Etiket arşivi: Tebliğ
Tebliğde Neye Dikkat Edelim
Tebliğde Neye Dikkat Edelim
Fikir adamları düşüncelerini sempozyumlar, açık oturumlar, müzakereler veya birebir konuşmalarda beyan etmektedir.
Kur’an Talebeleri olan Nur Şakirdleri de bu coğrafyada bir asırdan fazladır tebliğ hizmetini ifa ve icra etmektedir. Zor zamanlarda hak ve hakikate hizmet etmekle kola zamanda hizmet etmek gayretinde olmak aynı şey değildir malum. Kelle koltukta hizmet eden Bediüzzaman ve talebelerinin o güne ait hizmet şartlarını bilmek bugünlerde şevk ve gayrete sebep olmaktadır. Çünkü tebliğ tarihini bilmeyen ya şevki söner veya tebliğ için bir ihtiyaç görmez. Şimdi de aynen böyle. Kelle koltukta telif eden eserleri kanepe koltukta okumaktan imtina ediyoruz.
Tebliğ, hizmetin iskeletini tesis eden ana eklemlerden birisidir. Bu ihmal edilmesi ise kısmi felce sebep olmaktadır. Yani isteksiz, şevksiz, gayretsiz, olsa da olur olmasa da vb durumlar bunun neticesidir. “Tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret..”[1] göstermelidir tebliğ edenler. Çünkü tebliğ işi Rasulü Ekrem (A.S.V.) efendimizin davasını, hatta bir adım ötesi Allah (C.C.) davasını anlatmaktır. Metanet gösterilmeli yani iddia edilen davada sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması gerekmektedir.
Bu sayede insan davasında kararlı olup, sözünde durarak, Allahu zülecelale Kalu belada verdiği ahde vefâ etmiş olur.
Tebliğ bir vazifedir: “Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğdir kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir.”[4] Tebliğ eden kimseler bu işi Allah’ın davasında kensidinin Allah tarafından istihdam ettirildiğini bilmesi gerekir. Nefsi namına değildir. Buna en güzel misal ise, “İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş.
O kâfir, ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”
Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”
O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktır.” dedi. [5]
“1. En mühim bir mücahede olan ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmektir.
- Üstadına neşr-i hakikatcihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir.
- Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir.
- Kalemle ilmi tahsil etmektir.
- Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, tefekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.”[8]
Bütün mehazler ve emsali nazara alınınca tebliğ olmadan hayatın olmayacağı ve manevi hizmetlerde tebliğ hizmetinin eksikliği ve bu eksiklikten kaynaklanan sıkıntılarınn görüleceği aşikardır.
Hülasa: “Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saâdet-i ebediyenin anahtarıdır.”[9]
Tebliğ manevi hayatta mihmandarlıktır, ahir zamanda boğulan insnalığa cankurtaranlıktır. Ne mutlu bu bahtiyarlığı icra edenlere. Rabbim bu bahtiyarlardan eyleyip tebliğde istihdam ettiklerinden eylesin. Amin.
Selam ve dua ile
Muhammed Numan özel
______________________________________________
[1] Şualar ( 129 )
[2] Mektubat ( 362)
[3] Lem’alar ( 131)
[4] Kastamonu Lâhikası ( 259)
[5] Mektubat ( 268 )
[6] Tarihçe-i Hayat ( 160 )
[7] Kastamonu Lâhikası ( 24)
[8] Emirdağ Lâhikası-I ( 190)
[9] Barla Lâhikası ( 328 )
[10] Tarihçe-i Hayat ( 693)
Kaynak: NurdanHaber
www.NurNet.Org
Eli Kalem Tutanlar!
Ben Tenezzül Etmem!
“Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz.[1]” Bu söz ilerleyen zaman ve tarih sahnesine levh-i âlâdan çıkan her hadise ile kendisini göstermektedir. Basiret sahibi olan görmektedir. Bazan basar kör olsa da göremese de basiretten kaçmamaktadır.
Nitekim Zamanın muktezasınca hatt-ı hareket etmeyen kimseler zamanın çarkları arasında ezilip mahvolmaya mahkumdur. Bundan kaçış söz konusu değildir. Malum bakkal hesabı ile holding veya avm yürütülemez. Bizler ise ehl-i sünnet ve cemaat olan nur talebeleri de hizmetimizin istikametini muhafaza ve müdafa etmekle mükellef ve muvazzafız.
Nura sadakatle, nurun bekçiliğini ihsan-ı ilahi ile omuzumuza Cenab-ı Hak koymuş. Biz bu vazifeyi almadık, verildi. O hâlde biz de verilen bu vazifeyi en güzel surette ifâ ve icrâ etmekle mükellefiz. Bu aslında hem bir mesuliyet hem bir taltiftir. “Bir tek adam seninle hidayete gelse, sahra dolusu kırmızıkoyun, keçilerden daha hayırlıdır. ” [2] o halde bize neler oluyor ki bu vazifeyi icra edenleri ve kendimizden daha güzel becerenleri çekemiyoruz?
Bu vazifeyi ifa ederken de sadakat bizler için olmazsa olmaz olan bir esastır. Sadakat denildiği ve tarif edildiği gibi yapılmasıdır. Kendisine insanın bir hedef tayin edip o maksada müteveccihen hareket etmelidir. Bu hareketin neticesi kader, hadiselerin meydana gelmesi kazadır. Bizim hizmette ihtiyarımızı kullanmamız ise atâ olmaktadır.
Risale-i Nur Hizmeti kimsenin babasının çiftliği değildir. Bu sebeple kendin pişir kendin ye tarzında bir hizmet olmaz. Ama yapanlar var denirse ona da derim ki: o Nur hizmeti olmaz kendi halinde bir şey olur. Bir nevi lokal hizmeti gibi. Kafana göre hizmet et, nasıl edersen et, bir aktivite, faaliyet, sinerji olsun gibi bir anlayış nurculukta yoktur. Başka yerde varsa onu bilemem.
“Beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. ” [3] ders okuma makamında bulunan kimseler de ders okurken dinleyenlerin fehimlerine göre konuşması hem belagate hem de konuşma adabının gereğidir. Yoksa senin testin ne kadar büyük olursa olsun karşındakine vere bildiğin miktar önemlidir.
Bir de en ulu testi bile içerisinden ab-ı hayatı başkasına vermek için tevazu ile eğilmeye mahkumdur. Testi hiç eğilmezse ya içinde ki su buhar olur gider veya bayatlar. Ne kendisine hayrolur ne de başkasına hayrolur.
“Kitap yüklü merkep” [4] tabiri de tevazu ile millete bir şey anlatmayıp, kibir ile kaf dağının başında olan kimselere de okkalı bir tokat atmaktadır.
Risale-i Nur Hizmetini bize bırakan ahirzaman müezzini Bediüzzaman Said Nursi (k. s. ) bu hizmetin düsturlarını Lâhika mektubları olarak belirlemiştir. Bu Lâhika mektubları ise ahirzamanda istikametli hizmetin esaslarını, yöntemini, tarzını, şeklini göstermektedir. Barla ve Emirdağ Lâhikasının taktim kısmını her bir cümlesi yer yer kelimesi altı çizilerek “dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak.. [5]” ve “Lâhika mektubları bu gibi hususlara da işaret ediyor. Değişen dünya hâdiseleri, geniş ve küllî mes’eleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’aniyenin esaslarını ders veriyor. [6] Bu gibi hususları lahikadan sondaj ile santrüfüj ederek çıkartıp içtimai hayata tatbik etmekle mükellefiz. Ama ne acı ki Tevazu yerine Kibir, hizmet yerine hezimet, ders okuyorum diye dümdüz okuyup gidenler veya tam dersi 1 cümle okuyup sulandıra sulandıra şaklabanlık yapanlar sebebi ile nurlar perdelenmekte ve çok kimselerin daire-i nuriyeye girmelerine çin setti gibi set çekmekte.
“taassub perdesi.. [7]” taşıyan bu kimseler ise, set çekip mani olduklarına ise “nasipsizmiş, nasibi yokmuş!” gibi yaftalar yaparak kendi taassubunu gizlemekteler bir nevi tağut-u hafi sıfatına bürünüyorlar. Sonra biz ıslah edicileriz diye kendisini kandırıyor.
“ taassub taşıyan.. [8]” kimselerin borusunun Risale-i Nurun önünde öttüğü yerde sağlam hizmet edilmez. Çünkü “taassub ve tarafdarlığın müdahaleleri.. [9]” neticesinde şahsın anlayışı risalelerin önüne geçmiş, şahıs risalelere muhalif sözde hizmet hakikatte hezimette etse kimse itiraz edemez çünkü risalelerin değil falanın filanın borusu ötmektedir.
“ taassub taşıyan.. [10]” kimselerin peşinde giden kraldan çok kralcı geçinen kimseler ise, taklit ettiği mutaassıb kimsenin gölgesi olmaya, onu taklit etmeye, birisi bir şey dese sen bu abiden daha mı iyi biliyorsun diyerek susturmaya çalışmakta. Maalesef bizden gibi görünüp, aslen ifsad için daireye sokulmuş olan kuklalara aldanan çok kimseler, saftirikler var. [11]
“ taassub taşıyan.. [12]” kimselere hitaben “istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım. [13]”
Böyle atgözlüklü kimseler Hizmette geri vitesler olarak tesmiye ediyorum. ( buna dair “hizmette “r” geri vitesler” makalemize bakabilir. ) mesela buna bir misal vereyim. Bir yerde bir okuma programı var. X meşrebine ait. Y meşrebinden kimsede müsaid olduğu için katılmak istiyor. At gözlüklü kimseler “olmaz!” diye karşı çıkıyor. Neden dendiğinde ise “o bizden değil. ” Denmekte.
Bağnaz olana sormak lazım “Sen kimdensin?”
Üstad bile “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.
Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz. [14]”
“Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas birkontrol vazifesi görmektedir. [15]”
Genç nurcular taassuba fevkalade karşı olması şayan-ı taktirdir. “Nev’-i beşerde, hususan bu asr-ıhürriyette ve bilhâssa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev’-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz?[16]” hürriyet tahdid altına alınamaz. Hele hele manevi mevzularda. Abim, hocam, vakfım, şeyhim dedi diye kabul edilemez. Eğer öyle olsa idi. Efela tefekkerun, yetefekkerun.. gibi ayetler nazil olur mu idi? Nurculukta taassub sahiplerinin dayatmalarına asla göz yumup hazmedemeyiz.
“ümid, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, âlem-i İslâm’daki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir. [17]”
“Taassub zamanı geçti. Maziyi unutmak ve istikbale bütün kuvvetimizle müteveccih olmak lâzım gelir.. [18]” geçmişte şu oldu bu oldu deyip arabayı dikiz aynasına bakarak sürmek yerine önümüze bakıp yolumuza öyle devam etmeliyiz. Arada dikizlere bakıp arkayı kontrol etmeliyiz. Araba dikizlere bakılarak sürülmez. Geçmişi kenara koyup ittihad ve ittifakımızı sağlamak için gayret göstermeliyiz. Taassub sahiplerinin seslerine kulak tıkamalıyız. Taassub bir hastalıktır lakin bilinmez ki tedbir alınsın.
“İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir.
Yoksa cehilden,
adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir.
Bence taassub.. bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir. [19]”
“Fakat heyhat, bizler arpa anbarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmua-yı hakaik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiane ederiz. [20]”
“Meşreben ve fikren “müsavat-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten veİslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallüb ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim. [21]
Evet, tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu’cizedir. [22] avam-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasılki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerim’in ince hakikatları, اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. [23]
Belagat, mukteza-yı hal’i müraatten ibaret değil midir? [24]
Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler.
O umumî meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir.[25]
Avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avam-ı nâs, ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyatı fehmedemezler. Ancak o yüksek hakaikın, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. [26]
Yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat-pat söylediği sözler ile ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde o insan ile o çocuk arasında bir malûmat alış-verişi olamaz. [27] Ders okuyan kimse bakıyorsun dersini üst perdeden okuyor, otobanda 180 km ile gidiyor. Geçenlerde bir derse katıldım akşam, sıcak vs. ders okuyan 180e taktı okumaya başladı. Bir ara baktım dalmışım. “bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka.. ” [28] bu sebepleri buldum yazmak istedim. Yani Tabir-i caiz ise Allah tenezzül etmiş bizlerin anlayacağı seviyede konuşmuş, Haşa Ben tenezzületmiyorum manasına geliyor. “Beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-üİlahîdir. ” [29] bu kaideyi çiğniyor ve derse ilk defa gelenlerin daha da gelmemesine sebep oluyorlar.
Sonra bakıyorsun seneler geçmiş sen, ben, bizim oğlan ülfetle mübtela olmuş ders okunmaya devam ediyor. Sonra bize niye kimse gelmiyor deniyor.
Gelenlerle belagata münasip olarak muhatab olmamak, yeni birisi mi gelmiş gelmemiş mi umursamayan, nasılsa birisi alakadar olur deyip oralı olmamak, bu yaşta ben mi alakadar olayım düşüncesi..
“İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir. ” [30]
O halde islamiyetin şe’ni olan bu kavramların içi boşalmış sadece namı kalmış, kof olmuş oluyor. Neticede ise “Kâinattaki zeval, firak ve adem zahirîdir. Hakikatta firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. ” [31] adem olmadığına göre bu kavramların içinin boşalması ise Taassuba davetiye çıkartmaktadır.
Allah bizleri liyakati ile hizmette, sadakatle kaim, daim etsin, iz’an, iltizam, itikad versin.
Selam ve Dua ile
Muhammed Numan ÖZEL
Haşiye – Mehaz
[1]Münazarat ( 32 )
[2]Şualar ( 336 )bk. Sahihi Buhari 3/57; ez-Zühd İbnül Mübarek 1/484; El-Fethül Kebir 1/282; Buhari, Müslim ve Müsned’i Ahmed’den nakil;İhya-u Ulum, I/9.
[3]Asa-yı Musa ( 118 )
[4]Cuma Suresi 5. Ayet meali
[5]Asa-yı Musa ( 249 )
[6]Barla Lahikası ( 9 )
[7]Tarihçe-i Hayat ( 254 )
[8]Şualar ( 334 )
[9]Muhakemat ( 37 )
[10]Şualar ( 334 )
[11](bk)Şualar ( 288 ),Tarihçe-i Hayat ( 690, 691 )
[12]Şualar ( 334 )
[13]Tarihçe-i Hayat ( 72 )
[14]Münazarat ( 14 )
[15]Tarihçe-i Hayat ( 15 )
[16]Mektubat ( 430 )
[17]Münazarat ( 28 )
[18]Tarihçe-i Hayat ( 235 )
[19]Münazarat ( 89 )
[20]Barla Lahikası ( 64 )
[21]Tarihçe-i Hayat ( 184 )
[22]İşarat-ül İ’caz ( 109 – 110 )
[23]İşarat-ül İ’caz ( 116 )
[24]İşarat-ül İ’caz ( 116 )
[25]İşarat-ül İ’caz ( 117 )
[26]İşarat-ül İ’caz ( 115 – 116 )
[27]İşarat-ül İ’caz ( 158 )
[28]Divan-ı Harb-i Örfi ( 81 )
[29]Asa-yı Musa ( 118 )
[30]Münazarat ( 89 )
[31]Sözler ( 765 )
www.nurnet.com
Peygamberimizin Teblig Metodu Nasıldır?
Peygamberimiz, irşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu.
“Habîbim! İnsanları rabb-i teâlânın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle, mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin).” (Nahl Sûresi, 125)
Peygamberimiz bu ve benzeri ayetleri örnek alarak müminleri ilim ve hikmetle irşat eder, bu irşadını delillere dayandırırdı.
İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve halindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı, inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı haline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet, muhabbet, yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allahın izniyle insanlık âlemini tedavi etti.
Tebliğ mesleğinin yolu, “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.
Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.
Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak. Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.
Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı. Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatında kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da.
Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.
Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.
Her müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz: “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” buyuruluyor.
Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve o kişiye zarar versek, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?
El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi, dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.
Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allaha bırakmalıdır.
Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder: Tohum ıslah edilmiş, tarla ekime elverişli, mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu, sert ve elverişsiz bir tarlaya, uygun olmayan bir mevsimde, hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra, tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır.
Aynen bunun gibi, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak gerekir. İslama uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslama, hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir.
İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir.
Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam, şahsın halet-i ruhiyesi, beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir.
Diğer taraftan islamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını, kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl, kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır.
Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman üzerine düşenleri yaptıktan sonra o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır, Allah’ın vazifesine karışmaz.
Mehmed KIRKINCI / www.mehmedkirkinci.com