Etiket arşivi: Tebliğ

Hakikat ve Ünsiyet

En mühim hakikat, Allah  Resulü ve Son Peygamber Hz. Muhammed (a.v.s.)’ın bize tebliğ ve tâlim ettikleridir.
Bizim için hakikatin iki esas kaynağı, Kur’an ve Hadis’tir. Bu iki esas kaynağa kısaca “nakil” de denir.
İnsanların hakikati anlayabilmeleri için, hem akıla hem de “nakil”e ihtiyaçları vardır. Akıl olmazsa “nakil” anlaşılmaz. “Nakil” olmazsa, insan aklını iyi kullanmakla ancak Allah’ın varlığı ve birliği hakikatini kabul edebilir; bu Dünyaya gelişinin, yaşamasının,  ölmesinin sebeblerini ve hikmetlerini, bu dünyadaki vazifelerinin neler olduğunu, Allah’ın sıfat ve isimlerini yalnız aklını kullanarak, “nakil” olmadan öğrenemez. Bunun için ,“İslâmiyet akıl dinidir” denilmiştir; yoksa, herkesin inanış ve yaşayışını kendi nefsine hoş gelecek bir tarzda kendi aklına göre düzenleyebileceği manâda “akıl dini” (!) katiyyen değildir.
Hakikati bulabilmek için lüzumlu olan ilk şey: Hakikati bulmaya samimî bir istek göstermektir. “İsteyene verilir; arayan bulur, kapıyı çalana kapı açılır..” Onu tam yerinde ve iyi kullanabilse, akıl insana hakikati anlayabilmekte bir “mehenk taşı” olabilir.
Hakikat, bütünüyle Allah’ın ilmine aittir. Bizim öğrenebileceklerimiz, talebimize ve elde etmek gayretlerimize mukabil, O’nun tarafından bilmemize müsaade edilenlerdir.
O’nun, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla bize tebliğ ettiği hakikatleri talep etmekten, onları nefsimizde yaşamaktan ve başkalarına da tebliğ etmekten mesul olduğumuzu bilmeliyiz.                                                       
 
                                                           * * *
Denizciler, denizi iyi bilmeyenler için bazen : “Denizi bardakta görmüş” derler. Bu istihzalı ifade,“HAKİKAT ve ÜNSİYET” meselesinin, misal dürbünüyle aklın anlayışına yakınlaştırılmasında kullanılabilir.
Bir tarihte, vazifeli bulunduğu Trabzon’dan memleketi olan Konya’ya izinle giden bir arkadaşımı yolcu edip uğurlarken, beraberindeki içi su dolu bir plastik bidon dikkatimi çekmişti. Yolda abdest alacak su bulamayacağı endişesiyle mi yanında su götürdüğünü ona sormuştum. Arkadaşım tebessüm ederek, bana “-Hayır” cevabını vermişti ve şöyle izah etmişti: 
Konya’da yaşlı bir komşusu varmış, o yaşına kadar denizi hiç görmemiş; sadece işitmiş. O yaşlı ve fakir haliyle denizi görmek için bir deniz sahiline seyahat imkânı da bulamadığından, “denizi ayağına getirmek(!)” istemiş. Bu komşusunun gönlü olsun diye de o Konya’lı arkadaşım beş litrelik bir plastik bidona doldurduğu Karadeniz suyunu Konya’ya o komşusuna götürüyormuş!.
Bu açıklamaya biraz hayret etmiş olmama rağmen, o yaşına kadar denizi görmemiş ve denizi görmek merakını giderememiş yaşlı Konya’lının, bu konuda son çare olarak, deniz sahilindeki bir şehirde görevli olan  komşusundan, memleketi olan Konya’ya gelişlerinden birinde getirmesini istediği bir miktar deniz suyunu görünce, ne yapmış ve ne söylemiş olabileceğini kendi kendime tahmin ve tasavvur edebilmeye çalışmıştım. 
O yaşlı Konya’lının asıl davranışının ne olduğunu, o arkadaşımla izinden dönüşünde tekrar karşılaşmadığım için sorup öğrenememiştim, fakat büyük bir ihtimalle, kendisine 5 litrelik bir bidonda getirilmiş olan deniz suyundan bir cam bardağa doldurup görünüşünü, tadını, kokusunu incelemiş ve sonra da büyük bir ihtimalle: “Bayağı tuzlu bir su imiş…” diye fikrini beyan etmiş olabilir. “Büyük bir ihtimalle böyle demiştir” diyorum, çünkü insanların böyle hallerde buna benzer bir tavır aldıklarının misallerini hepimiz çok görmüşüzdür.
Bu vak’ayı bir misal olarak alıp konumuz olan HAKİKAT ve ÜNSİYET” meselesine tatbik edersek, “HAKİKAT büyük bir umman ise, bu ummanın bir kaba doldurulmuş numunesi karşısına gelince, onun numunesi olduğu şeyi anlayabilmekten uzak, ona lakayt, hakir görücü bir nazarla  bakmak da “ÜNSİYET” halini ifade eder.
Gaflet içindeki insanlar, o Konya’lı yaşlı vatandaşın bir dünya denizine ömrü boyunca duyduğu merak ve alâkayı bütün kâinatı ihata eden hakikat okyanusuna duyabilselerdi; onu anlamaya çalışsalardı… Bütünüyle görmeye ve bizzat her tarafına seyahate imkanları olmadığı için, önlerine konulmuş numunelerini anlayıp takdir edebilmekten uzak, onlara lakayt ve hakir görücü bir “ÜNSİYET” nazarıyla bakmasalardı… Duyu organları ile müşahede edebildikleri mevcudatta ve her hadisede, büyük varlığın ve büyük kudretin tecellilerinin küçük numuneleri olduğunu düşünebilselerdi… Her şeyi bu numuneler ve misaller âleminden ibaret zannetmeyerek bunlar vasıtasıyla anlaşılması icab eden “asıl”lardan gaflet etmeselerdi… 
Fakat, yazıklar olsun ki, insanların ekseriyeti böyle bir gafletin içindedirler. Meraklarını, hayretlerini, hayranlıklarını tevcih edebilecekleri “asıl”lardan bîhaber, “numuneleri asıl gibi kabul eden” bir gaflet seline kendilerini kaptırmış olarak son menzillerine giderler… 
Alçalan bir meyilde ilerleyen bir selin akışı en aşağı seviyeye varıncaya kadar devam eder. Gaflet seline kapılmış olarak büyük bir felakete doğru gidenler, bu gidişlerini “karşılıksız bir seyahat” mı zannediyorlar ki, o yanlış zanlarından bir an evvel kurtulabilmek için hiçbir gayret sarf etmiyorlar?
 
                                             * * *
Lale Devrindeki Osmanlı Devletinde değiliz; “Sanat sanat içindir” sözünün reddedilmesi için çok sebeplerin bulunduğu bir devirde ve muhitte yaşıyoruz. Yazı yazarken de “tasannu” değil, “tebliğ” esas maksat olmalıdır.
Bilhassa edebiyatçılar tarafından yazılanları bu açıdan inceler; yazılarında tebliğe mi, yoksatasannuya mı daha fazla ehemmiyet verdiklerini teşhise çalışırım.
Merhum Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN hocanın KUĞULAR” adlı kitabındaki “BİR TURİST KAFİLESİ” başlıklı kısım da, “HAKİKAT ve ÜNSİYET” bahsimizle alâkalıdır ve tebliği esas almış bir metindir.
Bu sebeble onu buraya alıyorum:
“BİR TURİST KAFİLESİ
Amerika’dan gelmiş bir turist kafilesi LOUVRE’u geziyorlardı. Tabloların önünden koşar adım halinde geçiyor, onları bir rüya gibi sisli ve müphem, güya görüyorlardı.
Güya onların sanat sırlarını keşfediyor, güya onlardan birşey görüp anlıyorlardı.
Bu turist kafilesi, o ziyareti belki beş dakikada bitirdi; otobüslere binip oradan ayrıldılar. Eh LOUVRE’u görmüşlerdi. Amerika’da bol bol övünebilirlerdi.
Halbuki bir tablonun önünde senelerce oturup incelemek belki kâfi değildi.
Her zerresi mucize olan bu kâinatı ben de o turistler gibi gaflet içinde gezdim.
Ne gördüm, ne anladım. Az sonra rehberimiz boruyu öttürecek:
-Haydi otobüslere!..”
Merhum Prof.Dr. Ali Nihat TARLAN’ın derin ilminin, kültürünün eşya ve  hadiselere bakışına kazandırdığı ihata ve anlayış kabiliyetine rağmen, ilerlemiş yaşında, “HAKİKAT ve ÜNSİYET”mevzuundaki böyle bir itirafını neşir ile ilân etmesi de, “HAKİKAT”a karşı “ÜNSİYET“halleriyle ÜNSİYET içinde olarak ömürlerini tüketen insanları ikaz etmeli; sarsmalı ve uyandırmalıdır!..
Prof. Dr. Mustafa NUTKU
(KÖPRÜ Dergisi, Aralık 1978)
 

Tebliğde Neye Dikkat Edelim

Tebliğde Neye Dikkat Edelim

 

Tebliğ: Ulaştırmak. Götürmek. Bildirmek. Eriştirmek. Manalarına gelmektedir. İnsanlık tarihi boyunca tebliğ daima aktif olarak var olan bir kavram ve fiildir. Beşeriyet muktezası olarak insanlar sözlü olarak efkarını, meramını izhar etmiştir. Fikirlerin aktarımı ve anlatılması için sözlü fiil daima en fazla kullanılan metoddur.

Fikir adamları düşüncelerini sempozyumlar, açık oturumlar, müzakereler veya birebir konuşmalarda beyan etmektedir.

Kur’an Talebeleri olan Nur Şakirdleri de bu coğrafyada bir asırdan fazladır tebliğ hizmetini ifa ve icra etmektedir. Zor zamanlarda hak ve hakikate hizmet etmekle kola zamanda hizmet etmek gayretinde olmak aynı şey değildir malum. Kelle koltukta hizmet eden Bediüzzaman ve talebelerinin o güne ait hizmet şartlarını bilmek bugünlerde şevk ve gayrete sebep olmaktadır. Çünkü tebliğ tarihini bilmeyen ya şevki söner veya tebliğ için bir ihtiyaç görmez. Şimdi de aynen böyle. Kelle koltukta telif eden eserleri kanepe koltukta okumaktan imtina ediyoruz.

Tebliğ, hizmetin iskeletini tesis eden ana eklemlerden birisidir. Bu ihmal edilmesi ise kısmi felce sebep olmaktadır. Yani isteksiz, şevksiz, gayretsiz, olsa da olur olmasa da vb durumlar bunun neticesidir. “Tebliğ-i risalette ve nâsı hakka da­vette o de­rece metanet ve sebat ve cesaret..”[1] göstermelidir tebliğ edenler. Çünkü tebliğ işi Rasulü Ekrem (A.S.V.) efendimizin davasını, hatta bir adım ötesi Allah (C.C.) davasını anlatmaktır. Metanet gösterilmeli yani iddia edilen davada sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması gerekmektedir.

Doğru yerde doğru sözü doğru kimselere söyleyerek hakka hizmet edilir. Doğruyu yanlış yerde izhar etmek batıla hizmettir. Buna dikkat etmek gerekir. Yoksa ben hakkı söyleri nere olursa olsun fark etmez demek at’a et, aslana et atmak gibi bir şey olur. Zaman, zemin, muhataba dikkat etmesi tebliğ edicinin dikkat etmesi gereken en önemli kaidedir. Muhataba azami derecede dikkat edilmeli ve ona göre hitap edilmelidir. Nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya sa­tar ve bilerek hakikat el­maslarını pis, muzır şişe parçala­rına  müba­dele eder derecede münafıklığa girmiş insan sure­tindeki yı­lanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hür­metsizliktir.”[2]

Bu sayede insan davasında kararlı olup, sözünde durarak, Allahu zülecelale Kalu belada verdiği ahde vefâ etmiş olur.

Mukteda-yi Küll, Rehber-i Ekmel (A.S.V.) tebliğ hizmetini yaparken “insanların çe­kilmesiyle ve din­le­meme­siyle daha ziyade sa’y ve gayret ve cid­diyetle tebliğ et­miş. Çünkü  اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sırrıyla anla­mış ki, insan­lara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazi­fesi­dir Cenâb-ı Hakkın vazife­sine karış­mazdı.”[3] Tebliğini yapmak ve neticeyi Allahu zülcemale havale etmek tebliğ erinin üstadından (a.s.v.) aldığı derstir.

Tebliğ bir vazifedir: “Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazife­sine karışmaz. Vazifesi tebliğ­dir kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir.”[4] Tebliğ eden kimseler bu işi Allah’ın davasında kensidinin Allah tarafından istihdam ettirildiğini bilmesi gerekir. Nefsi namına değildir. Buna en güzel misal ise, “İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş.

O kâfir, ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”

Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktır.” dedi. [5]

“Sönmeyen bir azim, irade ve hiz­met aşkına malik  olduğu için, yılma­dan, yıpranmadan, usanıp bıkmadan, bütün kuvve­tini sarf ederek emsalsiz bir sabır ve tahammül ve fera­gat-ı nefis ile”[6] tebliğ hizmetini yapan Bediüzzaman ve ondan ders alanlar azim, irade, metanet ve salabetle hizmet etmiş ve etmektedirler. “intişarına yardım etmektir.” [7] İntişara yardım eden tebliğ erlerinin 5 kar’ı ise,

“1. En mühim bir mücahede olan ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmektir.

  1. Üstadına neşr-i hakikatcihetinde yardım su­retiyle hiz­met etmek­tir.
  2. Müslümanlara iman cihetinde hizmet et­mek­tir.
  3. Kalemle ilmi tahsil etmektir.
  4. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, te­fekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.[8]

Bütün mehazler ve emsali nazara alınınca tebliğ olmadan hayatın olmayacağı ve manevi hizmetlerde tebliğ hizmetinin eksikliği ve bu eksiklikten kaynaklanan sıkıntılarınn görüleceği aşikardır.

Hülasa: “Şu zamanda en mühim vazife, imana hiz­mettir. İman saâdet-i ebediyenin anahtarı­dır.”[9]

“Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dinî neş­ri­yatın yaptırılma­dığı ve Kur’ân’ın hakikatlerini beyan ve tebliğ etmeye dinen muvaz­zaf ol­duk­ları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi deh­şetli ve tarihin görme­diği bir hen­gâmda, Kur’ân ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânları­nın tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mut­lakın ve din­sizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak gö­rülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devlet­lere, milletlere mu­kabil, değil yal­nız bir yerdeki fira­vunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek ba­şıyla meydan okumuş ve oku­yor. Ve Kur’ân ha­kikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içe­ri­sinde neşredi­yor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi ga­lip etmek, mağ­lûp et­mek, muvaffak etmek ve Nurları kabul et­tirmek Cenab-ı Hakka aittir. Biz, vazife-i İlâhiyeye karışmayız”[10]

Tebliğ manevi hayatta mihmandarlıktır, ahir zamanda boğulan insnalığa cankurtaranlıktır. Ne mutlu bu bahtiyarlığı icra edenlere. Rabbim bu bahtiyarlardan eyleyip tebliğde istihdam ettiklerinden eylesin. Amin.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan özel

______________________________________________

[1] Şualar ( 129 )

[2] Mektubat ( 362)

[3] Lem’alar ( 131)

[4]  Kastamonu Lâhikası ( 259)

[5] Mektubat ( 268 )

[6] Tarihçe-i Hayat ( 160 )

[7] Kastamonu Lâhikası ( 24)

[8] Emirdağ Lâhikası-I ( 190)

[9] Barla Lâhikası ( 328 )

[10] Tarihçe-i Hayat ( 693)

 

Kaynak: NurdanHaber

www.NurNet.Org

Eli Kalem Tutanlar!

“Eli kalem tutanlar” denildiğinde ekseriya, “acaba bu ifade ile, elinde kalem tutmasına mani bir sakatlık (engellilik) hali bulunmayanlar” mı kastediliyor diye merak ettiğim oluyor.
Kur’an-ı Kerîm’in 96. Sûresi olan Alak Sûresinin 4. Âyeti: الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
“O, kalem ile öğretendir.” mealindedir. Elmalı tefsirinde bu âyet ile ilgili olarak ilk söylenen cümle şöyledir: “Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de Odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.” Bu tefsir cümlesinde de “eli kalem tutan insanlar”denilerek insanlar arsında bir ayırım yapılmamış; âyetin genel olarak (tabii ki eli sakat veya organları bakımdan başka şekilde engelli olanlar hariç) tüm insanları içine aldığı ifade edilmiştir.
Gerçekten de organ yapısı bakımından insana en fazla benzerlik gösteren hayvan olan maymunun bile, elleriyle insanın yaptığı şeylerin bazılarını yaptığı görülmesine rağmen, kalemle yazdığına pek rastlanmamaktadır; kalemle yazmak yalnız insana mahsustur. İnsanlar kalemle yazmak kabiliyetlerini adlarını, soyadlarını, adreslerini, alacaklarını, vereceklerini, mektuplarını, ilim ve sanat tahsillerindeki ders notlarını, dünyevî meslekleriyle ilgili bilgileri ve diğer çeşitli yazılarını yazmak için çok yaygın olarak kullanırlar. Fakat bu saydıklarımız gibi sıradan olmayan bir yazı yazmak mevzubahis olunca, bazen   “Eli kalem tutanlar” ayrıcalık ifade eden deyimini kullanmalarına da rastlanır ve öyle hallerde  “Eli kalem tutan” olmak, onlar tarafından  yazmak kelimesine başka bir manâ derinliği eklenerek söylenir; bu deyimle yazmak sanatı ve yazarlık mesleği kastedilir.
“Hitabet” kelimesiyle kısaca ifade edilen söz söylemek sanatı gibi, yazmak sanatı için de kısaca “kitabet” kelimesi kullanılabilir ve bu iki kelimeyle alâkalı manâların, benzerlik ve farklılık cihetlerinden mukayeseleri yapılabilir.
Bu mukayeseleri yapmak, fikrî sahada sanki mühim bir ihtiyaç haline gelmiş gibidir. Zira, hitabet ve kitabeti birbirlerinden çok ayrı şeylermiş gibi mütalâa ve kabul etmek ve bunların olgunlaşmış fikir temelindeki büyük iştiraklerini dikkat nazarlarından uzak tutmak, bir hata sayılabilir.
Bu hatanın en büyük zararına da faydalı ve ihtiyaç duyulan neşriyat yoluyla hizmete kifayetli şahıslarda rastlanabiliyor. Cemiyete en faydalı ve en fazla muhtaç olduğu mevzulardan bahseden yazılar yazabilecek fikrî tekamül seviyesine gelebilmiş bazı münevverler, ekseriya da kendilerine bu ayırım hatasını yaparak, bütün şartları haiz olduğu halde meyve vermeyen bir ağaç gibi, mukteza-yı hale muhalefet ediyorlar.
Halbuki, olgunlaşmış fikir temeline istinad eden hitabet ve kitabetten birine sahip olan, diğerine de istese ve gayret etse, sahip olabilir. Aralarındaki fark, fikrî malzemelerin başkalarına arz ediliş şeklindedir.
Bir fabrika, ihtiyaç mallarının imalâtı yanında bu malların ihtiyaç ve talep sahiplerine “arz”ını da usulü ile yapabilmelidir. Aksi takdirde fabrika, ürettiği mallarla kendi personelinin ihtiyacını karşıladıktan sonraki mal fazlasının piyasaya arzı ile pazarlamasını yapmaması halinde, faaliyetini de devam ettiremez.
Üretim tekniği kadar, üretilenlerin ihtiyaç sahiplerine arzı da, icaplarına riayet edilmesi lüzumlu olan bir ilim ve meharet işidir. Aksi halde, fabrikalar çalışamazlar.
İnsanların çeşitli ihtiyaç maddeleriyle alâkalı inşa edip çalıştırdıkları fabrikalarından başka, çok sayıda “fikir fabrikaları” da vardır ki, fikrî mahsullerinin arzını ihmal ettikleri için âtıl kapasite halindedirler.
Bu mevzuda, meşhur Psikolog Prof. William James’in şu sözleri dikkati çekmektedir:
“Biz yarı uyanık sayılabiliriz. Çünkü, fikrî ve fizikî kaynaklarımızın ancak az bir kısmını kullanmaktayız. Bu yüzden her fert pek mahdut bir hayat yaşamaktadır. Zira kullanamadığımız birçok kuvvetlere sahip bulunuyoruz.”
Risale-i Nur’da SÖZLER adlı eserde ifade edildiği gibi:
“İnsan bu dünyaya ilim ve dua ile tekemmül etmek için gönderilmiştir.” Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlı olduğundan insanın faydalı ilmi talep etmesi lâzım olmakla beraber, sadece kendi ihtiyacı için çalışan bir fabrika durumundan terakki ile mümkün mertebe geniş insan kitlelerinin en fazla ihtiyaçlarını hissettikleri malumatı da onların istifadesine arzetmenin yolunu ve yöntemini öğrenip tatbik edebilmesinin büyük ehemmiyeti olmaktadır.
Hitabet ve kitabet, insanların faydalı ve lüzumlu fikrî mamullerini ihtiyaç ve talep sahibi geniş insan kitlelerine “arz” ile ulaştırmasında iki mühim yoldur.
Hitabet ve kitabetin kazanılması, diğer bütün teknikler ve sanatlar gibi mümâreseye dayanır. Doğuştan bedenî arızaları bunları kazanmağa kesinlikle mani olmayan insanlar, mümârese ile hitabeti de kitabeti de elde edebilirler.
Bunun temelinde, iyi hedef seçmek ve seçilen hedefe iyi odaklanmak vardır. İnsan neye daha fazla ehemmiyet verirse ona daha fazla odaklanır, teksif olur; onunla daha fazla ve daha iyi yapabilmeğe çalışarak meşgul olur. O mevzudaki çalışmaları fiilî bir dua olur; ekseriya o fiilî duaları kabul edilir, neticede, o işinde başarılı olabilir. Bu, sporda da, ticarette de ilim elde etmekte de, hitabette de, kitabette de böyledir. İslâmî literatürde kendisinden çok yerde kaynak gösterilerek bahsedilen İbni Hacer’in (ismi “taşın oğlu” manâsında) isminin niçin bu manâsıyla meşhur olduğu, bu mevzuda ibretle okunabilir.
Hitabet ve kitabet vasıflarını sadece doğuştan sahip olunabilen kabiliyetler gibi görmek, gerçeği söylemek icap ederse, rahmeti celp edebilecek zahmetlere katlanarak sabırla ve sebatla çalışıp bu maharetleri kazanmağa meyl-i rahatla mani olan nefsin ileri sürdüğü zayıf ve geçersiz bir bahanedir.
Böyle bir bahaneciliğin arkasında pasif kalmak yerine, fiilî dua hükmünü alıp kabul edilebilecek esbabına tevessül ile hitabet ve kitabetin tekniklerinin elde edilmeye çalışılarak, cemiyetin manevî ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılması lâzımdır.
Sırası gelmişken, hitabet ve kitabetin temelde aynı şeye dayanmasına rağmen, hitabeti kuvvetli olduğu halde kitabeti zayıf veya kitabeti kuvvetli olduğu halde hitabeti zayıf olanların durumlarının da kısaca tahlili de belki şöyle yapılabilir:
Hitabeti çok iyi fakat kitabeti zayıf olanlar, o zamana kadarki ömürlerinde hitabet tekniği ile alâkalı mümâreseyi fazla, kitabet tekniği ile alâkalı mümâreseyi ise az yapmış olanlardır.
Kitabeti çok iyi olduğu halde hitabeti zayıf olanlar için ise, mümârese bakımından önceki halin aksi söylenebilir.
Mektep tahsili az olanlarda hitabetin iyi olmasına rağmen kitabetin zayıflığına daha çok rastlanır. Mektep tahsili bilhassa kitabet tekniğiyle alâkalı mümâreseye talebeleri daha fazla mecbur eder. Türkçe, dilbilgisi, edebiyat, kompozisyon gibi bazı dersler yanında, her dersten not tutmak, ödev yapmak, yazılı imtihan olmak işleri de mektep tahsili olanların yıllarca yapmış oldukları kitabet tekniği eğitimleri ve uygulamaları hükmündedir. Bu eğitimleri ve uygulamaları biraz daha gelişmiş çalışma ile varılması istenilen hedeflere kanalize etmek, ihtiyaç duyulan fikrî meyvelerin kazanılmasına sebeb olabilir.
Mektep tahsili az olduğu halde kitabeti iyi olanlar ekseriyetle, meşgul oldukları meseleye ehemmiyet verip azim, sebat ve ciddî gayret göstererek, mektepte aldıkları bilgilerinin üzerine büyük ilavelerde bulunabilenlerdir.
Kitabeti iyi olan birinin hitabetinin de böyle olması beklenirken, bazen beklenenden zayıf görülmesinin bir kısım sebebleri, hitabet tekniğinin kendisine has kaidelerini öğrenip tatbike çalışmamak, mizacındaki bu mevzularda tezahür eden çekingenliği atamamak, hitabeti mühimsememek, muhataplarının durumuna da bağlı olabilen isteksizlik halleri, yorgunluk ve bedenî bazı yetersizlikler olabilir.
Neticeleri bakımından, tahlilleri ve mukayeseleri çok mühim olan kitaplar hacmindeki hitabet ve kitabet tekniklerinin, kısa bir yazı hacmi içerisinde ancak bazı esas noktalarına temas edilmesi mümkündür.
Hitabet ve kitabet vasıflarının ayrı ayrı veya birlikte, sadece doğuştan sahip olunabilen fitrî kabiliyetler olduğunu ve bu vasıfların çalışmakla kazanılamayacağını iddia edenlere şu tipik misallerin hatırlatılmasında fayda olabilir:
1- Hitabetiyle meşhur Çiçeron, doğuştan kekeme olarak dünyaya gelmişti. Fakat deniz kenarına gidip ağzına çakıl taşları doldurarak bağıra çağıra konuşmağa azim ve sebat ile uzun müddet gayret ederek, neticede hem kendisi kekemelikten kurtulmuş ve hem de bu mevzudaki mümâresesine devam ile hitabet tekniğini en yüksek seviyede elde ederek, tarihin en meşhur hatiplerinden biri olmuştur.
2- Doğuştan gözleri görmez veya elleri sakat olarak dünyaya geldikleri halde mümârese ile kitabet tekniğini kazananların da çeşitli misalleri vardır.
Bu yazının maksadı, cemiyetimizin en fazla muhtaç olduğu manevî ilaçların ve gıdaların bazılarının imalâtı ve bazılarının da kaynaklarından temini ile dağıtımını yaparak ihtiyaç sahiplerine arzı ile muhtaçlara ulaştırılabilmesinin temini için ilgilileri harekete davet olduğundan, yukarıda söylenenlerden sonra şu husus da açıkça söylenebilir: “Kendilerinde hitabet ve kitabet kabiliyetinin doğuştan mevcut olmadığını ve şimdiye kadar bu kabiliyetleri çalışmakla kazanamadıklarını söyleyenler, yukarıda verilen bazı misallerin de ışığı altında, bütün sebeblere tam tevessül etmeğe çalışmadıkça; bu mevzuda yaradılışlarını itham etmekte (Hâşâ) ve bu ithamı aynı zamanda bir bahane gibi kullanıp hitabet ve kitabet mevzularında üzerlerine düşecek hizmetlerden geri durmakta asla haklı ve mâzur sayılamıyacaklarını bilmelidirler.”

Ben Tenezzül Etmem!

“Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz.[1] Bu söz ilerleyen zaman ve tarih sahnesine levh-i âlâdan çıkan her hadise ile kendisini göstermektedir. Basiret sahibi olan görmektedir. Bazan basar kör olsa da göremese de basiretten kaçmamaktadır.

Nitekim Zamanın muktezasınca hatt-ı hareket etmeyen kimseler zamanın çarkları arasında ezilip mahvolmaya mahkumdur. Bundan kaçış söz konusu değildir. Malum bakkal hesabı ile holding veya avm yürütülemez. Bizler ise ehl-i sünnet ve cemaat olan nur talebeleri de hizmetimizin istikametini muhafaza ve müdafa etmekle mükellef ve muvazzafız.

Nura sadakatle, nurun bekçiliğini ihsan-ı ilahi ile omuzumuza Cenab-ı Hak koymuş. Biz bu vazifeyi almadık, verildi. O hâlde biz de verilen bu vazifeyi en güzel surette ifâ ve icrâ etmekle mükellefiz. Bu aslında hem bir mesuliyet hem bir taltiftir. “Bir tek adam seninle hidayete gelse, sahra dolusu kırmızıkoyun, keçilerden daha hayırlıdır. ” [2] o halde bize neler oluyor ki bu vazifeyi icra edenleri ve kendimizden daha güzel becerenleri çekemiyoruz?

Bu vazifeyi ifa ederken de sadakat bizler için olmazsa olmaz olan bir esastır. Sadakat denildiği ve tarif edildiği gibi yapılmasıdır. Kendisine insanın bir hedef tayin edip o maksada müteveccihen hareket etmelidir. Bu hareketin neticesi kader, hadiselerin meydana gelmesi kazadır. Bizim hizmette ihtiyarımızı kullanmamız ise atâ olmaktadır.

Risale-i Nur Hizmeti kimsenin babasının çiftliği değildir. Bu sebeple kendin pişir kendin ye tarzında bir hizmet olmaz. Ama yapanlar var denirse ona da derim ki: o Nur hizmeti olmaz kendi halinde bir şey olur. Bir nevi lokal hizmeti gibi. Kafana göre hizmet et, nasıl edersen et, bir aktivite, faaliyet, sinerji olsun gibi bir anlayış nurculukta yoktur. Başka yerde varsa onu bilemem.

“Beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. ” [3] ders okuma makamında bulunan kimseler de ders okurken dinleyenlerin fehimlerine göre konuşması hem belagate hem de konuşma adabının gereğidir. Yoksa senin testin ne kadar büyük olursa olsun karşındakine vere bildiğin miktar önemlidir.

Bir de en ulu testi bile içerisinden ab-ı hayatı başkasına vermek için tevazu ile eğilmeye mahkumdur. Testi hiç eğilmezse ya içinde ki su buhar olur gider veya bayatlar. Ne kendisine hayrolur ne de başkasına hayrolur.

“Kitap yüklü merkep” [4] tabiri de tevazu ile millete bir şey anlatmayıp, kibir ile kaf dağının başında olan kimselere de okkalı bir tokat atmaktadır.

Risale-i Nur Hizmetini bize bırakan ahirzaman müezzini Bediüzzaman Said Nursi (k. s. ) bu hizmetin düsturlarını Lâhika mektubları olarak belirlemiştir. Bu Lâhika mektubları ise ahirzamanda istikametli hizmetin esaslarını, yöntemini, tarzını, şeklini göstermektedir. Barla ve Emirdağ Lâhikasının taktim kısmını her bir cümlesi yer yer kelimesi altı çizilerek “dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak.. [5] ve “Lâhika mektubları bu gibi hususlara da işaret ediyor. Değişen dünya hâdiseleri, geniş ve küllî mes’eleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’aniyenin esaslarını ders veriyor. [6] Bu gibi hususları lahikadan sondaj ile santrüfüj ederek çıkartıp içtimai hayata tatbik etmekle mükellefiz. Ama ne acı ki Tevazu yerine Kibir, hizmet yerine hezimet, ders okuyorum diye dümdüz okuyup gidenler veya tam dersi 1 cümle okuyup sulandıra sulandıra şaklabanlık yapanlar sebebi ile nurlar perdelenmekte ve çok kimselerin daire-i nuriyeye girmelerine çin setti gibi set çekmekte.

taassub perdesi.. [7] taşıyan bu kimseler ise, set çekip mani olduklarına ise “nasipsizmiş, nasibi yokmuş!” gibi yaftalar yaparak kendi taassubunu gizlemekteler bir nevi tağut-u hafi sıfatına bürünüyorlar. Sonra biz ıslah edicileriz diye kendisini kandırıyor.

“ taassub taşıyan.. [8] kimselerin borusunun Risale-i Nurun önünde öttüğü yerde sağlam hizmet edilmez. Çünkü “taassub ve tarafdarlığın müdahaleleri.. [9] neticesinde şahsın anlayışı risalelerin önüne geçmiş, şahıs risalelere muhalif sözde hizmet hakikatte hezimette etse kimse itiraz edemez çünkü risalelerin değil falanın filanın borusu ötmektedir.

“ taassub taşıyan.. [10] kimselerin peşinde giden kraldan çok kralcı geçinen kimseler ise, taklit ettiği mutaassıb kimsenin gölgesi olmaya, onu taklit etmeye, birisi bir şey dese sen bu abiden daha mı iyi biliyorsun diyerek susturmaya çalışmakta. Maalesef bizden gibi görünüp, aslen ifsad için daireye sokulmuş olan kuklalara aldanan çok kimseler, saftirikler var. [11]

“ taassub taşıyan.. [12] kimselere hitaben “istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım. [13]

Böyle atgözlüklü kimseler Hizmette geri vitesler olarak tesmiye ediyorum. ( buna dair “hizmette “r” geri vitesler” makalemize bakabilir. ) mesela buna bir misal vereyim. Bir yerde bir okuma programı var. X meşrebine ait. Y meşrebinden kimsede müsaid olduğu için katılmak istiyor. At gözlüklü kimseler “olmaz!” diye karşı çıkıyor. Neden dendiğinde ise “o bizden değil. ” Denmekte.

Bağnaz olana sormak lazım “Sen kimdensin?”

Üstad bile “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.

Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz. [14]

Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas birkontrol vazifesi görmektedir. [15]

Genç nurcular taassuba fevkalade karşı olması şayan-ı taktirdir. “Nev’-i beşerde, hususan bu asrhürriyette ve bilhâssa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev’-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz?[16] hürriyet tahdid altına alınamaz. Hele hele manevi mevzularda. Abim, hocam, vakfım, şeyhim dedi diye kabul edilemez. Eğer öyle olsa idi. Efela tefekkerun, yetefekkerun.. gibi ayetler nazil olur mu idi? Nurculukta taassub sahiplerinin dayatmalarına asla göz yumup hazmedemeyiz.

ümid, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, âlem-i İslâm’daki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad manevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir. [17]

“Taassub zamanı geçti. Maziyi unutmak ve istikbale bütün kuvvetimizle müteveccih olmak lâzım gelir.. [18] geçmişte şu oldu bu oldu deyip arabayı dikiz aynasına bakarak sürmek yerine önümüze bakıp yolumuza öyle devam etmeliyiz. Arada dikizlere bakıp arkayı kontrol etmeliyiz. Araba dikizlere bakılarak sürülmez. Geçmişi kenara koyup ittihad ve ittifakımızı sağlamak için gayret göstermeliyiz. Taassub sahiplerinin seslerine kulak tıkamalıyız. Taassub bir hastalıktır lakin bilinmez ki tedbir alınsın.

“İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir.

Yoksa cehilden,

adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir.

Bence taassub.. bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir. [19]

“Fakat heyhat, bizler arpa anbarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmua-yı hakaik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiane ederiz. [20]

“Meşreben ve fikren “müsavat-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten veİslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallüb ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim. [21]

Evet, tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu’cizedir. [22] avam-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasılki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerim’in ince hakikatları, اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. [23]

Belagat, mukteza-yı hal’i müraatten ibaret değil midir? [24]

Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler.

O umumî meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir.[25]

Avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avam-ı nâs, ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyatı fehmedemezler. Ancak o yüksek hakaikın, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. [26]

Yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat-pat söylediği sözler ile ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde o insan ile o çocuk arasında bir malûmat alış-verişi olamaz. [27] Ders okuyan kimse bakıyorsun dersini üst perdeden okuyor, otobanda 180 km ile gidiyor. Geçenlerde bir derse katıldım akşam, sıcak vs. ders okuyan 180e taktı okumaya başladı. Bir ara baktım dalmışım. “bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka.. ” [28] bu sebepleri buldum yazmak istedim. Yani Tabir-i caiz ise Allah tenezzül etmiş bizlerin anlayacağı seviyede konuşmuş, Haşa Ben tenezzületmiyorum manasına geliyor. “Beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-üİlahîdir. ” [29] bu kaideyi çiğniyor ve derse ilk defa gelenlerin daha da gelmemesine sebep oluyorlar.

Sonra bakıyorsun seneler geçmiş sen, ben, bizim oğlan ülfetle mübtela olmuş ders okunmaya devam ediyor. Sonra bize niye kimse gelmiyor deniyor.

Gelenlerle belagata münasip olarak muhatab olmamak, yeni birisi mi gelmiş gelmemiş mi umursamayan, nasılsa birisi alakadar olur deyip oralı olmamak, bu yaşta ben mi alakadar olayım düşüncesi..

“İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir. ” [30]

O halde islamiyetin şe’ni olan bu kavramların içi boşalmış sadece namı kalmış, kof olmuş oluyor. Neticede ise “Kâinattaki zeval, firak ve adem zahirîdir. Hakikatta firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. ” [31] adem olmadığına göre bu kavramların içinin boşalması ise Taassuba davetiye çıkartmaktadır.

Allah bizleri liyakati ile hizmette, sadakatle kaim, daim etsin, iz’an, iltizam, itikad versin.

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Haşiye – Mehaz


[1]Münazarat ( 32 )

[2]Şualar ( 336 )bk. Sahihi Buhari 3/57; ez-Zühd İbnül Mübarek 1/484; El-Fethül Kebir 1/282; Buhari, Müslim ve Müsned’i Ahmed’den nakil;İhya-u Ulum, I/9.

[3]Asa-yı Musa ( 118 )

[4]Cuma Suresi 5. Ayet meali

[5]Asa-yı Musa ( 249 )

[6]Barla Lahikası ( 9 )

[7]Tarihçe-i Hayat ( 254 )

[8]Şualar ( 334 )

[9]Muhakemat ( 37 )

[10]Şualar ( 334 )

[11](bk)Şualar ( 288 ),Tarihçe-i Hayat ( 690, 691 )

[12]Şualar ( 334 )

[13]Tarihçe-i Hayat ( 72 )

[14]Münazarat ( 14 )

[15]Tarihçe-i Hayat ( 15 )

[16]Mektubat ( 430 )

[17]Münazarat ( 28 )

[18]Tarihçe-i Hayat ( 235 )

[19]Münazarat ( 89 )

[20]Barla Lahikası ( 64 )

[21]Tarihçe-i Hayat ( 184 )

[22]İşarat-ül İ’caz ( 109 – 110 )

[23]İşarat-ül İ’caz ( 116 )

[24]İşarat-ül İ’caz ( 116 )

[25]İşarat-ül İ’caz ( 117 )

[26]İşarat-ül İ’caz ( 115 – 116 )

[27]İşarat-ül İ’caz ( 158 )

[28]Divan-ı Harb-i Örfi ( 81 )

[29]Asa-yı Musa ( 118 )

[30]Münazarat ( 89 )

[31]Sözler ( 765 )

 

www.nurnet.com

Peygamberimizin Teblig Metodu Nasıldır?

Peygamberimiz, irşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu.

“Habîbim! İnsanları rabb-i teâlânın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle, mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin).” (Nahl Sûresi, 125)

Peygamberimiz bu ve benzeri ayetleri örnek alarak müminleri ilim ve hikmetle irşat eder, bu irşadını delillere dayandırırdı.

İrşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu. Doğruyu ve gerçeği anlatmakta daima tatlı dili, güzel sözü tercih ederdi. Zihinlerde meydana gelen şüphe ve tereddütleri büyük bir sabır ve anlayışla giderirdi. Muhataplarına itibar eder ve onları ikna etmek için fesahat ve belâgatla tane tane konuşurdu. Sorulan sualler yersiz de olsa tebessümle karşılar, ciddiye alırdı. Vaaz ve nasihatlerindeki tesirin en büyük bir sebebi de insanların kusurlarını bağışlayıp, onları affetmesiydi. Hattâ en çok sevdiği amcasını ve daha birçok akraba ve sahabelerini şehit eden ve ettirenleri Mekkenin fethi sırasında affetmişti. Hâlbuki, o gün bütün güç ve kuvvet elindeydi. Onları dilediği gibi cezalandırabilirdi.

İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve halindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı, inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı haline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet, muhabbet, yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allahın izniyle insanlık âlemini tedavi etti.

Tebliğ mesleğinin yolu, “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.

Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.

Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak. Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.

Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı. Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatında kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da.

Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.

Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.

Her müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz: “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” buyuruluyor.

Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve o kişiye zarar versek, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?

El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi, dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.

Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allaha bırakmalıdır.

Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder: Tohum ıslah edilmiş, tarla ekime elverişli, mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu, sert ve elverişsiz bir tarlaya, uygun olmayan bir mevsimde, hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra, tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır.

Aynen bunun gibi, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak gerekir. İslama uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslama, hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir.

İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir.

Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam, şahsın halet-i ruhiyesi, beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir.

Diğer taraftan islamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını, kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl, kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır.

Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman üzerine düşenleri yaptıktan sonra o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır, Allah’ın vazifesine karışmaz.

Mehmed KIRKINCI / www.mehmedkirkinci.com