Etiket arşivi: tefekkür

Merhaba Kış! Hoşgeldin Dünyamıza!

Yapraklar peş peşe döküldü. Çiçekler soldu. Kuşlar ve kelebekler birer birer öldü. Şimdi yalnız iskeletler var dağ eteklerinde. Ve onların ayaklarını örten bembeyaz bir kefen.

Bir yaprak düştü toprağa.

Sonra bir başkası.

Sonra peş peşe döküldü bütün yapraklar…

Ağaçlar soyundukça toprak giyindi: Önce altın sarısına döndü, sonra altınlarıyla beraber beyaz kefenine büründü.

Çiçeklerden eser yok. Kelebekler uçup gitmiş. Güller kurumuş, bülbüller susmuş. Sevilenler, elveda demeden sevenleri terk edip gitmiş. Yemyeşil ormanlar iskeletlerle dolmuş. Daha dün cıvıl cıvıl hayat kaynayan bu yerlerde, şimdi firak hıçkırıkları bile yankılanmıyor. Çünkü geride ağlayacak kimse de kalmamış.

Hani, nerde o güzelim gelincikler?

Nerde elma çiçeklerine doluşan arıcıklar?

Nerde gün âşıkı çiçekler?

Gün nereye koşturuyor sahi?

Koşan günler, kaybolan günler, âşıklarını ardından ağlatan günler… Hepsi, her gelişinde birşeyleri beraberinde getirirler, ama “Tadına doyan var mı?” demeden, getirdiklerini alır götürürler. Günlerden nice ömürler olur; günlerle beraber nice ömürler ölür.

Gönlümde hüzün var, yaklaştı akşam

Ömrümün güneşi zevale döndü.

Akşamları sevmek belki çare olurdu şafakla beraber o da çekip gitmeseydi!

Ama dünyada beni bırakıp gitmeyecek ne var, söyler misiniz dünya âşıkları?

En güzeli bahardı; şimdi kefenine bürünmüş yatıyor.

Niye durmadı buralarda? Durmayacaksa niye geldi? Ardından ağlatacaksa eğer, niye yüzüme gülüp durdu çiçekleriyle? Öyle bir gaddarlık, böyle bir güzelliğin arkasında kendini nasıl sakladı?

Yeşil tomurcuğun içinden fışkıran pembe gül, solacağını niye haber vermedi?

Penceremin önünde cıvıl cıvıl öten serçecik, öleceğini niye söylemedi?

Yoksa söyledi de ben mi işitmedim?

Yapraklar peş peşe döküldü toprağa. Çiçekler birbiri ardınca soldu. Kuşlar ve kelebekler birer birer öldü. Şimdi yalnız iskeletler var dağ eteklerinde. Ve onların ayaklarını örten bembeyaz bir kefen.

Günler, beraberinde getirdiklerini alıp götürdüler. Günlerle gidenler ise…

Durun bir dakika!

Onlar aslında hiçbir şey götürmedi, götüremedi. Çünkü kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktu.

Irmağın üzerinde hızla akıp giden damlacıkların parıltıları kendilerinden olsaydı, arkadan gelenler nasıl parlayacaktı? Halbuki o damlacıklar karanlıklardan çıkıp gelmişlerdi.

Gülün fidanında da o pembe tebessüm yoktu. Serçe yumurtasında o sevimlilik yoktu. Gelincik tohumlarında o nazenin güzellik yoktu. Elma çiçeklerinin iskeletinde kuru bir odun yığınından başka hiçbir şey yoktu.

Onlar geldiler ve gittiler. Gitmek istediklerinden gitmediler. Gitmek zorundaydılar.

Çünkü onlarda görünen güzellik, başka başka aynalar istedi.

Çünkü öyle bir güzellik bir güle, bir bülbüle, bir bahara razı olmazdı.

Öyleyse sen de bir güle, bir bülbüle, bir bahara, bir dünyaya razı olma. Eskimiş aynalar, bırak, kırılsın gitsin. Sen yeni aynalarda seyret güzelliği.

Sabret; şu kefenin koynunda uyuyan bahar, yeniden gülleriyle yüzüne gülecek. Serçeler yine cıvıldaşacak. Dağ yamaçları yakında gelinciklerle dolacak, iskeletler canlanıp gelinliklerini giyecekler. Gurup secdesine kapanmış yüz binler çeşit güzeller, yine dirilip karşında belirecekler. Onlarda cilvelenen Esmâyı, bu sefer tazelenmiş ve özlenmiş olarak bulacaksın.

Ve o Esmânın cilvelerinde, sevilenlerin sevenleri asla terk etmediği âlemlere bir çağrı okuyacaksın.

İstersen, şimdiden zevk edebilirsin o âlemleri. Cismin yerinde dursa da hayalin, ruhun ve kalbin geçmiş ve gelecek bütün baharlarla beraber o âlemlerden de dilediğin kadar çiçek toplar ve koklar.

Bak, soldu dediğin güller, öldü dediğin bülbüller, asıl ve nesilleriyle el ele vermiş, tesbihatlarıyla süslenmiş, misâl âleminin levhalarında, gayb âleminin derinliklerinde, âhiret âlemlerinin menzillerinde hâlâ diriler ve diri kalacaklar.

Onun için, sen aynayı bırak, Esmâyı bul.

Leylâ’yı bırak, Mevlâ’yı bul.

Yoksa Leylâ’yı arayan ancak belâyı bulur.

Mevlâ’yı arayan ise, bütün fâni sevgililerin arkasından dökülen gözyaşlarını bir anlık sohbetiyle ebedî sürurlara çevi¬ren bir Habîbu’l-Bekkâîn ile beraber olur.

Gülün açmasında ve solmasında, bülbülün ötmesinde ve susmasında, baharın doğmasında ve ölmesinde hep Onun seninle baş başa bir sohbeti var.

Hâlâ cevap vermeyecek misin?

Yapraklar birbiri ardınca koştu Onun çağrısına.

Lebbeyk” dedi ve toprağın koynuna düştü.

Çiçekler, kuşlar, kelebekler, böcekler, birer birer Ona döndü.

Hepsi de tesbihatlarını ve bütün hayatlarının mahsulâtını Ona sunarak resmi geçitteki yerlerinden ayrıldı.

Toprak onları Rabbinin emriyle bağrına bastı, yorganını üzerine çekti.

Yeni bir baharda yeni bir şevkle dirilmek için uykuya daldı.

Dün cemâl tecellileriyle kaynayan bu yerlerde şimdi bir izzet ve celâl tecellîsi hüküm sürüyor.

İkisi de aynı yerden geliyor.

Öyleyse giden yok, ölen yok, ayrılan yok, kaybolan yok…

Ezelî Esmânın bir Müsemmâsının değişik tecellîleri var sadece.

Merhaba kış!

Dünyamıza hoş geldin.

Ümit ŞİMŞEK

Nükte ve fıkralarla tebessüm ve tefekküre ne dersiniz?

Halife Harun Reşid, Bağdat kırlarında çevresiyle birlikte geziye çıktığı sırada ağaç altında uyuyan bir adamı görür ve yanındakilere; “Şu adamı uyandırın, otların arasından çıkan bir yılan onu sokup öldürebilir.” der.

Hemen uyandırılan adam bakar ki karşısında Harun Reşid var. “Sultanım neden uyandırdınız beni der, rüyamda padişah olarak seçilmiştim, tahtımda oturmuş çevreme ne güzel emirler veriyor, hizmetçileri çevremde koşturuyordum.” diye söylenir.

Harun Reşid gülerek cevap verir: “Efendi der, uykudaki padişahlıktan ne olur ki, işte böyle gözlerini açınca padişahlık falan kalmaz, yok olup gider!” Adam şöyle cevap verir: “Sultanım der, benim padişahlığım gözümü açınca yok olup gitti, seninki de gözünü kapayınca yok olup gidecek, aramızda büyük bir fark mı var sanki?” Bu cevap karşısında düşünmeye başlayan Halife: “Efendi der, aslında uykuda olan sen değil benmişim, ben seni yılandan kurtarmak için uyandırmıştım, sen de beni saltanat gafletinden kurtarmak için uyarmış oldun.” Bundan sonra sıkça tekrar ettiği söz hep aynı olur. “Ey Harun, gözünü kapayınca yok olacak saltanatına sakın güvenme!”

Benzeri bir göz açıp yumma saltanat tarifi de Hazret-i Mevlânâ’dan gelir. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad Hz. Mevlânâ’ya, “Sultanlığımı sana devretmeye hazırım şayet kabul buyursan.” deyince Hz. Mevlânâ şöyle cevap verir:

“Biz sizin kısa süren sultanlığınıza talip değiliz. Çünkü sizin sultanlığınız gözünüzü kapayınca biter, bizim sultanlığımız ise gözümüzü kapayınca başlar. Biz göz kapayınca bitene değil başlayan sultanlığa talibiz!”

Somuncu Baba’yı üzen fazla dünyalık!

Bursa’nın maneviyat büyüğü Somuncu Baba, tarlası olup da tohumu olmayan yoksul talebesine bir çuval buğday vererek; “Tarlanın yarısını kendin için, yarısını da benim için ek.” der. Talebe bu yardıma sevinerek tarlanın yarısını kendi adına yarısını da hocası adına eker. Ekinlerin yetiştiği mevsimde, hocasıyla birlikte tarlaya gelirler. Talebeye ait kısımdaki ekinler gayet iyi ve gür yetişmiş, hocasınınki ise zayıf ve cılız kalmış. Somuncu Baba, iyi yetişen mahsulün kimin olduğunu sorar. Talebe de utancından “Sizin efendim.” der. Buna üzülen Somuncu Baba söylenir:

-“Biz ahiretimizin mamur olması için dua ediyorduk, demek ahiretimiz yerine dünyamız mamur olmaya başlamış, ücretimizi dünyada alıyor, ahiretimize bir şey bırakmıyor muyuz yoksa.” diye üzüntüsünü açıklayınca talebesi gerçeği anlatmak zorunda kalır:

“Efendim der, aslında iyi olan taraf bana aittir, zayıf olan da size aittir. Utancımdan dolayı iyi olanın size ait olduğunu söyledim.”

Somuncu Baba’nın yüzünde tatlı bir tebessüm dolaşır:

“Şimdi oldu evlat.” der, “Ekinin gür tarafının bana ait olduğunu duyunca, ‘Dünyada alacağınızı aldınız ahirette isteyecek bir şeyiniz kalmadı.’ denecek olan servet sahiplerinden mi oluyorum yoksa diye endişe ettim!.”

Geylani Hazretleri: “Büyüklerin üzerine sinek konmazmış, sizin üzerinize de sinek konduğunu hiç görmedik.” diyenlere şöyle cevap verir: “Bana sinek neden konsun ki, üzerimde ne dünyanın pekmezi var, ne de ahiretin balı?”

Rahmetli Şeyh Hacı Muzaffer Ozak, muhataba göre nükteli söz söylemesini bilen biriydi. Dükkânına giren laubali bir adam; “Selamünaleyküm babalık.” der . O da: ” Aleyküm selam kuru kalabalık!” diye karşılık verir.

Şam’ın büyük velilerinden Bilal bin Saad’a, gerçek dostun tarifini sorarlar. Gerçek dostu şöyle tarif eder: “Her görüştüğünüzde avucunuzun ortasına bir altın koyan gerçek dost değildir. Asıl, her görüştüğünüzde dindarlığınızı bir kat daha kuvvetlendirendir gerçek dost!.”

Ahmed Şahin / Zaman

Said Nursi neden gazete okumazdı?

Yeni Said döneminin gazete okumayan Said Nursi’si Eski Said döneminde günde belki sekiz-on gazete okuyordu.

Başkasının kaşığıyla düğün yemeğine gitmek” diye bir tabir var Anadolu’da. Bu tabir hatırıma geldikçe, sahip olduğu iğreti düşünce, yorum, klişe anlayış, donuk malumat ve değerlerle hayat meydanına dalan modern insanın hüsranını hatırlarım… Söz konusu ödünç ‘kaşıkları’ da hazır ve draje bir şekilde yazılı, görsel, elektronik medyadan alan atıl akıl sahiplerini, kendimi de hesaba katarak düşünür, hüzünlenirim.  

Eski zamanların semadan haber getiren manevi liderlerinin yerini günümüz cilalı imaj devri’nin parlak yaldızlı sunucuları, spikerleri, muhabirleri, köşe yazarları, senaristleri, yazı teknisyenleri, yorumcuları aldı adeta… Onların gün boyu dört bir koldan üfürdükleri, söyledikleri, değişik etkin yöntemlerle beynimize ve kalbimize zerk ettikleri afyonlanmış yorum, kanaat, kavram, bakış açısı, hislenme biçimleri, davranış örüntüleri ile hayata, olaylara, dünyaya, insanlara, varlığa yaklaşıyoruz. Farkında mıyız?

İzlediği son dizinin replikleriyle bütün bir hafta konuşan, düşünen, davranan insan sayısını hiç düşündünüz mü?

Etkili bir reklam spotunu temcid pilavı gibi tekrar ederek ‘hafızlık’ edenler az mı?

Haber programlarını izleye izleye her şeye, bir enkırmen ağzıyla yorum getiren kitleleri görmüyor muyuz?

İzlediği tartışma programının sunduklarıyla ekonomi-politik, vatan kurtarma, sosyolojik ve stratejik analiz yapanlar az mıdır?

En çok ‘bildiğini’ iddia eden naylon aydına bakın, bütün fikirleri en son okuduğu gazete yazısından, dinlediği bir tebliğden ibaret değil midir?

Daha da derin düşünen ve yazan zamane mütefekkir, en son okuduğu kitap, makale, teori ve analizlerden devşirdiği bulamacı, terkipten telife yükselen keyfiyetten uzak bir şekilde önümüze ‘löp’ diye kusmuyor mu?

Ödünç ve iğreti kavram, düşünce, yorum, malumat, teorilerle düşünmemek… Bunları kendi nefsine tatbik ederek, aklın ve kalbin imbiğinde süzüp salih amele dönüştürme çabasıyla hallenmek… Zihnini enformatik cehalet’in vadilerinde mecnuna dönmüş bir vaziyette gezdirmemek… Aktüel politikanın günübirlik cangılında taraf olarak sığlaşmamak, küçük hesapların yüzeyselliğinde kaybolmamak…

Düşüncenin ve  duyguların şirazesini dağıtmamak… Günübirlik olayların yalınkat, bir kaşık suda fırtına koparan, önce pireyi deve yapıp sonra o deveyle çöllere revan olan, ardın da yolunu izini kaybedip feryatlar koparan bir divaneye dönüşmemek… ‘Afaki tefekkür’den ziyade ‘enfüsi tefekkür’e odaklanmak… Geçici dünyevi hayattan ve medeniyetlerin geniş dairedeki inşaasından çok ebedi hayatın inşaasına ve hayatın küçük medeniyetinin inşaasına  gayret etmek…: Üstad Said Nursi’nin ta eski Said döneminde fark ettiği (örneğin, Sünuhat isimli eserine bu gözle bakılmasını öneririm) yeni Said döneminde ise iyice belirginleştirdiği gazete okumamak, radyo dinlememek, dünya hadiselerinin anlatılmasına müsaade etmemek tarzında belirginleşen üslubunu ve usulünü bir de bu çerçevede anlamak gerektiği kanaatindeyim… 

Bundan yaklaşık on yıl kadar önce memleketimizin önde gelen şair ve yazarlarından birine bir mecliste, sohbet etmek yerine gazetelere gömülmeyi tercih ettiği esnada “Gazetenin parça parça, kopuk kopuk dizaynının“, bir sayfada ekonomi, diğerinde magazin, bir diğerinde spor vs. şeklinde düzenlenmesinin dahi zihindeki basamak basamak yürüyen ‘gidimli düşünce’yi öldürdüğü şeklinde bir yorum arzetmiştim. Fakat hazret her şeyi fazlaca bilmenin kibriyle bu yorumu anlamamayı tercih etmişti…

Gazete, yapısal olarak dağınık ve kopuktur. Derinleşmeye müsait değildir. Gazeteden beslenerek derin bir düşünce evreni inşa edemezsiniz, olsa olsa birbirinden uzaklara savrulmuş gecekondular kurarsınız.

Aynı şekilde televizyon kültürüyle, film izleyerek, haber dinleyerek, ciddi bir dikkat dağınıklığına, yüzeyselliğe, taraftarlığa, indirgemeci, gelgeç yorumlara sahip olursunuz. Televizyon bir saniyede yirminin üstünde karenin ard arda geçmesiyle görüntü oluşturan, birbirinden kopuk ve bağımsız görüntülerin sürekli geçmesiyle, dinmeyen hareketliliğiyle izleyiciyi pasifize eden, tamamen atıl duruma düşüren bir mahiyete sahiptir.

Üstelik farklı bir algılama yapısı oluşturur ki buna ‘hareket odaklı algı’ diyebiliriz. Yani kişiyi pasif eğlenceye müptela ederek insan zihnini, düşüncelerini, hayal gücünü, duygularını korkunç bir atalete alıştıran algı tarzından bahsediyorum. (Hareketsiz bir zemin üzerinde tamamen aktif olmayı gerektiren kitap okuma faaliyetine başladığında uykusu geldiğinden yakınan biçare insanın feryadını, ödev yapmak yerine hep çizgi film izlemek isteyen çocuğun mızmızlanmalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekmez mi?)

Görüntü zaten hazır vaziyette en cazip ve rafine yöntemlerle, dramatizasyonun tüm imkanlarıyla servis ediliyor, neyin hayalini kuracak, hangi konuda derinlikli muhakeme yürüteceksiniz? Görüntüsüz dinlenildiğinde kişinin hayalini kamçılayan bir müzik eseri, görüntü kalıbında dondurulduğunda, o malum nağmenin hep o malum hatunu ya da boynu bükük manken çocuğu çağrıştırması başlı başına bir ‘çağrışım daralması’ değil midir? Düşüncenin ana damarlarından biri olan serbest çağrışım adeta katledilip çuvala konuyor…

Televizyon karşısında yüzde doksanın üzerinde siz pasifken, radyoda bu durum yüzde elliye yakındır (bu noktada Üstad Said Nursi’nin radyoda beşte dördü zevk ve eğlenceye hasredilmiş bir yayın akışını tasvip etmeyen, tam tersine beşte dördünün hakikatin seslendirilmesine, beşte birinin de meşru eğlenceye ayrılmasını işaret eden yorumlarını hatırlamak gerekiyor), kitap okurken ise neredeyse yüzde yüze yakın bir şekilde siz aktifsiniz.

Kitap okurken tüm hayalinizi, kavramlarınızı, zihinsel eforunuzu, hafızanızı seferber etmek durumundasınız. Üstelik okuduğunuz kitap gibi bir kitapsa, düşünceniz ve hayaliniz basamak basamak ardışıklı düşünmenin izini sürmeyi öğrenecek, dehanın annesi olan dikkatin yoğunlaşmasını temin edecek ve oradan da enfüsi tefekkürün kapılarını zorlayan bir tazyik oluşacaktır.

İşte tam da bu nedenle derin tefekkür alışkanlığının oluşması için anlamlıca kitap okumanın yerini hiç bir şey alamamış ve alamayacaktır. Kainatı ve vicdanı bir kitap gibi okumak, vahyin inşa ettiği bir tasavvur, bakış açısı ve niyet ile her şeyi okunacak bir kitaba dönüştürmek ise başka bir bahis… 

Fakat bazı şeyleri iyi anlamak gerekiyor, zamana ve zemine dikkat etmek icap ediyor. Bir başkasının kendine has yolculuğunda yaşadığı süreçleri es geçerek sadece ulaştığı sonuçları kendine ölçü almak aldatıcı olabilir…

Zamanın ve zeminin koşullarına, kendi özel iç dinamiklerimize, şahsi nefs terbiyemiz esnasında geçtiğimiz yolların özelliklerine dikkat etmemiz gerekiyor.  Demek istiyorum ki yeni Said döneminin gazete okumayan Said Nursi’si Eski Said döneminde günde belki sekiz-on gazete okuyordu. Eski Said’in okuduğu gazeteler de doğrusu bugünün gazeteleri değildi. Bu da önemli bir nokta. Volkan Gazetesi’ni ya da Tercüman-ı Ahval’i, hatta İctihad’ı alın okuyun neredeyse bir fikir dergisi okur gibi olursunuz. (Üstelik, Cumhuriyet öncesi dönemin iyi kötü bir halifenin bulunduğu, imanın verili kabul edildiği ve dolayısıyla İslami Medeniyet’in oluşumunun toplumsal ve siyasal alanda görüldüğü, dağılmaya yüz tutmuş bir İslam memleketinin kurtarılma telaşının bulunduğu bir dönem olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.)

Yani görüntü manyaklığına teslim olmuş, fotografları kestiğinde geriye kevgire dönmüş bir kağıt parçası kalan bugünün gazetesi ile Eski Said’in okuduğu gazete tamamen aynı değildi.

Aynı şekilde Yeni Said döneminde radyoda risale-i nurdan bir bahsin okunacağını duyup arabanın radyosundan bunu dinleyen, dinlerken de vahdetten kesretin çıkması hakikatini hava zerreleri ile yayılması yönüyle tefekkür eden Said Nursi de gözden kaçırılmamalıdır. 

Demem o ki, başkasının kaşığıyla düğün yemeğine gidenler, kendi enfüsi gündemleri (tefekkürleri) olmadığı için çoğu kere dünyevilerin gücün medyası kanalıyla oluşturduğu yapay ve afaki gündemlerin peşine takılanlar, malumatını hal ile ilme ve oradan da marifete dönüştürme derdinde olmayanlar, evlerini bir hakikat medresesi, bir marifet tekkesine dönüştürmenin izini sürmeyenler, çağın atalet tuzaklarına gözü kapalı atılanlar, kendisini idamla yargılayan kara cübbeli hakimlerin karşısında umarsızca yamalı cübbesinin söküğünü diken Said Nursi’yi anlayamayacaklardır…

Cümleleri sadeleştirerek anlaşılırlığı artıracağını sanmak zavallılığından öteye gidemeyecek, göğe çıkmak yerine göğü yere indirmeye çalışmanın bayağılına razı olacaklardır…

Yusuf Özkan Özburun – Haber7

ozkanozburun@hotmail.com

Kainat Kitabı’nın Harika Ayetleri..

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)

İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.

Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.

Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,

(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,

(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.

Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.

Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.

İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:

Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.

Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.

Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.

Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.

Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.

Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!

Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.

İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.

Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?

İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.

Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit ŞİMŞEK

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)
İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.
Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.
Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,
(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,
(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.
Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.
Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.
Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.
İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:
Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.
Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.
Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.
Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.
Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.
Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!
Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.
İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.
Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?
İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.
Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit Şimşek

Her sabah bizden 8 şey istendiğini biliyor muyuz?

Bana öyle geliyor ki, günler, aylar, hatta seneler sanki farkına varmadan geçiyor, olaylar kafamızı, kalbimizi o kadar istila ve işgal ediyor ki, asıl düşünmemiz gereken görevlerimizi düşünemiyor, hayatın gayesine ait konularımızı hatırlayamaz hale bile geliyoruz.

Bu durumda ister istemez İmam-ı Şafii Hazretleri’nin her sabah hayatının gayesini düşünme örneği geliyor aklımıza. Ancak o zaman hatırlıyoruz her sabah bizden de sekiz şeyin istendiğini..

Ne dersiniz, Hazret-i İmam’ın her sabah yaptığı gibi hayatının muhasebesini bugün biz de bir defa olsun hatırlayalım mı? Bakalım bizden de isteniyor mu İmam’dan istenen sekiz şey bir düşünelim mi?

Evet, diyorsanız buyurun, birlikte okuyalım İmam-ı Şafii Hazretleri’nin her sabah düşündüğü kendinden istenen sekiz şeyi..

Hayatını hep hesabını yaparak yaşayan büyük müçtehidimiz, Mısır’da bir sabah namazından sonra evine doğru tefekkür içinde yürürken yaklaşan biri:

-Efendi Hazretleri der, derin bir düşünce içinde görüyorum sizi. Zihninizi meşgul eden önemli bir meseleniz mi var yoksa? Hazret-i İmam:

– Evet der, her sabah benden istenenleri düşünüyorum da onun için dalgın şekilde yürüyorum.

Adam merak eder: Her sabah sizden istenenler mi var?

Hazret-i İmam, ‘Her sabah benden şu 8 şeyin istendiğini düşünüyorum’ diyerek saymaya başlar istenen 8 şeyi. Der ki:

1-Rabb’im, benden farzlarını istiyor.

2- Resulüllah Efendimiz, benden sünnetlerini istiyor.

3-Aile ve çocuklarım benden helal nafakalarını istiyor.

4-İmanım ve aklım benden Rabb’imin emirlerine uymamı istiyor.

5-Nefsim ve şeytanım da benden kendilerine tabi olmamı istiyor.

6- Yaptığım işleri yazan melekler ise hep sevap yazdırmamı istiyor.

7- Her doğan güneş bir gün daha yaşlandığımı hatırlamamı istiyor..

8-Her sabah Azrail de kendisine bir gün daha yaklaştığımı düşünmemi istiyor.

Hazret-i İmam:

– İşte der, her sabah bu istekleri düşünerek yürüyorum bu yollardan. Dalgın görünüşümün sebebi bunları düşünmemdir.

Soru sahibi adam bu defa şaşırır da der ki:

-Ya imam bunlar sadece sana mı soruluyor, yoksa bana da, tüm insanlara da soruluyor mu her sabah? Hazret-i İmam, tebessüm ederek cevap verir:

– Ben kendime her sabah bu soruların sorulduğunu düşünüyorum, belki başkalarına da soruluyordur bu sorular. İstersen kafanı lüzumsuz konulardan temizle de sen de düşün bu soruları! Bakalım sana da soruluyor mu her sabah bunlar?

Düşünceye dalan adam çok geçmeden başını sallayarak cevap verir:

-Evet ya İmam der, bu sorular sadece sana değil bana da, hatta her sabah günlük hayatına başlayan herkese sorulan sorulardır. Bu önemli soruların her sabah bana da sorulduğunu düşündürdüğünüz için teşekkür ederim. Meğer biz ne kadar derin gaflet içinde yaşıyormuşuz günlerimizi de haberimiz bile yokmuş?.

-Ne dersiniz, kafası gönlü gereksiz olaylarla istila ve işgal edilmiş bizlerden de her sabah böyle sekiz şey istendiğini hiç düşünüyor muyuz? Mesela her sabah bizden de:

– Rabb’imiz farzlarını, Resulüllah Efendimiz sünnetlerini, aile ve çocuklarımız da helal nafakalarını istiyorlar mı?

-Akıl ve imanımız kendilerine uymamızı, nefis ve şeytanımız da asıl kendilerine tabi olmamızı telkin ediyorlar mı? Amellerimizi yazan melekler ise hep sevap yazdırmamızı bekliyorlar mı? Güneşin her doğuşu, bir gün daha yaşlandığımızı, Hazret-i Azrail’e bir gün daha yakınlaştığımızı düşünmemizi istiyorlar mı?.

Ne dersiniz, sabah ve akşam bunları düşünmek bizim de meselemiz olmalı, aklımıza gelmeli değil mi?

Yoksa malum tekerlemeyi tekrar eden gafiller kafilesine biz de katılarak:

-Ayağını sıcak tut başını serin; hayatını yaşa, düşünme derin diyerek boş ver mi demeliyiz?

Böyle demiyorsak gelin, kafamızı, kalbimizi günlük olayların istila ve işgalinden birazcık kurtaralım da Hazret-i İmam’dan istenen sekiz şeyin her sabah bizden de istendiğini düşünelim. Hiç olmazsa bu yılbaşında hayatımızın hesabını yaparak yaşamaya karar vermiş olalım.

Ne dersiniz, düşünmeye değer mi?

Ahmed Şahin / Zaman