Etiket arşivi: tefekkür

KAİNAT SENSİN {3}

KAİNAT SENSİN {3}

17 şifreli hakikat-ı insanîye haritasının 3 ve 4. Şifresi;

3.SECİYELER 

“Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secayâ-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşv-ü nema bulur. Şimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi… Fıtraten -çendan- hayır ciheti galibdir, fakat sünbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil bin kurumuş çekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi: O bâb-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır.” [13]

“Nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş’um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.” [14]

“Hem meselâ: İnsanın en latif ve şirin bir seciyesi olan şefkat; eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse, öyle müdhiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil vâlide, bu hırkatı tam hisseder.” [15]

“Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.

Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir.” [16]

“Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler.  

 Aynen öyle de: Yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan, hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ: Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebîlerden içimize giren pis, fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. 

Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “nefsî! nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle ve menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.

Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı  içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.” [17]

“Ulvî seciyelerinin rabıtası ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacı sıdktır. Öyle ise sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.” [18]

“Bu millette fıtrî bir kahramanlık seciyesi vardır. Bu seciye eğer Risale-i Nur’la inkişaf ederse, hiçbir millet karşılarında duramaz.” [19]

“Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat’a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir. 

Yani insan, kendi nefsinin kalbinin sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir.” [20]

“İnsanın sair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise; yüksek seciyeleri ve cem’iyetli istidadları ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî daireleri itibariyledir. Halbuki o insan, hem madum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasıyla, ölçüsüyle; hamiyeti, muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır.” [21]

4.MİKYAS

“Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır.” [22]

“Kâinattaki san’at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta, nümunesi insanda vardır.” [23]

“İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir mikyastır ve bir mizandır.” [24]

“İnsan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.” [25]

“Hayat-ı insaniyenin vezaifinden biri de kendi cüz’î sıfatlarını şuunatını, Hâlıkın küllî sıfatlarını, şuunatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır.” [26]

“Kendi cüz’î sıfat ve mevhum rububiyetinin ölçücükleriyle Rabb-ı Semavat ve-l Arz’ın muhit sıfatlarının marifetine bir mikyassın ki, mevhum bir rububiyetin hududunu tasavvur etmekle, o muhit sıfatları fehmedersin.” [27]

“Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır.” [28]

ESRA ÖZEL

KAYNAKÇA;

Risale-i Nur Külliyatından…

[13] Sunühat, Tuluat, İşarat – 95

[14] Mesnevî-i Nurîye(Bd.) – 521

[15] Şualar – 16

[16] Lemalar – 199

[17] Hutbe-i Şamiye – 58

[18] Tarihçe-i Hayat – 95

[19] Son Şahitler Cilt no:4 – 178

[20] Mesnevî-i Nurîye(Bd.) – 468

[21] Şualar – 223

[22] Lemalar – 190

[23] Mektubat – 232

[24] Lemalar – 354

[25] Lemalar – 354

[26] Mesnevî Nuriye – 218

[27] Mesnevî-i Nurîye(Bd.) – 637

[28] Emirdağ Lahikası 1 – 146

KAİNAT SENSİN {2}

KAİNAT SENSİN {2}

17 şifreli hakikat-ı insanîye haritasının 1 ve 2. Şifresi;

1- HAYAT 

“Hayatım Rabbanî bir mektubdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir.Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnetdarane Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir.” [1]

“ ‘Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-u Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir’ anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikatı bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır.” [2]

“Mevcudat içinde en latif, en güzel, en câmi’ âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünki güzel olan o esma-ül hüsnanın güzel nakışlarını gösterir.” [3] 

“Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz’ ise küll gibi, cüz’îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor.” [4]

“Bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.” [5] 

“Bu kâinatın en mühim neticesi ve mayesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmidokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır.” [6]

“İnsanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû’-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır.” [7]

2.HİSSİYAT

“İnsanda binlerle hissiyat var. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.” [8]

“Şu âlem-i ekberi, mülk şeklinde inşa etmekle beraber; şu insanı dahi öyle bir surette halketmiştir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havâs ve hissiyatlar ve bilhâssa nefs, heva ve ihtiyaç ve iştiha ve hırs ve dava vermiştir ki; o geniş mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memluk hükmüne getirmiştir.” [9]

“Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevî latifeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar a’zâ ve âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevkettirsin.” [10]

“Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle, gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler.” [11]

“Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.” [12]

ESRA ÖZEL

KAYNAKÇA;

Risale-i Nur Külliyatından….

[1] Şualar – 71

[2] Şualar – 71

[3] Lemalar – 216

[4] Lemalar – 337

[5] Lemalar – 330

[6] Lemalar – 333

[7] Lemalar – 334

[8] Mektubat – 33

[9] Mektubat – 233

[10] Şualar – 67

[11] Şualar – 16

[12] Mektubat – 51

KAİNAT SENSİN (1)

KAİNAT SENSİN {1}

Ey âlem-i asgar olan insan-ı kainat !

17 şifre ile hakikati tesbit edilen,

Tılsım-ı muğlakı çözümleyen,

Mir’ât-ı Esmâ’da derecât kat’eden,

Haritanın ta kendisi iken, her menzilin içine giren, her menzil de içinden geçen,

Hem kendine âyine, hem her âyinede kendini müşahede eden, 

Enfüsünde yol alıp rüsuhiyet peyda eden,

Tenevvür ettikçe velâyete vûkufiyet kesbeden,

Herbir kuvvenin fiile inkılabıyla nuraniyet ve kudsiyet kazanıp cüz’iyyet ve süfliyetten tecerrüd eden…

Cism-i maddî gılafından sıyrılıp, ruhuna giydirdiği libas ile zerafet ve letafete numûne-i imtisal olan, 

Beşeriyetten insaniyete teâli eden, kainatın en müntehab meyvesi ve çekirdeğisin…

Evet sen ey kendini insan bilen insan!

Kendi âlemini mütalaa ile seyr-i enfüsîde yol almalısın…

Almalısın ki; iman-ı tahkikîye, hâzır yanındaki ayinende eshel bir tarzda vasıl olasın.

Kendini okuduğun kadar, kendine okuduğun kadar beşeriyetin müşevveşliğinden ve hâssasından tecerrüd edip insaniyetin ulviyet ve kudsiyetine yol bulasın…

İnsan isen anlarsın ki; insaniyete elyâk vezâif ile iştigal ettikçe kuvveden fiile inkişafında ve beşeriyetten insaniyete inbisatında;  imana medar esrara ve envara erişecek bir kıvam alırsın..

Bilkuvveden bilfiile inkişaf etmedikçe tefessühün kaçınılmaz, alây-ı illiyine yaraşır ruhun esfel-i safilin zulümatından halâskar olmaz, olamaz…

Şimdi enfüse doğru yola koyulalım ve alelinfirad şifreleri yoklayalım ve kâinat ben miyim? Yoksa kâinat mı ben? seyahat-ı fikriye ve kalbîye ile enfüsî alemimizde seyeran ve cevelân edelim…

Tefekkür ve tahayyür sahrasında, alemindeki müddeharatında matuf şifreleri feth ede ede intibah hasıl olur…

İntibaha gelen ruh-u insan, kendi âlemini mütalaadan peyda eden inbisat ve itminan ile sırr-ı akrabiyete nailiyetin derecesince Rabbini tarif ve tavsife urûc eder…

Zira “kendini bilen Rabbini bilir” çok musîb…

Gelgelelim insaniyet haritasında müddehar edilen şifrelerin zikrine;

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا  اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ بِلِسَانِ الْحَق۪يقَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ بِكَلِمَاتِ حَيَاتِهَا (1) وَ حِسِّيَّاتِهَا (2) وَ سَجِيَّاتِهَا (3) وَ مِقْيَاسِيَّتِهَا (4) وَ مِرْاٰتِيَّتِهَا (5) وَ بِكَلِمَاتِ صِفَاتِهَا (6) وَ اَخْلَاقِهَا (7) وَ خِلَافَتِهَا (8) وَ فِهْرِسْتِيَّتِهَا (9) وَ اَنَانِيَّتِهَا (10) وَ بِكَلِمَاتِ مَخْلُوقِيَّتِهَا الْجَامِعَةِ (11) وَ عُبُودِيَّتِهَا الْمُتَنَوِّعَةِ (12) وَ اِحْتِيَاجَاتِهَا الْكَث۪يرَةِ (13) وَ فَقْرِهَا (14) وَ عَجْزِهَا (15) وَ نَقْصِهَا الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ (16) وَ اِسْتِعْدَادَاتِهَا الْغَئْرِ الْمَحْصُورَةِ (17)

(Hülasat-ül Hülasanın 17.Mertebesi olan 17 şifreli hakikat-ı insaniye lisanıyle şehadet)

İşte bu tadat edilen her bir şifrenin açılımıyla imanımız kuvvet bulup tahkikleşecek, kökleşecek, gayr-ı mahdud duygularımız adedince ellerimiz;

Ve o eller ile hem dar-ı dünyada, hem dar-ı ahiretteki mat’umat sofrası genişleyecek, menbaından akıp gelen füyûzattan hisseyab olacağız.

Çünkü tadat ettiğimiz her bir şifrenin inkişafı ile afakta ve kesrette tatmadığımızı, enfüste ve vahdette tadacağız…

Afakta;

“fikir yoluyla sıfât ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür.” [1]

Fakat enfüste;

“Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır.” [2]

Çünkü enfüste bizzat hisseder, zevkedersin, farkeder, yaşarsın, tadar, lezzet alırsın, yanar, elem çekersin, telezzüz, tekeyyüf ve teneffüs edersin, bizâtihî ruhunda, kalbinde, nefsinde ve sair cihazatında müşahede edersin…

Kalıbın ile kesret tabakatında da dolaşsan, kalbin ile umman-ı vahdette olup her daim kendini mütalaa ile sigaya çekersin…

İşte bu şifreler  ruhunda inbisat, kalbinde inkişafa medar oldukça siretin güzelleşir, nezihleşir, letafet kesbeder, tenevvür edersin.

“اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ “ sırrındaki murad tahakkuk eder…

Enfüste her an ve zaman vaki olan bu 17 cihette terakki ve teâli ettikçe kesret daireleri vahdette temerküz edip bir Rabb’i Vahid’e hadim olmaklığın şeref ve liyakatına yükseliyorsun.

Aksi halde enfüsün cevelân sahası olan bu 17 cihette derinleşmedikçe erbab tevehhüm edilen esbab ile yaralanıyor, hadisat ve vukuat sahnelerinde manevî cerihalara ve mukavemetsûz rahnelere maruz kalıyorsun.

Amma insan; kendini mütalaa ettikçe mevzubahis edilen bu 17 şifrenin açılımı ile imanın şeksiz ve şüphesiz mertebesine ulaşır, iman-ı tahkikide yakîn hasıl eder…

Sırr-ı akrebiyete vüsul ile veraset-i nübüvvete bakan velayet yolunda çok perdelerden geçip meratib kat’eder. 

“Bir saat tefekkür, bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır” hükmünü ifa ve icra eder.

Dercâna mütefekkirâne teveccüh ettikçe kuvvet-i iman nisbetinde vicdanî firdevslerin kapıları açılır…

Akılda işarât, idrakta tuluât, kalbte sunûhat, letaifte ilhamat, ruhta inbisat, ef’alde nakş-ı enva’ı ibadât inkişafa başlar.  Nur-u iman sayesinde maziye hulûl, istikbale nüfuz hakikatı zuhur eder. İşte o zaman da zuhurata tebaiyet mukadderatın olur.

Bütün zerratın “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” der, rahat eder. 

İşte bütün mesele kendini okumakta, kendine okumakta…

Sır cevherinde saklı, 

Çünkü KÂİNAT SENSİN ..!

NOT 1: {Bir sonraki yazı serisinde mevzubahis olan  17 şifrenin her birisinin tek tek üzerinde durulup, RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDAN açılımını okuyacağız} 

NOT 2: {Bütün şifreler paylaşılıp okunduktan sonra tekrar bu yazıya dönüp okumanızı tavsiye ederim!}

Cenab-ı Hâk her bir şifrenin hakkıyla inkişafına ve inkişafından meydana gelen intibah-ı ruhîye ve kalbîye medar hakikata eriştirsin. En büyük şeref olan abd ünvanına liyakat ihsan etsin. Enfüsî alemimizde hakikatın ziyasıyla yol almayı, aydınlanmayı ve nurlanmayı nasib etsin. Muhit bir Nur’a inkılab edinceye kadar yaşatsın. 

Amin Allahümme Amin.

 ESRA ÖZEL          

KAYNAKÇA;

[1] EMİRDAĞ LAHİKASI 1 – 146

[2] EMİRDAĞ LAHİKASI 1 – 146

Huzursuzluklarımızın kaynağı tefekkürden uzak bir hayat sürdürmemiz olabilir mi?

Şehrin caddelerinde yürürken gözüm ağaçları arar. Beton yapılar arasında şükür ki çoğu yerde ağaç var. Bir yanımız tabiat ile iç içe olmasa bir yanımız eksik kalır. Hatta büyük bir yanımız eksik kalır diyelim. Nerede bir yeşillik görsem bakar, azda olsa tefekkür etmeye çalışırım.

Ağaçlar hal dilleri ile çok şeyler anlatırlar. Özellikle sonbaharda rengârenk olan ağaçlar. Şu zamanın hayat koşulları ve şehir içindeki yaşantımız hayata gaflet ve ülfet ile baktırıyor. Yani şu âlemdeki değişimlere sıradanlık ile öylesine bakıyoruz. Her şey sıradanmış gibi geliyor bize. Mevsimlerdeki değişimleri tefekkür ile okumuyoruz. Böylelikle tefekkür hissiyatımızı ve hayret etme duygumuzu da kaybediyoruz.

Özellikle genç kuşak, diziler ve sosyal medya ile tam bir gaflet çukurunun içindeler. Hepsi değil elbet. Rabbinin ayetlerini anlamak için gayret edenlerde yok değil. Rabbim sayılarını arttırsın.

Yazacaklarımız ağaç, sonbahar ve yaprakları anlatıyoruz gibi görünse de asıl anlatmak istediklerimiz hakikat ve insandır.  İnsan ağaç, yeşillik ve toprak görmese ve bunlardan giderek uzaklaşsa aslında kendinden uzaklaşıyor demektir. Sonuç: Türlü türlü huzursuzluklar baş gösteriyor. Belki de huzursuzluklarımızın ve gaflette olmamızın kaynağı beton yapılar arasında tefekkürden uzak bir hayat sürdürmemizdir. Bu sebeple olacak ki ilk fırsatta insanlar kendini piknik alanlarında buluyor. Tefekkür etmek için piknik yapılmalı. Kimilerin amacı bu olmayabiliyor tabi; sadece mide doldurmak. Asıl amaç ruhun doyurulması olmalı. Ruhun doyurulması ise bildiğiniz üzere hakiki bir iman ile mümkün olur.

Konumuza dönelim. Şehrin içindeki ağaçlardan bahsediyordum. Ağaçların hemen dibinde dalından düşmüş ve vazifeleri geçici olarak biten bir sürü kurumuş yaprak görüyorum. Geçici diyorum: Çünkü kuruyup yok olmayacak ve toprağın maddesi olup tekrar kâinat tezgâhında istihdam edilecekler. Rabbim kâinatta hiç bir şeyi israf etmiyor. Yani yok etmiyor. En’am Suresi 59. Ayet mealinde “Onun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” Bu ayet bizleri tefekküre sevk etmeli. Rabbimizden habersiz bir yaprak dahi tesadüfî hareket etmez ve dalından düşmez.

Ağaçların dibinde kurumuş yapraklar arasında ağaca bağlı ince bir dalda yeşil tek bir yaprak dikkatimi çekiyor. Kurumuş, sararmış yapraklar arasında tek yeşil yaprak. Çölün ortasında su görmek gibi dikkat çekiyor. Kuru ve yeşil bir arada. Çoğu kimseler yanından geçerken fark etmedi bile. Uzunca baktım o yaprağa. Fotoğraf çekmeyi severim. Tabi bizleri düşüncelere ve tefekküre sevk edecek fotoğraflardan bahsediyorum. Gökyüzü, manzara, ağaç, çiçek, yaprak v.s. Bunların hepsi Allah’ın ayetlerini ilan ediyor. Kimileri boş bir uğraş olarak görebilir. Boş uğraş olarak yapanlarda yok değil.

Kurumuş yapraklar arasında yalnız yeşil bir yaprak beni şu düşüncelere sevk etti: Modernizmin ve kapitalizmin çokça boy gösterdiği çağımızda, nefsanî, şeytani istek ve arzularla dolu bir çevrede imanına sahip çıkan, Rabbini anlatmaya gayretinde olan insanlar, aynen bu ahir zamanda kurumuş yapraklar arasında yeşil kalan tek yaprak misali gibi çevresinde yalnız kalabiliyorlar. Yalnız kalıyor kalmasına ama yemyeşil duruyor ve yaşadığı Kur’an ve Sünnet ahlakı ile dikkat çekiyor. Tabi bu dikkat çekmeyi sadece Allah’ın rızasını kazanmak olarak anlayalım. Mektubatta Bediüzzaman (r.a.) “Evvela rıza-yı ilahi ve iltifat-ı Rahmani ve kabul-ü Rabbani öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir.” Diye bu hakikati net bir ifade ile açıklar. Sadece insanların dikkatini üzerine çekmek asıl maksadı geri planda bırakır. Asıl maksat rıza-i ilahiyi kazanmak olmalı. Tabiri yerindeyse, kurumuş yapraklar, gaflete dalmış ehli dünya insanları ve tek yeşil yaprak ise rıza-i ilahiyi kazanmaya çalışan ve insanları hakka çağıran insanlar olarak anlayabiliriz.

Tutunduğumuz dal iman olmalı. Ahir zamanın günahları içinde dalından düşmeyecek kadar iman dalına, gövdesi Kur’an ve Sünnet olan ağaca sağlam bir şekilde tutunmalı. Aksi halde hakikat dalından kopup şeytanın yolunda kuru odunlar haline gelir onun yoluna gider ebediyette hüsrana uğrayanlardan olabiliriz. Allah korusun. Kısa bir ömürde ebedi bir hayatı kazanmaya gönderildik. Hayatı israf etmeyelim.

Bu yazının sonunu nasıl bitireyim diye düşünürken tefekkür fotoğrafları paylaşan bir fotoğraf sayfasına yaptığım bir yoruma kıymetli bir ağabeyimiz Risale-i Nur Yirmi dördüncü Mektubatta geçen şu cümleleri paylaştı: “Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâdan sana gönderilmiş mektuplardır.” Tamda bu yazıma tevafuk oldu diyelim. Mele-i Ala’nın buradaki anlamı, “Allah’ın yaratma makamını temsil ediyor. Yani kâinatta ne kadar sanat ve eser varsa, hepsi Allah’ın insanlara okuması için gönderdiği birer kusursuz mektup oluyorlar.”

Şu âlemdeki mevcudatın binler dili vardır elbet. Lisanı halleri bizlere çokça hakikatleri anlatıyorlar. Buna tefekkür okumaları diyebiliriz. Yeter ki Allah’ın adı ile şu âleme bakmasını bilelim ve Allah’tan bunu isteyelim. Rabbimizde bizlerden bunu istiyor. Şu âleme tefekkür ile bakmak ve okumak.

Mehmet KAZAR

Kaynak: RisaleHaber

ümmet Şuuru

İnsan üzerine nice tarif yapılmış nice terimler ıstılahta da dolaştığı herkesin malumudur. İnsanlık olduğu müddetçe de devam edecektir.

Hadiseler vukua geldiğinde insan da kendi alemine göre renk vermektedir. İnsanın alem rengi hadiselerin tahakkukuyla zahir olmaktadır. Bir nevi insanın hamiyeti de mizacı da. .

Ortadoğu şu anda sanki Avrupanın ortaçağı gibi kan revan içinde. Bu topraklara asırlarca ümmetçilik anlayışıyla ve hoşgörü içerisinde hükmetmiş bir medeniyet banisi Osmanlı’nın olduğu herkesçe bilinmektedir. Osmanlıyı asırlarca hükümran eden bu anlayıştı. Dönem dönem bazı anlayışlar baş gösterse de bu fikir daima hükümferma olmuştur.

Son dönem osmanlıda diğer fikirlerin etkin ve etkili olduğu zamanlarda imparatorluktan kopuşlar başlamıştır. Neticede bugünkü topraklarımız elimizde kalmıştır. Osmanlı gittiği yere esenlik ve huzur götürerek bunun garantörü olmuştur. Ama şimdinin avrupası gittiği yere kan ve göz yaşı götürmüştür. Ümmetçilik fikrinin içerisine milliyetçilik girmesiyle bir cirmi teşkil edenler kenara çekilmiş ve yeni yeni devletçikler kurulmuştur.

Bu hadiseyi sosyolojik olarak incelemek gerekmektedir. Ümmet çatısı altında Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Acem. . ve bu çatıda hoşgörüyle yer edinen sair milletler huzur içerisinde 6 asır boyunca var oldu. Bu birlikteliğin parçalanması en fazla islam karşıtı anlayışa sahip olanların işine yaramıştır. Bir şey iyi midir kötü müdür bunu anlamak ancak onun neticelerine göre belli olur.

Tek çatı altında olan milletleri birbirine düşürmek için de çeşitli entrikalar çevirdiği tarihçe sabittir. Bu şekilde Arabı Aceme, Acemi Türke düşman ettiler.

Son zamanlarda Türkiye hem sınır güvenliğini muhafaza etmek hem de ümmet şuuruyla dindaşlarına yardım için operasyonlar yapmaktadır. Bu operasyonlara bazı mahfiller kınama, tenkid yayınlayarak Türkiye’yi eleştirmiştir. Bunun içinde ümmet içinde kanayan yara olan, Filistin içerisinde yer edinmiş olan israil sempatizanı Mahmut Abbas da kınamaya dahil olmuştur. Hatta Arap Birliği de. .

Biz müsbet kesimleri üzen bu hadisede Milliyetçilik/Irkçılık penceresinden bakan ve yorum yapan ve basiretli bir duruş gösteremeyen yöneticilerin ümmet şuuruyla hareket edemediğini görüyoruz. Nitekim o kadar ki kendi içlerinde bile milliyetçilikle yola çıktıkları halde ittihad edememişlerdir. Tabiki şu bir realitedir ki, ülkelerinin yöneticileriyle aynı görüşte olmayan halkı da aynı sebeple taşlamamak gerektir. Çünkü alem-i islamda Mazlumların Hamisi olarak Türkiye bilinmektedir. Halk da bu sebeple Türkiye sempatizanıdır.

Türkiye bu hadisede ümmetçilik şuuruyla hareket eden devletler Türkiye’ye desteklerini açıklarken, müsbet manada milliyetçilikle hareket eden bazı Türki devletler de desteklerini açıklamıştır. Adeta müslüman olmaktan utanan bazıları, bir yerlere yaranmak için kınamada bulunduğu da aleni bir durumdur.

Türkiye intikamla değil, lütuf ve ıslah ile hareket etmektedir. Avrupa kaselislerine aldırmadan ve onların halklarına rağmen bu tutumlarını yanlış olduğunu söyleyerek ümmet şuuruyla hareket etmektedir.

Netice itibariyle şunu görüyoruz ki, milliyetçilik ve uzantıları yerine umum insanları kucaklayan ümmet bilinciyle hareket etmek daha kapsayıcı bir harekettir.

Selam Hüda’ya tabi olanlara olsun

Muhammed Numan ÖZEL