sonucu sebebin elinden alıyorum. İkisini birden Rabbimin esmasına teslim ediyorum.

Nasıl etmem ki? Mahlukatın en şereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sık “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki…” dedikten sonra? Bütün nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, şu yazı bile doğamıyor.

“Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ı Saadeti gezerken, onun hayatından, “sebebin tesirden azl”ine dair mükemmel örnekler buluyorum. Ap açık mucizelere muhatap oluyorum. Meselâ, ordunun su arar hale geldiği zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarından musluk gibi sular akıyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artışı ise Allah’tandır.” Bir başka seferde, yine susuzluk çekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alıp götürmekte olan bir kadının kırbasından su alınıyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kırbaya boşaltıyor. Tüm ordu, bereketlenen o az suyla tüm kap-kacağını dolduruyor. O ise, kadına hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.”

Bu sırrı bir daha ders vermek için, “Nalın tasması gibi en adi birşeye bile muhtaç olduğunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatıyla belgeliyor. Diğer tüm mahlukların hayatını da şahit gösteriyor. Meselâ, kuşları delil getiriyor. “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşu rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı” diyor. “Kuş sabah aç gider, akşam tok döner.”

Diğer bir kuş, başka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuşla yanına geliyor. Anne kuş da, ansızın gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atıyor. Yavrusunu kurtarmaya çabalıyor. Herkes hayret içindeyken, o, “Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldınız, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder.”

Bu örneğin ışığında, kendimde ve sair mahluklarda görünen cüz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasını tanıma dersi alıyorum. Sözgelimi, az önceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine şahit oluyorum. Onun gibi, nerede cüz’î bir ilim alâmeti görsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiş cüz’î irademle Mürid ismini, cüz’î iktidarımla Kadîr ismini, cüz’î malikiyetimle Mâlik ve Melik ismini tanıyorum.

Bundan da öte, muazzam bir sırrın daha farkına varıyorum. Anlıyorum ki, o “acziyeti içinde sultan”dı. Âcizliğini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yüzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ın dergâhından yardım talep ediyor. Fakrını doruk noktada hissediyor. O yüzden Ganiyy-i Mutlak’ın mutlak ve hudutsuz hazinesi önüne açılıyor. Bir ümmi olarak, hiçbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sırlar, ona bildiriliyor.

Bu acz ve fakr tavrı, hayatının her adımında gözümüze görünüyor. Meselâ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak söylenmeye başlıyor: “Tuhaf şey, peygamber olduğunu iddia eder, gökten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor. “ Kızmıyor, kızarmıyor, üzülmüyor. “Aslında iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakışan izahlara girişmiyor. Kulluğundan, ve bir kul olarak acizliğinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlıkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki…”

Diğer bir devesini, bir seferde bir bedevi geçiyor. Ashab üzülüyor. Onun devesi hep en önde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ın ileri götürdüğünü geri bırakacak yok” diyor. “Geri bıraktığını da ileri götürecek yok. Vermediğini verecek yok. Verdiğine mani olacak yok.” Başka bir vesileyle, “Allah’ım, Senin gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. Güçsüzlüğünü Kadîr-i Mutlak’ı tanımanın; bilmeyişini Alîm-i Mutlak’ı bilmenin vasıtası kılıyor. Yağmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Üzerimize rahmeti yağdır” buyuruyor. Yağmur geldiğinde ise, yine Ona yöneliyor: “Allah’ın herşeye kâdir olduğuna, kendimin de Onun kulu ve resülü olduğuna şehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanın usulünü veriyor. Getirdiği nuru göremeyenler tarafından Taif’te taşlanıyor. Rabbine dönüyor. “Allah’ım, insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey erhamürrahimîn, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tüm karanlıkları aydınlatan, ve bu dünyayı da, ahireti de düzene sokan Nuruna sığınıyorum. Dilediğine yardım etmek Senin elindedir. Senden başka Kadîr ve Kaviyyü’l-metîn yoktur.”

Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanın aczini, ve de tüm mahlukatın aczini bildiği için, her daim yalnız Ona dayanıyor kısacası. Ondan istiyor. Ona dua ediyor.

İnsana verilmiş acz, zaaf, fakr gibi vasıfların getirdiği nurla nasıl da nurlandığını görmem, bu sayede, hiç de zor olmuyor. Gerçi, akıl ve kalbimin önünde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediğim kadar perdeli olayım, bunu rahatça görüyorum. Çünkü, güneş gibi, ap açık ortada duruyor. O zaafını, aczini ve fakrını en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan münezzeh Rabbine, tüm isimleri ile yöneliyor. En ziyade muhtacımız, en çok isteyenimiz de o. Gördüğü tüm güzelliklerin perdesiz devamını, yani bekasını istiyor. Kendine ve ümmetine, başlayıp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tüm mevcutların aynalarında güzelliklerini gösteren bütün ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor. Bu sırrı görünce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadır”ı da anlıyorum. Onun muazzam duası ile, acz ve fakrımız, zaaf ve ihtiyacımız nurlanıyor. Kalb ve akıl nurlanıyor. O nurlanmanın içerdiği dua ve niyaz ile, insan nazlı bir sultan, nazenin bir halife halini alıyor.”O nur olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner”di zaten.

Üç ayrı “yüz”de, Rabbini esmasıyla tanıyıp tanıtıyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yöneliyor. Her bir isme de, tüm kainatı arkasına alarak, yani tüm kainatın o isme ettiği şahitliği özümseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonuçta, “Allah’ım” diyor, “Sana esmanın hepsiyle niyaz ederim.” Cevşen’inde bunu öğretiyor.Her günkü tesbihatında, her bir anında bunu öğretiyor. Meselâ, teheccüde kalkıyor. Namazını kılıyor, dua ediyor. Duası içinde hamd ve niyaz ediyor. Bütün güzel isimlerin, bütün kemal sıfatların sahibi olarak, Halikını övüyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Müdebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Nurusun.” Hamd ve niyazını sürdürüyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Malikisin.”

Yahut, “İlahi” diyor, “yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnız sana hamdolsun ki, gökleri, yerleri görüp gözetmekten gafil olmayan Kayyum Sensin. Yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin, yerlerin ve içlerinde olanların Rabbi yalnız Sensin.”

Bu sırdandır ki, ondan aldığı dersle Hz. Âişe, Rabbine şöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüğü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiği için hiç eksilmeyen tebessümüyle, “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.

Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. Meselâ, kalblerin iman ve ubudiyete açılmasına mani perdeleri fethedip açmak üzere bir gazveye çıkıyor. İlgili yere vardığında, “Allah’ım” diyor, “göklerin ve gölgeledikleri şeylerin Rabbi; yerlerin ve yüklendikleri şeylerin Rabbi; şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi; rüzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi! Senden bu köyün hayrını, halkının hayrını ve içinde bulunanların hayrını isteriz. Köyün şerrinden, halkının şerrinden ve içinde bulunanların şerrinden Sana sığınırız.” Sefer dönüşünde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine şükrederek, “Bir tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, onun ortağı yoktur” diyor. “Mülk Onundur, hamd Onadır, O herşeye kadirdir. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.”

Mağfireti için, affı için yalnız Rabbine yöneliyor. “Çünkü Gaffâr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden başka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum… günahlarımı toptan mağfiret et. Zira Senden başka günahları mağfiret edecek yoktur. Bir de beni en güzel ahlâka sevket, bana en güzel ahlâkı gösterecek senden başkası yoktur. Beni ahlâkın kötülerinden geçir. Beni kötü ahlâktan geçirecek Senden başkası yoktur…”

Geleceğe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yöneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkımda hayırlısını bildiğin için, Senden hayırlısını dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sığınıyor. “Ve Senin kudretin yetiştiğinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.”

Böylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu öğretiyor. “Ahlâk-ı ilahiye ile ahlâklanınız” nebevî düsturunu yaşamanın yolunu hayatıyla gösteriyor. Böylece anlıyorum; “ahlâklanma”nın özü, onun çok kez ifade buyurduğu şu bir cümleye bağlı: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sırrın talimiyle anlıyorum; ahlâklanmanın özü, kendi nihayetsiz aczimi görüp, Kadîr-i Mutlak’ın nihayetsiz kudretine sığınmamda saklı. Fakrımı bilip, onun sonsuz rahmetine sığınmamda saklı. Kusurumu görüp, Cemil-i Zülkemal’in cemal ve kemaline sığınmamda saklı.

Çünkü sevgili Peygamberim öyle yapıyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoğrulmuş insanlığımı, bütün isimler kendisinin olan Allah’a kulluğun temeli ve harcı yapıyor. Sonra “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş” diyor. Bunca yolculuğun ardından, ben de buna şehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en güzel surette edeblendirmiş. Zira, benim çoğu kez yaptığımın aksini yapıyor. Bana, âcizliğimi iyice gördüğü anlarda Rabbime dönüp, isteğim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlışlığını gösteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de şahidi bunun: “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir.”

Fiil, hal ve sözleri, ondaki edebin gerçekten Rabbinden geldiğinin delilleri. Meselâ, dağınık haldeki saçını düzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, niçin?” Cevaplıyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir işini tek sayılar ile bitirmeyi seviyor. Suyu üç yudumda içiyor. Tesbihatını otuzüç kez tekrarlıyor. Bir eve girmeden üç kez sesleniyor. Rüku ve secdede Rabbini üç, beş, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gününü vitrle, yani tek rekatlı bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleşiniz” diyor; hediye vermenin en eşsiz örneğini hayatıyla arzediyor. Çünkü “Allah Muhsindir, ihsanı sever.” Hem, “Temizlik imandandır” buyuruyor. Böylece Allah’ın Kuddüs olduğunu bilip bildiriyor. Kendisine karşı işlenmiş kusurları affediyor. Allah Gafurdur çünkü, affetmeyi sever. Adaletle hükmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kılıç çeken Mekke’nin fakirlerini doyurup giydirecek kadar merhamet gösteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandır, merhameti sever. Hannândır, şefkati sever.

Bu ölçüyü anlamamla birlikte, onun Sünnet-i Seniyyesinin kendi hayatım için önemini kavrar gibi oluyorum. İlk okuduğumda abartılı gelen bir hükmün hikmetini de şimdi bir nebze anlıyorum. Beni Resulullah hakkındaki peşin hükümlerimden kurtaran, bana onu tanıtıp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Hüsna’nın cilvelerinin “şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkamları içinde intişar” edip göründüğünü yazıyordu. Şimdi şimdi gerçekten öyle olduğunu anlıyorum. Anlıyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sözü, Onun esmasına ulaşarak sonlanıyor.

Sünneti ile, kâinat cümlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sünneti olmayınca, cümle eksik kalıyor. Tamamlanmıyor. Dahası, bir cümle ancak tamamlanınca cümle haline geldiğine göre, anlamsızlaşıyor.

Tüm bunları gördüm ya, onun sünnetine revan olayım istiyorum artık. Onun sünnetine göre yaşayıp, Rabbimi onunla tanımak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiği Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun için, onun da seveceği bir hayat yaşamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine çıkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuşmak istiyorum.

İstiyorum; çünkü o da istemişti. Ve isteyene, istediği verilmişti. (10.05.2004 Karakalem)

Metin KARABAŞOĞLU 

Risale Haber

Risale-i Nur Talebelerinin Müstesna Vasıfları

Risale-i Nur Talebelerinin vasıfları nelerdir diye sorulabilecek bir soruya verilebilecek en kaliteli cevap şu olacaktır: Risale-i Nur Talebeleri kalplerinde barındırdıkları sarsılmaz bir iman ve engin bir şefkatle kendilerini insanlığın husussan bu vatan evladının dünyevi ve uhrevi saâdetine adamış mana erleridir. En önce şunu belirtmek gerekir ki Risale-i Nur Talebeleri veya kısaca Nur Talebeleri gaye edindikleri Allah’a iyi bir kul olmak ve ellerindeki Kur’ânî hakîkatleri muhtaçlara ulaştırmak hizmetinde bizzat ve en evvel İslamiyet’in tebliğcisi ve Cenâb-ı Hakk’ın en son ve en sevgili peygamberi Hz. Muhammed (A.S.V.)’ı kendilerine bir model almışlardır. Onların Efendimizin sünnetine sıkı sıkı yapışmaları da şu zamanda tam bir ehl-i sünnet vel cemaat olduklarının en kuvvetli delilidir.

Nur Talebeleri her zaman ve her yerde okudukları üstadları Bediüzzaman Said Nursi’nin te’lif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatı’yla da Halık-ı Kâinat’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerîm’e sıkı sıkıya bağlıdırlar. Çünkü Bediüzzaman’ın da ifade etmiş olduğu gibi Risale-i Nurlar Kur’ân’ındır ve Kur’andan çıkmış, Kur’anı hakikatlerı anlatan eserlerdir. Her bir risale Furkan ayetlerinden yansıyan ışıklardır. Böylece Nur Talebeleri en doğru ve en geniş cadde olan Kur’an’ın caddesindedirler. Hiçbir batıl inanç veya sapık düşünce onlarda yoktur ve olamaz. Çünkü onlar doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakim’e şakird olmuşlardır. Kur’an- Kerim’in vermiş olduğu feyiz, Peygamber Efendimizin ( A.S.V.) temsil ettiği hayat tarzı ile Nur Talebeleri kuvvetli ve hakiki imanın peşindedirler. Onlar sadece kuru bir taklitle değil deliller ve hüccetlerle görür gibi Allah’a îmân ederler ve bu yüzdendir ki hiç bir vesvese ve şüphe onların imanlarında gedik açmaz, açamaz.

Şöyle söyleyebiliriz ki Nur Talebelerinin hedef ve gayesi Kur’an-ı Hakim’in ali bir tefsiri olan Risale-i Nur’la Halık-ı Kainat’a olan imanlarını kuvvetlendirmek ve başkalarının da imanlarına kuvvet verebilmek için çalışmaktır. İmandan sonra nur Talebelerinin en belirgin vasfı tam bir ihlasla yaşamaları ve hareket etmeleridir. Biraz daha açarsak; onlar yalnız ve yalnız Allah için yaşarlar ve kalplerinde O’ndan gayri hiçbir şeye gönül bağlamazlar. Onlar severler ve merhametlidirler fakat bu Allah adına bir muhabbet ve Cenab-ı Hakk namına bir şevkattir. Onlar sırf Allah rızası için çalışırlar ve rıza-yı ilahiden başka hiçbir maddî ve mânevî menfaati gaye edinmek bir yana düşünmekten bile akrepten kaçar gibi kaçarlar. Zaten Risale-i Nur hizmetinin bu vatanda ve tüm dünyada hızla yayılmasının amili de Nur Talebelerinin hiçbir şey beklemeden ve ummadan hatta şahsi kemalatlaranı da bu yolda feda ederek başkalarının dünya ve ahiret saadetleri için çalışmalarıdır. Onlar ihlaslarına en ufak bir zarar getirmemek için hiçbir maddi hediyeyi ve sadakayı kabul etmezler.

Başka insanlara muhtaç olmamak ve yüz suyu dökmemek için her hususta kanaat ve iktisadı kendilerine düstur edinmişlerdir. Risale-i Nur Talebelerinin anlatmakla tarif edilmeyecek bir özelliği de aralarındaki samimi uhuvvet yani kardeşliktir. Onların bu manevi kardeşliği nesebi kardeşlikten daha iledir. Bu sıcak uhuvvet onları birbirinin sahibi, bedeli ve canı, cananı yapar. Birinin gözü diğerinin de gözüdür, birinin eli diğerinin de elidir, birinin validesi diğerinin de validesi gibidir. Bu sırla onlar binler dille dua etmiş gibi, binler vücutla İslam’a hizmet etmiş gibi bir ecir ve sevab kazanırlar.

Bu ciddi uhuvvetin tabii neticesidir ki onlar birbirlerine her şeylerini feda eden, kardeşinin, maddi ve manevi menfaatini kendisine tercih eden, hata, kusur ve düşmanlık karışsında değil kızmak lütuf ve şefkatle muamele eden ali-cenab bir ruha sahiptirler. Risale-i Nurlar’a hiç okumamış birinin kısa bir süre içerisinde bu nurani dairede enaniyetini ve gururunu eritip İslam davasına gönül vermesi de bu dostluğun sayesindedir. Onlar her mü’min ve Müslümanı kim olursa olsun hangi yolda giderse gitsin hatta şahsına düşmanlık da beslese affeder ve severler. Çünkü onlar asıl, azılı iman ve İslamiyet düşmanlarına karşı mücahede ederler.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.Org