Etiket arşivi: tarih

Hayat Mektebinden Geçer Not Almak

Hayat bir mektep olsa (ki, zaten öyledir): Karnelerinde kırık var diye çocuklarını ve torunlarını azarlayan biz yetişkinler de “Hayat Mektebi”nin ebedi talebeleri olsak (öyleyiz)…

Hayat bize arada bir karne verse…

Geçer not alabilir miydik?

Dürüstçe cevap verin lütfen: Matematikten ne durumdasınız?

Hesabınız, kitabınız yerinde mi? Aile bütçesini denk getirebiliyor musunuz? Gelirinizle giderinizi denkleştirebiliyor musunuz? Alışveriş çılgını mısınız? Kredi kartlarını kolayca kullanıp ödemede zorlanıyor, zorlandıkça, “devlet bu işe bir el atsın” diyerek, kendi hesapsızlığınızın faturasını devlete yüklemeye çalışıyor musunuz?

Anlaşılan o ki, çoğumuz matematikten kalırız!

Türk Dili ve Edebiyatı: Ezberinizde kaç doğru düzgün şiir var? Vazgeçtik Fuzuli’yi, Baki’yi, Nedim’i, Şeref Hanım’ı, Namık Kemal’i, Ziya Paşa’yı, Yahya Kemal’i, Mehmed Âkif’i anlayabiliyor musunuz?

Osmanlı Türkçesini okuyabiliyor musunuz? En az beş bin kelime ile konuşup yazabiliyor musunuz? (“Ya sen?” diye soracağınızı bildiğim için söyleyeyim: Bir araştırmaya göre 13 bin kelime ile yazıyormuşum).

Lisana hâkim misiniz? “Türkçe’nin Sırları”nı (Nihad Sami Banarlı Hoca’mın bu isimde bir kitabı var) biliyor musunuz? “Şey-mey” demeden ııı-uuu diye tıkanmadan konuşabiliyor musunuz?

Sanırım “Türk Dili ve Edebiyatı Dersi”nden de çoğumuz kalırız!

Tarih: Birkaç söylenti, yalan-yanlış iddia dışında tarih konusunda ne biliyorsunuz sahi?

Gerçeği aramaya çıktınız mı? Merak edip bir konuyu araştırdınız mı? Tarih konulu kaç doğru kitap okudunuz? Bildikleriniz kitaptan mı, yoksa kulaktan mı gelme?..

Resmi yalanları mı tekerliyorsunuz, yoksa doğrusunu öğrenmeye mi çalışıyorsunuz? Sanırım “Tarih Dersi”nden de çoğumuz kalırız!

Coğrafya: Türk coğrafyasından haberiniz var mı? Bu coğrafyanın bugün ne durumda olduğunu biliyor musunuz? 

Ata yurdumuz Doğu Türkistan’ın bugün Çin işgali altında bulunduğundan, “Türkistan” dememek için adının bile değiştirilip Şincanyapıldığından haberiniz var mı?

Sadece Afrika Kıtası’nda 29 İslâm devleti olduğunu, bu coğrafyanın Avrupalılar tarafından asırlarca sömürüldüğünü, zenginliklerinin yağmalandığını, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ise on beş yıl öncesine kadar Afrikalı kardeşlerini yok saydığını, Sayın Erdoğan sayesinde yeni yeni irtibat kurulduğunu, yatırım yapıldığını biliyor musunuz?

“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” cümlesi size ne ifade ediyor?

Galiba “Coğrafya Dersi”nden de çoğumuz kalırız!

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi: Dinimizin en azından “muamelat” kısmını öğrenmek için bir “ilmihal” bile okuma gereği duymadan, yıllar boyu ekran hocalarına, “Çiklet çiğnemek orucu bozar mı?” türünden saçma-sapan sorular sorduğumuza bakılırsa, bu dersten iyi not beklememiz için bir sebep yok.

“Ahlâk Bilgisi”ne gelince: Başörtülü kızlarımızın bile ekranlarda oynaya oynaya koca aradığını hatırlarsak, bu konuda geçer not almamızın mümkün olmadığını herhalde anlarız.

Ramazan öncesi “İman ve ibadet” notumuza da bakalım…

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com.tr

Tarih Şuuru ve Ehemmiyeti

İnsanlar geçmiş zamanın hatıratı ile zaman zaman neşeyâb olduğu gibi, milletler de mazinin irfan ve şehametini yâd ederek maddi ve manevi hayatlarını inkişaf ettirirler. Tarih, mazinin derinliklerindeki hadiseleri anlatan büyük bir hazinedir. İnsan, milletlerin sergüzeşt-i hayatlarını, beşerî kültür ve medeniyetlerin cereyan ve inkişaf tarzlarını açık bir surette tarihin sayfalarından okuyabilir. Zira zihinler nisyan ile malul olsa da, hakikatler tarihin yapraklarındadır. Buna binaen tarihin, her millet için pek büyük bir ehemmiyeti vardır. Hususen, mazisi derin, ihtişamlı ve insani meziyetlerle dolu bu millet, tarihinden ayrı düşünülemez. Ebed müddet yaşamak arzu ve gayretinde olan yüksek seviyeli, akl-ı selim sahibi ve millî şuurla alude bir milletin tarihini yaşatması onun için hayati bir vecibedir. Milletlerin intibah ve inkişafında mazilerinin pek büyük bir tesiri olduğu şüpheden varestedir. Evet, zaman-ı mazi müstakbel tohumlarının ambarı ve şuunatının aynası olduğu gibi, zaman-ı müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin aynasıdır. Bu gayet ehemmiyetli bir hakikattir.

Binaenaleyh, tarihte güzide eserler meydana getiren bir millet, ebediyen yaşamaya layıktır. Hususen, dehâlârıyla ve himmetleriyle medeniyet ve insaniyet namına yüzlerce, binlerce asar-i aliyeyi vücuda getiren milletimiz, kıyamete kadar payidar olmaya ve mazhar-ı taktire layıktır. Millet olarak, daima teali ve terakki etmek için, ecdadımızın sergüzeşt-i hayatını, hususen, mukaddesata hürmet ve muhabbetini inceden inceye araştırıp, tahlil etmemiz icap eder. Zira ecdadımız, örf, âdet ve mukaddesatına itina ve itibar göstermekle terakki etmiştir. Ruhunda sarsılmaz bir iman, bünyesinde layemut bir irade-i hayat taşıyan milletler, hiçbir vakit ve hiçbir suretle ölmez ve öldürülemez. Evet, en müthiş ihanetlere, desiselere, adavetlere ve sadmelere rağmen, bu millet layemut bir azim ile örfüne, tarihine, mukaddesatına sahip çıkarak, eğilmez, yüce dağlar gibi, ayakta kalmayı başarmıştır. Bin seneden beri İslamiyet ve insaniyete kemaliyle hizmet eden şu asilzade millet, kolay kolay özünden, cevherinden uzaklaşmamış, aslına bağlılıktan vazgeçmemiş ve geçmez de…

Tanzimat’tan bu yana çeşitli hile ve desiselerle milletimizi bu ruhtan, bu cevherden, bu merkezden uzaklaştırmak için büyük gayretler gösterildi. Bu hile ve desiseler neticesinde, bu milleti kısmen de olsa merkezinden uzaklaştırdılar, fakat yörüngesinden çıkaramadılar. Zira bugünkü nesil, bu tehlike ve desiselere karşı çok daha uyanık ve dikkatlidir. Artık yabancı kültürlere peyk olmaktan kurtulup, kendi öz mihverinde hareket etme zaruretini idrak etmiştir. Zaten mesele, gençlerimizin hamiyet-i diniye ve millîye ile intibahıdır. Ancak bu sayede istikbâle endişesiz bakılabilir.

Silkinip kendine dönme, derlenip toparlanma şuuru bu milletin çekirdeğinde mevcuttur. Tarihte Selçuklu hanedanının izmihlâlinin akabinde Osmanlı hanedanının hemen ihyası onun en bariz şahididir.

Dâhilî ve haricî rüzgârların tesiriyle Selçuklu hanedanının ahengi sarsıldı, nizamı bozuldu ve neticede hanedan çözüldü. Fakat, hanelerin aile ocaklarının bünyesi sağlamdı. Ahengi, nizamı yerinde idi, fertler salabetliydi, faziletliydi… Ruhlarında cihanşümul bir İslam İmparatorluğu ideali hâkimdi. Bu yüzden Selçuklu saltanatı çözülür çözülmez, hemen yerine küçük bir beylikten koca Osmanlı saltanatını çıkardılar ve asırlarca ihtişamlarını sürdürdüler.

Burada ehemmiyetli bir sual akla gelmektedir: Acaba bunların ruhlarına bu şevki, bu enerjiyi kimler üfledi? Belli ki bu iş mahdut düşüncelerin işi değildi!Bu teşebbüs fikrini nereden aldılar? Yetmiş iki milleti bir pota içerisinde eritip, pişirip terbiye eden ve devletler arasında en yüksek seviyeye çıkaran, asırlarca üç kıtada at koşturan bir devlet-i aliyeyi nasıl ihya ettiler?

Cenab-ı Hak, rahmetinin muktezası olarak Anadolu’ya; Mevlânalar, Edebaliler, Yunuslar gibi nice nice erenler, nice necip simalar, ziyâdar mürşitler, harikulade zekâya sahip ali himmetli gayyur mütefekkirler ihsan etti. İşte bu âlicenap zatlar, milletin manevi mimarları ve rehberleri oldular. Bunlar, tarihimizin semasında üfûl etmeyen fazilet yıldızlarıdır. Tarihimiz, bunlar sayesinde Avrupa ve Amerika gibi milletlerin mazisine nasip olmayan seciyeli ve seviyeli bir şeref kazanmıştır. Amerika henüz keşfedilmemişken, Ruslar canavarlar gibi birbirine saldırırken, Avrupa cehalet sisi altında, zulüm ve vahşetin cehenneminde kavrulurken, ecdadımız hikmet ve adaletin, ilim ve irfanın, şan ve şerefin şahikasındaydı… İftiharımıza vesile olan böyle fazilet abideleri eğer Avrupa milletlerinin tarihinde olsaydı, emin olunuz ki, onları altın harflerle yazar, yıldızlar kadar levhâlâr yapar, semalara kadar yükseltirlerdi. Hamiyet-i diniye ve millîye sahibi bir edibimiz Avrupalının bu hissiyatına tercüman olma sadedinde; “… bir İngiliz vatandaşına Shakespeare’i İngiliz edebiyatından silmeye karşılık altın kaynağı Hindistan’ın tekrar geri verilmesini teklif etseler bunun kesinlikle reddedileceğini” ifade ediyor.

Maalesef bizde ise, tarihimizin semasında celâdetiyle, irfan ve imanıyla parıldayan nice fazilet güneşleri nisyan bulutlarıyla perdelenmiştir. Bu perdeleri kaldırmak, zulümatlı bulutları dağıtmak, bizim için dinî ve millî bir vazifedir. Ta ki mazinin ihtişamını, meziyetlerini bütün berraklığıyla gösterelim, yaprak yaprak okutalım, nesl-i cedide onu tarihin sadık lisanıyla anlatalım… Ancak böyle şanlı tarihimizin hakkını yeniden iade etmiş oluruz. Onun hakkını vermeden, onun zevkini tam yaşamadan yalnız bu günün zevk ve neşesini hissedip duymak milletimizi ebed müddet yaşatamaz. Allah (c.c) korusun, şu devlet; milleti millet yapan değerlerden koparsa, mevcudiyet ve bekasını, vahdet ve istikrarını muhafaza edemez. Tarih şahittir ki, ecdadımız ne zaman dinine, diline, örf ve âdetlerine temessük etmişse terakki etmiştir. Kendi ruh ve kabiliyetine münasip olmayan kültür, örf ve âdetler bu milletin bünyesini tamirden ziyâde tahrip eder, tezelzüle uğratır.

Milletimiz için diğer bir tehlike, tarihiyle arasında ruhi ve hissi bir uçurumun bulunmasıdır. İstikbal ancak bu uçurumun süratle doldurulup hatt-ı muvasalanın temin edilmesiyle garantiye alınabilir. Bu uçurumun dolması için, hayatını, dinine ve milletine vakfedecek, bütün kıymetli mefhumların ve meziyetlerin kaynağı olan tahkiki imana sahip, iradeli, iffetli, ali seciyeli, mazi ile hâlin muhasebesini yapacak, dirayetli, münevver bir neslin yetiştirilmesi lazımdır. Ta ki kaybettiğimiz cevheri, ilmin, irfanın ışığında arayıp bulalım. En sağlam, en emin ve en metin yol bu olsa gerektir. Elbette bir millet için ilimde, irfanda teceddüt etmek, medeniyeti geliştirmek zaruridir. Fakat bu teceddüt ihtiyacı o milleti ruhundan koparmamak, ona mazisini, tarihini unutturmamak şartıyla fayda verir. Selametli, emniyetli yol, ecdadın ruhunu tahlil, seciyesini tetkik ederek, bunu vicdan-ı millîye mal etmek, hâlkı bu noktada tenvir ve irşad ederek teceddüde adım atmaktır.

Bir milleti muhafaza eden ve onu diğer milletlerden ayıran, o milletin inancı, örfü ve âdetleridir. Bir Yahudi, bir İngiliz, yahut bir Japon dünyanın neresinde olursa olsun kendi milletinin inanç, örf ve âdetlerine bağlı olarak yaşar. Milleti gibi düşünür, onun gibi yer, içer, giyinir, kuşanır. Millî ahlak ve seciyelerini aynen muhafaza eder. Bir millet için en korkunç şey, mağlubiyet veya mahkûmiyet değil, kendi mukaddes değerlerinden uzaklaşarak başkasının kültürüne, örf ve an’anesine tabi olmasıdır. Çünkü mağlubiyet, mahkumiyet gibi musibetler muvakkattır. Dün, mağlup ve mahkûm olan bir millet, mukaddes değerlerini kaybetmediği takdirde, bugün galip ve hâkim olabilir. Bir zaman sukut etse de, daha sonra suûd edebilir, inhitat şevkete, zillet izzete döner. Müthiş ve korkunç felaketler içinde inkıraza, inhizama mahkum olan milletlerin iman ve mukaddesatlarına bağlılıkları sayesinde dirildiği, mağlup iken galip, mahkum iken hâkim olduklarını gösteren nice misaller tarihte mevcuttur.

Bugün hepimize düşen ortak vazife, cihana nûmune-i fazilet olan asil milletimizin tarihine, şahsiyet-i maneviyesine, irfanına, inancına, örfüne, âdetine hürmet etmek ve onu yaşayıp yaşatmaktır. Buna hem dinen, hem de vicdanen mecburuz. Evet, bu sadece bir vecibe-i iman ve vicdan değil belki bir vecibe-i insaniyedir. Eğer biz dört başı mamur, sağlam, şerefli ve haysiyetli bir hayatla ebediyen yaşamak istiyorsak, tarihimizden, ecdadımızdan bize miras kalan şu maddi ve manevi hazinelerden azami derecede istifade etmek mecburiyetindeyiz. Cidden şu necip milletin sergüzeşt-i hayatı haşmetli, şerefli ve zevkli menkıbelerle dolup taşmaktadır. Bunlar kıyamete kadar söylenip yazılsa bitmez denilse sezâdır. Fakat maalesef bu hazinelerin kapıları kapalıdır, gizlidir, mesturdur. Bu hazinelere müracaat etmek ve kapılarını açmak şu millet için zaruri bir ihtiyaçtır. Milletin bu zaruri ihtiyacını temin etmek, kapalı kapıları açmak, hazineleri ortaya çıkarmak da bu milletin eğitimcilerinin, idarecilerinin, rehberlerinin vazifesidir. Bu millî ve dini vazifeyi yerine getirmeyip de sadece hamiyetten, âlicenaplıktan, millîyetperverlikten dem vurmak abestir, manasızdır.

Malumdur ki, tarih bir milletin mihengidir, mizanıdır, bir mukayese unsurudur. Hangi sebepler ile yükselip zirveye çıktığımız ve yine hangi sebeplerle gerileyip sukut ettiğimizi fehmetmek için tarihe vukufiyet şarttır. Bu nokta-i nazardan tarihimiz nesl-i cedide ibretengiz ve ihatalı bir nazarla ders verilmelidir. Tarihin muhakemesi ve felsefesi derinden derine tahkik ve tahlil edilmelidir. Çünkü bir millet ancak tarihin iyi ve kötülüklerini, ibretengiz derslerini unutmamak sayesinde istikbalini kurtArabîlir. Kur’an-ı Kerim Peygamber kıssalarını (sav.) zikrederek müminleri tarihten ders almaya davet ettiği gibi, birçok ayette de

“Yeryüzünde seyahat ediniz! Sizden önce gelip geçen kavimlerin hâline ve yalancıların akıbetine ibretle bakınız.”1

emirleriyle onlara, tarihte cereyan eden hadiselere nazar-ı ibretle bakmalarını, inceden inceye tahkik ve tahlil etmelerini ferman buyurdular.

Şu da ehemmiyetli bir noktadır ki, tarih sadece harplerden, muzafferiyetlerden, mağlubiyetlerden ibaret olmayıp, milleti millet yapan unsurların bir mecmuasıdır. Bu unsurlar din, dil, kültür, örf ve ahlak gibi manevi değerlerdir. Bu sebepledir ki, tarihi, bu değerlerle beraber mütalaa etmek gerekir. Bütün muzafferiyetlerin, terakkilerin temelinde bunlar yatmaktadır. Bu değerler her milletin manevi hayatının meşaleleridir. Tecrübe edilmiş bir hakikattir ki, manevi meşaleleri sönen bir milletin hayatı gevşer, kanı kurur, bedeni felce uğrar, belki de izmihlal ve inkıraza gider.

Bu hakikat, şuur-u umumiyi alakadar eden en büyük bir hayati meseledir. İstikbali, nurlu ve saadetli bir devreye kalbetmek için, mezkûr manevi değerleri ecdadımız gibi, şuurla kaynaştırıp, lahûti bir feyz ile hayata mal etmeliyiz. Böylece, İslamiyet’le mezc olmuş ecdadımızın şahsiyet-i maneviyesindeki kabiliyet-i temeddünü enzar-ı âleme yeniden arz edilecek ve o, eski satvet ve haşmetiyle bütün milletlere rehber olacak bir mevki-i muallaya oturacaktır. İstikbâl buna hamiledir. Evet, millî şuurla alûde, imanlı, faziletli, gayretli nesli cedit bu hakikati, biiznillah tahakkuk ettirecektir.

Mehmed Kırkıncı – 2010

Dipnotlar:

1 Rum Suresi, 30/42.

“Arşiv Belgeleri Işığında Dahiliye Nezareti Tarihi” Kitabı Neşredildi!

Yeni Zelanda’lı bir devlet adamı, İçişleri Bakanlığı için “mülkî idâredeki bölümlerin anası = the mother of all departments” vasıflandırmasını yapmıştır. Gerçekten de öyledir. Zaten günümüzde İçişleri Bakanlığının mülkî idâre arasındaki yerini ve önemini kimse tartışamaz. Ancak bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma, insanlık tarihi açısından yeni sayılabilir. Bu demek değildir ki, devlet mekanizması içinde içişleri bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden kurumlar, mülkî idâre tarihinde mevcut olmamıştır.

Tarih boyu farklı devletlerde ve muhtelif idâre şekillerinde bu makâmın karşılığı bulunmuştur. Fakat bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma yenidir ve farklı ülkelerde muhtelif şekillerde kendini göstermiştir. Bazı ülkelerde Ülke Güvenliği Sekreterliği (The Department of the Home Land Security) adı altında (Amerika gibi), bazı devletlerde Adâlet Bakanlığı (Ministry of Justice) çatısı altında (yine Amerika’da ve Filipinlerde olduğu gibi) ve çoğu ülkelerde de doğrudan İçişleri Bakanlığı (Interior Ministery yahut Ministery of Internal Affairs) adıyla vücut bulmuştur. Adâlet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığının aynı çatı altında birleştirildiği (Ministry of Interior and Justice) devletler de bulunmaktadır (Hollanda kısmen böyledir).  Osmanlı Devletinde ise, II. Mahmud ile bakanlık teşkîlâtı Batı’dan taklit edilmeye başlanınca, Umûr-ı Mülkiye Nezâreti ve Dâhiliye Nezâreti ünvanları kullanılmıştır. Cumhuiyet döneminde bu tabir, evvela Dâhiliye Vekâleti ve sonra da İçişleri Bakanlığına çevrilmiştir.

İçişleri Bakanlığının teşkîlâtlanma şekli ve ismi kadar, kuruluş zamanları ve tarihleri de, devletlere göre farklılık arzetmektedir. Ancak bakanlık tarzındaki teşkîlâtlanma XVIII. yüzyılın sonuna doğru başlamıştır. Çoğunlukla farklı devletlerdeki bakanlık teşkîlâtları, XIX. yüzyılın içinde gerçekleşmiştir. Birleşik Krallıkta Home Office’in kuruluşu 27 Mart 1782’dedir; Rusya’da bu tarih 28 Mart 1802’dir; Almanya’da ise 1870’li yılları beklemek gerekmektedir.

Önemle ifade edelim ki, genç nesillerin önemli bir kısmı bilmese de, bizim tarihimiz her konuda olduğu gibi bu konuda da ilklerle ve imtiyâzlı idarî gelişmelerle doludur. Osmanlı Devleti, en uzun ömürlü Müslüman Türk devletidir ve Türkiye Cumhuriyetinin selefi olması hasebiyle Türk mülkî tarihi açısından birinci derecede önemi haizdir. Osmanlı Devletinin bu konudaki zenginliği üç sebepten ileri gelmektedir:

Birincisi, Emevi Devleti ve Abbasi Devleti zamanında şekillenen İslam mülkî idâresinin temel esaslarını, isim ve teşkîlâtlanma tarzı farklı da olsa taklid etmiş olmasıdır.

İkincisi ise, tarih boyu Hun, Göktürk ve elbetteki kendileri gibi Müslüman olan Selçuklu Devleti gibi büyük devletler kuran Türk mülkî idâresinin mirasçısı olmalarıdır.

Üçüncü bir zenginlik de, komplekse düşmeden Bizans yahut başka devletlerdeki iyi çalışan devlet mekanizmalarından istifade edebilme vizyonudur.

Vurgulamakta yarar görüyoruz ki, bizde İçişleri Bakanlığının tarihçesi, asla 1836 tarihi ile başlatılamaz. Farklı isimler altında da olsa, bütün Müslüman Türk devletlerinde ve özellikle de Osmanlı devletinde mülkî idârenin temelleri çok eski tarihlere uzanmaktadır. Şu anda Osmanlı Arşivinde bu mülkî idârelerle alakalı yüzbinlerce evrak bulunmaktadır. İşte bu eser, tarihimiz boyunca ve husûsan Osmanlı Devletindeki içişlerine dair kurum ve kuruluşları, temel kaynaklar ve arşiv belgeleri ışığında incelemek gayesiyle kaleme alınmıştır.

Kitâbımızda yer verdiğimiz bilgilerin bir kısmı elbetteki elde mevcut kaynaklarda ve hatta web sayfalarında dahi bulunabilir. Ancak bu kitâp mevcut bilgileri belgelendirme ve bilinmeyen husûsları ortaya çıkarma noktasında bir ilk sayılabilir.

Her meselede olduğu gibi, İçişleri Bakanlığının kuruluşu konusunda da, arşiv belgelerinin ortaya koyduğu gerçeklerden farklı şeyleri biliyoruz. Çünkü yıllardır eğitim müesseselerinde anlatılan bu teşkîlâta ait bilgilerin çoğu, sadece Batı hukûk tarihi yahut Tanzîmât sonrası tarihimiz açısından doğru olanı yansıtmaktadır. Bizim tarihimizdeki İçişleri teşkîlâtı, kaynaklarda 1836 tarihinde başlatılmaktadır. Hâlbuki İçişleri Bakanlığının tarihini bu tarih ile başlatmak tamamen yanlıştır. Zira İçişleri Bakanlığı (Umûr-ı Mülkiye Nezâreti), daha önceki benzeri kurumların devamıdır ve bu tarihden önce de bu tür müesseseler vardır. O kadar ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Kânûnnâme-i Osmânîsinde, tam sadâret kethudâsı makâmını karşılamasa da, bazı fonksiyonlarını ifa eden kapucular kethudâsı diye geçen bu makâmın (kapucılar kethüdasının) protokoldeki yeri de belirlenmiştir:

5. Ve ağalardan yeniçeri ağası sâir ağaların büyüğüdür. Baş yeniçeri ağası, anın altına mîr-i alem, anın altına kapucıbaşı, anın altına mîrahûr, hâlâ mîrahûr Devlet-i Pâdişahîde iki olmuşdur. Mîrahûr-ı sânî altına çakırcıbaşı, anın altına çaşnigîrbaşı, anın altına sipâhi oğlanları ağası, altına silahdârlar ağası, altına sâir bölük ağaları, anların altına çavuşbaşı, anın altına kapucılar kethudâsı, anın altına cebecibaşı, anın altına helvacıbaşı ve anın altına topçubaşı oturur.

İşte bütün bu sebeplerle, İçişleri Bakanı ve Müsteşârı seviyesinde böyle bir kitâbın ve hatta daha kapsamlı bir çalışmanın yapılması husûsunda yeterli istek ve irâde mevcut idi. Ancak daha önceki teşebbüsler akim kalınca, kader-i ilahî bizi, İçişleri Müsteşârı Seyfullah Hacımüftüoğlu ile karşılaştırdı ve ilk buluşmamızda bu konu gündeme geldi. Hem rektörlük gibi ağır bir idarî yük ve hem de diğer ilmî araştırmalarımın ağırlığı beni yormasına rağmen, ben kıymetli Müsteşârımızı kıramadım ve İçişleri Bakanlığının Osmanlı Dönemi kısmını üstlendim. Umarım bu çalışma, genç mülkiyelilere ve araştırmacılara anahtarlık vazifesini yapar ve onlar da projeyi geliştirir ve hatalarımızı tashih ederler.

Bu arada ifade etmemiz gereken önemli ve sevindirici bir nokta daha vardır. Genç araştırmacılar, özellikle Osmanlı Dönemine ait her mesele hakkında yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlamakta ve kıymetli tarihçiler bu konuda yeni yeni eserler kaleme almaktadırlar. Bunlardan önemli ölçüde biz de istifade ettik ve hatta bu araştırmalardan bazı başlıkları özetleyerek ve kaynak vererek kitabımıza aldık. Bunlar arasında özellikle Sinan Kuneralp’ın kaleme aldığı Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber adlı eser; Ali Sönmez Bey’in doktora tezi olarak hazırladığı Zabtiye Teşkîlâtının Kuruluşu ve Gelişimi ünvanlı araştırma; Muzaffer Doğan’ın Sadâret Kethüdalığı: (1730-1836) isimli eseri ve Sâlim Aydüz’ün Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi isimli Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilen kitabı, mutlaka zikredilmesi gereken kaynaklar arasında yer almaktadır. Bu eserlerden sonuncusu hariç maalesef geriye kalanları kütüphane raflarında basılmayı beklemektedir ve ümit ederiz ki, bir gün basılarak ilim âleminin istifadesine mutlaka sunulur.

Burada bir de teşekkür edilmesi gereken hayatî bazı yayınları daha hatırlatalım. Kıymetli Arşivci Seyit Ali Kahraman ve değerli yayıncı Nuri Akbayar tarafından yeniden düzenlenerek neşredilen Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmânî adlı muhalled eseri, Tarih Vakfı tarafından bütün araştırmacıların hizmetine yeniden tanzim edilerek sunulmuştur. Yani bizim işimizi kolaylaştırmışlardır. Bu arada Osmanlı Arşivinin yayınladığı muhalled eserler de unutulmamalıdır ki, Osmanlı Arşiv Rehberi bunların başında gelmektedir.

Yukarıda açıklanan sebeplerle, kitâbı beş ana bölüme ayırdık:

Birinci Bölümde, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı Devletindeki mülkî idârenin anahatlarını özetledik. Elbetteki Dîvân-ı Hümâyûnu, buna katılan üyeleri, ve sadâret makâmını bilmeden 1836 yılına kadar İçişleri Bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden Sadâret Kethudâlığı anlaşılamazdı. Şunu hatırlatalım ki, bu bölümde anlatılan Osmanlı mülkî idâresinin ana hatları, diğer bölümler için bir çeşit alfabe hükmündedir. Zira dîvân-ı hümâyûn, bostancıbaşı, nişancı, defterdâr, çavuşbaşı, sadâret ve benzeri kavramları bilmeden kitabımızın diğer bölümlerini anlamak ve takip etmek mümkün değildir.

İkinci Bölümde, kitâbın ana temelini oluşturan Dâhiliye Teşkîlâtının tarihî gelişimini anlattık. Osmanlı Devletinden önceki Müslüman devletlerde ve Selçuklular gibi Türk devletlerinde bu vazifeyi ifa eden hâciplik ve polis teşkîlâtı demek olan şihne kurumunu özetledik. Daha sonra Fâtih Kânûnnâmesinde yer almasından ta 1836 yılına kadar Osmanlı içişleri bakanlığı diyebileceğimiz Sadâret Kethudâlığı üzerinde durduk. Bunların tayinleri, ma’âşları, seçimlerinde riâyet edilen husûslar ve azilleri konusunda, kanaatimizce yeterli bilgi ve belge sunmaya gayret gösterdik. Bu konudaki araştırmalardan elimizden geldiği kadar istifade etmeye çalıştık.

Bu dönemde görev yapan sadâret kethudâlarının tamamının hayat hikâyesini bu kitaba almak mümkün idi. Ancak bu kitabın muhtevasını lüzumsuz yere arttıracağından, biz nümune olsun diye bazı sadâret kethudâlarının hayatlarını özetle vermeye çalıştık. Özellikle Nevşehirli İbrahim Paşa döneminden sonra, kethudâlar İrâde-i Seniyye ile tayin edildiğinden bu döneme ayrı bir önem verdik. 1836 yılına kadar uzanan bu süre içinde vazife yapmış sadâret kethudâlarının listelerini ve dipnotlar halinde çoğunluğunun hayat hikâyelerini ve şahsî vasıflarını eserimize dercetmeye çalıştık. Ulaştığımız en önemli netice, Hâriciye Nezâreti demek olan reisülküttâblık ile Dâhiliye Nezâretini karşılayan sadâret kethudâlığı konusunda, makama gelen şahsiyetlerin, ilmî ve idârî kabiliyet ve dirâyetleri ile tecrübeleri husûsunda atbaşı gitmeleridir. Yani Osmanlı Devleti sadâret kethudâlığı makamını temel görevler arasında kabul etmiş ve bu makama gelenlerin tamamının hayat hikâyeleri ve me’mûriyet safhalarını arşiv belgeleriyle tesbit eylemiştir.

Üçüncü Bölümde, Batıdaki idarî reformlardan etkilenerek onları taklide çalışan II. Mahmud döneminde başlayan hareketli ve istikrarsız İçişleri Bakanlığı teşkîlâtını, bütün yönleriyle ve belgelerle ortaya koymaya çalıştık. 1836 tarihinde Sadâret Kethudâlığı yerine kurulan ve bir tek bakanla (Pertev Paşa) devam edebilen kısa süreli Umûr-ı Mülkiye Nezâretinin kuruluşu ile alakalı fermân ve hükümler; 1837 yılında bu ismin Dâhiliye Nezâretine çevrilmesi, sonradan yine ilgası ve ikinci kuruluşla alakalı bilgiler ve belgeler; 1869 tarihinde Dâhiliye Nezâretinin tekrar iadesine ve kısa zaman sonra tekrar ilgasına dair gerçekler ve nihayet 1877 yılında yeniden kurulan Dâhiliye Nezâretinin Cumhuriyete kadar devam eden teşkîlâtına ait bilgi ve belgeleri ayrıntılarıyla inceledik.

Bu bölümde Dâhiliye Nezâretine tayin edilen bütün şahsiyetler hakkında bilgi verdik ve Osmanlı döneminde çıkarılan mecmû’aları ve gazeteleri mümkün mertebe tarayarak fotoğraflarını, birisi hariç, kitaba koymaya muvaffak olduk. En önemlisi de Dâhiliye Nezâreti ile alakalı Osmanlı Arşiv belgelerinin tasnifini ve kısa bilgilerini ihmal etmemeye çalıştık. Dâhiliye Nâzırlarının tamamının hayat hikâyesini kitabımıza aldık; ancak dâhiliye nâzırı demek olan sadâret müsteşârlarının hayatlarına da önemli ölçüde değindik.

Şunu itiraf edelim ki, Dâhiliye Müsteşârlarının tam bir listesini verdiğimiz söylenemez. Ancak Osmanlı Arşiv belgeleri arasında bulduğumuz kadarıyla kitaba almaya gayret gösterdik.

Dördüncü Bölümde ise, Osmanlı Devletinde Dâhiliye Nezâretine yardımcı olan yahut onun bazı fonksiyonlarını tarih boyunca ifa eden bazı idârî ve mülkî kuruluşları inceledik. Bunlar arasında ihtisâb teşkîlâtı demek olan belediyeleri; asırlarca İstanbul’un güvenliğinden sorumlu olan Yeniçeri Teşkîlâtı ve bunun yerini alan Makâm-ı Seraskerîyi; Emniyet Teşkîlâtının kısmen de olsa karşılığı olan Subaşılık, Asesbaşılık ve Çavuşbaşılık gibi teşkîlâtları ve bunların Tanzîmât sonrası yeni şekilleri olan De’âvî Nezâreti, Tophâne Müşîriyeti ve Nezâreti, Zabtiye Müşîriyeti ve Nezâreti hakkında doyurucu bilgiler vermeye çalıştık ve kuruluş belgelerini açıkladık.

Burada zikretmemiz gereken bir nokta da şudur: Polis teşkilâtının bu adla kuruluş ve ilk nizâmnâmesinin hazırlanış tarihi 1845 olduğunda şüphe yoktur. Ancak aynı şey Jandarmanın bilinen kuruluş tarihi için geçerli değildir. Bu zamana kadar Jandarma Teşkilâtının kuruluşu 1869 yılına bilinmekte ve asâkir-i zabtiye ilk jandarma olarak değerlendirilmektedir. Bize göre Jandarma Teşkilâtının aynı isimle kuruluşu Sadrazam Said Paşa zamanına yani 1880 yılında ilk Nizâmnâmenin hazırlanışı ve ilk Jandarma Umum Kumandanının tayin edilişi zamanına rastlar. Sadrazam Said Paşa’nın Jandarma adıyla kolluk kuvveti kurulması emri ise, 1979 yılına rastlamaktadır. Ancak asâkir-i zabtiye terimini jandarma olarak yorumlarsanız, 1869 yılı da doğrulanmış olur.

Beşinci ve son bölümde ise, Osmanlı Devletinde ve özellikle de Tanzîmât sonrası vücuda getirilen Dâhiliye mevzuatının temel düzenlemelerini kitâbımıza almaya karar verdik. Ayrıca Zabtiye ve Asâkir-i Zabtiye, Polis ve Jandarma ile alakalı nizâmnâme ve talimâtları da yayına hazırladık. Bunların bazıları yayınlanmaya çalışılmış ise de, bazan yarıya yakını ilmî hatalarla dolu olduğunu esefle müşâhede eyledik. Bu kitabın aynı zamanda kısa da olsa bir Jandarma ve Polis teşkilâtları tarihi olması bizi sevindirmiştir.

Not: Eseri hazırlamaya teşvik eden Seyfullah Hacımüftüoğlu’na; Takdim yazarak bizi şereflendiren Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a; İçişleri Bakanımız Efgan Ala bey’e; Eserin çıkması için adım adım çalışmalarımı takip eden Selim Çapar bey’e; Türk İdari Araştırmaları Vakfı’na ve Finansör olan Türk Hava Yolları’na teşekkürlerimi arz ediyorum.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof. AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Arsiv Belgeleri İsiginda Dahiliye Nezareti (İcisleri Bakanlığı) Akgunduz

Birinci Şuâ Tarihleri

Birinci Şuâ Risale-i Nuru Tetdkik edenlerce malumdur ki Sikke-i Tastik-i Gaybi ve Şuâlar namında ki eserlerde geçmektedir.

 

Burada Risale-i Nur’a işaret eden ayetler geçmektedir.

 

Rumi ve Hicri tarihleri miladi takvime göre çevirip burada tebyiz ettim.

 

Metin mehazleri Envar Neşriyat Risale-i Nur Külliyatına Göredir.

 

İstifademi burada yazdım. Merak edenler tedkik edebilir. Hatalar benden istifadem ise Risale-i Nur Külliyatındandır.

    

Risale-i Nur

Araştırma Merkezi

Yozgat / Ocak 2015

 

Çalışmaya Rumi Tarihler de Eklendi : indirmek için tıklayın

 

 

Aşağıda tarih çevirme ile bazı formüllerini yazıyorum sizlerde yapabilirsiniz.

 

 

Hicri Yılın Miladi Yıla Çevrilmesi

  • Hicri yılı 33’e bölünüz1420 : 33 = 43.03 (=43)
  • Çıkan sayıyı hicri yıldan çıkarınız1420 – 43 = 1377 (1.sayı)
  • çıkan sayıyı 622 ile toplayınız.1377 + 622 = 1999

Miladi Yılın Hicri Yıla Çevrilmesi

  • Miladi yıldan 621 rakamını çıkarınız1999 – 621 = 1378 (2.sayı)
  • (2.sayı) çıkan sayıyı 33’e bölünüz1378 : 33 = 41.75 (=42)
  • Bölümü 2.çıkan sayı ile toplayınız1378 + 42 = 1420
  • Hicri sene, Miladi seneye göre her yıl 10-11 gün evvel, başlamaktadır. Hicri Kameri takvim her 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç tutulmaktadır.

 

 

 

* [1] Risale-in Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de tarih-i te’lifine ve tekemmülüne tam tamına tevafukla remzen bakıyor.

  1. 1349 – M. 1930

 

* [2] Resail-in Nur’un intişarı ve iştiharı ve parlaması tarihine..

  1. 1345 – M. 1927

 

* [3] Resail-in Nur müellifi ulûm-u Arabiyeyi tedrise başladığı aynı tarihe..

  1. 1311 – M. 1893

 

* [4] Risale-in Nur müellifi, mukaddemat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihe

  1. 1322 – M. 1904

 

* [5] Risale-i Nurun Zuhuruna Dair

  1. 1280 – M. 1863

[6] H. 1326 – M. 1908

[7] H. 1340 – M. 1921

 

* [8] Müeelif-i Nurun Tevellüdü

  1. 1279 – M. 1862 (Tevellüdü Yakındır)
  2. 1284 – M. 1867 (Tevellüdüne Bakar)

[9] H. 1294 – M. 1877 (Tevellüdünün Birinci Senesi)

 

* [10] Kur’anın istikameti emretmesi

  1. 1313 – M. 1885

 

* [11] Mellifin ulumunu Tahsile başlaması

  1. 1319 – M. 1891

 

* [12] Allah Yolunda Mücadele Edenler

  1. 1344 – M. 1926

 

* [13] Müellifin Görünme Tarihi

H.1324 – M. 1908

 

* [14] Müellifin Harbde Yaralanması

  1. 1334 – M. 1916

 

* [15] Fatiha ve Bakara Surelerinin Tefsiri

  1. 1335 – M. 1919

[16] H. 1329 – M.1930

 

* [17] Kur’ana karşı su-i kastın tarihi

  1. 1346-7 – M. 1898-9

 

* [18] Bu asrın Tağiyane faaliyet zamanları

  1. 1357 – M. 1938
  2. 1347 – M. 1928

 

* [19] Dehşetli Bir Cereyanın Müntehası

  1. 1387 – M. 1967

 

* [20] Ehl-i Şekavetin azap tarihleri

  1. 1361 – M. 1942
  2. 1351 – M. 1932
  3. 1331 – M. 1915

 

* [21] Resail-in Nur müellifi tedristen, te’lif vazifesine..

  1. 1318 – M. 1900

 

* [22] İstihzarat-ı Nuriye Devri

  1. 1316 – M. 1898

 

* [23] Risalet-ün Nurun intişarının fevkalede parlaması

  1. 1347 – M. 1928

 

 

* [24] Müellifin Hikmet-i Kur’aniyeye teveccühü

  1. 1322 – M. 1906

 

* [25] Müellifin Kur’an Dersini aldığı tarih

  1. 1302 – M. 1920

 

* [26] Müellif Dar-ul Hikmette

  1. 1338 – M. 1920

 

* [27] Risale-i Nur Talebelerinin zuhuru

  1. 1344 – M. 1926

 

* [28] Risale-i Nur Talebelerinin ilimleri

  1. 1360 – M. 1941

 

* [29] Mevlana Halid ve Bediüzzamanın Talebeleri

  1. 1212 – M. 1797

 

* [30] ilm-i Hakikatte Çalışan Taife

  1. 1344 – M. 1926

 

* [31] Risale-i Nur Kur’anın Bir Bürhanıdır

  1. 1360 – M. 1941
  2. 1340 – M. 1892

 

* [32] Risale-i Nurun etrafa intişarı

  1. 1346 – M. 1930

 

لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَ شِفَاءٌ dur. Şu şifalı âyet çok zamandır benim derdlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlahiye olan Kur’an-ı Hakîm’in tiryakî ilâçlarından, Risale-in Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî derdlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resail-in Nur şakirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil olan ve zındıka hastalığına mübtela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.

 

* [33] Risale-i Nur Talebelerinin Envar-ı Kur’aniyeyi Neşretmeleri

  1. 1349 – M. 1930

 

* [34] Risale-i Nur Talebelerinin Zahiri mağlubiyetleri ve ihlas/metanetle kurtulmaları

  1. 1350/1/2 – M.1934/5/6

 

* [35] Risale-i Nur Talebelerin istiğfar dersini vermeleri

  1. 1360 – M. 1941

 

* [36] Risale-i Nur Bu asrın hastalıklarına şifa olması

  1. 1339 – M. 1921

 

 

* [37] Risale-i Nur Müellifinin istihzarat-ı Nuriyesi

  1. 1316 – M. 1898

 

* [38] Risale-i Nur Müellifinin İnkılab-I Ruhisi

  1. 1316 – M. 1898

[39] H. 1316/7 – M. 1898/9

 

* [40] Risale-i Nur Müellifinin Ulumu tahsil gayesi

  1. 1316 – M. 1898

 

* [41] Risale-i Nurun Telifi

  1. 1316 – M. 1898

            [42] H. 1345 – M. 1927

 

* [43] Kur’anın Tenziliyle çok alakadar bir nur

  1. 1342 – M. 1926

* [44] Risale-i Nurun en nurani cüzlerinin meydana çıkması

  1. 1342 – M. 1926

 

* [45] Risale-i Nur ilhamdır vahy değildir

  1. 1342 – M. 1926

 

* [46] Risale-i Nurun fevkalede intişarı ve zuhuru

  1. 1370 – M. 1950/1

 

* [47] Risale-i Nur Müellifinin Besmele-i Hayat-ı Dünyeviyesi

  1. 1293/4 – M. 1877/8

 

* [48] Risale-i Nur Müellifinin mebadi-i uluma besmelekeş olması

  1. 1304 – M. 1886

 

* [49] Risale-i Nurun Bir derece tekemmülü

  1. 1354/5 – M. 1936/7

 

* [50] Kudsi ve Semavi bir teselli..

  1. 1352 – M. 1936

 

* [51] Kur’an hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı Cennet ve ehl-i saadet olduğu..

  1. 1349 – M. 1930

 

* [52] Kur’anı Söndürme emelinde Avrupa müstemlekesine Müellifin tepkisi..

  1. 1316/7 – M. 1898/9

 

 

* [53] Avrupanın Kur’anın Nurunu söndürmeyi planladıkları tarih..

  1. 1324 – M. 1908

 

* [54] Avrupanın Kur’anın Nurunu söndürmeyi planladıkları tarihlerde Müellif-i Nur ve talebeleri

  1. 1324 – M. 1908 (Şarkta irşad faaliyetleri)
  2. 1334 – M. 1915 (1. Dünya Savaşı)
  3. 1354 – M. 1935 (Barla ve Kastamonu hay.)

* [55] Avrupanın ifsadına karşı çalışan irşad heyeti

  1. 1284 – M. 1867 (Mevlana Halid k.s.)

 

* [56] Avrupanın islam güneşini muvakkaten küsufa tutturması

  1. 1293 – M. 1877

 

* [57] İşarat-ül i’caz’ın telifi..

               H.1338/9 – M. 1919/20

[58] R.1334 – M. 1918

 

* [59]  İşarat-ül i’caz’ın Müftülere gönderilmesi..

  1. 1339 – M. 1920

 

 

 

 

* [60] Bu asrın (1900ler) zulümleri ne vakte dek sürecek..

  1. 1375 – M. 1952

            [61] H. 1370 – M . 1950/1

 

* [62] Kur’andan Gelen bir Nur ile insanlar karanlıktan aydınlıklara çıkacak..

  1. 1345 – M. 1926 (Müellif Barla’da)

 

* [63] Risale-i Nurun Mebde-i Zuhuru..

  1. 1341 – M. 1922

 

* [64] Tağilerin tuğyanı vakti..

  1. 1327 – M. 1909
  2. 1359 – M. 1940

[65] H. 1360 – M. 1941

 

* [66] Ecnebi Kanunlarının Adliyeye girmesi..

  1. 1209 – M. 1794

 

* [67] Vazife-i Risaletin Naibi olan Müellif-i Nur..

  1. 1318 – M. 1900
  2. 1328 – M. 1910
  3. 1351 – M. 1933
  4. 1358 – M. 1939
  5. 1368 – M. 1949
  6. 1351 – M. 1933

 

* [68] Vazife-i Risaletin Naibi Olan Taifenin Ayağa kalkıp tebliğ ve irşad faaliyetleri..

  1. 1328 – M. 1910

 

* [69] Envar-ı imaniye ve Kur’aniyeye Muhtaç olunan zamanda Risale-i Nurun zuhuru..

  1. 1357 – M. 1938

 

* [70]/[71] Kadınların hayat-ı içtimaiyeye karışışması ve Risale-i Nurun Tesettürü savunması (Tesettür Risalesinin Yazılması)..

  1. 1347 – M 1928

 

* [72] Risale-i Nurun tiryaklarına sarılma tarihi..

  1. 1357 – M. 1938

 

* [73] Risale-i Nurun Kur’ani ilaçlarının istiğmali

  1. 1500 – M. 2077

 

* [74] Yeis’e düşen ümmete müjde veren zatın zuhuru..

  1. 1323 – M. 1907

 

* [75] İslamiyeti inhisafa tutturma planlarının tarihi..

  1. 1356 – M. 1840

 

* [76] Risale-i Nurun Küre-i arzı tenvir tarihi..

  1. 1380 – M. 1960 (Müellifin vefaatı)

 

* [77] Müminlere müjdele.. ( 2. Dünya Savaşı )

  1. 1359 – M. 1940

 

* [78] Müminlere Bir fazlullah..

  1. 1554 – M. 1940

 

 

* [79] Merhaleler..

  1. 1506 – M. 2082
  2. 1542 – M. 2117

 

            [80]H. 1500 – M. 2077

  1. 1506 – M. 2082
  2. 1542 – M. 2117
  3. 1545 – M. 2120

 

            Geçen tarihleri bilaistisna burada aldım.

 

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Risale-i Nur Araştırma Merkezi

Yozgat / Ocak 2015

 

www.NurNet.org

 

 

[1] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 73 )

[2] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 73 )

[3] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 73 )

[4] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 73 )

[5] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 74 )

[6] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 89 )

[7] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 129 )

[8] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 75 )

[9] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 77 )

[10] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 76 )

[11] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 76 )

[12] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 76 )

[13] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 77 )

[14] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 78 )

[15] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 77 )

[16] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 87 )

[17] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 80 )

[18] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 80 )

[19] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 81 )

[20] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 81 )

[21] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 82 )

[22] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 83 )

[23] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 83 )

[24] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 84 )

[25] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 84 )

[26] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 84 )

[27] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 85 )

[28] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 85 )

[29] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 85 )

[30] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 85 )

[31] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 86 )

[32] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 87 )

[33] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 87 )

[34] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 88 )

[35] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 89 )

[36] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 89 )

[37] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 90 )

[38] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 90 )

[39] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 92 )

[40] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 90 )

[41] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 91 )

[42] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 93 )

[43] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 97 )

[44] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 97 )

[45] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 97 )

[46] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 97 )

[47] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 99 )

[48] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 98 )

[49] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 98 )

[50] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 98 )

[51] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 100 )

[52] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 101 )

[53] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 102 )

[54] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 102 )

[55] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 102 )

[56] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 102 )

[57] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 103 )

[58] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 106 )

[59] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 106 )

[60] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 104 )

[61] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 128 )

[62] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 104 )

[63] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 106 )

[64] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 108 )

[65] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 134 )

[66] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 108 )

[67] Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 109 )

[68] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 123 )

[69] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 124 )

[70] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 125 )

[71] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 125 )

[72] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 125 )

[73] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 124 )

[74] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 128 )

[75] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 128 )

[76] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 129 )

[77] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 130 )

[78] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 130 )

[79] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 130 )

[80] Osm. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 131 )

Osmanlı Devleti’nin Resmî Dili Var mıydı?

Resmî dil ne demektir? Bir memleketteki halkın hepsinin konuştuğu dil midir? Devletin yazışmalarında tercih ettiği dil midir?
Memurların kendi aralarında konuştuğu ve halka hitab ederken kullandığı dil midir? Yoksa devletin halka konuşulmasını emrettiği bir dil midir?

Evvela şunu kabul etmek gerekir ki, resmî dil bir XIX. asır buluşudur. Milliyetçilik cereyanının neticelerindendir. Üstelik pek de masum olmayan bir ulus-devlet tabiridir. Zira ekseriyetin (çoğunluğun), ekalliyeti (azınlığı) asimile etme vasıtalarından biri olarak kullanılmıştır.

Aklı olan öğrenir!

Meselenin bize girişi 1876 tarihli Kanun-ı Esasî’si ile olmuştur. Bu ilk Osmanlı anayasasının 18. maddesi; devlet hizmetlerinde istihdam olunmak için, “devletin lisan-ı resmîsi” olan Türkçe’yi bilmeyi şart koşmuştur. “Bu madde, dirâyetli kişilerin memur olması önünde engeldir” diyen Arap mebuslara, parlamento reisi Ahmed Vefik Paşa, “Aklı olan dört sene içinde Türkçe öğrenir” şeklinde cevap vermiştir. Bu maddenin ilk hâlindeki, “Osmanlı ülkesinde bulunan kavimlerden her biri kendilerine mahsus olan dili öğrenip öğretmekte serbesttir” cümlesi; İngiltere’de mühendislik tahsili gördüğü için İngiliz Said Paşa diye de bilinen Eğinli Said Paşa’nın “zihne ayrılıkçılığı düşürür” şeklindeki muhalefetiyle çıkarıldı. Mamafih bundan sonra da mahallî dillerde tedrisat ve neşriyata bir halel gelmiş değildir.

Avrupa’daki cereyanların tesiriyle bu devirde devletin çeşitli unsurlardan bir “Osmanlı ulusu” teşkil etmeye çalıştığı söylenir. Bu iddia doğru kabul edilse bile, muvaffakiyet bulmamıştır. “İmparatorluk tebası” ile “ulus” zıt şeylerdir. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî dili üzerinde konuşmak aslında abesle iştigaldir. İmparatorlukların resmî dili olmaz. Bunlarda çeşitli diller yan yana yaşar. Hatta birbirine tesir eder. Bazı topluluklar birden fazla lisan konuşur. XIX. asırda bile Türkçe konuşanların nisbeti %35-40 civarındadır. Bazı beldelerde nüfus kesafeti sebebiyle fazla, bazılarında mesela Ege Adaları’nda yok gibidir. Hanedan, ordu, bürokratlar Türkçe konuşur. Bu bakımdan Türkçe, Selçuklulardan beri cemiyetteki hâkim sınıfın lisanıdır; bir başka deyişle lingua francadır.

Osmanlı Devleti’nde resmî yazışmalarda Türkçe’den başka, Arapça, Farsça, Rumca, Ermenice, Bulgarca gibi diller kullanılmıştır. Arşivler bu tip vesikalarla doludur. Arap ülkelerindeki mahkeme kayıtları Arapçadır. Salnâmeler (devlet yıllıkları) ve Takvim-i Vekâyi (resmî gazete) birkaç dilde basılmakta; kanunlar birkaç dilde çıkarılmaktadır. Diplomatik yazışmaların hepsi Fransızcadır. Devlet, kendi elçilerine bile bu dilde yazı gönderir. Resmî makamlar, her dildeki dilekçeleri kabul eder.

Kültür empozesi değil, işlerin yürümesi olduğu esas için, memurların hepsinin Türkçe bilmesi aranmaz, mahallî lisanı bilmesi kâfi görülürdü. Bazı memurlar Türkçe yanında, mahallî dili de bilir. Mesela Budin vâli ve kadıları, Macarca bilir ve resmî işlerde kullanırdı. Türkçe bilmeyenlerin devlet dairesine işi düştü mü, kimse “Önce sen Türkçe öğren!” diye kaşını çatmaz, hemen bir tercüman bulunurdu. İslâm hukuku, herkese bu hakkı vermiştir. Hatta Hanefî hukukçusu İmam Muhammed Şeybânî, resmî işlerde tek tercümanı kâfi görmez; iki tane olmasını bulunmasını şart koşar.

Kanun-ı Esasî’nin resmî lisandan kastının, memurların müşterek bir lisan bilmeleri olduğu âşikârdır. Bir başka deyişle, devlet işlerinin kolayca yürütülmesi için diğer dillere bir yasak getirmeden Türkçe’yi müşterek lisan hâline getirmektir. Bu madde, Türkçe’yi bugünün anlayışıyla resmî dil hâline getirmiş değildir. Nitekim tatbikat da böyledir. Öyle ki Kanun-ı Esasî devrinin iyi sicilli sadrazamlarından Tunuslu Hayreddin Paşa (1878-1879), Çerkez asıllı bir Tunuslu idi. Türkçe bilmez; tercüman vasıtasıyla memleketi idare ederdi. Ama bu bile, XVIII. asır başlarında İngiltere tahtında oturan Kral I. George ve II. George’un, tek kelime İngilizce bilmeyişinden daha garip değildir.

Vatandaş Türkçe konuş!

İttihatçılar, Kanun-ı Esasî’nin yukarıda zikredilen hükmünü, kavmiyetçi politikalarına bir dayanak yapmışlar; Türkçe’den başka lisanların konuşulmasını, bu dillerde tedrisat yapılmasını yasaklayacak kadar ileri gitmişlerdir. Mesela bir taşra meclisinde yazılan mazbatanın, bir Ermeni âzânın mührüyle mühürlenmesi, anayasanın resmî dil prensibine aykırı bulunarak reddolunmuştur. Arnavut ve Arap ihtilâllerinin; hatta Kürtçülük hareketinin mesnedlerinden biri de budur. Günümüzdeki resmî dil anlayışı, İttihatçı mirasıdır. 1910’da mecliste kanunların ilan şekli müzâkere edilirken, resmî dil hususunda çok münakaşalar olmuş; Türk olmayan mebuslar, kanunların halka kendi dillerinde anlatılması gerektiği hususunda ittifak etmiştir. Nitekim Hakkâri Mebusu Seyyid Taha Efendi, “Anadilim olduğu halde, Kürtçenin resmî lisan ilânını teklif etmem. Fakat devlet, lâzım gelen her şekil ve vesile ile kanunları ahaliye anlatmalıdır” demiştir.

Halk farklı diller konuşsa bile, resmî dil, devlet ile ferdler arasındaki resmî muamelelerin bu dille yapılmasını gerektirir. Bir ülkede birden fazla dil, resmî dil olarak kabul edilebileceği gibi resmî bir dilin olmaması da mümkündür. Yalnızca Fransa ve İtalya’da tek resmî dil vardır; ama azınlık dilleri de resmen korunur. Meselâ İtalya’da Arnavutça, Katalanca, Hırvatça, Fransızca, Almanca ve Yunanca mahallî resmî dillerdir. Hindistan’da, 35; Güney Afrika’da, 11; İspanya’da, 5; İsviçre ve Lüksemburg’da, 4; Belçika, Irak ve Bosna’da, 3; Kıbrıs, İrlanda, Kanada, Filipinler ve Finlandiya’da, 2 resmî dil vardır. ABD, İngiltere ve Almanya’da resmî dil yoktur.

Türkiye’de çok dil konuşulmasına rağmen, tek bir resmî dil vardır. 1924 anayasası ve sonrakiler açıkça “Resmî dil Türkçedir” der. Buna dayanarak İttihatçılardan devralınan mirasa sahip çıkılmış; Ada vapurundaki Rumca konuşmalardan rahatsız olup, “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları açılarak, memleketin kadim halkı gayrımüslimler tazyik edilmiştir. Nüfusun %10’undan fazlasının konuştuğu binlerce senelik bir dil, “Bilinmeyen bir dil” olarak reddolunmuş; Kürt milletvekillerinin meclis albümündeki biyografilerinde “bildikleri dil” hanesine anadilleri, “Farsça” olarak yazılmış; Van zelzelesinde evi yıkılıp Kürtçe feryad eden yaşlı kadıncağızı, orada bulunan bir paşamız, “Kadın, sen önce Türkçe konuş!” diye azarlayarak anayasayı korumuştur.

Prof. Dr. EKREM BUĞRA EKİNCİ

Marmara Üniversitesi, Tarih