Etiket arşivi: takva nedir

Müslümanın Zırhı “Takva” ve “Amel-i Salih”

Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarıdır. (1) Bu sebeple Allah’ın dostları, iman edipte takvaya sarılmış olanlardır. (2) Takvâyı Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder: Takva; Menhiyattan (dinen yasak olan şeylerden) ve günahlardan içtinab etmek (çekinmek) ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.(3) Allah katında insan için en önemli şeref ve kıymet kaynağı takvâdır. “Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır.” (4) ayeti bu hakikate işaret eder. Dini yaşamada bu şekilde hassas davranan müslümana da “muttaki” denir (5). Evet, manâ ve muhtevâ itibariyle takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve: “huden lil muttekin” (Bakara/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları “Lealleküm tettekun” (Bakara/21) ufkuna çevirir. (6)

Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.(7) Fakat ona iman etmek: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları ile isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.(8) Toplumu “imansızlık” gibi bir felaketten korumak, bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için, Bediüzzaman Hazretleri kendini dünyadan tecrid ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bediüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için, her şeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur’an-ı Hakîm’in muhlis bir hâdimi payesine yükselmiştir.(9) Onun izinden giden Risale-i Nur talebelerinin de bu zamanda tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmaları en mühim vazifeleridir. (10) Üstad Hazretleri  Risale-i Nur’un takvadarane meşrebini (11) ders verir ve şöyle der :  “Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.” (12)

Takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmünde olan yeryüzünde (13) Allah’ın halifesi olarak yaşayan biz müslümanların onun hoşnutluğunu kazanması takva ve salih amele bağlıdır.. Bu yoldan bizi alıkoymak isteyecek insi ve cinni şeytanlar karşımıza çıkacaktır. Onları razı etmek hedefimiz değildir. Çünkü takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. (14)

Sonuç:

Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir.. takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan-ı Bedîu’l-Beyan’dır. (15) Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur  bu manayı talebelerine şu şekilde ders verir: “Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (16)

Zafer KARLI

www.NurNet.Org                                                                                                          

Kaynakça :

1- Kastamonu Lahikası – 148

2- Yunus 10/63 :

3- Kastamonu Lahikası – 148

4- Hucurât/13

5- Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi’l-Kur’an, Mısır, 1961, s. 530

6- F.G., Sızıntı, Haziran 1993, Cilt 15, Sayı 173  

7- Barla Lahikası – 328

8- Emirdağ – 1 – 203

9- Sözler – 758

10- Kastamonu Lahikası – 148

11- Şualar – 503

12- Lem’alar – 72

13-İşarat-ül İ’caz – 203 

14- Mesnevi-i Nuriye – 185

15- F. G., Sızıntı, Haziran 1993, Cilt 15, Sayı 173  

16- Kastamonu Lahikası – 77-78

Takva Eğitimi

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da imandan sonra en çok takva hakikatine dikkat çeker.

Takva; Kur’an dilinde insana tavsiye edilen en güzel elbisedir. A’raf sûresi bu fıtrî lisana şöyle tercüman olur: Takva elbisesi: İşte bu en hayırlıdır. Libasu’t takva zalike hayrun.”A’raf: 7/ 26.

Takva Kur’an-ı Hakîm’de etka, ittika, müttaki gibi tabirlerle 285 yerde geçer. Cenab-ı Hak ezelî İlâhî kelamıyla takva sahiplerini sevdiğini, onların dostu olduğunu, onlarla beraber bulunduğunu, yardım ve rahmetinin her zaman onların üzerinde bulunduğunu ve her daim takva sahiplerini en iyi bilen olduğunu insana hatırlatır ve takvaya dâvet eder.

Takva; Rubûbiyyet makamının yüceliğine erişmek için günahlardan kaçınarak ibadet madalyalarıyla ödüllendirilmiş, insaniyet-i kübra kıvamında zinetlendirilmiş bir üniforma mesabesindedir.

Takva bir vikayedir, yani korunmadır. Çekinmek, korunmak, itaat etmek gibi mânaları taşır bünyesinde. Allah’a karşı sorumluluk bilincinin geliştirilmesi, kişinin bu sahada eğitilmesi anlamlarını taşır. Kur’ân’ın ve Resûlullahın emir ve yasaklarına karşı son derece duyarlılık bilincinin geliştirilmesi ve topluma yaygınlaştırılması hedeflenmiştir.

Elimizi attığımız, gözümüzle gördüğümüz, dilimizle ifade ettiğimiz, ruhumuzla algıladığımız, kalbimizle hissettiğimiz, kulaklarımızla işitip vicdanımızda değerlendirdiğimiz her şeyin filtre edilmesi, süzgeçten geçirilmesi gerekir.

Toplumun her katmanında erkek ve kadınıyla bu eğitime çok ihtiyaç var.

İlkokuldan itibaren, Rabbimize gereği gibi kul olabilmenin yol ve yöntemlerini ruhlara nüfûz ettirmedikçe, toplumun ıslahı ve felahına engel koymuş oluruz.

Her haliyle ve fiiliyle toplumun değer yargılarını gözeten dürüst, yalansız, hilesiz, zararsız vatandaşlar yetiştirmenin yolu takva eğitiminden geçer.

Özellikle tüm eğitim kurumlarımızda, sosyal medyada, basın-yayın ve görsel zeminlerde Takvâ eğitimi seferberliği ilan edilmeli, başta devlet olmak üzere sivil toplum kuruluşları, aileler, sorumlu ve yetkili tüm kanallar bu işi önemsemelidirler…

Bediüzzaman Hazretleri meseleye Kur’ân penceresinden bakarak çok isabetli tespitlerde bulunmuştur.

Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. 

Şu tespite bakar mısınız, takvâ eğitiminin nasıl verileceği ne kadar veciz ifade edilmiş:

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günahın terkiyle, yüzer vacip işlenmiş olur. (Kastamonu Lahikası)

Takva ve Sünnet-i Seniyye sırrıyla günlük hayatımızdaki hal ve davranışlarımız, yemek, içmek gibi sıradan işler dahi ibadet şuuruyla yapılır. Böylece âdetler ibadetlere dönüşür.

Kalpler yaralı, zihinler karışık, ruhlar perişan, aile hayatı Sünnet dairesinin haricinde yol alıyor… İyiliğe, ma’rûfa davet edenler, kötülüklere set çekenler horlanıyor, öteleniyor olsa da, sonsuzluk ülkesine kanat çırpan insanlığın kurtuluşu adına en evvel ve başta gelmesi gereken bu görevi yerine getirmede göstereceği bir zerre çabanın bu zamanda çok, ama çok ehemmiyeti ve özgül ağırlığı olsa gerek…

Her gün binlerce günahın hücumuna maruz kalan bir gencin sığınacağı takvâ ile Kur’ânî atmosferi soluklaması, onun ebedî hayatını kurtaracaktır inşallah…

Her gün güzel elbiselerle müzeyyen bir vaziyette çıktığımız sosyal hayatın tehlikeli tuzaklarından içimizdeki takvâ libasıyla korunmak gerektiğini öncelikle nefsimize kabul ettirmemiz gerek.

Her şeyimiz kudret elinde olan yüce Rabbimize sığınıp, O’nu noksan ve eksiklerden ârî ve berî olduğunu, tek övgüye layık Zât-ı Akdesi senalarımızla şanını yücelttiğimizi ve Ondan başka hiç bir ilah ve ma’bûd bulunmadığını günde beş vakit namazda defalarca ilân ettiğimiz ve belki de farkına ve idrakine varmadan tekrar ettiğimiz bir Sübhâneke duasında yoğunlaşmış takvâ eğitiminin farkındalığıyla ibadetlerimizi, hayatımızı, geleceğimizi, sağımızı ve solumuzu koruma altına alabileceğimizin şuuruyla yaşamak bahtiyarlığına erişebiliriz!..

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Büyük Günah İşleyen Dinden Çıkar mı?

İman, inanılması gereken esasları kalben tasdik edip dil ile ikrar etmektir. İmanın rükünlerini kalbiyle doğrulayan, diliyle de söyleyen bir insan hem Allah katında, hem de insanlar nazarında mü’mindir. Bu kimse büyük günahları işlese de dinden çıkmış olmaz, imansız sayılmaz. Büyük günahlardan birisini işleyen bir Müslüman, o günaha imansızlığı sebebiyle değil, nefsine mağlup olduğu, hissiyatının, duygularının sesine kulak verdiği için girmiştir.

Bir ayet-i kerimede, “Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, Biz de diğer günahlarınızı örter, sizi iyi bir hale ve tavra sokarız” (Nisa Suresi, 31) buyurulur.

Böylece mü’minin sonsuz mutluluğu kazanabilmesi için, farzları yerine getirmesinin yanı sıra, büyük günahlardan da sakınması gerektiğine dikkat çekilir.

Cenab-ı Hakk’ın uzak durmamızı istediği büyük günahlar, gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerekse hadislerde açıkça bildirilmiştir. Mesela, bir ayette büyük günahlara işaretle şöyle buyurulur:

Allah’ın halis kulları o kimselerdir ki; Allah ile beraber başka bir ilaha ibadet etmezler. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina da etmezler. Her kim bunları yaparsa günahının cezasını görür.” (Furkan Suresi, 68)

Helak edici yedi şey

Hz. Enes’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste ise Peygamber Efendimiz (a.s.m.)  şöyle haber verir:

“Allah’a ortak koşmak, anne babaya eziyet etmek, adam öldürmek ve yalan söylemektir.” (Müslim, İman: 144)

Başka bir hadis-i şerifte yalan söylemek ve yalancı şahitliği yapmak da büyük günahların içinde sayılmıştır. (Müslim, İman: 143)

Ayrıca büyük günahlar içerisinde ayrı bir yeri olan ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “mûbikat-ı seb’a”, yani “insanı manen helak eden yedi sebep” olarak isimlendirdiği günahlar vardır. Peygamber Efendimiz bir defasında “Helak edici yedi şeyden kaçının” buyurmuş ve bunları şöyle sıralamıştır:

Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, düşmana hücum anında harpten kaçmak, namuslu ve kendi halindeki kadınlara zina iftirası atmaktır.” (Müslim, İman: 145)

Diğer taraftan, içki içmek, kumar oynamak ve dine zarar verecek bid’atlara taraftarlık da büyük günahlar içerisinde zikredilir. (Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası, s. 179)

Günahlardan korunmak için “takva” kalesine sığının

Günah, Allah’a isyan anlamına gelir. Özellikle günahları çekinmeden işleyen, göz kırpmadan içine dalan bir insan, açıkça Allah’ın iradesine karşı geliyor, bir an için O’nun rububiyetini unutuyor demektir.

Bunun için böyle bir tehlikeye düşmemek için büyük günahlardan korunmasını bilmelidir. Bu da, ancak “menhiyattan (Allah’ın yasak ettiklerinden) ve günahlardan içtinap etmek (kaçınmak) ve amel-i salih (emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmak)” olan takva ile mümkündür.

Çünkü günahlardan korunmak için iltica edilecek, sığınılacak en sağlam kale takvadır. Bu kaleye sığınan kimse, az bir amelle ve işle çok sevap kazanabilir.

Şöyle ki; bir haramı terk etmek vaciptir. Bir vacibin ise birçok sünnete denk gelen sevabı vardır. Fitnenin, fesadın kol gezdiği böyle zamanlarda en önemli görev, her taraftan hücum eden günah seline karşı takvayı esas almak olmalıdır. (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 106)

Büyük günah işleyen dinden çıkmaz

Büyük günah işlemenin imanla olan ilişkisine gelince; iman, inanılması gereken esasları kalben tasdik edip dil ile ikrar etmektir. İmanın rükünlerini kalbiyle doğrulayan, diliyle de söyleyen bir insan hem Allah katında, hem de insanlar nazarında mü’mindir. Bu kimse büyük günahları işlese de dinden çıkmış olmaz, imansız sayılmaz.

Çünkü Ehl-i Sünnet âlimlerine göre amel, imandan bir parça değildir. Büyük günahlardan birisini işleyen bir Müslüman, o günaha imansızlığı sebebiyle değil, nefsine mağlup olduğu, hissiyatının, duygularının sesine kulak verdiği için girmiştir.

Şöyle ki: Cenab-ı Hakk’ın emirlerine itaat etmenin, yani ibadetleri yerine getirip, yasaklardan sakınmanın sevabı ve ücreti bu dünyada tam olarak verilmez. Çünkü bu dünya ücret ve mükâfat yeri değil, hizmet ve ibadet yeridir. Bu açıdan Cenab-ı Hak, ibadet ve şükrün gerçek mükâfatını sonsuz bir şekilde vermek üzere ahirete bırakmıştır.

Gafletin sebebi, günahın cezasının dünyada verilmemesi

Mükâfatlar ahirete bırakıldığı gibi, dünyada tevbe ile temizlenmeyen günahların cezaları da ertelenmiş, ahirete bırakılmış oluyor. Bundan dolayıdır ki, günah işlenir işlenmez azabın dünyada hemen verilmemesi, insanı gaflete düşürüyor. İnsan geleceği çok uzak gördüğü için nefsine uyarak günahı rahatlıkla işleyebiliyor. İnsanın bu halini Bediüzzaman Hazretleri özetle şöyle açıklar:

İnsan nefsi peşin lezzeti daha sonra tadacağı lezzete tercih edebiliyor. Aynı şekilde, şimdi yiyeceği bir tokattan, bir sene sonra çekeceği bir azaptan daha çok korkar. Hem insan, duygularına yenik düşünce aklın muhakemesini, ölçüp tartmasını dinlemez. Heveslerine ve vehimlerine kapılınca az ve önemsiz peşin olarak tadacağı bir lezzeti ileride alacağı çok büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan ileride verilecek büyük bir azaptan daha fazla çekinir.

Çünkü vehim, heves ve his ileriyi görmüyor. Belki inkâr ediyor. Nefis de yardım etse, imanın mahalli olan kalp ve akıl susarlar, mağlup olurlar. Şu halde; büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmiyor. Belki his, heves ve vehmin akıl ve kalbe baskı yapmasından ileri gelir. (Bediüzzaman Said Nursî , Lem’alar, s. 70)

O halde, büyük günahlardan birisini işleyen bir mü’minin imandan çıkacağını söylemek mümkün değildir.

Büyük günah işleyen mü’minin ahiretteki durumu

Hadis-i şerifte de, büyük günahlardan birisini işleyen bir mü’minin kâfir olmayacağı, o günahının cezasını çektikten sonra cennete girebileceği açıkça görülüyor. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

“Bana Cebrail geldi ve ‘Ümmetinden her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayarak ölürse cennete girecektir’ diye müjdeledi. Ben, ‘Zina etse de, hırsızlık yapsa da mı?’ dedim. ‘Evet, zina etse de, hırsızlık yapsa da’ buyurdu.” (Müslim, İman: 155)

Kâfir cennete giremez ve sonsuz olarak cehennemde kalır. Çünkü Cenab-ı Hak kâfire cennet nimetlerini haram kılmıştır. Hadiste, zina eden ve hırsızlık yapan birisinin cennete gidebileceği belirtilmekle onun kâfir olmayacağına işaret ediliyor.

Demek ki, Allah’a şirk koşmanın dışındaki büyük günahlardan birisini işleyen insan, günahının cezasını çektikten sonra cennete girecektir.

Ancak, günah işleyen kimsenin, işlediği günahın helal olduğunu savunmaması gerekir. Haram olduğu kesin delillerle belirlenmiş olan bir işin helal olduğuna inanan bir kimsenin iman dairesinden çıkacağı zaten kesindir. Mesela; faizin haram olmadığını veya bu zamanda haram olmayacağını iddia etmek gibi…

Her bir günah bir küfür tohumu taşır

Bununla birlikte, “Her bir günah içerisinde küfre gidecek bir yol olduğunu” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 7) da hatırdan çıkarmamak gerekir. Günahın içinde devamlı işlendiği takdirde küfür tohumu olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi şöyle izah eder:

Masiyetin (günahın) mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü o masiyete devam eden ülfet peyda eder (alışır), sonra ona âşık ve müptela olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o masiyetin ikaba mucib olmadığını (azabı gerektirmediğini) temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı, gerek daru’l-ikabı (azabı veya cehennemi) inkâra sebep olur.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 115)

İnsan olarak günahlardan tamamen korunmamız mümkün değildir. Bunun için günah tehlikesi hepimiz için mevcut. Bu tehlikeyle karşı karşıya kalınca, ondan kurtulmak için -küçük olsun büyük olsun- işlediğimiz her günahın hemen ardından, Allah’a karşı mahcubiyet duyup pişman olmalı, tevbe ve istiğfarla tekrar Allah’a yönelmeli ve ondan bizi affetmesini dilemeliyiz.

Mehmed Paksu

MoralDunyasi.com

Takva Nedir? Üstünlük Neden “Takva”dadır?

Takva; sakınmak, derin bir saygıyla Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmak, rahmetini, lütuf ve ihsanını kaybetmekten, kahr ve cezasından korkmaktır.

Takva, “huzur-u daimî”, yani daima Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruyla yaşamanın formulüdür.

gül tomurcuğuKur’ân’da 258 yerde geçen takva âyetlerinden birisinin meâli şöyledir: “Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir.” (Nahl Sûresi, 128.)

Bir hadis-i şerifte, “Arab’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. İnsanın cennete girmesine sebep olan en büyük şey, kulun takvasıdır” buyurulur.

Bediüzzaman, “Bu mektup gayet ehemmiyetlidir” notuyla talebelerine gönderdiği lâhikada, “Kur’ân-ı Hakim’in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih” esaslarını nazara vererek şöyle tarif eder:

Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.” (Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 110.)

İslâm imanında, ahlâk ve hukukunda, “def-i mefasid ve terk-i kebâir üssü’l-esas”tır. Yani, önce olumsuz, şer, kötü yok edilir, ardından müspete, hayra, olumluya geçilir.

Takvada önce haramlar terk edilir. Ardından mekruhlardan sakınmak; peşinden mubah ve helâller gelir. Buna şöyle işaret edilir:

Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır… Hem, takva içinde bir nevî amel-i salih var… Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 110.)

Takvanın üç mertebesi olduğu nazara verilir:

1- Şirkten takva: İmanı tahkikiye çıkarıp şirkten korunmayı esas alır.

2- Masiyetten takva: Kebâiri, yani, büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmayı gerektirir. En yaygın olarak bu anlamda kullanılan takva için, şöyle ferman edilir: “Eğer onlar Allah’a iman edip Onun emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınsalardı, elbette Allah tarafından verilecek bir mükâfat kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilmiş olsalardı!” (Bakara Sûresi, 103.)

3- Masivadan takva: Kalbini, Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak tutmak. Bu da zikir, şükür, fikir/tefekkür ile olur.

04.01.2013

Ali FERŞADOĞLU

afersadoglu@hotmail.com