Etiket arşivi: tahrif

POT KIRMAK, PUT KIRMAK Meselesine Belgelerle Bakış

Bediüzzaman Hazretleri’nin de arzusu olan “Risale-i Nurlar’ın devlet eliyle basılması” müjdesini, malum medya önceleri “Risaleler yasaklanıyor” şeklinde ilan etmişti.

Hayır, Devlet Risaleleri yasaklamıyor, bilakis tahrifat ve sadeleştirmeye karşı koruma altına alıyordu. Bu sefer “Devlet Risaleleri tekeline alınıyor” denildi. Hayır; Devlet Risaleleri tekeline değil; himayesine alıyordu. Hem Diyanet, hem de -aslına sadık kalmak şartıyla- isteyen herkes neşredebilecekti. Şimdi de “Diyanet Risaleleri tahrif ediyor” şeklinde cerbezeye başlandı.

“Tahrif” iddiasına sadece bir kelime (put / pot) örnek gösterildi. Bir metnin (Msl. Hata-Savab Cetveli) yayınlanıp yayınlanmaması tahrif sınıfına girmez; çünkü tahrif, adı üstünde ‘harf ve ibarelerin yerlerini değiştirmek’ demektir.

Önce cerbeze meselesi:

“Diyanet Risaleleri tahrif ediyor” denince, Diyanet’in mevcut Risale-i Nur metinlerinden farklı bir neşir yaptığı, bazı kelimeleri değiştirdiği anlaşılır. Hâlbuki Diyanet, Üstadımızın tashihinden geçen ve vârislerinin kontrolünde olan Envâr, Sözler, İhlâs Nur gibi neşriyatların nüshalarını esas almış. Adı geçen yayınevlerince neşredilen metinlerde de söz konusu kelime “pot kırmak” olarak geçiyor. Yani, Diyanet farklı bir tasarrufta bulunmamış, bir tahrif yapmamış.
Üstadımızın talebeleri de bu kelimenin “pot kırmak” olduğunu açıkladılar. Orijinali nasılsa öyle neşredilmiş.

Pot kırmak mı, put kırmak mı?

Cevap çok basit: Tarihi metin neşirlerinde ihtilaflı bir kelime için önce ilk kaynaklara bakılır. Risale-i Nur’daki herhangi bir kelime, Üstad’ın tashih ettiği orijinal Osmanlıca el yazmasında nasıl geçiyorsa, en doğrusu odur. Hakikati bulmak için Latin harfli bir kitap esas alınamaz, kaynak sayılamaz; el yazma nüshaya bakılır.

Bu konuyu tahkik için 3 adet el yazma nüshayı karşılaştırdık. Bunların tamamında söz konusu kelime PE+VAV+TE ﭘﻮﺕ şeklinde yazılmış. İddia edildiği gibi “BE” ile yazılmamış. Bunu ispat için en muteber bir nüshayı nazar-ı dikkatinize sunuyoruz. Kuleönlü Küçük Ali Ağabey tarafından yazılan bu nüsha Üstadımız’ın da tashihinden geçmiştir.

Bunun yanında Kamus-ı Türkî lügatinden “Pot kırmak” deyiminin yazılış ve manasını da veriyoruz.

Altı çizili kelimelere dikkat. El yazma Risaledeki söz konusu deyimin imlası ile Kâmus-ı Türkî’deki “POT KIRMAK” deyiminin imlası (yazılışı) harfi harfine aynı: Her ikisi de PE+VAV+TE harfleriyle yazılmış. (Kâmûs-ı Türkî, Osmanlı Türkçesi sözlüğü konusunda en önemli kaynaktır.)

Put kırmak şeklinde okunamaz mı?

“Put” kelimesi Farsçadan dilimize geçmiş. Kelimenin aslı: Büt. Be+Te ﺑﺖ harfleriyle yazılıyor.
Kâmus sahibi Şemseddin Sami, pot kelimesinin pe+vav+te şeklinde; put kelimesinin ise ‘büt’ şeklinde (be+te) yazılması gerektiğini ifade ediyor.

Lügat-i Naci, Redhouse Lügati, Devellioğlu ve diğer lügatlerin çoğunda da ‘put’ kelimesi be+te (büt) harfleriyle yazılmış.

Türkçedeki b-p değişimi sebebiyle, kelimenin ‘put’ şeklinde okunması da mümkün; fakat böyle bir imlayı lügat âlimleri galat (yanlış) olarak değerlendiriyor.

“Pot kırmak” deyimine bakarsak:

Bu deyimin anlamı: Sözü yersiz söylemek, istemeyerek muhataplardan birine dokunacak bir söz söylemek. Metin tahlillerinde tarih ve mekân da önemlidir: Üstad hazretleri Reis-i Cumhur’un yüzüne karşı, bakanlar kurulunda, “Namaz kılmayan haindir” diyor, milletvekili dostları büyük bir telaş içinde. Meclis yeni kurulmuş, dualarla açılmış. İnkılâplar -henüz- yapılmamış. M. Kemal’le aralarında -henüz- ciddi bir mesele yok. O tarih ve o mekân için o ifadeler biraz ağır kaçmış?… olabilir. Ayrıca ‘pot kırmak’, sözün yanlış olduğu manasına gelmez. Söz doğrudur, ama muhatabı incitmiş olabilir. Pot kırmak, bir acz de değildir. Kelimenin ‘pot kırmak’ olduğu cümlenin devamındaki “milletvekillerinin telaş etmelerinden” de tahmin edilebilir.

“Üstad hiç pot mu kırar; böyle bir kelime yanlış anlaşılır…” gibi yorumların ilmi hiç bir değeri yoktur. Zira kafamıza yatmadığı için kelimeleri, yani hakikatleri  değiştiremeyiz.

Müellif isterse pot, isterse put kırar. Yahut bazen ikisini de kırar, aynı anda iki manayı da kasteder. Bu da “cinas sanatı” denilen ayrı bir edebî güzelliktir.

KAYNAKLAR :
1.Emirdağ Lahikası (Osmanlıca Elyazmalar),
2.Kâmûs-ı Türkî (Şemseddin Sami),
3.Lügat-i Nâcî (Muallim Naci)
4.Osmanlı Tarih Deyimleri Ans. (M. Zeki Pakalın)
5.Turkish and English Lexicon (James Redhouse)
6.Osmanlıca-Türkçe Lügat (Ferit Devellioğlu)
Nurrehberi.com

Said Özdemir Ağabey’den Basın Açıklaması

Geçtiğimiz günlerde Mehmet Fırıncı Ağabey’e karşı yaptığı asılsız haber ile hızını alamayan Rota Haber sitesi iftira ve yalanlarına Said Özdemir Ağabey’ide karıştırmak istedi.

Bediüzzaman Said Nursi Hz.’nin Talabelerinden Said Özdemir Ağabeyin Açıklaması

Son zamanlarda Risale-i Nur talebelerine karşı hasmane tavrı ve asılsız iddiaları ile sık sık kendisinden bahsettirmeye başlayan bir haber sitesi, Mehmet Fırıncı ağabey’den sonra bu defa da Alaettin Kaya isimli şahsın da ifadelerini kullanarak benim için de iftiralara sütunlarını açmış bulunuyor.

Risale-i Nur Külliyatını “sadeleştirme” adı altında tahrif edilip değiştirilmiş bir şekilde yayınlamaya başlayan bir mahut yayınevinin tahribatına engel olmak için, Bediüzzaman Hazretlerinin sağlığında neşriyat hizmetleriyle vazifelendirdiği ve kendisine mutlak vekil ve varis tayin ettiği hizmetkarları; Said Özdemir, Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Salih Özcan, Ahmet Aytimur, Hüsnü Bayramoğlu bir araya gelmiş ve bu husustaki kararlarını malum yayınevinin perde arkasında sahibi Fettullah Gülen’e iletmeye karar vererek bu hizmeti benim yapmamı istemişlerdir.

Bunun üzerine Fettullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen Alaettin Kaya’yı İstanbul’da matbaasında ziyaret ederek Bediüzzaman hazretlerinin varislerinin mesajını iletmek istediğimi bu sebeple Gülen’den randevu almasını rica ettim.

Randevu beklerken pasaportumu yenilemiş ABD vizesini de almıştım. Alaettin Kaya kısa bir süre sonra Ankara’da evimde beni ziyaret ederek “H.Efendi’ye talebinizi intikal ettirdim, sizin yanına gitmenizi istemiyor, eğer gelecek olursa bulunduğum yerden ayrılacağım diyor.” demiştir

Bu durumu müzakere eden Üstadımızın varisleri bizler hem yayınevi sahibine hem de bu yayınları Bediüzzaman Said Nursi’nin eseri zannı ile alacak kimselere başkaca ulaşma yolu bulamadığımızdan Risale-i Nurların tahrifine razı olmadığımızı, bu rezaletin durdurulmasını ifadelerini taşıyan –hazırladığımız- metni kamuoyu ile paylaşmak zorunda kaldık.

Durum bundan ibaret olup bunun dışındaki ifadeler, kin ve hasetle kaleme alınmış beyanlardır. Habercilik anlayışı sorgulanacak bu internet sitesine hüsnü zan ederek yazdıklarına inanabilecek kimselere hakikatı ifade zarureti hasıl olmuştur.

RisaleAjans

Risale-i Nur “tahrif” Edildi Mi?

yavuz bahadıroğluSoru şu:

“Risale-i Nur ‘tahrif’ edildi mı?”

Hayır! Bildiğim kadarıyla, Risale-i Nur “tahrif” edilmedi, sadece “tashih” edildi. Bu iki kelimenin arasında dağlar kadar fark var…

Tahrif: “Bozmak, kalem karıştırmak… Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek” anlamına geliyor…

Tashih ise, “Daha iyi ve daha doğru hale getirmek, düzeltmek” demektir. Düzeltmeleri yapan da, bizzat eserin müellifi, yani yazarı olunca, kimsenin bir şey söyleme hakkı olmaz. Çünkü yazarın, eseri üzerine tasarrufta bulunma hakkı vardır.

Bedîüzzaman da, zaman içinde oluşan hassasiyetleri dikkate alarak, Risale-i Nur Külliyatı üzerinde bu tür tasarruflarda bulunmuş, bazı kelimeleri ya bizzat ya da yakın çevresine verdiği talimatlarla “tashih” ettirmiştir.

“Ne gibi hassasiyetler?” diye soracak olursanız, mesela, “Kürt”, “Kürdistan” gibi hassasiyetler…

Biliyorsunuz Bediüzzaman, çok dinli, çok uluslu, çok dilli bir imparatorluk (Osmanlı) kültürünün çocuğudur. Bu imparatorluğun öz güveni son derece yüksek olan kurucu gücü, bugün “Doğu-Güneydoğu Bölgesi” dediğimiz bölgeye hâkim nüfusun etnik kökenini esas alarak, “Kürdistan” demiş, ötekine “Arabistan” demiş, o dönemde yazılan eserlere de böylece geçmiştir.

Ancak cumhuriyet döneminde, “ulus devlet” kurmanın bir gereği olarak bu isimlendirmelerden rahatsızlık duyulmaya başlanmıştır. Bediüzzaman da, oluşan hassasiyeti dikkate alarak, gereksiz bir kavgaya girmeme adına, “Kürt/ Kürdistan” kelimelerini “Doğu/ Güneydoğu Bölgesi” anlamında “Vilâyat-ı Şarkıye” olarak değiştirmiştir.

Bu konuda öylesine hassas davranmıştır ki, imparatorluk döneminde, etnik kökenine izafet kullandığı “Kürdî” unvanını bile “Nursî” yapmış, ama ard niyetli muhalifleri, etnik kökeni yüzünden aşağılamak için “ayrımcılık” yapmayı dahi göze alarak, “Kürdî” demekte ısrarcı olmuşlardır.

Bediüzzaman Hazretlerinin en yakın talebelerinden olup yıllarını onunla geçiren rahmetli Mustafa Sungur Ağabey, bu hususu bana böyle açıklamış, bir sürü de belge vermişti. O günlerde yine “tahrifat” iddiaları vardı ve bir televizyon oturumuna katılmış, belgeleri bir bir göstermiştim…

Ayrıca, zaman zaman gündeme gelen ve kafaları karıştırma dışında “hizmet”e hiçbir katkısı olmayan bu tür iddialara cevaben, Risale-i Nur üzerine araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz de bir kitapçık yayınlamıştı.

Akgündüz, özet olarak şunları söylüyor: “Bediüzzaman âhir ömründe külliyatta bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştir ve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır. Ancak bazı ağabeylere (Risale-i Nur hizmetinin önder isimlerine… Y.B.), kendi zamanında bastırmadığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Bedîüzzaman’ın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anlamına gelmez. Tahrif, ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.

“Bedîüzzaman’ın kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsaadesi verdiği talebelerinin meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilakis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır.

“Risalelerde tahrifat diye ifade edilen hususlar, bizzat Bedîüzzaman’ın tasarrufundan geçen ve Bedîüzzaman’ın değiştirdiği ifadelerdir. Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktır. Yoksa hiç bir nur talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkâr etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir.”

Bu ifadelere katılıyor ve kısa bir not eklemek istiyorum: Tercüme ve sadeleştirme esnasında bazı anlam değişiklikleri söz konusu olabilir. Hiçbir eserin tercümesi o eserin kendisi değildir. Bediüzzaman’ın yakın talebeleri zaten bu yüzden “sadeleştirme”ye karşı çıkmışlardır.

Yine de, hangi amaçla yapılmış olursa olsun, hiçbir tercüme ve sadeleştirme, Risale-i Nur esaslarına zarar veremez. Çünkü orijinal nüshalar elimizdedir.

Yavuz Bahadıroğlu

Risale-i Nur’un Tahrif Edildiği İftirasına Cevaplar 2

Nüsha Farkları; Risale-i Nur’un Tashihine Ait İzin ve Ruhsat Belgeleri

Nüsha farkı, Kur’an müstesna olarak hemen hemen her kitabda mevcuddur. Hatta Kur’an’ın lafız ve kelimeler cihetinde nüsha farkı yoksa da, kıraat tarzında çeşitli telaffuz şekli vardır. Hem, Ehl-i Sünnet Ve-l Cemaatın yanında Kur’an’dan sonra en makbul ve muteber sayılan Buhari-i Şerif’de dahi bazı nüsha farkları bulunmaktadır. Buhari’nin İstanbul baskılı Osmanlı nüshasının kenarında bu nüsha farklarına işaretler konulmuştur. Bu böyle olunca, elbette Risale-i Nurlarda da nüsha farkları olacaktır. Bu farklar sadece kelimelerde değil, cümlelerde hatta satırlarda da olması gayet tabiidir. Sair kitablardaki de öyledir.

Evet, Risale-i Nur kitablarının nüsha farkları vardır, fakat aynı manada ve aynı teradüfte ayrı ayrı kelimelerden ibarettir. Çünki, Müellif-i Muhterem uzun zaman tashih vazifesinde yüzlerce, binlerce risaleyi tashih ederek bu kelimeleri ilave etmiştir.

Böylece Üstaddan musahhah elyazma me’haz eserlerde de bazı nüsha farkları bulunmaktadır. Bu me’haz eserler, naşirlerce muhafaza edilmektedir.

İşte şimdi biz bu gerçeğin delil ve belgelerini arzetmeye çalışacağız. Daha sonra da nüsha farklarının keyfiyeti hakkında ve nasıl ve nerelerde vaki’ olduğunun şekli üzerinde isbatlı bir araştırma yapacağız. Bu izin ve ruhsatlar, Risale-i Nur’un te’lifi ve neşriyatıyla beraber uzun müddet devam etmiştir. Bütün bunları sıralayacak değiliz. Birkaç örnek vermekle iktifa edeceğiz.

Hem bu izinler, rastgele herkese verilmiş değildir. Belki merhum Hulusi Bey gibi, Hüsrev Altunbaşak gibi bazı zatlara ve ayrıca Medreset’üz-Zehra erkanlarının müşterek meşveretlerine verilmiştir. Bunun yanında, Hz. Üstad’ın hayatının son senelerinde o izinleri kaldırdığına dair bazı davranışlarının emareleri ve bazı ifadelerinin varid olduğunu da tekrar hatırlatırız.

Bundan evvel dört suale cevab ve muğayyebat-ı hamseye dair Sabri Efendi ve Hafız Ali’nin suallerine dair kısa cevabı Hüsrev ile beraber okuyunuz. Münasib görürseniz üçü birden ya Onaltıncı Lem’a veya yazılmayan Ondördüncü Mektub makamına kaim edilsin. Hem yanlış var ise tashih edersiniz. Çünki cevabların aslı sünuhat olmakla beraber, tafsilatında fikrim karışarak yanlış edebilir.

Keşki şair olsaydım, bunu tekmil etseydim, dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken yine başladım, fakat nazm ve şiir yapamadım. Nasıl hutur etti ise öyle yazdım. Benim varisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et.

Verilen izin ve ruhsatlar karşısında Albay H. Hulusi Bey’in bir beyanı: Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, maşaallah, maşaallah. Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur’an’dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözleri okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı, azim bir günah, işliyorum telakki ediyorum. Bazan verdiğiniz selahiyetin manevi kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İşte bendeki telakki ve tesir bu mahiyettedir.

Salisen: Şeytanla münazara namındaki Birinci Mebhasdaki şeytanın mesleğine ait bazı tabirat çok galiz düşmüş. Haşa, haşa kelimesiyle ve farz-ı muhal suretindeki kayıdlarla ta’dil edildiği halde, yine beni titretiyor. Sonra size gönderilen parçada bazı ufak ta’dilat vardı; nüshanızı onunla tashih edebildiniz mi? Fikrinizi tevkil ediyorum; o tabirattan lüzumsuz gördüklerinizi tayyedebilirsiniz.

Bediüzzaman, Hazretleri, Kastamonu hayatında da yine bu konuda daha geniş izin ve ruhsatlar vermiştir. Bilhassa Taşköprülü Sadık Bey’le Tarihçe-i Hayat’ının muhtevası konusunda yaptığı muhaberelerde daha çok ve geniş tasarruf izinleri vermişlerdir. Bunlar yazmakta olduğum Tarihçe-i Hayat kitabının baş taraflarına kısmen kaydedildiği için, onların dışında kalan bir iki nümune arz ediyorum:

Zannederim ki, hakaik-ı aliye-i imaniyeyi Risale-i Nur ihata etmiş. Başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz, şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve ta’lim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci Mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’nın dokuz makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tashih ile devam edecek.

Yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçenin farkı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olmak için bazı ta’biratı değiştirseniz iyi olur.

1944-1949 yıllarında Üstad, Emirdağ’ında iken bu konuda verdiği izinler vardır. İki, üç nümune arz ediyoruz:

Çok faal ve imanı ve ihlası çok kuvvetli Ahmed Nazif evvelce yazmıştı ki, Zülfikar ve Asa-yı Musa’daki manası anlaşılmayan müşkil bazı Arabi kelimeleri tercüme etmek gibi hizmeti benden isterdi. Benim şimdiki halim ve devam eden hastalığım ve maddi sıkıntılarım müsaade etmiyor. Sizler iki veya üç zatı bu vazife ile benim bedelime meşgul ediniz. Fakat çok inceden inceye gitmesinler. Hatta manayı bozmayan yanlışlara çok ehemmiyet verilmesin.

Bundan sonraki kısmı, bütün ömrümde görmediğim dehşetli ve semli bir hastalık içinde yazılmış. Kusuratıma nazar-ı müsamaha ile bakılsın. Hüsrev münasib görmediği kısmı ta’dil, tebdil ıslah edebilir. Zülfikar Mecmuasının tashihini tamam yapamıyorum. Bir tek nüsha mukabelesiz tashihi ise; yirmi sene evvelki te’lif zamanına gayet kuvvetli bir kuvve-i hafıza ile girmek lazım geliyor ki, tam tashih edilsin. Halbuki bu hastalıkta kuvve-i hafızam sönmüş hükmündedir. Fakat ben şimdi baktım ki, hadsiz şükür olsun, manayı bozacak ehemmiyetli yanlışlar pek az gördüm. Onun için mühim yanlışlar görsem, bir listecik size gönderilecek. Said Nursi.

Bu gelecek yazıda tasarruf için ruhsat izni bulunduğu halde, o tip izin ve ruhsatların kaldırıldığını da iş’ar ediyor:

Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda haşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünki metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var.

Bediüzzaman’ın bunlar ve benzeri bir çok izin ve ruhsatlarını havi söz ve beyanları karşısında, Nur Talebelerinin naşirler kısmının ileri gelenlerinden mutlak çoğunluğu, Hz. Üstad’ın o tarz beyanlarını bir iltifat, bir taltif ve belki de bir sadakat imtihanı olarak telakki etmişler. Yahut da H. Hulusi Bey gibi, Risale-i Nur’un üslupları, edep ve edebiyatın klasik bazı kaidelerine uygun gelmese de, Risale-i Nur müellifinin şive ve ifade fıtriliğini Kur’an’ın Nurlarını aksettirmede en muvafık, en münasip ve en layık bir üslup görerek, ona ilişmenin en büyük bir cinayet olacağını kabul etmişler.

Lakin Nur Talebeleri naşir ve katiplerinden (Hüsrev Altunbaşak gibi) bazı zatlar, Hz. Üstadın o izin ve ruhsatlarını ciddi telakki ederek kendilerini o işte salahiyettar görmüşler ve ilk başlarda ufak-tefek «ve», «hem», «dır» gibi ekleri, ilave etmede, kendilerinde cesaret görmüşler. Daha sonraları, merhum Hüsrev Ağabey biraz daha cesurca hareket ederek, bazı kelimeleri tercüme şeklinde sadeleştirmesine, hatta bazı kelimelerin ve küçük bazı cümleciklerin kalıp ve yerlerini değiştirerek aynı mana ve mefhumda dizilmesine kendisinde selahiyet gördü.

Lakin yukarıda belirttiğimiz gibi, Nur’un diğer sahip ve varisleri olan, Nur fabrikasının sahibi merhum şehit Hafız Ali ve heyeti ve Bedre’li merhum Hoca Sabri gibi zatlar ve yetkili şahsiyetler, o tarz bir cesarete sureti kat’iyyede yanaşmamışlar ve Risale-i Nur’un bir tek noktasını bile değiştirmekten veya tek bir harf ilave etmekten çekinmiş ve korkmuşlardır, İşte bu noktada, Hüsrev Ağabey’in yazdığı nüshalarla, Hafız Ali ve Bedre’li Hoca Sabri ve Kuleönlü Mübarekler Heyetinin yazdıkları nüshalar arasında böyle ufak tefek nüsha farkları meydana gelmiştir. Bilahare hemen hemen onlar da yeni yazı neşriyatta izale edilmiş gibidir.

Çünkü, elde mevcut asıl nüsha, musahhah me’hazlarla defalarca okunmuş ve Hz. Üstad’ın telifteki asliyeti muhafaza edilmiştir. Az yukarıda arz ettiğim veçhile, elle yazılan ve bilahare Isparta ve İnebolu’nun teksir makinalarıyla çoğaltılan Risale-i Nur nüshalarını Hz. Üstad dikkatle takip ediyor ve bizzat görüyor, okuyor ve tashih ediyordu. Cüz’i bazı nüsha farklılıklarına ziyade ehemmiyet vermiyor, manayı bozmayan kelime ve cümlelere ilişmiyordu. Böylece her iki tarz nüshalar da çoğaldı. Hatta İnebolu’nun teksir ettiği nüshalar ekseriyetle İslamköyü ve Kuleönü veya Bedre’li Hoca Sabri’nin yazdıkları nüshalara göre yazıldığından, Hüsrev Ağabey’in teksir ettiği nüshalarla bazı farklar gösterir şekilde olmuştur.

Bundandır ki; bugün mesela İnebolu’nun bir Asa-yı Musa’sı ile, Isparta’nın teksir ettiği bir Asa-yı Musa’yı her ikisi de Hz. Üstad’ın kontrolünden geçtiği halde karşılaştırsak, bazı kelime ve cümlelerde manaca bir, fakat suretçe bazı cüz’i değişiklikler görülür. Ama buna herhangi bir kimsenin bir şey demeye haddi ve hakkı yoktur.

Çünkü onun müellifi onları görmüş, kontrol etmiş ve düzeltmelerde bulunmuştur. Lakin Risale-i Nur’un nüshalarını tek tarz yapmak hususunda Hz. Üstad’ın herhangi bir talebi veya emri sadır olmamıştır. Fakat tashihat hususunda talebelerine çok mükerrer ve pek ciddi emirleri olmuştur. Bunun için Hz. Üstadın vefatından sonra birçok defalar Nur mecmuaları musannan nüshalarla karşılaştırılıp son derece titizlik içinde tashihleri yapıldığı halde, tek tarz nüsha yapmak teşebbüssüne tevessül edilmemiştir. Nüsha farklarının menşei budur.

Bu da iki noktadan gelmiştir:

Birincisi: Yukarıda tafsili geçtiği üzere Bediüzzaman’ın has bazı talebelerine birçok defalar gayet samimi olarak verdiği tashih ruhsatı ve tanzim izni…

İkincisi: İlk başlarda elle çoğaltılan risalelerin katipleri içinde bazılarının ya okuyamadığı veya manasını bilemediği bazı kelimelerin imlasında ve yazılış şeklinde yanlışlar düştüğünde veya yine katiplerin yazarken sehven bir iki kelimeyi veya cümleyi veya satırı noksan yazdıklarında, Hz. Üstad, bunları tashih ederken o anda ve o yerde, o makamın manasını ifade edecek olan bazı kelime veya cümleleri tashihen ilave ettiği gibi, başka bir nüshayı da nadiren, aynı manada başka kelimelerle tashih ederdi.

Bediüzzaman risaleleri tashih ederken herhangi bir asılla karşılaştırmadan düzeltmelerde bulunur. «Ben tashihatta hayalen te’lif zamanına gidiyorum, öyle tashih ediyorum» mealindeki ifadesi; her halde ve mutlaka, meselenin manası cihetiyle olmak lazımdır. Çünkü tashihatta harf harf, kelime kelime üzerinde durmayıp yalnız manasını düşündüğünü ve ona göre düzeltmeler yaptığını görmekteyiz.

Bu meseleye şunu da ilave etmek gerekir ki: Yukarıda bir nebze temas edildiği üzere, Bediüzzaman’ın mezkur izin ve ruhsatlarıyla kendini ziyadesiyle salahiyettar gören bazı zatların tanzim işlerini çoğalttığını gören Bediüzzaman, 1949 yılından başlayarak 1953′lerde tamamen durdurma cihetine gitmiş ve o izin ve ruhsatları kaldırmıştır.

Prof.Dr. Ahmed Akgündüz

Risale Ajans

İslâm’ı tahrîf çalışmaları ve sinsî plânlar

Helâket ve felâket asrının dehşet ve vahşetini yaşayan Muhammed Ümmetini (s.a.v), urvetü’l-vüska (tutunulacak sağlam kulp) olan Kur’ân’dan koparmaya ve İslâm’ı tahrîb ve tahrîfe çalışan ‘ifsat komiteleri’ günümüzde de iş başındadırlar…

Kökü dışarda bir ‘zındıka komitesi’, Kitab (Kur’ân) ve Sünnetin mufassal (Ayrıntılı ve etraflı olan ifadeler) yerlerini, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâyı mihenk (ölçü) yapmadan Kur’ân ve Hadis’in bazı mücmel (Kısa, öz, muhtasar, sözü az mânâsı çok ifadeler) yerlerine yanlış mânalar verip, onları tahrîfe çalıştıkları gibi; yine o ecnebi komite, o sağlam ipin sarsılmaz bir müdâfii ve imânî bir tefsiri olan ve âhir zamandaki her türlü inkâr, ifsad, dalâlet, bid’at ve irtidat hastalıklarına karşı Kur’ânî prensipler ve Nebevî reçeteler vâsıtasıyla Kur’ân’dan ve Sünnet’den asla tâviz vermeden Ehl-i  Sünnet ve’l Cemaat’in muhakkik âlimlerinin tesbit ettikleri düsturlar çerçevesinde bid’alara karşı isbat ilmini kullanarak en büyük müdafaalardan birini hakkıyla yerine getiren Üstad Bediüzzaman’ın (r.a)  te’lîf ettiği Risale-i Nurlara karşı da aynı yöntem ve kampanya çerçevesinde saldırılarını eksik etmemişlerdir.

Ondaki ‘mücmel ifadeleri’; ‘tafsilî ifadeleri’ dikkate almadan, zaman ve zemin şartlarına dikkat etmeden değerlendirme yanılgısına düşmüş, sathî nazarla değerlendirmelerde bulunarak onu tenkîse cür’et ve yanlış anlaşılmasına sebep olmuşlardır.

O gizli komite, fâsid yorumlarla Müslümanlar arasına fitne sokmuş, hukûk-i İslâmiyye’yi bilmeyen bir kısım Müslümanların da zihinlerini karıştırmışlardır.

Evet, yaklaşık iki yüz elli yıldan beri bütün dünyada dinsizliği, darvinizmi, ilhad ve dalâleti öne çıkarmaya, eğitim kurumları başta olmak üzere kalb ve dimağın şekillendiği, terbiye edildiği aile ve diğer kurum ve kuruluşlarda, çeşitli araç-gereçleriyle işlemeğe devam etmişlerdir.

İslâm’ın nurunu âlemde söndürmek, yükselişini ve hâkimiyetini önlemek için her türlü fitne kaynaklarını seferber etmişlerdir.
Yetmiş yüzlü, yetmiş renkli, yetmiş katlı mahiyetleri ve değişken yapıları sebebiyle; pozisyonlarını, taktiklerini, gerçek yüzlerini ve emellerini gizleme ve el altından iş görme becerilerini göstermiş, yanıltmaya, saptırmaya, şaşırtmaya devam edegelmişlerdir.

Yapılan bu sinsî çalışmaların ve tahrîb/tağyîr/ tahrîfin dört koldan gerçekleştirilebilmesi için:
1.Ulemâü’s-sû’
2.Ümerâü’s-sû’
3.Meşâyihi’s-sû’
4.Mütrafîn diye tabir edilen dört grup kullanılmaktadır.

Bugün televizyon ekranlarında boy gösteren ulemâü’s-sû’, ‘bize dinimizi yanlış öğretmişler. Müslümanlığı yeniden yorumlayacak, topluma yeni bir din anlayışı sunacağız. Hadisler uydurmadır. Kur’ân bize yeterlidir. Bir kısım fıkhî hükümler yeniden yorumlanmalıdır. Bazı hükümlerin zamanı geçmiştir, Tesettür emri Kur’ân’da yoktur…’ gibi yüzlerce ifsad edici iddia ve söylemleri, onların hangi amaçla görevlendirildiklerinin ve hedeflerinin mahiyetini açıkça ortaya koymaktadır.

Aşağıda numarasını vereceğimiz Maide sûresinde geçen “Ekkâlûne li’s-Suhti” cümlesiyle rüşvetle iş görür, dinin emirlerini tahrîf ederek anlatırlar. Rüşvetleri maddî olabilir, şöhret olabilir, makam/mevki, mansıp, koltuk olabilir… İlim öğrenmelerinin altında bu görevleri yerine getirmek de vardır.

Bugün piyasada bunlar tarafından yazılan ve yazdırılan pek çok dinî içerikli kitaplar reklam edilerek satışları sağlanmaktadır.

Irkçılık, bölücülük, cehâlet ve ihtilâfın kol gezdiği ve uzun yıllara dayanan ‘Doğu gerçeği’ ve yaşanılan kaos ve çıkmazlar yumağına bakıldığında, müteşeyyihlerin nasıl bir rol üstlendikleri müdakkik nazarlardan kaçmıyor. Bu plânın formatı, onları da içine alacak tarzda paket olarak tasarlandığı  için, çözümde gecikmeler ve aksamalar  oluyor, bir türlü neticeye varılamıyor.

Misyoner çalışmaları, bu amaçla belli mihraklarda ve dünya merkezlerinde sözde din adamlarına (ulemâ-i sû’) verilen kurslar ve uyum çalışmaları, bilinen gerçeklerden sadece bir kaçıdır.

“Kendisine verilen bol nimetlerle azıp şımaran ileri gelenler, zenginler” sınıfının (mutraflar) hangi rolü üstlendiği; medya guruplarına, yaptıkları yayınlara, programcılarına, uluslar arası arenadaki icraatlarına bakıldığında, misyonlarının ve üstlendikleri görevin anlaşılması hiç de zor olmayacaktır.

“Dünya nimetleri ve şehvânî şeyler hususunda çığırtkanlığa varacak geniş bir bolluğa ve nimete sahip kılınan” bu güruh, Kur’ân-ı Kerim’de “mutraf” kelimesi” ile ifade edilen ve  ilâhî emirleri unutup şirke dalan, milletlere gönderilen peygamberleri inkâr edenlerin öncüleri ve Karun’un temsicileri olarak kullanılmaktadır. Bundan da anlaşıldığı gibi Mutraf, şirk toplumlarında dengesiz sermaye dağılımıyla ortaya çıkan, sermayenin büyük kısmını eline geçiren ve ‘müstaz’afları=zayıf, yoksul ve kimsesizleri, mazlumları’ ezen, kendilerini Allah’tan müstağnî görme hastalığına sürüklenmiş üstünlük psikolojisi içerisinde bulunan bir sınıftır. (1)

Kurtûbî’nin ifadesiyle “Beldenin zenginleri, idarecileri, zorbaları ve şerrin kumandanları”(2)  olarak tarih boyunca rollerini yerine getirmişlerdir.

Mâide sûresi, 41,42,43,44. âyet-i kerimeleri ve diğerleri bu sınıfları deşifre etmekte, günümüze ve kıyâmete kadar uzanan ‘âm=umûmî, kuşatıcı ve câmi mânasıyla’ hitap etmektedir.

Tevrat ve İncil’i de tahrîf eden bu komitedir.
Bu komitenin propagandası ve güya ‘barışcıl’, ‘hümanist’ (!) bir yaklaşımla, kendileri dünyayı kan gölüne çevirirken; “dindeki ahkâmı (emir ve yasaklara dâir hükümleri) kaldırırsak medeni (!) âlemde kendimize daha kolay yer bulur ve kabul ettirebiliriz” diye propaganda yapıyorlar.

Kur’ân’ın tedrîs ve tâliminin yüzelli yıldan beri tam ve mükemmel olarak yerine getirilmesine engel olunuyor. Dini okullardaki din eğitimi sulandırılıyor, İmam-Hatip okullarına bile tahammül gösterilmiyor. Din tahsili yapanlara ‘gerici, yobaz, örümcek kafalı’ yaftası vuruluyor, kamuoyu medya eliyle sürekli yönlendiriliyor.

Tinercilik, ayyaşlık, uyuşturucu tacirliği, sefih yaşantı, kumar, lüpcülük, lopçuluk, hippilik, popçuluk özendirilirken; ahlâk, fazîlet, ibâdet, mescid, cami aleyhtarlığı yapılarak, cumaya giden birkaç öğrencinin ve öğretmenin arkasından jurnalcılık, gammazlık  sahneleri yaşanıyor bu İslâm ülkesinde…

Dünya ile dinin birbirinden ayrı olduğunu, dinin hayatın içinde yer alamayacağını, özelde kalmak kaydıyla sessiz, pasif, tebliğsiz, aksiyonsuz, Sünnetsiz, Hadis’siz, abdestsiz, ibadetsiz, hayata karışmayan bir Müslüman tipi oluşturma çabaları bu çevrelerce programlı bir tarzda sürdürülmektedir.

Yeni bir Milâdî yıla girmek üzere olduğumuz şu günlerde Noel baba ve yortu saçmalıklarıyla nesiller dejenere edilmekte, inançlarından koparılmak istenmektedir.

Haftalar öncesinden okullarda ve sınıflarda başlayan milâdî yılbaşı hazırlıkları, sınıf annelerinin ve öğretmenlerin öğrencilerden çam süsleme ve Hıristiyan adetlerini yaşatma çabalarına dur diyecek bir otorite ve güçlü bir sadâ ne zaman çıkacak?

Genç beyinler, başıboş bir vaziyette amaç/hedef/gaye yoksunu olarak bir belirsizliğe sürülenmekte…

Bu boşluktan, ortaya yalancı şakirtlik, yalancı velilik, yalancı kutupluk, yalancı mehdîlik, yalancı şeyhlik, yalancı ilim adamlığı, yalancı amirlik, yalancı ağabeylik gibi defolu markalar yayılma istitadı göstermekte… İşte  ‘Süfyâniyet’in kolları ve payandaları bunlardır.

Amaçları şeâiri (İslâm’ın sembollerini, alâmet ve belirtilerini) ortadan kaldırmaktır. Biliyorlar ki, bunlar ortadan kalkarsa, din adına bir şey kalmaz, yıkılır.
Ezân-ı Muhammedî şiardır ve bir sünnettir. Ama bir beldenin, milletin ve ülkenin temel nişânesi, inanç sembolü, İslâm’ın sesli bir dâvetidir. On sekiz yıl bu yüce çağrıdan bu milletin minarelerinden ve  semasından mahrum bırakan işte bu ‘menhûs ruh’ tur.

Eğitimden dinin soyutlanması, kadının yuvasından, huzur ve mutluluğundan uzaklaştırılması bu habis el marifetiyle gerçekleştirilmiştir.

Üstad Bediüzzaman’ın uyarılarını aslâ unutmayalım: “Dikkat ediniz, küfr-i mulakı müdâfaa eden gizli komite, içinize parmak sokmasın.”(3)  

Kur’ân sağ elimizde, Hadis (sünnet-i seniyye) sol elimizde ve Risale-i Nurlar önümüzde bize ışık tutsun inşâallah…

Çalışmak… Durmadan ihlâs, şevk ve iştiyak ile Sünnet’in ihyâsı, Kur’ân’ın hâkimiyeti için hizmet ve cehd… Muvaffak kılmak Cenâb-ı Hakk’a aittir.

Ne mutlu zahmette Rahmeti arayanlara, Kur’ân caddesinde yürüyenlere, büyük müçtehidleri, muhakkık âlimleri tâkip edenlere ve ne mutlu mukaddes çilenin bahtiyar yolcularına!..

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Bkz.K.K,es-Sebe, 34/34-35; Hud, 11/116

2-      Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kurân, Dımaşk 1374, XIV, 305

3-      Bedîüzzaman Said Nursî, Şuâlar, 13.şuâ