Etiket arşivi: Tebliğ

Peygamberimizin Teblig Metodu Nasıldır?

Peygamberimiz, irşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu.

“Habîbim! İnsanları rabb-i teâlânın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle, mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin).” (Nahl Sûresi, 125)

Peygamberimiz bu ve benzeri ayetleri örnek alarak müminleri ilim ve hikmetle irşat eder, bu irşadını delillere dayandırırdı.

kırmızı gül ve bülbülİrşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu. Doğruyu ve gerçeği anlatmakta daima tatlı dili, güzel sözü tercih ederdi. Zihinlerde meydana gelen şüphe ve tereddütleri büyük bir sabır ve anlayışla giderirdi. Muhataplarına itibar eder ve onları ikna etmek için fesahat ve belâgatla tane tane konuşurdu. Sorulan sualler yersiz de olsa tebessümle karşılar, ciddiye alırdı. Vaaz ve nasihatlerindeki tesirin en büyük bir sebebi de insanların kusurlarını bağışlayıp, onları affetmesiydi. Hattâ en çok sevdiği amcasını ve daha birçok akraba ve sahabelerini şehit eden ve ettirenleri Mekkenin fethi sırasında affetmişti. Hâlbuki, o gün bütün güç ve kuvvet elindeydi. Onları dilediği gibi cezalandırabilirdi.

İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve halindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı, inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı haline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet, muhabbet, yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allahın izniyle insanlık âlemini tedavi etti.

Tebliğ mesleğinin yolu, “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.

Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.

Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak. Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.

Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı. Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatında kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da.

Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.

Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.

Her müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz: “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” buyuruluyor.

Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve o kişiye zarar versek, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?

El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi, dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.

Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allaha bırakmalıdır.

Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder: Tohum ıslah edilmiş, tarla ekime elverişli, mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu, sert ve elverişsiz bir tarlaya, uygun olmayan bir mevsimde, hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra, tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır.

Aynen bunun gibi, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak gerekir. İslama uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslama, hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir.

İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir.

Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam, şahsın halet-i ruhiyesi, beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir.

Diğer taraftan islamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını, kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl, kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır.

Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman üzerine düşenleri yaptıktan sonra o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır, Allah’ın vazifesine karışmaz.

Mehmed KIRKINCI / www.mehmedkirkinci.com

Peygamberler, Dönemin Darwinistleri İle Fikri Cihad Etmiş, Kan Dökmemişlerdir

Cihad, Allah’ın dinini tebliğ etmektir ve en büyük farz ibadettir. Tarih boyunca tüm elçi ve peygamberler, bulundukları kavme Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmış, onları azaba karşı uyarmışlardır. Hiç bir peygamber cihatında asla kan dökmemiş, zorlama ve baskı uygulamamış, fikri olarak mücadele etmiştir. Yalnızca Hz. Muhammed (sav) müşriklere karşı savaşmak zorunda kalmış ve 23 yıllık peygamberlik dönemi boyunca yalnızca 2 ay savaşmıştır. Yaptığı savaşlar da taarruza yönelik değil, savunmaya yönelik olmuştur.

Hz. Nuh (as)’dan Hz. Muhammed (sav)’e kadar bütün elçi ve peygamberlerin ortak özelliği, dönemlerinin Darwinist, materyalist zihniyetleri ile mücadele etmiş olmalarıdır. Bu mücadelelerinde kan dökmemiş, akılcı taktiklerle vicdanları harekete geçiren fikri mücadele vermişlerdir. Yine Allah’ın emri ile tarihin en azılı kafiri olan Firavun gibi azgınlara dahi yumuşak ve güzel sözle tebliğ yapmış ve kimseye şiddet ve baskı uygulamamışlardır.

“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor.”
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 43-44)

Örneğin Hz. İbrahim putperest bir kavimde yaşıyordu ve kavmi, tıpkı günümüz Darwinistleri gibi Allah’ı bırakıp uydurma yalanlara tapıyorlardı. (Hz. İbrahim) Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizler neye tapıyorsunuz? Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah’tan başka ilahlar istiyorsunuz? (Saffat Suresi, 85-86) Hz. İbrahim inkarcı topluluğu kendinden uzaklaştırdıktan sonra kavminin tapmakta olduğu putların yanına giderek ”…yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye. (Enbiya Suresi, 58)

Hz. İbrahim’in, putların sadece birini sağlam bırakmış olmasının da önemli bir hikmeti vardı. Putlara bunu yapanın Hz. İbrahim olduğunu anlayan kavmi ondan intikam almak için onu arayıp buldular ve ilahlarına bunu neden yaptığını sordular. Hz. İbrahim ise “Hayır” dedi. “Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.” (Enbiya Suresi, 63) Müşrikler, Hz. İbrahimin bu akılcı tebliği üzerine  putların konuşmaya güç yetiremeyeceğini ister istemez düşündüler ve anladılar. O güne kadar bu taş parçalarının hiçbir gücü olamayacağını anlatan Hz. İbrahim’e inanmayan bu insanlar, onun bu hikmetli planı ile bu gerçeği kavradılar. Ancak Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler... (Neml Suresi14)

Tüm peygamberler tıpkı Hz. İbrahim gibi akılcı taktiklerle, dönemlerinin darwinist zihniyetlerine karşı fikri mücadele vermiş ve asla şiddete ve zorlamaya başvurmamışlardır. Hz. Nuh da 950 yıl kavmine tebliğ yapmış, ancak bu süreçte asla kan dökülmemiştir. Hz. Hud, Ad kavmine, Hz. Salih Semud kavmine tebliğ yapmış, düşmanca tavırlarla karşılaştıkları halde  kan dökmemişlerdir. Hz. Musa Firavun gibi bir zorbaya yumuşak ve güzel sözle Allah’ın dinini tebliğ etmiş, Firavun’un baskılarına rağmen onunla savaşmamış, kan dökmemiştir.

Tıpkı şu anki evrimcilerin iddia ettikleri gibi Firavun da canlılığın Nil’in çamurlu sularında başladığını iddia etmekteydi. Hz. Musa, dönemin darwinistleri ile mücadelede Allah’ın yardımı ile galip gelmişti. Firavun’un büyücülerinin ilüzyonlarına karşı asasını attığında asa, büyücülerin ilüzyonlarının hepsini yutan bir yılana dönüşmüştü. Tıpkı günümüz evrimcilerinin sahte çizimler ve makaleleri ara fosil gibi göstermeye çalışması ve 350 milyon Yaratılışı ispat eden fosilin tüm sahtekarlıkları yutması gibi…

Hz. Süleyman da, güneşe tapan Sebe kavmini uyarırken kararlı ve akılcı yöntemler kullanmıştır. Materyalist zihniyetteki insanların etkilendiği zenginlik, ihtişam ve gücünü Allah yolunda kullanmış ve tebliğinde asla kan dökmemiştir.

Hz. Muhammed (sav), neredeyse tamamen bozulmuş ve yozlaşmış bir kavme gönderilmiştir. O devirde insanlar ahlaki değerlere önem vermiyor, şeytanın etkisi altında olduklarından her türlü günahı işleyebiliyorlardı. İnsanlar Allah’a  iman etmiyor, putlara tapıyorlardı. Tıpkı günümüzdeki evrimcilerin tesadüf putunu ilah edinmeleri gibi. Dönemin azgın müşrikleri, peygamberimize ve müminlere tuzaklar kurmuş ve saldırıda bulunmuşlardır. Hz. Muhammed ve yanındaki müminler de Allah’ın izni ve emri ile müşriklere karşı kendilerini savunma amaçlı savaşmak durumunda kalmışlardır.

…Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. (Maide Suresi, 32)

Kuran’da tüm peygamber kıssalarında bildirilen tebliğ yöntemi akılcı taktikler, iman hakikatlerinin anlatımı ve materyalist felsefelerle mücadele üzerine kurulmuştur. Tüm elçi ve peygamberler fikri cihad etmiş ve silah kuşanıp kan dökmemişlerdir. Bu kıssalardan elbette hepimizin alması gereken hisseler vardır. Öncelikle darwinizmle mücadeleyi önemsiz görmeden, peygamberlerin sünnetine uyarak bu sahte teoriyi akılcı taktiklerle yok etmemiz gerekir. Çünkü şu an yaşayan müminlerin mücadele konusu, dönemin putu olan ‘Evrim Teorisi”dir.

Müslüman kardeşlerimizin yaşadıkları zulmün sebebi darwinist-materyalist felsefeler ve yobaz zihniyetlerdir. Bu zulüm ancak fikri mücadele ile son bulur. Bunun için silah kuşanmak yerine bilim ve bilgi ile kuşanıp fikri cihad etmek gerekir. Zira 100 milyon kişiyi öldürseniz de, geride aynı zihniyette milyonlarca insan olduğu unutulmamalıdır. Kafaların içindeki fikirler değişmedikçe o kafaları koparmak çözüm değildir.

Dünya üzerinde yaşanan zulmün temelini oluşturan bu felsefe ve akımlara karşı tek silahımız ilmimiz olsun.  İslam’ın ışıl ışıl, sade, sanata ve bilime önem veren, adaletli, hoşgörülü, akılcı ve herkesi kavrayan bir din olduğunu tüm dünyaya tebliğ edelim.

Zaman, İttihad-ı İslam zamanıdır.

Zaman, İslam’ın dünyaya hakim olma zamanıdır.

Zaman, fırsat varken ecirleri toplama zamanıdır.

İslam dünyaya zaten hakim olacaktır.

Önemli olan, bu şerefli görevin bir ucundan tutmak, Allah’ın ipine sarılıp Kuran’la mücadele vermektir. Buna bizim ihtiyacımız vardır.

İbrahim Akın

www.NurNet.org

İslamın Ulaşmadığı İnsanların Durumu Nedir?

Fetret kelimesinden kasıt, iki peygamber arasındaki meydana gelen ve Hakkın tebliği uzun zaman yapılmayan, yani ilahi vahyin kesildiği zamana fetret denir. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

Fetret dönemi, Hz. İsa (a.s) ile son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen zaman dilimi üzerinde içtihat edenler de vardır. İmam-ı Gazali Hazretleri fetreti şöyle açıklamaktadır:  Hıristiyanlar ve henüz Müslüman olmamış uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın daveti ulaşmayan toplumlar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

Fetret ile ilgili bazı içtihat sahiplerinin görüşleri arasında farklılıklar görülmektedir. Şöyle ki: Kimi, Hz. İsa (a.s) döneminden sonra, Peygamberimize (a.s.v.)vahyin tebliği arasında geçen döneme, kimi peygamberlerin tebliğinden haberdar olmayan her kese, kimi ise ilahi vahyin kesildiği her dönem için geçerli olduğu itikat mezhepleri arasında görüş farkı vardır.

Şöyle:

1-İmam-ı Şafii ve İmam-ı Eş’arîce  “Biz,bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz. ( 1) mealindeki âyet-i kerimeye dayanarak Fetret devri, insanlara tebliğ edici bir peygamber gelmeden sorumlu olmadıkları kanaatindedirler. 

2:- Matüridi’ye göre de, fetret, iman için değil amel için geçerlidir. Bunlara tebliğ ulaşmasa da sorumlu olacaklarına dair görüştür ki, bazı âlimler bu kanaattedirler.

3- Bunlar hakkında kararı Allah’a bırakmak şeklindeki görüştür.

4- Fetret ehlinin kıyamet günü yeniden imtihana tabi olacakları ve bunun neticesine göre muamele görecekleri şeklindeki görüştür.  Selef-i salihin bu kanaattedirler.(2) 

Peygamber efendimiz (a.s.v.) şöyle buyurmuştur: Dört grup vardır ki, onlar kıyamet günü kendilerini mazur göstereceklerdir: Hiçbir şey duymayan sağırlar;  akıllı ahmaklar; aşırı yaşlılar; fetret devrinde ölen insanlar.

Sağırlar derler ki, “Yarab! İslamiyet geldi ama biz bir şey duymadık. Akıllı ahmaklar diyecek ki, İslamiyet geldi ama benim üzerime çocuklar pislik atıyorlardı. Yaşlılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama bir şey anlayamadık. Fetret devrinde ölenler diyecek ki, Yarab! Bize peygamber hiç gelmedi.” Diyecekler. Bunlar cehenneme de girseler, Allah orayı onlar için bir nevi cennete çevirir.(3)

Hz. Peygamber’den sonra fetret devri olur mu? Ayrıca Hak dinden haberdar oldukları halde onun hidayetinden nasip alamayan veya gelen Hak din ile alakalı doğru bilgilere ulaşamayan insanların hükmü nasıldır?

İslam âlimlerinin çoğunluğu Hz. Peygamber’den sonra fetret devrinin olamayacağı yönünde izahlar getirmişlerdir. Fakat İmam-ı Gazali’nin başını çektiği bir grup âlimler farklı kanaattedirler.

İmam-ı Gazali’in görüşü: “Derim ki, Allah’ın rahmeti cehennem azabına çarpılsalar bile, geçmiş ümmetlere de şamildir. Zira cehennem azabının da şiddetlisi vardır, hafifi vardır. Diyebilirim ki, zamanımızda Bizans sınırları içinde kalan Hıristiyanların ve Türkistan’daki Türklerin çoğu, inşallah özellikle de bu memleketlerin uzaklarında bulunanlar bu rahmete mazhar olanlardır. Zira bunları üç gruba ayırmak mümkündür:

Birincisi: Hz. Muhammed’in ismi bile kendilerine asla ulaşmamış olanlardır ki, bunlar mazurdurlar.

İkincisi: Kendilerine Hz. Muhammed’in hem ismi ve hem de sıfatları ulaştığı ve kendileri de İslam ümmetine komşu yahut bizzat birlikte yaşadıkları halde inkâr edenlerdir ki, bunlar inkârcı kâfirlerdir.

(Bediüzzaman’ın konu ile alakalı görüşü şöyle: “Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.”) (4)

Üçüncüsü: Yukarıdaki iki derece arasında kalanlardır ki, bunlara Hz. Muhammed’in ismi ulaşmıştır; ancak özellikleri ve sıfatları tam ulaşmamıştır. Çocukluklarından itibaren onun yalancı bir peygamber olduğu telkin edilmiştir. Bana göre bunlar da birinci grup hükmündedir. (5)

Bediüzzaman, İmam-ı Şafii, İmam-ı Eş’arî ve imam-ı Gazali gibi müçtehitlerin görüşlerini benimsemekle beraber konuya şöyle bir açıklık getirmektedir:  “Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr-ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar.’(6)

Üstad özellikle ‘fetret derecesinde’ diyerek meseleyi açıklıyor. Zaten bu meselenin doğrudan imanın şartlarıyla alakadar olmayıp içtihadı bir meseleden ibarettir. İmam-ı Şafii ile İmam-ı Eş’ari görüşünü benimseyerek konuya açıklık getirmiştir.

“Ağabeyler anlatıyor” kitabının yazarı Ömer Özcan’dan nakledilen bir hatıradır.

“Mehmet Kırkıncı Hoca Efendiden kaydettiğim çok önemli tarihî bir hatıra var… 40 sene önce yaşanan bu hadisenin özü şudur: “Bediüzzaman Hazretlerinin Hıristiyanlarla alakalı bir tespitine, Necip Fazıl’ın itiraz etmesi; Kırkıncı Hocanın izahlarıyla ikna olunca da hakperestlik yaparak hatasını tashih edip düzeltmesidir.

”Şimdi olayı Mehmet Kırkıncı Hocamızdan dinleyelim. (Ömer Özcan) Mehmet Kırkıncı anlatıyor: 1970’li yılların başlarındaydı… Mehmet Şevki Eygi’nin çıkardığı Bugün Gazetesi’nde Necip Fazıl Kısakürek yazılar yazıyordu.

Bir kış günü Zübeyir Ağabeyden, “Hocam acele İstanbul’a gel” diye bir telefon aldım. Aynı gün uçakla İstanbul’a indim. Havaalanında Av. Bekir Berk, Mustafa Polat, Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci karşıladılar. Oradan Bekir Bey’in Kığılı Pasajındaki bürosuna gittik. Zübeyir, Sungur, Bayram Ağabeyler oradaydılar. Baktım Zübeyir Ağabey kravat takmış, özel bir hazırlık yapmış gibiydi. Dedi ki: “Hocam, Necip Fazıl Bey, Bugün Gazetesi’nde Üstad aleyhinde birkaç yazı yazdı. Üstadımızın “Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir” sözüne itiraz ederek, bunun ehl-i sünnet akidesine muhalif olduğunu söylüyor. Kendisinden randevu aldık, şu anda bizi bekliyor.” Bediüzzaman’ın sözleri, gerekli kitapları yanımıza alarak ormanlarla kaplı, içi de çok güzel döşenmiş evine gittik. Necip Fazıl Bey, beni görünce, “Tamam! Mehmet Bey’de gelmiş, ehl-i sünnet’i bilen, şeriatı bilen birisidir, şimdi meseleyi daha rahat çözebiliriz” dedi. Sonra Tarihçe-i Hayatı getirdi ve ilgili mektubu okumaya başladı:

“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor. Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç bir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır.

Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir.

Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr-ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahatinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara kefaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elim elem-i şefkatten teselli buldum.” (7)

Risale-i nur’dan mektubat kitabını açarak alakalı yeri okudum. Okuma biti, bana dönerek: “Hocam, şimdi bu fikirler ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebine uygun mu, değil mi? Sen ne dersen razı olacağım” dedi. Bir tevafuk eseri birkaç gün önce ilm-i kelam dersi alan talebelere İmam-ı Gazali’nin Faysalü’t Tefrika adlı kitabında o kısmı okumuştum. Dedim:

“Efendim keşke o yazıları yazmadan evvel bizimle görüşseydiniz. Üstad Hazretleri itikaden Eş’ari mezhebindendir. Biz ise Maturudi mezhebindeniz. Bu konuda Eş’ari ile Maturidi mezhebi arasında görüş farklılığı vardır. Eş’ariler (Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz. (İsra,17:15) ayetine dayanarak, kendilerine peygamber gelmemiş, davet ulaşmamış insanları ehl-i necat kabul ederler.” (8)

Sonra Risale-i Nur’dan Mektubat kitabını açarak alakalı yeri okudum:

“…Zaman-ı fetrette, sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” 9

Devamında dedim ki: İşte İmam-ı Gazalî de Eş’ari Mezhebindendir ve kitaplarında aynı fikirleri savunmaktadır. Necip Fazıl Bey çok hakperest bir insan olduğundan söylediklerimizi kabul ve tasdik ederek ayağa kalktı: “Şimdi o yazıları yazdığıma pişman oldum” diyerek hakkı teslim etti. Benden İmam-ı Gazalinin mevzu ile ilgili bölümü kendisine göndermemi rica etti. Ben de Erzurum’a döndüğümde mektupla İmam-ı Gazalinin Faysalü’t Tefrika adlı kitabının 96. sayfasını kendisine gönderdim. Ertesi gün aynı gazetede: “Akşam Nurcuların kurmay grubuyla görüştük…” diye başlayan bir yazı yayınlayarak hatasını tashih ve telâfi etmiş oldu. İmam-ı Gazali’nin Faysalü’t Tefrika adlı kitabındaki mevzuumuz ile ilgili bölümü aynen şöyledir:

“İnancıma göre, İnşallah Allah-ü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

 1.Hazret-i Muhammed’in (asv) ismini hiç duymamış olanlar.

2.Hazret-i Peygamberin ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizelerini duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir. Bunlar kâfir ve mülhidlerdir.

 3.Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hazret-i Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hazret-i Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri “İsmi Muhammed olan, peygamberlik iddiasında bulunan birisi” olarak tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın “El Mukaffa adında birisinin Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğini” duymaları gibi.

Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikatı araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. Bunlar da birinci grup gibi ehl-i necattırlar.”

İmam-ı Gazalinin bu yazısını Necip Fazıl’a gönderdim. Aynı zamanda Alûsi’nin, Ruhül-Meâni tefsirinin 15. cilt 42. sayfasında, İbrahim Lekkâni’nin Cevheretü’t-Tevhid adlı kitabının 29. sayfasında aynı görüşü savunduğunu kendisine yazdım.

Seneler sonra Üstad’la alakalı düzenlenen sempozyumlarda gördük ki Bediüzzaman’ın bu mektubunun Hıristiyanlar âleminde ne kadar takdir-i şayanla karşılanmıştır. Ve İttihad ve birliğin temel taşını oluşturduğunu, bir nevi üstadımızın bir kerameti olduğunu hep beraber müşahede ettik.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

 

 

KAYNAKLAR

1-İsrâ Sûresi, 17:15.

2-İbni kesir

3-El –beyhaki

4-Kastamonu lahikası,sy.111-12

5- İmam Gazali, Faysal el-Tefrika beyn el-İslam ve el-Zındıka

6- Kastamonu Lahikası, sh. 111-12.

7-Kastamonu lah.say.112

8-Mektubat, 386

9-Mek.28.mek.

Hz.Yunus Kıssasından Bize Mesajlar

Hz. Yunus (a.s) Risaletle görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, eşi ve benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a tapmalarını, ona kulluk etmelerini ilan etmeye başlamıştı.

Taptıkları putların onlara bir faydasının olamayacağını,  kendilerine fayda ve zarar vermekten aciz durumda olan putları terk etmelerini, insanlara bildirdi. Kavmin inkârcıları onun aleyhine devam ettiler. Yunus ( a.s) insanların ilahi mesaja olan duyarsızlığına ve gördüğü haksız tepkilere öfkelenmiş, rahatsız olmaya başlamıştı; Aslında onun bu hali Peygamberlerin müşfik vasıflarından biridir. Onun derdi, kavminin Allah’a itibar etmeyerek, şirkte ısrar etmeleri bu durumun onları helake sürüklediğini gördüğü içindir.

Kavmin inkârcı tutumuna çok üzülen Yunus Peygamber (a.s) o sıkıntı ve çaresizlik içindeki durum esnasında Allah’tan bir emir olmaksızın öfkeyle kavmini terk ederek kaçmış, Kur’an’da Peygamberlerin müşfik vasıflarını şöyle beyan eder; “Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir! Onlardan dolayı kederlenme; Kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! “

Yunus (a.s) kavmini terk ettikten sonra olaylar şöyle gelişmiş: “Dolu bir gemiye kaçmıştı.” gemide olanlarla karşılıklı kur’a çekmişti ve yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı.”Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.’’  ‘’Eğer Allah’ı tespih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.” “Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.’’ (Saffat süresi,ayet,140-141-142-143-144-145)

Hz.Yunus (a.s) balığın karnında iken hiçbir maddi imkânı kalmadığını, kurtuluşun sadece Cenab-ı Allah’a ait olduğunu, O’ndan başka melce ve mencenin olmadığını, Allah’a sığınarak şu munacaatta bulunmuştur. ‘’Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin’’ (Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.)’’(Enbiya süresi,21/87)

Hz.Yunus (a.s)’ın Risaletle görevlendirildikten sonra kavmine İlahi emirlerin tebliğinde muvaffak olamaması, öfkeyle kavmini terk etmesi, gemiden denize atılması, bir balığın içine girmesi, Cenab-ı Allah’a munacaatı ve sahil-i selamete çıkması tamamen ilahi bir sır ve hakikattir. 

Cenab-ı Allah’ın sır ve hikmetlerinin ihatasında beşer acizdir.  Konuyu Kur’an,  sünnet ve müçtehitlerin tebliğ ve fehmine havale edelim. Hz.Yunus (a.s) kavmine karşı sabırla ve tahammül ile sabretmesi lazım iken,  kavmine kızarak öfkeyle kaçmasında da elbette İlahi bir hikmet vardır.

Hz.Yunus (a.s)’ın kıssa-i meşhuresinde bizim de alacağımız birçok ibretler vardır. Maddi cihetle bakıldığından, sosyal ve içtimai hayatımızda her aile reisinin veya her yöneticinin dikkatine celp edilmektedir.  Aile reisi ise ailesini, yönetici ise maiyetindeki halkını idare etmek, sıkıntılarını paylaşmak, can ve mallarını korumak ve adaletli davranmaktır. Yoksa sıkıntıya düştüğünde görevini bırakıp kaçmak bir nakıslıktır.

Bediüzzaman: Hz Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır, bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazara verir. Dünyamızı denize, heva-i nefsimizi balığa, gecemizi de istikbalimize benzetmektedir. İstikbalimizi de, nazar-ı gafletle karattığımızı belirtmektedir.

Nazar-ı gaflet: Bir şeyin manasını anlamadan bakmak, görevi ve görev yerini terk etme, unutma anlamlarını da taşır. Gaflet asrımızın hastalıklarından biridir. Sahibini birçok dehşetli karanlıklar içinde bırakır.

Görevden uzaklaşma bizi gurur denizine atıyor, hava-i nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve Cenab-i Allah’a olan ubudiyetimize gaflet perdesini çekerek ebedi hayatımızı karartıyor.’’Bizim hutumuz Hazreti Yunus (a.s)’ın hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder Bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.’’ İşte Hz Yunus aleyhisselamdan zamanımıza yansıyan balık hadisesi en fazla yüz yıllık hayata bedel, ebedi bir hayatın kazanması hadisesidir.

Bediüzzaman, konuyu şöyle izah etmektedir: ’’Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselama iktidaen, umum esbaptan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibül’ül-Esbap olan Rabbimize iltica edip Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minnezzalimin demeliyiz”. Ve devamında da diyor ki: “Hazret-i Yunus aleyhisselam’a o munacaatın neticesinde hutu ona bir merküb, bir taht-el bahr ve denizi güzel bir sahra ve gece mehtablı bir  latif suret aldı.Biz dahi o münacatın sırıyla Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minezzalimin demeliyiz.

’Lailaheillaente cümlesiyle istikbalimize, Sübhaneke kelimesiyle dünyamıza, İnni küntu minezzalimin fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Ta ki nur-i iman ile ve Kur’an’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti ünsiyet ve tenezzühe inkılâp etsin’’(1.ci Lem’alar) 

lailahe ente” (Senden başka ilah yoktur.) ifadesinde Allah’a mutlak bir yöneliş var. “Sübhaneke’’ (seni her türlü noksandan tenzih ederim.) kelimesinde Allah’ın mutlak kudretine bir teslimiyet var, “inni küntu minezzalimin” (gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum) ifadesinde de kendisine zulmedenin yine kendisi olduğunu anlama ve kesin bir dönüş var.

Bediüzzaman, yaptığımız kötülüklerden Cenab-i Allah’a sığınarak, Kur’an-ı Hakim’in sergisinde yapılan manevi bir gemi ile İslamiyetin içine girip selametle o denizin üstünde gezip ta sahil-i selamete çıkabileceğimizi, hayattaki sıkıntılar, vahşet ve dehşetlerin yerine nazar-ı ibretle tefekkürümüzü sevindirerek ruhumuzun nurlanacağını, o zaman nefsimizin esaretinden kurtulur, nefsimiz bir bineğimiz olup hayat-ı ebediyemizin kurtulmasına bir vasıtamız olacağını belirtmektedir.

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenab-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lazımdır. Hata ve kusurlarımızın affı için Cenab-ı Allah’a sığınmalı ve Hazreti Yunus (a.s)’ın munacaatında dediği gibi, bizde ‘’Lailahe illa ente suphaneke inni kuntü minnezzalimin’’ demeliyiz.                                     

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır                                            

8 Nisan 2011

www.NurNet.org