Etiket arşivi: tecrübe

Hayat Yolu

Hayat Yolu

Hayat tekemmüldür, tecrübedir, imtihandır.  

İnsan ise, görerek, yaşayarak, duyarak veya tecrübe ederek beşeriyetin verdiği kusurları ve noksanları asgariye indirerek tekamül sürecinde olan varlıktır.

Tecrübeyse çok şeylerden arda kalan tortudur. Neticesi insanın dağarcığına mıhlarla yazılıp kazılır ve başka insanların da hayatına ışık tutar. Bu ışık o kadar kuvvetlidir ki, belki tecrübe sahibinden fazla o tecrübeden ders alanın işine yarar, tabi ki ders ve ibret almasını bilene.   

Tecrübe edinmek de, tecrübeden ders alabilmek de hayli zor bir meseledir. Çünkü tecrübeyi yaşamak acı bir şeydir. Hele bazı şeyler var ki, insanı taş gibi oyar tesbih gibi ipe dizer.  

Herkesin imtihanı kendisine okyanus gibidir. Ama başkasına bir bardak sudur. Bu sebeple kimsenin imtihanını hiç kimsenin istihfaf edip hafife almaya hakkı yoktur. Çünkü herkesin imtihanı kendisine okyanustur.  

“İmanda bir Cennet çekirdeği ve dalalette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış.”[1]

İmani bir nazar insana yaşadığı musibette veya imtihanda rahmet-i ilahiyenin izini, yüzünü, eserini gösterdiği için mütevekkilane bakar. İmandan uzak bir nazarsa ruhta elim bir iz ve yara bırakır. 

O halde insana düşen “çalışmanızı ziyadeleştirin ki, tecrübe-i meydan-ı imtihanda muvaffak olasınız” [2] sözüne kulak vermektir.  

Hayat yolunda herkese sınav ve imtihanında muvaffakiyetler temenni ederim. 

Selam ve dua ile 

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Hanımlar Rehberi (16) 
[2] Kastamonu Lahikası (203) 

Kaynak: RisaleHaber

BACKGROUND VE İNSAN

BACKGROUND VE İNSAN

İnsan demek o kadar ihatası ve kapsama alanı geniş olan bir tabirdir ki hakkında on sekiz bin alemin envaı kadar yazılar yazılması, sarf-ı kelam edilmesi akıldan uzak değildir. Tabiki bu donanıma/background’a sahip olmak gerekir. Background nispetinde insanda iz’an ve iltizam hasıl olmaktadır. Bu ister şahsi ister içtimai isterse siyasal meselelerde olsun netice aynıdır. İnsanın istikameti background’u nispetindedir.

Background insana basiret ve feraset katmaktadır. Ama kazanılan bu basiret ve ferasetin önünde Alp – Himalaya Dağ silsilesi gibi duran manialar durmaktadır. Mesela, Taassub, enaniyet, cehalet, asabiyet, mevhumu mutlak zannetmek, bildiğine itimad etmek, senetsiz sözlere itibar etmek, muteber gördüğü insanlara aldanmak, tahkik etmemek, tembellik, aklını başkasının cebine koymak, aklını kullanamamak, fikren ve zikren başkasının ağzına bakıp kölesi olmak, aklı ipotek etmek, kendi anlayışından başkasını kabul etmemek, hazımsızlık, dar görüşlülük… ve hakeza insanların istidatlarının kabiliyetlere inkılab etmesine mani olan her ne varsa bu manaya su taşımaktadır.

Üstadımız burada meşrutiyetten bahsediyor lakin biz meselemize tatbik edelim. “Zira sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki, vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husumet kurtlarından bîçare meşrutiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez.”[1]  Burada insanın inkişaf etmesine mani olan bazı şeyleri görüyoruz.

Önce üstadımız burada bir tasvir yapıyor ve “ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için[2] beşer yolculuğunda çevremizi betimliyor. Bu yolculukta neşv ü nemaya mani olacak şeylere nazar edelim.

  1. vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ..
  2. sarp dağ ve dereler,
  3. vahşet ayıları,
  4. cehâlet ejderhası,
  5. husumet kurtları

bunlar aslında herbirisi birer simge semboldür. Ifade ettiği manalar var. bu yolda bizleri bekleyen çevre “vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ” dır.

Manialar ise, “sarp dağ ve dereler” gibi çetindir yani kolay bir şeye gönderilmediğimiz.

Bizi bu yoldan geri koymak isteyen ise yol üstünde kurulan çöller ise, “vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husumet kurtları..” olarak tasvir ediliyor. Korkunç ve ürkütücü olan kaba kuvvet taraftarları olan ayı fıtratlılar, cehaleti seven, insanların cehaletinden istifade ederek kendi anlayışını umuma “bu budur” olarak dayatan ve istediği olmayınca karşısındakine ateş püsküren erderhalar, insanlar arasına düşmanlık fitne ve fesad yayıp puslu bulanık havada avlanan kurt fıtratlı insanlar ise bu yolculuk esnasında karşımıza çıkacak olan şeylerdir.

Bu arada insanın siretinin bozulma meselesi dimağıma geldi. Başka yerlerde izah ettim sadece bu sıralamayı alıyorum. “Şu medenîlerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur suret.     Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri.” [3] insan manen/sireten bozulunca önce beden kötü bir koku yaymaya başlar. Sonra da taklit, kurnazlık, sinsilik, kaba kuvvet, manevi hiçbir şey kendisini alakadar etmez hale gelir.

Manen terakki ettikçe de “Eğer istersen hayalinle Nurşin karyesindeki Seyda‘nın meclisine git bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar..”[4] olarak iz’an edebilir. “Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım melaikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadîste “Tuyurun Hudrun” tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle, cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler.”[5] Başkasının gözüyle bakabilmek de bir basiret ve ferasettir.

“Eğer siz tembel kalıpta onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.”[6] Bu cümleyi şu şekilde meselemize tatbik edelim. Eğer siz tembel kalıp basiret ve feraseti ihtiva eden şeyleri ve tekemmülata dair elzem olanların gereğini yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene tamamen cemalini göreceksiniz. Bu ise vasati bir insan ömrünün üstündedir. Yani siz değil sizden sonraki nesil sizin birikimlerinizi devam ettirip bayrağı ötelere götürmek davasında olursa ancak gayenize nefesiniz değil nesliniz vasıl olur. Yok tembeliği seçip gayret etmezseniz zaten yolda size ayı, ejderha ve kurtlar parçalamak için size bekliyor olacaktır. O kadar çetin bir yol tabiki bu kolay olmayacaktır. Ama insan öyle idealist olmalıdır ki ya nefesi ya nesli o hedefe vasıl olacak şekilde gayret etmelidir. “muhtelif fehimler ve istidadlar[7] bunlar yerinde istimal edilmelidir.

“Zira eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrutiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husumet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir.”

Ezcümle: Bazı cezâ-yı sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.” [8] Şahsi ve içtimai meselelerde yol üstünde bekleyen şâki ve gevezeler ve enesi çiftelilerden sakınmak için formüller geliştirilmeli ve basiret ve feraset sahibi olanlarla beraber olup backgroundumuzu kısa zamanda genişletmeliyiz. Bu sebeple muhtelif hadisat ve vaziyetlerle içtimai ve şahsi hayatta karşılaşmaktayız. Sistemin karmaşası sebebiyle işin içinden çıkabilmek çok zordur. Sistemi çözemeyen insanlar ise farklı farklı olan haletlere, duygu ve hisler arasında ki tutarsızlıklara mana verememektedir. Bu sebeplerle insan donanıma/background’a sahip olması gerekir ki feraset ve basireti açık olup iz’an ve iltizam sahibi olsun ki sistemi analiz edebilsin. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.”[9] Bu hususta istifade etmeliyiz. İstidat ve kabiliyet sahipleri yeni farklı tarz ve metodlar insana arzedebilir..

Hülasa: İnsan demek bir çok işleve sahip olan bir sistem demektir. Ama bu sistem o kadar çetrefillidir ki bir anı bir anını tutmamaktadır. On sekiz bin alem dürülmüş paket program olarak insan ismi verilen sisteme takılmıştır.  “insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş.”[10]

Ne mutlu o insana ki istidad ve kabiliyetlerini hak yolda kullanıp tekemmülat-ı şahsiye ve insaniyeye gayret eder.

Bedbaht o insandır ki ne kendi sistemini çözmeye gayret eder ne de insanlığa bir katkısı vardır.

Büyük bir cinayet-i azimedir ki muhtelif istidad ve kabiliyetlerden istifade edip kendisini inşa edip backgroundunu inkişaf ve inbisat ettirmez ve var olan müstaidleri de çürütüp kaldırmaya önüne set tekil etmeye çalışır.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org

[1] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

[2] İşarat-ül İ’caz ( 164 )

[3] Sözler ( 712 )

[4] Mesnevi-i Nuriye ( 263 )

[5] Sözler ( 176 – 177 )

[6] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

[7] İşarat-ül İ’caz ( 40 )

[8][9] Münazarat / Asar-ı Bediyye ( 309 )

 [10] Mektubat ( 332 )

 

Yazarın Tüm Yazıları

Güzel görmekte Hz. Hatice’den daha delikanlımızı bulamazsın

‘Güzel görmek’ eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için kastırmak/zorlamak değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı görmektir. (Varlık hayır üzere yaratılmıştır.) Fakat zaten güzel olanı güzel görmek de bir güzel nazar istiyor. Burada ayıklanmayı dilediğimiz şey nazar ettiklerimiz değil. Kem olanlardan gayrısını görmez oluştan, yani bütünden kopuştan, sıyrılmayı diliyoruz biz. Güzel görmek en azından bu.

Mürşidimin de dediği gibi: “Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mahluk olmamızdan gelen sınırlılık ve bu sınırlılığın bir türü olan eksik/kusurlu nazar eşyanın kapsamlı güzelliğini görmemize engel oluyor. İşte, nazarımız aklımızdan, aklımız da nazarımızdan böylece etkilenmiştir.

Akıl tahripçidir. Parçalayarak anlar. Birşeyi salt akılla anlamaya çalışmak onu varlıktan koparmak gibidir. Konsantrasyon dediğimiz hadise aslında bir nevi körleşme. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Bu noktada aklın tahripçiliğinin bir ölçüde insanın her duyusuna sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Dikkat etmemiz de bir ‘parçalama’mızdır bizim, dikkat çekmemiz de. Vurgu dediğiniz şey de aslında parçayı bütüne hâkim kılmaktır veya en azından daha görünür/ilk görünür kılmaktır. Bu yönüyle, yaratılmış olanın (mahlukun) mutlak olmamaktan kaynaklanan her kaydı ve bu kayıtla yaptığı her tasarrufu bir tür parçalamaktır. Bu halimizden korkmalıyız. İşte bu yüzden insan kendi parçasından vahyin bütünlüğüne kaçar/sığınır. Bir fikrin/tesbitin vahye ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda parçamızın bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça fenadır.

Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.

Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. İnsan neden/nasıl tecrübe sahibi olur? Bu sadece yaş almakla veya yaşamakla açıklanabilir birşey değil. Tecrübenin zamanla bağı aslında bütünle olan ilişkisiyle de ilgili. Tecrübe sahibi olan insan olayları ‘fiil’ olarak değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. Fiilden isme değil sadece, şuunattan kanuna bakmayı da öğrenmiştir: “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur…” Tecrübe dediğiniz böylesi cümlelerinizin sayısının çokluğuna ve isabetine bakar. Bu bir emin olma halidir. Kainatta her zaman ‘böyle böyle olduğunda sonucun şöyle olduğunu’ öğrenmişsiniz demektir.

İşte böyle böyle olanın nihayetinde şöyle olduğu bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla bir ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup kanunları keşfetmenizi sağlar. Benim mürşidim diyor ki mesela: Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır. Ne zamanki fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. (Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen kaderi değil bir kanunu okuyorsun.)

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın sıfat derecesinde hep öyle yaptığını ve şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması veya çoğunlukla öyle yapması sana Allah’ın rızasının o fiile dönük olduğunu öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Seçmenin/iradenin işaretidir. İrade ve kast da bir muhabbet kokusu verir. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.

Evet, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir, kanunlar ise şuunat-ı ilahiyeyi. Şuunat okuması müminin tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye marifet de diyoruz. Eğer Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir veya gafil o da bir tecrübedir ama eksiktir/sınırlıdır. O tecrübeyi şahid olduğu kısım dışında kullanmaya yol bulamaz. Eğer tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye oradan ulaşmaya bir yol bulabilirdi. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine diyor ki:Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata…

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, müminin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıktığın zaman Allah rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta bir fayda var!” dersin. Bu da seni “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine bilinen bir Allah’ın öyle kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifet ile emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her ziyaretimde “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenimin haline benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa, soruyor.

İşte, kötülük, yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir…” demek biraz. Bu kadar tanımak. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Bir paketi açtığınızda ve hediye hemen gözünüze çarpmadığında kutuyu biraz daha karıştırmak; size kötü bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek; davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa, “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak; buluşmaya gittiğiniz emin arkadaşınız sizi beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek… Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan işte o güzel görmek olur. el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

Ey sabırlı okuyucum, buraya kadar bana iyi katlandın. Becerebilmişsem anlatmayı, güzel görmekle güzel düşünmenin bağlantısını birazcık anlamışsındır. Benim bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice annemdir. (Allah ondan razı olsun.) Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince kendisine şöyle demişti:

Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Sen’i mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir! Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulünün eşi olmaya layıktır. Sana birşey daha diyeyim mi: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın.

Ahmet AY – Risale Haber