Etiket arşivi: Talha Uğurluel

Osmanlı Mezar Taşlarının Lisanı

Başta İstanbul olmak üzere, cadde ve sokakları ile hâlâ Osmanlı kokan hangi şehre uğrasanız, yolların kıyılarında ilginç mezar taşlarına sahip mezarlıklar görürsünüz. Günümüzde olduğu gibi, bu mezarlıklar şehrin dışında değildir, bilâkis şehir ile iç içedir. Bu mezarlıklar birçok yabancı seyyahı şaşırtan hâliyle, şehrin en güzel yerlerine kurulmuştur. 

Osmanlı mezarlıkları, çevrelerinde yaşayan insanlara sanki bu dünyanın geçiciliğini fısıldamaktadır. Osmanlı toplumunda hayat ölülerle o kadar iç içedir ki, insanlar evlerinin önündeki bahçeye, yahut her gün gittikleri caminin bir köşesine bile gömülebilmektedir. İstanbul Karacaahmet, Eyüp veya Edirnekapı Mezarlıklarının etrafındaki duvarlar, 1950’lerden sonra örülmüştür. Osmanlı genelinde mezarlıkları çevreleyen duvar yoktur. Herkes rahatlıkla bu mezarların arasından geçebilmekte, bilhassa hanımlar, çocukları ve komşuları ile müsait bir mezarlık sahasında, bir ikindi sohbeti yapabilmektedir. Bunlarla Osmanlı insanının hedeflediği şey, dünyanın geçiciliğini hatırlatan nasihati hep göz önünde tutmak ve öldükten sonra kendilerine dua edebilecek insanlara kendilerini daha iyi gösterebilmektir. Bu yüzdendir ki, Osmanlı mezarlıklarında mezar taşı yazıları çoğunlukla yola bakmaktadır. Karacaahmet mezarlığında olduğu şekliyle, eğer bir kişi kendisine, mezarlığın yol kenarına bakan kısmında bir yer bulamamışsa, asıl mezarı içeride olduğu halde, mezar taşının bir nümunesini yol kenarına diktirebiliyordu. Böylece yoldan geçenler, bu mezar taşlarını okuyabiliyor ve bu kişilere ismen dua edebiliyordu. 

Bir Osmanlı mezarlığına girdiğinizde eğer onların dilinden anlamıyorsanız sadece irili ufaklı, hepsi birbirine benzeyen mermer sütunlar görürsünüz. Fakat dikkatle incelediğinizde hemen hiçbir mezar taşının diğeri ile aynı özelliklere sahip olmadığını fark edersiniz. Her bir taş, başında farklı bir serpuş taşımasının yanında üzerindeki hemen her bir işaret ile de ait olduğu mezarda yatan kişiye ait nice özelliği ortaya koymaktadır. Bu dilden anlayan kişiler için bu mezarlıklar, hepsi kıyamda durmuş sonsuz bir sükut içinde haşri bekleyen, birbirinden farklı mesleklere, meşreplere sahip insanlarla dolu mekanlar gibidir. Çünkü başınızı çevirip nereye baksanız aşina bir sima görüyor gibi olursunuz. Toplumun hemen her tabakasından, her mesleğinden ve meşrebinden, sosyal statü olarak her gurubundan kişi orada toplanmış öylece beklemektedirler. 

Bir mezar taşının dış yapısı ve üzerindeki süslemeleri ile ilk bakışta belli ettiği şey ait olduğu mezarda yatan kişinin cinsiyetidir. Erkek mezar taşları genellikle başlıklı iken bayan mezar taşları bir bayanın inceliğini temsil edercesine buket buket çiçeklerle ve çelenklerle süslüdür: Güller, rozet biçimli çiçek motifleri, kıvrık dallar, süsen, buhur-u Meryem, yıldız çiçeği, nergis, karanfil, çan çiçeği, şakayık, küpe, rozet, zambak, çiçek açmış erik ve badem dalları bunlardan sadece birkaçıdır. Günümüzde bir hanım, evlenmeden önce öldüğünde nasıl tabutunun üzerine duvak konuyorsa, Osmanlı’da da, genç yaşta, evlenemeden ölen bayanların mezar taşları duvak şeklinde yapılmakta, bu mezarların ayak taşına kırılmış bir gül goncası işlenmektedir. 

Çiçek motiflerinde son derece detaylı bir gözlemin ürünü olan harika bir sanat gözlenmektedir. Mezar taşları üzerindeki her bir çiçek sanki kendi lisan-ı halleri ile gezenlere bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır. Meselâ birçok yerde görülebilen beş yapraklı bir çift lale hep duaya açılan eller gibi resmedilmiştir.

Lale Devri ile üç boyutlu bir hâle gelen ve daha bir gerçekçilik kazanan bu çiçekler zaman zaman vazo ve saksı içinde resmedilmişlerdir. Erkeklere ait  mezar taşlarında da belli ölçülerde çiçek motifleri görülmektedir. Hayatlarını çok kibar ve seviyeli yaşayan Osmanlılar zarafete ayrı bir önem vermiş ve seviyeli bir şekilde süslenmesini de bilmişlerdir.

Meselâ bir Şeyhülislâm (kavukta gül) kocaman kavuğunun bir köşesine bir gül iliştirebilirken, bir katip kafesi destarının yanına bir tüy takabiliyordu. Fes kullanılmaya başlandığı dönemlerde de feslerin etraflarına çiçekli bordürler iliştirilerek bu zerafet sürdürülmüştür. Gerçek hayattaki bu güzel detaylar mezar taşlarına da aynen yansımış ve bizleri hayranlık içinde bırakan manzaralar meydana getirmişlerdir.

Mezar taşlarının üzerlerindeki şekil ve semboller kişilerin cinsiyetini belli etmek yanında o kişilerin meslekleri hakkında bilgiler de vermektedir. Mesela mesleği denizcilik olan bir kişinin mezar taşında o kişinin denizci olduğuna dair bir işaret, sembol, ya da motif bulunmaktadır. Bunlar; gemi direği, yelken bezi, urgan, halat, gemi çapası, Osmanlı denizcilik arması vb.dir 

Bu arada kırık gemi direği de kişinin artık hayatta olmadığının göstergesidir. Bazı gemici lahitleri vardır ki aynen gemiye benzetilmişlerdir. Bunların etraflarını boydan boya halatlar ve gemi zincirleri çevrelemektedir. Denizci mezar taşlarının en yoğun olduğu yerler, Osmanlı’nın en namlı denizcileri olan Kılıç Ali Paşa, Barbaros Hayrettin Paşa, Piyale Paşa, Lala Mustafa Paşa’ların metfun bulundukları hazire civarlarıdır.

Eğer kişi hayatta iken kalem ile geçindi ise onun mezar taşında rulo halinde kâğıtlar ile kamış veya tüyden bir kalem görmeniz mümkündür. Kişi ressam ise bir palet ve fırça, asker ise kılıç, kama, top, gülle, yada dürbün resmedilen mezar taşları da bulunmaktadır. Özellikle hayatta iken askerlik yapmış ve yüksek rütbelere gelmiş olanların mezar taşları bir hayli teferruatlıdır. Kimi asker mezar taşlarında neredeyse cephanelik oluşturacak kadar çeşitli silah görmek mümkündür. Bu silahlar taşa gelişi güzel konmayıp, Osmanlı arması formunda, savaş davulunun etrafında; top, kılıç, hülle, topuz, okluk, borazan, flama asılı mızrak, gönye vb. şeklinde sıralanmaktadır. Bu tarz süslemelerde tercih edilen silahlar daha çok ölen kişinin hayatta iken kullandığı silahlardan seçilmektedir. Askeri kökenli kişilerin mezar taşlarında taşın iki yanına rütbesine göre apoletleri de yerleştirilmektedir. 

Mezar taşlarında asker kökenli kişilerin en çok tercih ettikleri motif ise Osmanlı Devlet Armasıdır. İlk kez III.Selim döneminde kullanılan Osmanlı arması, askerî özellikleri yanında insanî, dinî ve millî yönleri sebebiyle halk tarafından da çok sevilmiş ve benimsenmiştir. Bunun sonrasında da insanların mezar taşlarında bu gösterişli arma sıkça kullanılmaya başlanmıştır. En çok II. Mahmud döneminde görülen Osmanlı armalarında; top, kılıç, çift ve tek taraflı teber, tabanca, kanunu ve Kuranı temsil eden terazi ve kitap, altta bitkisel motifler ve etrafta parlayan bir ışık halesi bulunmaktadır. Bu armaların alt kısımlarına kişilerin aldıkları nişanlar da işlenmektedir. Birçok paşanın mezar taşı “Şevkat, Mecidi ya da Hamidi Nişanları” ile süslüdür.

Mezar taşları üzerindeki bazı motifler ise mezar sahiplerinin meşrepleri hakkında bilgi vermektedir. Mevlevilikte eğer bir kişi bizzat tekkede vazifeli ise mezar taşının başında bir Mevlevî kavuğu taşırken, sadece intisap edenlerin taşları üzerinde bir Mevlevî sikkesi kabartılmaktadır. Kadirilerde ise bu yola girenlerin taşlarında Kadiri gülü denilen motif bulunmakta ve meşrebin kollarına göre etrafındaki desen değişmektedir. Mesela Kadiriliğin Rumi Kolu’nun sembolü 8 terkli taç ve ortasındaki Kadiri Gülü kabartmasıdır.

Başka bir kolun muhibbine ait taşta ise 18 köşeli yıldız görülürken kimilerinde de bu yıldız, etrafı destarlı bir tacın içine oturtulmaktadır. Bayramiler altı terkli tarikat tacı giyerler ve taşlarına da bunu kazıtırlar iken Nakşî mezar taşlarında müjganlı Nakşî tacı görülmektedir. Sünbülî yolunun kurucusu Sünbül Sinan Efendiden dolayı bu yola intisap edenler de mezar taşlarına sünbül motifi işletmektedirler. Mezarda yatan kişinin meşrebini sadece meşrep sembollerinden değil, o yolda yaygın olarak kullanılan eşyalardan da anlamak mümkündür. Mesela Bektaşî mezar taşlarında 12 köşeli teslim taşı ile teber ve keşkül gibi tarikat eşyaları görülebilmektedir. 

Osmanlı Mezarlıklarına girildiğinde insanların içini hiçbir zaman bir kasvet kaplamamakta, aksine her bir mezar taşı üzerindeki süslü ve sanatlı motifler ile derin mânâlar taşıyan bezemeler, kişilere ölümün güzel yüzünü hissettirmeye çalışılmaktadır. Bu etkileyici manzara bizlerin olduğu kadar yabancıların da dikkatini çekmiş ve nice gezgin, mezarlıklarımızla ilgili ilginç yorumlarda bulunmuşlardır.

İstanbul gezginlerinden biri olan ve yüzyıllar önce ülkemizi ziyaret eden Edmondo Amic, mezarlıklarımızdaki etkileyici manzara karşısında bakın neler diyor:

Caminin etrafında ulu ağaçlar altında çiçeklerle çevrilmiş mermerler ve arabesklerle parlayan gösterişli kitabelerle süslenmiş sultan, vezir ve saray büyüklerinin türbeleri yükselir. Bu, fevkalâde bir sessizliğe gömülmüş aristokratik bir mahalle gibi uhrevî bir hüzünle beraber dünyevî bir hürmet hissini ilham eden bembeyaz, gölgeli ve şahane güzelliğe sahip bir mezar şehridir. Mezarlık bahçelerindeki yeşilliğin çelenkler ve demetler halinde sarktığı ve üzerinden akasya, meşe, mersin dallarının yükseldiği beyaz duvarların ve parmaklıkların içine geçiyor ve türbelerin kemerli pencerelerini örten demir dantellerin arasında, tatlı bir ziya içinde, ağaçların yeşil gölgeleri ile boyanmış mermer lahitleri görüyoruz. İstanbul’un başka hiçbir yerinde, ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilemez. Dudaklarda hem dua, hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan bir saray, bir bahçe, bir mabettir bu.”

Ünlü Fransız yazar ve seyyah Gerard de Nerval, İstanbul mezarlıkları hakkında şunları söylüyor:

“Boğaz’da son derece güzel ve serin bir yerdeyiz. Buranın bir mezarlık olduğunu söylememe ihtiyaç yok sanırım. İstanbul’un bütün güzel yerleri, gezilecek ve zevk alınacak sahaları mezarlıklardır. Bakıyorsunuz yüksek ağaçların arasında, şuradan buradan güneş ışınlarının sızıp renklendirdiği, sıra sıra beyaz hayâletler var. Bunlar bir insan yüksekliğinde, mermerden yapılmış mezar taşlarıdır. Başları sarıklı, üzerleri yazılı mezar taşlarıdır. Sarığın biçimi, ölünün hayattayken işgal ettiği mevkii, sosyal seviyesini veya mezarın yapılış tarihini belli ediyor. Bazı mezar taşlarının başları koparılmış. Bu koparılmış olanların çoğu Yeniçeri mezarlarına ait. Kadınların mezarlarında da sütun taşlar var. Fakat bunlarda, baş yerinde gül veya demet şeklinde bir süs bulunuyor. Kabartma veya oyma şeklinde çiçeklerle süslenmişler.” 

Günümüzün meşhur bir mezar taşı uzmanı ise, Osmanlı mezarlıklarında gezmenin dünyanın en heyecan verici şeylerinden biri olduğunu söylüyor ve ekliyor “-Eyüp Mezarlığına doğru tırmanırken, Himalayalar’da sanki şimdiye kadar hiç kimsenin çıkmadığı bir tepeyi keşfediyor gibi oluyorum.” Sadece bu  araştırmacılar değil bunların yanında Barlett, Sebatier, Loti, Pardeu, vb. daha birçok yabancı yazar ve gezgin de mezarlıklarımızdan derinlemesine etkilenmişler ve eserlerinde bu konudan bahsetmişlerdir.

Gerçekten de Osmanlı mezar taşları hiçbir zaman, ölen kişinin sadece kimlik bilgilerini aktaran bir taş parçası olmamış, sanat yönüyle ileriki yüzyıllarda Avrupa’nın biz bulduk ve geliştirdik dedikleri resim ve heykeltıraşlığı çok önceleri hem de en mükemmel haliyle ortaya koymuşlardır. Hatta sadece objeleri resmetmekle kalmamış onlara derin manalar da yüklemişlerdir. Mesela bir ölünün arkasından yapılacak en önemli şey olan dua, Osmanlı taş oymacılarının elinde somutlaşmış ve mezarlığı gezen herkesin gözünün önünde arz-ı endam etmeye başlamıştır. Vefat eden bir kişinin arkasından yapılan en yaygın dua; “Allah Onun kabrini cennet etsin.” temennileridir.

Osmanlı mezar taşlarını dikkatle incelediğimizde bu duanın nasıl şekillere döküldüğünü hayretle görmekteyiz. Mezar taşı sanatçıları bu duaları resmederek taşa geçirmiş ve sanki, “Biz cennet meyvelerini vefat eden kişinin taşına kazıyoruz, Allah’ta gerçeğini O’na ikram etsin.” demeye getirmişlerdir.

Kur’an-ı Kerîm’in birçok yerinde geçen cennet tasvirlerinde anlatılan nice meyve bu şekilde resmedilegelmiştir. Bu meyvelerden en yaygını hurmadır. Hurma motiflerinde resmedilen her ağaç muhakkak meyveye durmuş haldedirler. Mezar taşlarının genellikle ayak taşlarında bulunan hurma motiflerinde ağacın yaprakları, bulunduğu taşın tüm yüzünü kaplayacak şekilde tüm yüzeye dağılmıştır. Alt kısımda aşağıya doğru sarkan çok taneli hurma hevenkleri ve onların ucunda da yere doğru kıvrılan ince dallar görülür. Hurmanın ortasında çok dilimli iri yapraklar bulunmaktadır. 

Kur’an’da Hurmadan bahsedilen yerlerden biri de En’am Suresidir. Bu surede ayrıca zeytin ve nar bahçelerinden ve üzüm bağlarından da söz edilmektedir.  Bu ayetlerde geçtiği üzere nice mezar taşında Hurma gibi taşa sardırılmış salkım salkım üzümler ile üzüm kütükleri, çatlamış dudaklarından taneleri dökülen iri iri narlar ve fiyonk gibi yaprakları ile zeytin ağaçları dikkatimizi çekmektedir. Kur’an’da Tin Suresinde zeytin ile beraber incire de yemin edilerek insanın en güzel şekilde yaratıldığı anlatılmaktadır.Bu sureyi dinledikten sonra gözlerimiz taşlar üzerinde incir de arıyor ve bulmakta gecikmiyoruz. Mezar taşlarına resmedilen meyveler arasında tabak tabak sıralanmış incirlerde görmekte ve mezar sahibine bunların asıllarını vermesi için nimetlerin asıl sahibine dua etmekteyiz.

Mezar taşlarında meyve cinsinden ağaçların yanında meyvesiz olduğu halde çokça resmedilen bir ağaç da servidir. Servilerin mezar taşlarına işlenmesinin ardında da ince hikmetler yatmaktadır. Servi yaz kış yeşil olabilen, kendisine özgü bir kokusu olan ve bu kokusu ile haşerenin üremesine engel olan bir yapıya sahiptir. Servi Ağacı tasavvufta, düzgün ve uzun duruşu ile Kur’an’daki Allah lafzının yazılışının ilk harfi olan elif’e benzetilmekte ve Vahdet-i Vücut’un bir işareti olarak kabul edilmektedir. Ayrıca Allah’ın birliğini de sembolize etmektedir. Servinin dik ve doğru duruşu doğruluğu ve dürüstlüğü simgelemektedir.

Mezar taşlarının üzerinde çokça gördüğümüz bir motif de kandildir. Bu obje o kadar çeşitlendirilmiştir ki mezar taşları üzerine resmedilen kandil formlarının sayısı 40’ı bulmuştur. Bu kandillerin hepsi zincir ile asılı durumdadır. Bazı örneklerde zincir kandil ağzıyla tutturulmuş iken bazılarında kandil yanındaki üç halkadan bağlanmaktadır. Kandillerin mezar taşlarına konularak, kişinin kabrini aydınlatması temenni edilmiştir. Ayrıca bazı kandil karınlarında Allah lafzı da görülmektedir. Kurân-ı Kerîm’de Nur Sûresi 35. ayette kandilin sembolik anlamının verilmesi de bu açıdan bir hayli ilginçtir. Buradan hareketle kandilin Allah’ın nurunu ve aydınlatıcılığını simgelediği söylenebilir.

Günümüzde insanların en çok dikkatini çeken bir diğer mezar taşı motifi ise hançerlerdir. Hançer, yakın düvüşte kullanılan, düz yada kavisli bir gövdeye sahip, sivri uçlu bir silah olup, kın içerisinde belde taşınmaktadır. Osmanlı Mezar taşlarında hançerler üstü açık lahitlerde lahtin yan yüzüne, kapalı lahitlerde ise mezarın üzerine işlenmektedir. Hançerlerin tasvir ediliş şekilleri hepsinde aynıdır. Hançerin kabza başı palmet biçiminde, kabza kısmı hafif bombelidir. Hançerler kın içerisindedir. Hançerin kınında olması o kişinin artık yaşamıyor olduğunu göstermektedir. Hançerlerin uçları yuvarlak bir şekilde sonlanmaktadır. Hançerin sivri tarafı kişinin ayak ucuna doğru bakar. Taş sandukalarda ise hançer, sanduka üzerine sarılmış bir kuşağı andıran bordürün üzerine yerleştirilmiştir.

Osmanlı Mezar taşlarında yoğun bezemenin yer aldığı en önemli tür lahitli mezarlardır. Bu tür formlarda lahtin tüm yüzleri adeta birer çiçek bahçesi gibi işlenmiştir. Lahitli mezar taşlarının baş taraflarında bazen ortada bir gül bezek ve iki tarafında birer vazodan çıkmış gül ve yıldız çiçekleri ya da lâle ile karanfil motifleri görülmektedir. Bazı lahitlerin üst kısımlarında balık pulu bordürü bazılarında ise Rumi-lotüs bordürü dolaşmaktadır. Taş lahitlerde baş ve ayak kısmı dilimli yarım şemselerle taçlandırılarak Şahidelere birleştirilmiştir. Çoğunlukla baş taraftaki şemsenin içinde kitabe yer almaktadır. Sandukanın üst kısmı kırma çatı şeklinde üçgen olarak birleşmektedir. Taş sandukanın üzeri ise çintemani motifleri ve üç kollu çarkı felek oluşturan bitkisel motiflerle âdeta kumaş deseni gibi süslenmiştir. Lahitli mezarlar genellikle 19. ve 20. yy da yapılmıştır. Fakat eski bir lahit uygulamasını Eyüp’te III. Ahmet’in kızı Saliha Sultan’ın mezarında görmek mümkündür. Lahtin tüm yüzlerinde aralıklarla sütunçeler işlenmiş ve kemerlerle birbirlerine bağlanmışdır. Bu kemerlerin orta kısımlarında istiridye kabukları bulunmaktadır. Kemerlerin aralarında ise tabaklar içinde meyveler görülmektedir. Bazı lahit mezarlarda lahit köşeleri kum saati formlu sütunlarla oluşturulmakta hatta bunlara burgu motifi de verilmektedir. Birtakım lahit yüzlerinde bulunan semboller kenger yapraklar ile sarılmaktadır. Ayrıca bu yaprakların silindirik formlu baş ve ayak şahidelerinin diplerini çepeçevre sardığı görülmektedir. Yine bu lahitlerin dar yüzlerinde sağır nişler bulunmaktadır. Lahit mezarlarda nişlerin üstlerinde, kemerler arasında zaman zaman göze çarpan kabartmalı ay yıldızlar daha çok 2. Meşrutiyet sonrasına tarihli mezarlara aittir. 

Mezar taşlarında amaç ölen kişiyi hayattakilere tanıtmak ve merhumun ruhuna bir Fatiha okutmak olduğu için lahit mezarların yola bakan tarafları çok süslü ve daha dikkat çekicidir. Özel semboller daha çok yola bakan tarafa konmuştur. 

Dünya üzerindeki en dikkat çekici açık hava mermer işçiliği müzesi olan bu tarihî mezarlıklardaki bezemeler, anlatmakla bitmez. Ve bu dilden anlayan herkese her bir motifi ile mezarda yatan kişi hakkında türlü şeyler anlatır. Her bir mezar taşı lisan-ı hali ile ölümün bir yokluk olmadığını, üzerine işlenmiş ince ve derin mânâlar taşıyan nice muhteşem sanat ile gözler önüne sermeye çalışır.

Görüldüğü üzere Osmanlılar, mezar taşlarında da kılı kırk yaran bir sanat örneği göstermiştir. Osmanlı mezar taşları, bir mezar taşı olmasının ötesinde, Osmanlı’nın hayat anlayışını ve mümince duruşunu gösterir. Ki bundan olsa gerek, sadece bu mezar taşlarını görüp İslâm’ı tercih edenler olmuştur. Mezar taşlarındaki incelik ve derinlik, Osmanlı’nın sadece savaşçı bir devlet olduğu iddiasını da çürütüyor. 

Talha UĞURLUEL

Medeniyetleri yıkan hastalık: “Fitne”

Seni zaafa uğratmak için ne planlar kurdular, ne sinsi oyunlar kurguladılar! Ama Büyük Vazifeli, Nebiler Nebisi (a.s.m.) hayatta idi o günlerde. O’nun (a.s.m.) engin ferasetine çarpıp çarpıp gerilediler. O’nun (a.s.m.) asıl hayata intikali sonrası “şimdi sıra bizde” dediler. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar olarak ortaya çıktılar. Amaç insanların kafalarını çelmek, kendilerine taraftar toplayıp İslam’ı bitirmekti. Ama ne Müseylemeleri, ne Tuluyhaları başarılı olabildi bu oyunlarda. Hz. Ebubekir’in sıddıkiyetine, Hz. Ömer’in adaletine çarpıp çarpıp perişan oldular.

Bu disiplinli toplumun önünde ne Roma ne de Pers İmparatorlukları durabiliyordu. Daha Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk yıllarında İslam orduları Anadolu topraklarına girmiş, huzur ve sükûn iklimi dört bir yanı çepeçevre sarmaya başlamıştı. Aydınlıktan rahatsız olanlar vardı. Hz. Peygamber’in sahabesi de olsalar, onları da birbirlerine düşürmenin yolları olmalıydı. Hz. Osman dönemi idi. Peygamberimizin (a.s.m.) “Melekler bile senden utanıyor” dediği bu büyük insan için fitne kazanları kaynamaya başlamıştı. Hakkında ortaya atılan iftiralar, uzak coğrafyadan kışkırtarak getirttikleri güruhlar ve derken İslam tarihinin utanç sayfası cinayet Medine’de işleniyordu. Evin ön kapısında Hz. Ali’nin iki mübarek oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin nöbet beklerken arka duvarı yıkarak girmiş ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) damadı Zinnureyn’i şehit etmişlerdi.

İşte istedikleri olmuş, fitnenin fitili ateşlenmişti. Sahabe, Hz. Osman’ın katillerini bulmak için seferber olacak ve iki grup halinde bir araya geleceklerdi: Hz. Ali’nin etrafında toplananlar ile Hz. Aişe’nin etrafındakiler. Niyet, amaç, hedef aynı idi. İki ordu o gün yan yana gelmiş, ne yapacaklarını istişare edeceklerdi. Hava kararmak üzere idi. Yarın görüşürüz denildi ve herkes çadırlarına çekildi. Fitne uyumamıştı ama. Bu iki güzide topluluğu birbirlerine düşürebilirlerse düğün bayramdı birilerine. O gece ard niyetliler bu iki topluluğun içine sızacak ve gecenin karanlığında birbirlerine ok yağdıracaklardı. İki topluluk da sanacaktı ki diğeri bana saldırıyor. Ve gecenin karanlığında birbirlerine gireceklerdi. Sabah gün ağarırken biz Hz. Ali’yi Talha bin Ubeydullah’ın cenazesi başında ağlarken bulacaktık. Cennetle müjdelenmiş iki kişi bir arada idi. Biri gece şehit edilmiş diğeri ona gözyaşı döküyordu. Fitne başarmıştı!

Fitne hiç durmaz…

Aynı oyunları Sıffin’de de, Hakem Olayı’nda da, Kerbela’da da icra etmeye çalıştılar. İnanmışlar birbiri ile uğraşmalı, hak, batıla galebe çalamamalı idi. Emeviler dönemi ve Abbasiler döneminde İslam’ın sesi ufukları dolaşırken, bir tarafta İspanya’dan öbür tarafta Orta Asya’ya kadar ilerleme sağlanırken içeriden de kokuşmanın emareleri belli oluyordu. Emevilerdeki ırkçı anlayış büyük bir fitneye sebep olurken, servetin çoğalması ayrı bir gevşemeye sürükleyip götürüyordu toplulukları. Bazen bir yalçın dağ çıkıyordu toplumun önüne ve onun kahramanca duruşu toplumdaki tüm hastalıkları bertaraf ediyor, fitne ve diğer salgınların yayıcıları girecek delik aramaya başlıyorlardı. Bir Emevi halifesi olan Ömer b. Abdülaziz işte onlardan biriydi. İşe önce kendisinden başlamıştı zira. Kendisine ve eşine ait tüm zineti beytülmale teslim edip “işte böyle yaşanmalı” demiş ve yola öyle koyulmuştu. İdareci böyle olunca toplum da silkinip kendine gelebiliyordu. Toplumu bir dönem, Harici, Sünni, Şii diye bölmeye çalışanlar lal kesilmişlerdi. Fitnenin kapısını açmak için bu büyük fedakârı ortadan kaldırmak gerekecekti. Ve hayâsız suikastı işlemekten de çekinmediler.

Abbasilerin zayıfladığı yıllardı. Bağdat’taki Abbasi halifesi zor günler geçiriyordu. Şii Büveyhoğulları kendi akideleri adına Bağdat’ı ablukaya almışlardı. Sıkıntı had safhada idi. Birden Orta Asya bozkırlarından bir yiğit çıkagelecek ve fitnenin ocaklarını söndürecekti. Bu kişi Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’di. Ahlat’tan Diyarbakır’a, Halep’ten Kudüs’e kadar nice toprak Büyük Selçuklunun himayesinde idi. Zor ve sıkıntılı günler uzak değildi. Bu devleti yok etme adına İsmaili grupları suikast timleri ile Nizamülmülkleri, Melikşahları katlediyor ve kaos ortamında kendilerine yer edinmeye çalışıyorlardı.

Anadolu Selçukluları, Anadolu’da kapı gibi duruyor ve hem Haçlılara geçit vermiyor hem de bölgenin İslamlaşması için nice fedakârlıklar yapıyorlardı. Ama Ortadoğu’da sıkıntı vardı. Tunus’tan kopup gelen Fatimiler Mısır’ı ele geçirmiş ve Şii akideyi yayarak İslam’ın bağrında derin yaralar açmaya başlamışlardı. El-Ezher gibi dev eğitim kurumları ile propagandalarını yapacak kişileri yetiştirirken Selçuklunun Nizamiyeleri, onların karşısında bir set oluşturmaya çalışıyor, fitnenin kol gezmesine müsaade edilmiyordu.

Ortadoğu’nun keşmekeşliğinin ilacı Zengi Atabeyli’ğinde idi. İmadüddün ve oğlu Nureddin Zengi bir anda hayat oldular bölgeye. Fedakârdılar, yorulmuyorlardı. Affedici ve kuşatıcı idiler. Etraflarında toplananlarla büyük bir ilim ve sanat devleti kurdular. Bu dönemde Urfa, Antakya, Halep ve Şam Haçlılardan kurtarıldı. Kudüs’ü kurtaramadı Nureddin Zengi ama kurtaracak adamı, Selahaddin’i yetiştirdi. Fitnenin elini kolunu bağlayan Nureddin, fitnenin kafasını ezense Selahaddin olacaktı. Mısır’a kadar uzanacak ve bu bölücü devleti ortadan kaldırarak Mısır’a altın bir dönem yaşatacaktı. Eyyübiler döneminde Orta Asya’nın köleleştirilmiş çocukları itina ile yetiştirilecek ve geleceğin en büyük fitnesi Moğolları durduracak ordular ve kumandanları Eyyübiler eli ile hayat bulacaktı.

Fitnenin en büyüğü

Fitnenin en büyüğü kapıda idi. Birçok Müslüman’ın “Acaba bunlar Yecüc Mecüc müdür?” dedikleri Moğollar son derece acımasızca geliyordu. Harzemşahlardan Abbasilere kimse önlerinde duramıyordu. Acımasız olduğu kadar da inançsızdılar. İnançlara ve inanmışlara saygıları yoktu. Hatta toprakları arasındaki darmadağınık Müslüman topluluklara karşı Hıristiyanlarla ittifak bile kurmuşlardı. Papa, Moğolları, Müslümanlardan kurtulmak için nimet gibi görüyordu. Abbasi Halifesi, Hülagü tarafından halıya sarılarak üzerinden binlerce atlı askerini geçirterek öldürtülüyordu. Herkesin canının malının derdine düştüğü o günlerde kölelikten gelmiş Memluklu komutanları büyük bir birliktelik ile tek parça oldular ve Ayn-ı Calut ve Elbistan’da Moğollara hayatlarında unutamayacakları dersi verdiler. Aynı zamanda fitneyi boğarak bertaraf ettiler.

Moğollar Ortadoğu’da etkili olamadı ama Anadolu’ya girmişlerdi. Anadolu Selçuklu ne yazık ki o günlerde Alaaddin Keykubat’ın arkasından büyük bir ayrı gayrılık içinde idi. Basiretsizlik boyu aşmıştı. Ve esir edildiler. Moğollar her bir Anadolu şehrini haraca kesiyor, başlarına koydukları yöneticilerle adeta kan emiyorlardı. Türklerin teşkilatçılığını biliyorlardı. Bir hamlede ayağa kalkabilir, silkinip kendilerine gelebilirlerdi. O zaman içlerine fitne salmalıydılar. Birbirlerine düşürmeliydiler. Böylece bir daha doğrulma imkânı bulamayacaktı Selçuklular. Aynı anda hep iki Selçuklu Hükümdarı bulundurdular Moğollar Anadolu’da. Birbirlerine düşsünler, güçleri azalsın diye.

İşte o günlerde yine bir diriliş rüzgârı yaşanmaya başladı Anadolu’da. Bir tarafta Mevlana’nın rüzgârı ile dört bir yana yelken açan Mevlevi Tekkeleri, diğer tarafta Ahi Evran’ın yiğitleri, bir tarafta Anadolu’yu medreselerle dolduran Sahip Atalarıyla, Emir Karatayları ile Selçuklu vezirleri bir seferberlik başlattılar. Öldü bitti denilen toplum yeniden ayaklandırdılar ve hepsinden önemlisi düşmanları Moğolları etkileyerek İslam ile şereflenmelerini sağladılar.

Tarih nice sayfası ile şahittir ki toplumlar ne zaman ben demeye başlamış, dünyevi zenginliklere kalplerini kaptırmış, ilahi hedefleri ihmal etmeyi seçmişse fitne dirilmiş ve o toplumları parça parça ederek birbirlerine düşürmüştür. Ne zamanda toplumlar biz demiş, yaşatmak için yaşamış ve birlik beraberliği elden bırakmamışlarsa fitne o toplumların yakınına bile yaklaşamamıştır.

Talha Uğurluel

moraldunyasi.com

Çanakkale Zaferinin Sonuçları

  • Kurdukları planlarla 2 gün içerisinde İstanbul’u işgal etmeyi amaçlayan İtilaf  Devletleri Kuvvetleri amaçlarına ulaşamamışlardır.
  • Kendilerine yenilmez armada diyen dünyanın en büyük deniz gücü hayatının en büyük yenilgisini almıştır.
  • Yaklaşık 200 yıldır dünyayı haraca kesen sömürgeci güçlerin de artık yenilebileceği tüm dünya tarafından görülmüştür.
  • Bu savaş, uzun yıllardır sömürgeci devletlerin tahakkümleri altında yaşayan halklara özgürlük ve kurtuluş ümidi vermiştir.
  • Özellikle Hintli ve Senegalli müslümanlar, Osmanlının bu büyük zaferi ile bayram yapmışlar, ileride kendi kurtuluşları için bu zaferden güç almışlardır.
  • Osmanlı Devleti, Balkan savaşı yenilgisi ile ciddi şekilde sarsılan imajını bu zafer ile düzeltmiştir.
  • Çanakkale Savaşı sonrasında yapılacak mücadeleler için Osmanlı askerleri büyük bir moral sahibi olmuşlardır. Bu zaferden sonra ordumuz bağımsızlık mücadelesini, Kurtuluş Savaşı sonuna kadar şerefle sürdürecektir.
  • Çanakkale Savaşında kendini yeni yeni göstermeye başlayan, adeta gelecek zorlu mücadeleler için hazırlanan ve ileride milletimizin  kurtuluş harekatını örgütleyecek olan genç Osmanlı Kumandanları bu çarpışmalar esnasında sivrilmişlerdir.
  • Düşman kuvvetlerinin üstün teknik altyapısı ve askeri gücüne rağmen hemen hiçbir ilerleme kaydedememesi ile Mehmetçiğin vatanı ve dini adına nelere katlanabileceği dünya tarafından görülmüş oldu.
  • Osmanlı’ya karşı boğazları ele geçirmek isteyen İngiltere ve Fransa’nın, bir yıl boyunca Gelibolu Yarımadası’nda yarım milyondan fazla büyük bir kuvveti tutmak zorunda kalmaları ve bunun %50’sini kaybetmiş bulunmaları, haliyle diğer cephelere kuvvet ayırabilme açısından savaşın genel seyrini etkilemiştir.
  • Bu cephe için Osmanlı Ordusunun cepheye ayırdığı 300.000’den fazla askerden verdiği zayiat, 211.000’e ulaşmış olması diğer cephelerdekinden kıyaslanmayacak bir fazlalık göstermektedir. Bunun insan gücü açısından yarattığı boşluk, yalnız Birinci Dünya Harbi sırasında değil, onu izleyen Türk İstiklal Harbi boyunca da hissedilmiştir.
  • İtilaf Kuvvetlerinden yardım bekleyen Çarlık Rusyası kaybedilen Çanakkale Savaşı sonrasında yardım alamaması nedeniyle Bolşevik isyanlarıyla başbaşa kalmış ve bir süre sonra çıkan ihtilal ile de Çarlık Rusyası devrilmiştir.
  • Osmanlı Devleti’nin kazandığı bu zafer ile Bulgaristan, İttifak devletlerinin yanında savaşa girerken, Yunanistan, Romanya vb. Balkan Devletleri bir süre daha tarafsızlıklarını korumuşlardır.
  • Çok kısa bir süre içerisinde bitecek olan I. Dünya Savaşı 2.5 yıl daha sürmüştür.
  • Savaşın sonlarına doğru Osmanlı Devleti’ne isyan edecek olan azınlıklar bu haince tavırlarını bir yıl geciktirmişlerdir.
  • İngilizlerin Çanakkale Savaşında kullandıkları Avustralya ve Yeni Zelanda kuvvetleri, bu harekat esnasında niçin buraya geldiklerine dair sorularla, sömürge durumlarını yeniden gözden geçirme ve bağımsızlık hareketlerine katılma fırsatı bulmuşlardır. Bu devletlerde ayrı bir devlet olma bilinci burada oluşmuştur.
  • Yahudilerin Çanakkale’ye Osmanlı aleyhine gönderdikleri birlikler sayesinde İngilizlere yaranmaya çalışmaları meyvelerini vermiş, 1917’de yayınlanan Balfour Bildirisi sonrasında bu bölgede bağımsız İsrail devletinin temelleri atılmıştır.
  • “Toprakları üzerinde güneş batmayan ülke” olarak adlandırılan İngiltere’nin temellerine indirilen ilk büyük darbe Çanakkale Savaşı olmuştur.
  • Çarlık Rusyasının yıkılması sonrasında kurulan Sovyet Rusya’nın yayılma politikası ile başta Çin olmak üzere birçok devlet bu yeni gücün etkisine girmişlerdir.
  • İngiltere siyasetinin en etkili adamlarından biri olan Churchill, yaklaşık 15 yıl siyasi hayattan uzaklaştırılmıştır.
  • Mehmetçik ve onunla aynı ruh kuvvetine sahip olanların açık cephe savaşlarında yenmenin mümkün olmadığı anlaşılmış, bundan sonra yapılacak herhangi bir mücadelede, gizli ve sinsi planlar uygulanmaya başlamıştır.

Talha Uğurluel

İftira Romanlarına En Güzel Cevap Osmanlı Kadınefendi Mimarisi

Onları Romanlardan Değil Kendi Eserlerinden Tanıyın !!!

Fırsat bulduğum zamanlarda muhakkak kitapcılara giderim. Yeni çıkan kitapları inceler faydalı bulduklarımı alıp okumaya çalışırım. En sevdiğim kitap türü ise tarihi içerikli olanlardır. İlmi, araştırma, gezi ve tarihi romanlar. Bu konuda gördüğüm hemen her kitabı alan ben, artık ne yazık ki tarihi roman türüne daha temkinli yaklaşıyorum. Çünkü birkaç yıldır ülkemizde başlayan ve Osmanlı Kadınefendilerini konu alan tarihi roman furyası ile birlikte tarihin nasıl bu kadar acımasızca karalanabileceğini ve masum insanlara nasıl bu kadar kolay iftira atılabileceğini görmüş bulunmaktayım.

Safiye Sultan ile başlayan; Bir Hürrem Masalı, Nurbanu, Hatice Sultan ve Kiraze ile devam eden bu karalama kampanyasında, Osmanlı Kadınefendilerinin çıkarcı, maddeci, makam ve mevki düşkünü, gayri ahlaki tavırlar içinde gösterilmeleri doğrusu beni çok şaşırttı. Bu kitapları kaleme alanların ciddi birer tarihci olmamaları bir yana, Dünyayı yöneten bir sarayın mensuplarına ithaf edilen akıl almaz hafifliklerde aslında gerçeklerle bağdaşmıyordu. Çünkü romanlarda bu kadınefendilere yakıştırılan tavırlar, Osmanlı Harem Sistemi denilen ve çoğu sözlü kurallara bağlı disiplinli bir müessesede sergilenmesi mümkün olmayan şeylerdi. Valide Sultan idaresindeki haremde padişah bile gönlünce hareket etme özgürlüğüne sahip değildi.

Osmanlı Sarayında yaşayan kadınlara atılan iftiralar bir yana, genel manada toplumun içindeki kadında bu saldırılardan payını alıyordu. Bu tarz çarpıtmalara göre O, hep evinde oturan, sokağı ancak kafes arkasından seyredebilen, sosyal hayatta hiçbir söz hakkı olmayan ikinci sınıf bir varlıktı.

Gerçekte bu eserleri kaleme alanların yaptıkları şey, hayallerindeki çirkin sahneleri sadece kağıda geçirmekten başka bir şey değildi. Onlar olanı değil, kendilerine göre olması gerekeni yazıyorlardı. Bu piyasa eserleri çok satınca arkası geldi. Üzücü olan şey ise, okuyanların bu romanlarda anlatılanları gerçekleşmiş vakalar olarak kabul edip böyle değerlendirmeleriydi. Peki işin aslı acaba neydi? Osmanlı Kadını gerçekten de eli kolu bağlı, iradesini kullanamayan bir konumda mıydı?

Sorunun cevabı gözlerimizin önünde duruyor. Belki adlarını defalarca duyduk, belki önünden yüzlerce kez geçtik. Onlar, Osmanlı Kadınının, değil toplumun dışında, bilakis sosyal hayatın tam ortasında olduklarını, arzu ettiği taktirde neleri yapabileceklerini ve Osmanlı Devlet anlayışında kadına verilen değeri gösteren en güzel semboller. Onlar Osmanlı Kadın Yapıları.

Yazının başından beri yanlışlığını anlattığımız bu romanların yazarları, eserlerini kaleme alırken başlarını kaldırıp da sadece İstanbul’un sokaklarına baksalardı, yazdıkları ile gerçek hayatın ne kadar büyük bir tezat oluşturduğunu göreceklerdi. Çünkü gayri ahlaki tavırlar içinde gösterdikleri Osmanlı Kadınları, en büyük hayır kurumları ve camileri inşa ettirmiş, para ve makam düşkünü karalamalarına karşı Onlar, dev külliyelerle toplumun hayatına hayat olmuş, cahil ve evinden çıkamaz iftiralarına karşı da en büyük okulları inşa ederek cevap vermişlerdi.

Kendisini sadece evinin değil halkının da anası olarak gören Osmanlı Kadınefendileri, toplumun ihtiyacı olan şeyleri yapmakta öncelikli olarak kendilerini vazifeli saymış ve elindekileri harcamak konusunda hiçbir tereddüt göstermemişlerdir.

Gelin şimdi sizlerle beraber sadece İstanbul sokaklarında gezerek bu anlattıklarımızı doğrulayalım.

Büyük bir toplumun ihtiyaçlarına toptan cevap veren en önemli yapılar şüphesiz külliyelerdir ve Osmanlı Kadınları da tarih boyunca birçok külliye inşa ettirmişlerdir. İşte onlardan biri Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultandır. Kendisi daha gençlik yıllarında Üsküdar iskelesinin karşısına, Mimar Sinan’a, içinde medrese ve imareti de olan bir külliye inşa ettirmiştir. Bugün bu medrese dispanser, imaret ise kütüphane olarak kullanılmaktadır. Mihrimah Sultan Külliye içindeki camiyi karanlık bulmuş, onun bu hoşnutsuzluğunu unutmayan Sinan, Mihrimah Sultan’ın yıllar sonra Edirnekapı’da yaptıracağı ikinci külliyenin camisini şimdiye kadar hiçbir camide yapmadığı kadar aydınlık olarak inşa etmiştir.

Bu külliyenin hemen karşısında halkımızın Yeni Valide Cami dediği, dev yapılar topluluğunu da 3.Ahmet’in annesi Emetullah Gülnuş Sultan yaptırmıştır. Bugün bu mübarek kadın, Osmanlı kadınına gösterilen değeri anlatırcasına, yaptırdığı külliyenin yola bakan kıyısında üstü açık bir türbede, o çok sevdiği beyaz güllerin arasında yatmaktadır.

Bazılarının yerden yere vurduğu, Peygamber Aşığı 1.Ahmet’in eşi Kösem Sultan’ın Üsküdar sırtlarındaki Çinili Camisi, medrese, hamam ve İstanbul’daki en büyük kervansaray tipli iş merkezi olan Büyük Valide Han’ı da bu valide sultanın alicenaplığı hakkında sanıyorum bizlere gerekli malumatı vermektedir.

Çinili Camiye gelmişken hemen yanındaki dev Atikvalide Külliyesini görmeden geçmek olmaz. 2.Selim’in karısı olan Nurbanu Valide Sultan, Mimar Sinan’a uzun uzun nasıl bir eser yaptırmak istediğini anlatmış ve Koca Sinan’da Üsküdar’ın bu sivri tepesine bir mimarlık harikası olan yapıyı; mektep, medrese, darüşşifa, darülkurra, imaret, kervansaray, hamam ve camisiyle birlikte inşa etmiştir.

Üsküdar Atik Valide Külliyesinden aşağıya inerken Kavsara Mustafa Baba Camisiyle karşılaşıyoruz. Kavsara Mustafa Baba tarafından yapılan ve 100 yıl kadar sonra yıkılan caminin Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan tarafından yeniden inşa ettirildiğini görüyor ve Osmanlı kadınlarının sadece eser inşa ettirmediğini, yapılanları da koruduğunu anlıyoruz.

O güzelim boğazın üzerinden karşıya, Eminönü’ne geçelim. Eminönü iskelesinde bizi tüm haşmeti ile Yeni Cami karşılayacaktır. Bu büyük yapı herşeyi ile tam bir Osmanlı kadın mimari eseridir. Caminin inşaatını, Sultan 3.Murat’ın hanımı Safiye Sultan başlatmış fakat ömrü vefa etmemiş, inşaatı 4.Mehmet’in annesi H.Turhan Sultan tamamlamıştır. Ne yazık ki, 3 ciltlik Safiye Sultan romanını yazanlar, roman içinde bu kadın efendiyi, hayır için yaptırdığı Mısır Çarşısına sokarak türlü melanetler işliyor göstermekten çekinmemişlerdir. Halbuki Kahire’de yaptırmış olduğu hayır eserlerinden Yeni Cami ve Külliyesine kadar tüm bu yapılar, onların karalamalarına en güzel cevabı fazlasıyla vermektedirler.

Sultan Ahmet’e doğru yürüyelim. Kadırga Sırtlarında yine Mimar Sinan’a ait şirin bir külliye ile karşılaşacağız. Bu yapının şahsında Osmanlı kadınlarının sadece kendileri için değil, eşleri için de hayır kurumları inşa ettiklerini görmekteyiz. 2.Selim’in kızı İsmihan Sultan çok sevdiği kocası Sokulu Mehmet Paşa’nın vefatı sonrası bu külliyeyi onun adına inşa ettirmiş, hatta bu mabedi farklı kılmak için, caminin özel birkaç yerine Hacer-ül Esved taşının parçalarından koydurmuştur.

Kadırgaya gelmişken meşhur kadırga parkına da giriyor ve bugün İstanbul Surları içinde ayakta kalan tek namazgahı görüyoruz. Altında kare planlı çeşmesi olan ve merdivenle üst katına çıkılan namazgah 1.Abdülhamid’in kızı Esma Sultan’a ait. Bu yapının ışığında, namazgah inşa eden bir padişah kızının, Ortaköy Yalısındaki yaşamına ait çarpıtmaları hatırlıyor ve iftiranın bu kadarına pes demekten kendimizi alamıyoruz.

Sultan Ahmet yanından Gülhane’ye doğru inerken yine bir kadın mimari yapısıyla karşılaşıyoruz. 3.Ahmet’in kızı Zeynep Sultan Camisi ve bu caminin arkasında bugün de İlkokul olarak kullanılan mektebi. Fakat ne yazık ki yol yapım çalışmaları sırasında kaldırılan türbesi bir daha inşa edilmediğinden Zeynep Sultan’ın naşı, caminin bodrumunda yeni türbesinin inşa edileceği günü beklemektedir.

Ayasofya ve Sultanahmet Camisi arasında uzun ve kubbeli bir yapı dikkatimizi çekiyor. Bugün halı müzesi olarak kullanılan bu yer İstanbul’un en büyük hamamı olan ve Mimar Sinan’a yaptırılan Hürrem Sultan Hamamıdır. Kanuni Sultan Süleyman’ın hanımı Hürrem Sultan’ın, burayı kendi imkanları ile inşa ederken nasıl sıkıntılar çektiğini, Irakeyn Seferinde olan Kanuni’ye yazdığı mektuplardan öğreniyoruz.

Çemberlitaş’ta anıtın hemen yanında bulunan ve İstanbul’da yabancıların en çok rağbet ettikleri yerlerden biri olan Çemberlitaş Hamamı da bir başka valide sultan’ın, 2.Selim’in karısı Nurbanu Sultan’ın vakfiyesidir.

Yeniden Eminönü’ne doğru geliyoruz. Eminönü Karaköy arasını bağlayan meşhur Galata Köprüsü, bizlere yine başka bir Osmanlı Hanımefendisini hatırlatıyor. Burada köprünün olmadığı dönemlerde insanların karşıya geçmek için katlandıkları binbir sıkıntıyı gören Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan, 1836 yılında buraya ahşap bir köprü yaptırıyor. İnsanlığa hizmet maksadıyla yaptırıldığından köprüye “Hayratiye” adı veriliyor.

Galata Köprüsünün Karaköy ayağına geçmişken bir sonraki Haliç Köprüsüne, Unkapanına doğru yürüyoruz. Unkapanı Köprüsünün Azapkapı ayağında İstanbul’un en muhteşem çeşmelerinden biriyle karşılaşıyoruz. 1.Mahmut’un annesi Saliha Sultan’ın yaptırdığı çeşmenin inşa hikayesi ise bir hayli ilginç.

Yıllar önce o civarda yaşayan fakir bir ailenin kızı olan Saliha Sultan, elinin testisiyle su doldurmaya gider. Fakat testi elinden düşer ve kırılır. Küçük kız başlar ağlamaya. Oradan arabasıyla geçmekte olan saray mensubu bir hanım bu manzarayı görerek arabadan iner ve ağlayan kıza testinin parasını vererek artık ağlamamasını söyler. Fakat Saliha Sultan’ın verdiği cevap karşısında şaşkına döner. Saliha Sultan “Testinin kırıldığına değil bir testi su dolduramayacak kadar beceriksiz olduğuna”ağlamaktadır. Saraylı hanım bu zeki kızı saraya aldırır. Harem’de yetişen Saliha Sultan ileride 2.Mustafa’nın eşi olacak ve o günün hatırası olarak da oraya bu muhteşem çeşmeyi yaptıracaktır.

İşte bu tarihi vak’a bizlere, hem Osmanlı toplum yapısında kadının yerini, hem saraya en alt tabakadan da birilerinin girip yükselebileceğini, hemde harem’in bir kadın okulu olduğunu anlatmaktadır.

Osmanlı Kadın yapıları denilince akla ilk gelen hiç şüphesiz Şifahanelerdir. Başta da söylediğimiz gibi toplumun bir nevi annesi olan bu müşvik padişah anaları, halkın sağlığı için dev hastaneler vücuda getirmişlerdir. İşte vatan ve millet caddelerinin arasında, neredeyse bir şehir genişliğinde olan Gureba Hastanesi. Sultan 2.Mahmud’un hanımı Bezmi Alem Valide Sultan, halkının içinde bulunan tüm garipler için yaptırmıştır Gureba’yı. Ayrıca hiçbir hastadan da kesinlikle ücret alınmamasını emretmiştir.

İstanbul’un bir başka ünlü hastaneside Haseki’dir. Kanuni’nin eşi Haseki Hürrem Sultan’ın yaptırdığı dev külliyenin bir parçası olan bu şifahane bugün Haseki semtinde yine insanlara sağlık dağıtmayı sürdürmektedir.

Gelelim Anadolu yakasının meşhur hastanesi Zeynep Kamil’e. Mısır’a çalışmaya giden ve orada katiplik yapan Kamil Bey, Kavalalı ailesinden Zeynep Sultan’a aşık olur. Karşılık bulan bu sevgi evlilik ile sonuçlanır. Evlenirler evlenmesine ama Osmanlı ile zıtlaşan aile, çifti birbirlerinden ayırır. Uzun bir ayrılıktan sonra İstanbul’da tekrar bir araya gelen çift, İstanbul’u hayır eserleri ile donatırlar. İşte Zeynep Hanım ve Kamil Bey’in yaptırdıkları Zeynep Kamil Hastanesi. Bugün de, Osmanlı Devletinde çiftlerin birbirlerine olan derin muhabbetini anlatırcasına bu hastanenin bahcesinde beraberce yatmaktadırlar.

Osmanlı Kadınefendilerinin eğitime ve öğretime de önem verdiklerinden bahsetmiştik. Bir kere hareme gelen her bayan, orada en az bir müzik estrumanını çalmayı öğrenir, güzel konuşma, el becerisi, aşı yapma vb. birçok konuda ders alır, bunların yanında en az bir yabancı dili de iyi derecede konuşurdu. Bu eğitimli hanımefendiler, teb’alarının da eğitimini önemsediklerini göstermek amacıyla imkanları ölçüsünde çevreye okullar yaptırmayı da ihmal etmemişlerdir.

Eyüp’te 3.Selim’in kızı Şah Sultan’ın yaptırdığı Külliye içindeki mektep, Cağaloğlu’nda Bezmi Alem Sultan’ın yaptırdığı İstanbul Kız Lisesi, Aksaray’da Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevnihal Valide Sultan’ın kendi adıyla anılan camisinin yanında inşa ettirdiği Pertevnihal Lisesi ve 2.Mahmud’un kızı Adile Sultan’ın Haliç kıyısına okul olarak yaptırdığı ve Cumhuriyetten sonra Halk Kütüphanesi olarak kullanılan yapı, Osmanlı Kadınlarının inşa ettirdikleri okullardan sadece birkaç tanesidir. İstanbul’da sadece saraylı hanımların değil, gündelikci olan kalfaların bile yaptırdıkları okullara rastlamak mümkündür. Divanyolundaki Cevri Kalfa İlköğretim Okulu buna en güzel örneklerden biridir.

İnsanlığın ihtiyacı olan cami, okul, çeşme, hamam, hastane vb. hayır eserlerini vücuda getiren valide sultanlar, onların karınlarının tokluğu ile de yakından ilgilenmiş, ülkenin birçok yerine aşhaneler kurmuşlardır. Bugün Eyüp’teki, 3.Mustafa’nın hanımı Mihrişah Sultan tarafından kurulan imaret, inşasının üzerinden 300 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen her gün onlarca insana yemek dağıtmaktadır.

Görüldüğü üzere bugün sadece İstanbul’da, küçücük bir turda gözümüze takılan kadın yapılarının sadece bir kısmını sizlere anlatmaya çalıştık. Bu kadarı bile bizlere Osmanlı Devletinde ve haremde kadının yeri ve o mübarek kadın efendilerin haleti ruhiyesi hakkında bilgi vermektedir.

Bir büyük zatın; yanına gelen gençlerin kendisine muallimlerinin Allah’ı anlatmadığından şikayet etmeleri üzerine, “Sizin okuduğunuz her fen kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsetmektedir. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” demesi gibi, bizlerde bazı insanlarımız tarafından tarihi birer hakikat gibi görülen ve geçmişimize çamur atmaktan başka bir vazifesi olmayan bir kısım romanlar yerine bizzat tarihin kendisine kulak vermenizi istiyoruz. Göreceksiniz o koca koca taşlar dile gelecek ve sizlere neler neler anlatacaklardır.

KAYNAKLAR :

– Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, C.9, Ötüken Yay, İstanbul 1994,
– Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı Yurt Yay, İstanbul 1997
– Haluk Dursun, İstanbul’da Yaşama Sanatı, Ötüken Yay. İstanbul 2000
– Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları, M.Çağatay Uluçay, Ufuk Kit. İstanbul 2001
– Dersaadet, Münevver Ayaşlı, Timaş Yay. Mart 2002
– Bilinmeyen Osmanlı, Ahmet Akgündüz, OSAV Yay. İstanbul 1999
– Harem-i Hümayun, Leslıe P.Peırce, Tarih Vakfi Y.Yay. İstanbul 2002
– The Topkapı Palace , İstanbul 1988
– İstanbul The Cradle Of Cıvılızatıons, Revak Yay. İstanbul 1998
– İmparatorlukların Başkenti İstanbul, Jane Taylor, Arkeoloji ve Sanat Yay. İstanbul 2000
– Tarih ve Düşünce Dergisi, Safiye Sultan Masalı, Eylül 2000
– Asitane, A.Ragıp Akyavaş, C.1, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.Ankara 2000

Talha Uğurluel

www.talhaugurluel.com