Etiket arşivi: tefekkür

Risaleler nasıl okunmalı? Üstad’ın “…Gazete gibi okumayınız.” tavsiyesini nasıl anlamalıyız?

Risaleler nasıl okunmalı? Üstad’ın “…Gazete gibi okumayınız.” tavsiyesini nasıl anlamalıyız?

Bilindiği gibi Nur Risaleleri ne sadece akla, ne de yalnız kalbe hitap etmeyip her ikisinin de hissesini verir. Bazı risaleler, Üstad’ın da ifadesiyle “akıldan ziyade kalbe nazırdır.” Bazıları da bunun aksi mahiyettedir.

“Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a’saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.”(1)

Okumada esas olan ihlastır, ihlasla okunan bir dersten kalp mutlaka hissesini alır. Aklın hissesi ise o dersin anlaşılması nispetinde ziyadeleşir.

Nurlarda ele alınan konular büyük ekseriyetle marifetullahla ilgilidir; ibadetle ilgilidir; diğer iman hakikatleriyle ilgilidir. Marifetullahın sonu yoktur. Allah Resulünün (asv) mi’raçta rüyet ile taltif edildiği anda söylediği,

“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni hakkıyla, tam bir marifet ile tanıyamadım.”

cümlesi, bu sahanın sonsuzluğunun en güzel ifadesidir. Bu hakikatin ışığında, Nur Risalelerini şevk ile, ihlasla, tefekkürle ve dakik bir nazarla okumak, üstünkörü geçmemek gerekir.

Üstad’ın önemli bir tavsiyesini de bu vesileyle hatırlayalım: “Gazete gibi okumamak.”

Bilindiği gibi, gazete okuyan kişi önce haber başlıklarına şöyle bir bakıp geçer, daha sonra önemli gördüğü haberlerin ayrıntılarına iner. Gazetenin tamamını okusa bile ertesi gün, aynı şeyleri değil farklı haberleri izler.

Gazeteyi okuduğumuzda ondaki her şeye vakıf oluruz. Onu tekrar okumamız gerekmez.

Nurlar ise öyle değildir. Her okudukça marifetimizde inkişaf olacak, ama biz Allah Resulünün (asv) o mübarek kelamını hatırlayarak, elde ettiğiniz marifetin yeterli olmadığını bilecek ve okumaya devam edeceğiz.

Üstadımız bir risalesinde, “her yerde bir küçük bir medrese-i Nuriye açılmasını” tavsiye ederken şu gerekçeyi de ekler:

“Çünkü herkes her meselesini anlamaz, fakat hissesiz de kalmaz.”(2)

Bundan da anlaşılacağı gibi, Nurları birlikte ve mütalaa ederek okuduğumuzda aklımızın hissesi daha da artacaktır.

Nurların okunmasında belli bir metot olmamakla birlikte, genelde kabul gören tarz, “sıra ile birkaç kez külliyatı devretmek, daha sonra her gün yine belli bir miktar sıra ile okumaya devam ederken, öte yandan konularda derinleşmeye çalışmaktır.”

Allah Resulünün (asv) şu hadis-i şerifi Nurların okunmasında da temel kaidedir:

“Amelin hayırlısı, az da olsa, devamlı olanıdır.”

Genel bir kaide olarak şunu söyleyebiliriz: Her kelime üzerinde fazlaca durmadan Külliyatı, “kendini kaptırarak ve hafif bir sesle” okumakta kalbin hissesi daha fazla olur. Kelimeler, cümleler üzerinde müzakereli olarak okunduğunda ise aklın hissesi daha fazla olur. Bize her ikisi de gerekli olduğundan “her iki tarzı da birlikte yürütmek en faydalısıdır.” kanaatindeyim.

Bir Nur talebesi, hem binlerce günahın insana hücum ettiği bu fitne asrında, bu marifetullah dersleriyle kendini korumak, hem bütün dünyada nurları okuyanlarla bir manevî rabıta kurmak, hem de neşrini bir dava olarak benimsediği bu hakikatlerin ulviyetini yeniden hatırlamak ve onları muhtaçlara ulaştırmak için, yeni bir şevk kazanmak üzere bu eserleri her fırsatta okur. Özellikle namazlardan sonra okunması bir âdet haline gelmiştir. İbadet ortamında, Rabbine ibadet ve dua ettikten sonra bu hakikatlerin birkaç dakika olsun okunması, sözünü ettiğimiz manaları daha da kuvvetlendirir.

Bu konuda az da olsa muhatap olduğumuz bir soru var: Nurları okumak mı daha önemlidir, yazmak mı?

Bir Nur talebesi için en önemli mesele nurlardaki hakikatlere güzel, parlak ve berrak bir ayna olmaktır. Tâ ki, bu hakikatlerin başka kişilere de ulaşmasında örnek ve rehber olabilsin. Üstadımızın,

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”(3)

ifadeleri çok önemlidir. Bu gayeye okuyarak da erilse, yazarak da kavuşulsa sonuç değişmez. Ancak şu var ki, nurları okumanın yasak olduğu, Üstatla temas edenlerin bile hapislere, sürgünlere sevk edildikleri o müthiş zamanda, en büyük hizmet nurları yazmak ve neşrine öylece çalışmak idi. Teksir makinesiyle çoğaltma dönemini, Üstadımız Risale-i Nur’un bayramı olarak ilan etmiş ve teksir makinesini binler kâlem ile neşir yapmaya benzetmişti. Bugün, Rabbimize hadsiz şükürler olsun, Nur Risaleleri her dilde rahatlıkla basılmakta ve muhtaçlara ulaştırılmaktadır. Artık yazma, o zulüm dönemindeki tarihî önemini kaybetmiştir. Ancak, Osmanlıca eserleri okuyabilenlerin, eserleri Osmanlıcasından okumaları, yazıya özel bir merakı olanların da yazmaları nurlardan istifadelerinin artmasına sebep olabilir. Bu özel bir durumdur, genel tarz, Nurları okumak, yaşamak ve neşrine çalışmaktır.

Şunu da önemle ifade etmek isterim: Hizmetimizin her sahasında meşveret ve şura esastır. Nurları okunma tarzının da yetkili kişilerden teşekkül edecek bir şurada enine boyuna tartışılmasının en verimli şekli ortaya koyacağına inanıyorum.

Dipnotlar:

(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.

(2) bk. Şualar, Yedinci Şua (Ayetü’l-Kübra)

(3) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editör

 

www.NurNet.org

Dolgun’un faresi

Stalin’in zindanlarında yıllar geçiren Aleksander Dolgun, uzun bir açlıktan sonra hücre duvarındaki delikten beliren bir fareyi yakalayabilmek için saatler boyu kan ter içinde nasıl uğraştığını anlatırken, farenin o anda gözüne nefis bir ziyafet olarak göründüğünü de uzun uzun tasvir etmekten geri kalmaz.

Karnı günde üç defa dolup boşalan insanların bu manzarayı hissen idrak etmesi elbette mümkün değildir. Selim fıtratların kaçınılmaz olarak tiksindiği birşeyi Dolgun’un o andaki gözüyle görebilmek için, evvelâ Dolgun kadar aç kalmak gerekir. Ama hissen değilse bile mantık yönüyle bu hâdisenin açıklamasını yapmakta zorlanmayız. Çünkü herkes bilir ki, açlık bir canlının en karşı konulmaz duygusudur. Mutlaka tatmin ister, şiddetlendikçe diğer bütün duygu ve ihtiyaçların önüne geçer ve eğer tehlike sınırlarına gelip dayanmışsa, akla gelen herşeyi rahatlıkla, kolaylıkla ve — Dolgun örneğinde olduğu gibi — iştahla insana yaptırır!

Bunu herkes bilir de, açlığın sadece karnımızın sol tarafındaki rızık deposuna has bir duygudan ibaret olmadığını herkes her zaman hatırlamaz. Eğer insanlar her çeşit açlığını aynı şiddette hissedebilseydi, bugün beşer âleminin çok daha başka şeyler etrafında pervane olduğunu görecektik.

Üstad Bediüzzaman, “insaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinden” söz eder ve bu midelerin önüne serilmiş kâinat dolusu rızıklara binlerce sayfalık muhteşem tasvirlerle iştahımızı açar. Üstelik bu sofralar, bize pahalıya satılan cinsten ziyafetler de değildir. Onlarla rızıklanmak, gözünü açıp bakmak kadar kolay, kulak verip işitmek kadar basit, bir kitabı okumak kadar rahat, düşünmek kadar doğal, yaşamak kadar lezzetlidir. Kendi iradesiyle kendisini mahrum etmeyen hiç kimse bu sofralardan kovulmaz; hiç kimseden de şükürden başka bir ücret istenmez. Kaldı ki, şükrün bizzat kendisi, bütün bu sofraların ötesinde başlı başına bir ziyafettir. “Bir ateistin en bedbaht ânı, şükretmek isteyip de şükredecek birisini bulamadığı andır” diyen Batılı yazar, en büyük ziyafetten mahrumiyeti ve en büyük açlığı veciz bir şekilde ifade etmiştir. Kur’ân da, kendisini yalanlayanların en büyük hüsranını onların yüzlerine bir şamar gibi vurur:

“Yoksa bu rızıktan nasibinizi, onu yalanlayıp da kendinizi bütün bütün mahrum etmekten ibaret mi kılacaksınız?” (Vâkıa sûresi, 56:82.)

İnsaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinin açlığı, tıpkı maddî açlığımız gibi, kendisini mutlaka hissettirir. İnsanları aldatan ise, bu hissi hiç duymamak değil, çoğu zaman yanlış teşhis koymaktan ibarettir.

Eğer hergün gelip geçtiğiniz yolun kenarındaki çiçekler her sabah size tatlı tebessümleriyle selâm verip durdukları halde siz onları görmeden gelip geçiyorsanız, sakın ruhunuzda onlara bir iştiyak kalmadığını sanmayın. Yanlış çiçekleri koklamaktan vazgeçerseniz, o iştiyakı hissetmeye başlarsınız.

Gün boyunca etrafınızda cıvıldaşan serçelerin tesbihatından hergün ayrı bir lezzet alamıyor, o cıvıltıları işitmediğiniz zaman hayatınızda bir eksiklik hissetmiyorsanız, hayatınızı ve hayalinizi dolduran gürültülerden hiç değilse kısmen arınmayı deneyin. Tatlı bir iştah suretinde belirmeye başlayan bir açlığın her defasında yeni bir lezzetle tatmin olmaya başladığını görürsünüz.

Yaz mevsiminin gelişini karpuz yemek şeklinde telâkki etmeye başlamışsanız, onu ve diğer yaz nimetlerini yemeden önce beş on dakika onları seyredin ve dinleyin. Aynı sofranın kaç mideye birden rızık dağıttığını bilfiil yaşarsınız.

Ama, ilim ve hikmetten, iman hakikatleri ile tefekkürden mahrum şekilde günleriniz gelip geçtiği halde, “Dünyevî vazifelerle uğraşmak, fıtraten hoşlandığım ve hakaikine meclûb olduğum nurlu Sözlerle iştigalime kısmen mâni oluyor; işte buna müteessirim, fakat elimden birşey gelmiyor” diyen Nur kahramanının ıztırabını derinden derine de olsa duyamıyorsanız…

O zaman, maneviyat âleminin tabiplerinden Fetih bin Said el-Musulî’nin teşhisine kulak vermek zamanıdır:

“Yemekten, içmekten ve ilâçtan alıkonan hasta nasıl ölürse, üç gün üst üste ilim ve hikmetten alıkonan kalp de öylece ölür.”

Midemiz haftalar süren bir açlığa dayanabildiği halde, kalp, uzman ifadesiyle, en fazla üç günlük bir açlığa dayanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu açlığı hissetmeyenler, kalplerinin fazla dayanıklı olduğunu sanmasınlar. Gerçekte açlık tehlike sınırını çoktan aşmıştır da, selim fıtratların reddettiği şeyleri kalp ve ruha boşaltarak oralarını Halkalı çöp-lüğüne çevirmeye başlamıştır.

Onun için, dikkat!

İlimden, hikmetten, iman ve Kur’ân hakikatlerinden mahrum tek bir günümüz geçmesin.

Ve Dolgun’un fareleri sakın bize sevimli gelmesin!

Ümit Şimşek

Kadere iman etmek neden kaçınılmazdır?

Bugün sizinle ‘gayba iman etmek’ ve ‘hakikati arayış şeklimiz’ arasındaki bağı konuşmak istiyorum. Çünkü bu meselede kimileri bizi ‘kolaycılık’ yapmakla suçluyorlar. Bu doğrudur. Ama doğru olarak doğrudur. Yanlış olarak doğru değildir. Sohbetimize şöyle bir yerden başlayalım: Bir insan gaybı iken varlığına iman etmediği bilginin şahidi olamaz. Onu elde edemez. Ona ulaşamaz. Bunu söylemekle kastım aslında şudur: Eğer siz, bir ‘şey’in olabileceğine (en azından) ihtimal verip (henüz vücudu müşahade edilmemişken) onun peşine düşmezseniz bilgisine de ulaşamazsınız. Yani, bir açıdan, hayaliniz dahi gaybınızdır sizin.

Nitekim ne Edison’un ampulü ne de başka bir ismin başka şeyi keşfi ‘tesadüf işi’dir. Yani, bu isimler, yolda ıslık çalarak yürürlerken aniden ceplerinden ampul veya başka bir teknolojik icad çıkmamıştır. Bizzat onu bulmaya yönelik özenli/kararlı adımları vardır. Emek emek, dilek dilek, hayal hayal duaları vardır. Onlar, bunların varolabileceğine ihtimal verip, hatta ne ihtimal vermesi, çılgıncasına iman edip çalışmalarıyla bu icadlara (yani gıyabında iman ettikleri şeyin hakikatine) ulaşmışlardır.

Tamam, meşhur hikayede Newton yerçekimini ararken başına elma düşmüştür, fakat hüner ne Nasreddin Hoca’nın kavuğunda ne de elmadadır. Elma sadece aranılanın üzerinden verildiği sebep olmuştur. Düşmesine tesadüf dense bile okunuşuna tesadüf denemez. Newton’un açlığını taşımayan bu okumayı yapamaz. Bu yüzden diyorum ki: Gayb iken iman edilmeyen şeyin marifetine ulaşılamaz. Çünkü her bilinen önce ‘bilinmeyen’dir. Kestirilmeden önce sezilendir. Tahakkuk etmeden önce tahayyül edilendir. Bilmek yolculuğunun kaçınılmaz adımlarıdır bunlar. Kimse bu adımları atlayamaz. Gaybken imanı olmayan hakikate ulaşamaz.

Bu noktada, gayet hikmetli bir şekilde, tesadüfün kollarını en çok kıran şeyin gayba iman olduğu görülüyor. Ancak tersten bir bakışla. Tesadüf eseri bilim olmuyorsa (ki olmuyor), yani herşey önce zan/tahmin içeren bir teori üretimiyle başlıyorsa, o halde hiçbir keşfediş tesadüf işi değildir. İnsan tesadüfen hiçbir harikalığa rastlamamıştır. Ancak olabileceğine ihtimal verdikleri, bu ihtimale dikkat ettikleri ve dikkatinde zaman harcadıkları şahitliği olmuştur. Yani imanı ilmini doğurmuştur.

Ne gariptir ki, elde ettiği ve pek güvendiği modern harikalara taparcasına ve onlardan kendisine ilahlık payesi çıkarırcasına rağbet eden modern insan; elde ettiği payenin ardından varlığı tesadüflerle açıklamayı seçiyor. Öncesinden hayali dünyasına girmemiş hiçbirşeye ulaşamayan beşer, her nasıl oluyorsa, varlığın ötesinde daha ‘önceki aşamalar’ ve ‘sonraki aşamalar’ olduğuna iman etmede tereddütler yaşıyor. Orada olanı şurada inkâr ediyor. Halbuki varlık âleminin bir ara âlem olduğunu beyninde yakinen biliyor. Vücudu olmayanların önce hayalde varolup sonra dünyasına teşrif etmesi; giderken de hatırasını yine başka bir vücud şeklinde bırakması; bu âlemin sadece bu âlemle açıklanamayacağının en büyük delilini oluşturuyor. Yani, insan, hayali ve hafızası üzerinden bile kadere iman edebilir kolayca. Gelenlerin gelmeden önceki sezilişinden ve gidenlerin hatırlanmak kaydıyla gidişinden şu çıkarımı yapabilir.

Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi âlem-i misâlde mahfuz kalır. Hem hayatının etvâriyle ‘mukadderat-ı hayatiye’ denilen sergüzeşte-i hayatiyesi, âlem-i misâlin defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider.

Unutmaya çalışmak bile bir tür hatırlamaktır. Buradan kadere de önemli bir delil vardır. Nasıl? Belki şöyle: Dünyasında, hayal/tasavvur/akıl sahalarında bir ‘takdir’den geçirmeden varlık sahasına hiçbirşey çıkaramayan insan ve yine bunları kendince yokettikten(!) sonra hiçbir şekilde tam anlamıyla dünyasındaki izlerini yokedemeyen aynı canlı; nasıl oluyor da dışındaki âlemde varoluş ve yokoluşu sadece burayla açıklıyor?

Varlığın en iradelisi, en akıllısı, en ihtiyarlısı olan insanın elinden bile önceden takdir edilmemiş, karar kılınmamış, planlanmamış işler varolmazken; varlık sahasındaki harikalar nasıl takdir edilmeden meydana gelebilir? ‘Nasıl olacağı önceden bilinmeyen’ nasıl düzen içinde yaratılabilir? İnsan pastanın nasıl olacağını bilmeden ununu karıştıramıyorsa ondan milyon kere milyon daha düzenli olan âlem, her an, nasıl öncesinde bir ilim olmadan varlık sahasına çıkabiliyor?

İşte kadere delil olarak Kur’an’da bize öğretilen bir hakikat: Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz. Takdir, sadece bu ayette değil, Kur’an’ın genelinde altı çizilen birşeydir. Âlem düzenlidir. Düzen takdirle olur. Takdir ise kaderi gerektirir. Tesadüf düzensizliği iktiza eder. Sanırım böyle ‘takdirli bir âlem’ algısını da aşılıyor bize Kur’an. Olanları tesadüf penceresinden okumamızı yanlışlıyor.

Buradan şuna da geleceğim: Bir mümin ile kafirin âleme bakışı, bilgiyi arayışı bu noktadan da farklılık arzeder. Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un ‘Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?’ kitabında ilk kez dikkatimi çektiği şeydi bu. Orada dinin ve felsefenin bilgiye bakışları arasında şöyle bir nüans zikrediliyordu: Din önceden varlığına iman ettiği şeyin bilgisini arar. Yani vahiy zaten mü’mine ulaşılacak sonuçların en uçlarını vermiştir. Okumalarının nihayetini bağışlamıştır.

İslam bu yüzden tefekküründen, yeni bir akide şekli değil, o akideye yeni deliller çıkarır. Akide, istikametten sapılmadıkça, hep aynı kalır. Yani, mürşidimin tabirince, ürettikleri yeni bir dava olmaz da davanın içinde bir burhan olur. Fakat felsefe için ulaşılacak sonuçlar kesin değildir. Kesin sonuçlara imanı yoktur. O hem delil hem sonuç çıkarır. Tam anlamıyla ‘bilinmeyeni’ arar… Gaybı hakikaten kayıptır. Her defasında silbaştan bulunmalıdır. Bugünün modernist müslümanlarının düştüğü hata da budur. Yani, dini de felsefe gibi algılayarak, itikadı üzerinde ‘görüş oynatılacak’ bir saha sanmalarıdır.

Felsefeyle ilgilenenler kızmasınlar. Fakat zannederim vahyi kuşananların salt felsefe ile âleme bakanlara karşı en büyük kazancı bu: Sizin tırmanmaya çalıştığınız dağın tepesinde duruyoruz zaten. Ve bu yüzden sizin kadar yamaçlarda yıpranmıyoruz. Sadeyiz. Belki sizin kadar kelime oyunları yapamıyoruz. O dolambaçlı yollardan nasıl gelinir (belki) bilmiyoruz. Çilesiyle tanışık değiliz. Sonuçların netliği nedeniyle her istediğimizi söyleme konusunda sizin kadar hür de değiliz. Ancak şu var: Daha huzurluyuz. Daha netiz. Ve ürettiğimiz marifet taş taş üstüne koyuyor. Neticenin belirginliği nedeniyle deliller birbirine yardım ediyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: “Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır.

Ene Risalesi’nin ahirindeki üç yolu hatırlayarak bitirelim: Biz Kur’anî asansörle şıp diye geldik hakikate. Siz dağları/ovaları aştınız geldiniz (o da belki). Bu çileyi çekmek sizin hüneriniz değil kabahatiniz. Hamakatiniz. Çilenizle hava atamazsınız. Nihayetinde Bediüzzaman’ın da dediği gibi: Zararsız yol zararlı yola müreccahtır. Seçmediyseniz sorumluluk kimde?

Ahmet AY – risalehaber.com

Kur’an bizi nasıl tedavi eder?

Hep iddia ederiz ama hiç altını kazımayız: Kur’an bizi nasıl tedavi eder? Allahu’l-alem kaydıyla ben diyorum ki: Kur’an bizi öncelikle ‘bütüne çağırmakla’ ve/veya ‘bütünü hatırlatmakla’ tedavi eder. Çünkü insan, yaratılışı hasebiyle parçada boğulucu, tevhid bütünlüğünü unutucudur. Muhakemat’ta geçen Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir… cümlelerinin verdiği dersin izlerini takiben farkettiğimiz, hayrın ‘ancak küllî olana bakılmakla görülecek olan asıl’ ve şerrin ise ‘kuşatamamaktan’ ve/veya ‘parçada boğulmaktan’ dolayı görülen tebeî bir ilizyon’ olduğu gerçeği, delil olarak sunabileceğimiz ayetlerle ve hadislerle birlikte, bunu söyler bize.

“Akıbet takva sahiplerinindir!” veya “Yine Ona döndürüleceksiniz!” hatırlatmalarından tutunuz daha belki yüzlercesi ‘hesaba katılmayanı anımsatma’ merkezlidir. Kur’an’da geçen cennet-cehennem, haşir, mizan, hesab günü, geçmiş kavimlerin başına gelenler, adalet, gayb ihtarlarının tamamı aslında küllî/kapsamlı bakışa bir çağrıdır. Çünkü insan, eğer bir yerde takılmışsa, ayağı sürçmüşse, yaşadığını veya eşyayı hikmetsiz sanmışsa bu onun cüz’i’de boğulması ve mezkûr takıntısını bütünün kendisi sanmasıdır. Hatta ebeveyn hukukunu anlatan ayet bile bir açıdan bütünü hatırlatmaz mı bizlere? “Biz insana ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer.” Demek emrin hikmeti ve adaleti de ancak bütüne bakılabildikçe görülür. Bütün bilgisi parçada takınılacak tavrı dengeli kılar.

Bu noktada Kur’an’ın en büyük tedavisi, insanın (yine Muhakemat’taki ifadesiyle) hurdebini olan aklıyla göremeyeceği bütünü net bir şekilde görmesidir. Ve insana/hayata dair her sorunsalda bizi ‘farkında olmadığımız bütüne’ bihakkın çağırabilmesidir. Ki mürşidim de 13. Söz isimli eserinde Kur’an’ın bu ballar balı yanını şöyle bir temsille ifade eder:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki: Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.

İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine ‘Maşaallah, bârekâllah’ deyip, ‘Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!’ demişler.

Kainatın tılsımı, derine değil, bütüne bakmakla görülendir. Uyum ve ahenk ancak bütüne bakılınca görülen şeylerdir. Denge bütündedir. Uyum bütündedir. Güzellik bütündedir. Bütüne hâkim olamayanın fikri, kuşatabildiği kadarın vurgusuyla/dengesizliğiyle ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamaz.

Kendimize dönelim. Bir taziye, bir teselli, bir ümit veya güzel bir akıl vermek istesek ne yaparız? Yine bütünü hatırlatmaz mıyız insanlara? “Geçecek bunlar!” veya “Gün doğmadan neler doğar!” veya “Allah büyüktür!” gibi tesellilerimizin tamamı aslında birer ‘bütüne çağrı’ değil midir? Hatta, diyebilirim ki, psikoloji dediğimiz bilimdalı dahi tastamam buna dayanıyor. Hastaya ‘sorununa daha geniş bir perspektiften bakmayı’ veya ‘daha farklı açılardan görebilmeyi’ öğretme meselesi bütün tedavinin içeriği. Vahiy de bunu yapmıyor mu?

Kur’an-ı Hakîm ‘bütüne çağıranların’ en hakikatlisidir. Zaten hakikat de ancak bütüne bakınca görünendir.

Önceki üç yazımızda olduğu gibi bu yazıda da Ene Risalesi’nin ahirine atıf yapalım ve soralım: Bediüzzaman neden orada Kur’an’ın ayetlerinin cilvelerini ‘asansör’ olarak tarif eder? İnsanın nazarını daha yukarıya kaldırıp bütünü temaşa etmesi ve dengesini kazanmasını sağladığı için olabilir mi?

Zaten hak ve hakikat dediğimiz şeyler de ancak bütünün kabulüne vabeste olan şeylerdir. Yani hakikat bilgisi dediğimiz bilgi, keşf gibi görecesi olmayan, izah ettiğinizde herkesin “Evet bu böyledir…” dediği bilgidir. Allah’ın bir isminin Hak oluşu da varlığın işaret ettiği hakikatin O oluşundandır. Varlık Cenab-ı Hakka dairdir. Onun hakkındadır. Yaratışının gerçeği, doğrusu, hakkı, özü… Odur. Ondan gayrısı veya Ona dair olmayan herşey varlığın hakikatinden de sapmıştır. Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.

Bu noktada esmaü’l-hüsnaya dair de birşeyler söyleyelim: Bence esma onlardan bakılınca tevhidin bütününe nazır manzaralar görünen pencerelerdir. Rahmet, hikmet, adalet, nizam vs… Bunlar bütün kainatın her köşesinde câri ve izleri okunabilen, bir yönüyle kainatı birbirine bağlamış ve bütününde rengi okunan şeylerdir. Esma tefekkürü ve bilgisi bu yönüyle bize ‘bütünlüklü bir bakış’ sağlar. Fakat isimler arasında geçiş yapabilmek (yani bir esmadan diğerini görebilmek) de bu bütünlüğün bir parçasıdır. Varlığı ‘isimlerin yansımalarından müteşekkil bir bütün’ isimleri ise ‘aynı Zat’ın isimleri olmakla bir bütün’ olarak gördükçe insan hem fikren, hem ruhen, hem yaşayış olarak rahatlar. Elhamdülillah.

Rahatlar çünkü uyum bütündedir. Daralmalarımız tamamı öncelikle ve öncelikle nazar ve iman daralmasıdır. Ene Risalesi’nin ahirine dönersek yine: Üç yoldan ikisinde ilerlemenin zorluk ifade ediyor oluşu da yine bunun bir sembolü sayılmaz mıdır? İnsan, Kur’an’ın ve Kur’an’ın bir nevi özeti olan esmaü’l-hüsnanın bakış açısına sahip olmazsa, hayat ona nasıl da zor gelir! Ayrılıklar üzerine üzerine yürümekle veya ayağına ayağına dolanmakla ilerlemesini nasıl da engeller! İntiharı isyan gibi düşünüyoruz çoğu zaman ama bence öyle değil. Hayat sizin için tünelde taşları parçalayarak ilerlemek veya türlü engellerle mücadele edilerek alınan bir zorlu mesafe gibiyse elbette yaşamak çileli gelir. İşte Kur’an asansörü bizi parçanın sarsıntılarından kurtulmaya ve bütünün tedavi ediciliğine çağırıyor.

Ahmet AY – risalehaber.com

Esma engel olur mu?

Bu tam yazı gibi olmayacak. Daha çok ders notu gibi. Hatta o da değil. Daha silik birşey. Bir okumadan aklımda kalanları koyacak bir yer arıyorum. O bakınma, bakınmalar, işte bu yazıdır. Şöyle bir yerden konuşmaya başlayalım: Cenab-ı Hakkın şuunatına dair olan tefekkürümü, kimi zaman, esmasına dair olan tefekkürümden daha fazla önemsiyorum. Şuunat, daha evvel de bir yazıda belirttiğim gibi, Cenab-ı Hak ile daha bir Ehadiyet zemininde, daha bir sen-ben’li (tabirim mazur görülsün) tefekkür üretebildiğimiz bir zemin. Esma bana öyle gelmiyor. Esmada bir resmiyet var. Esmada Vahidiyet var. Araya hâlâ eşya giriyor. En azından düşüncesi.

Süreci şöyle özetleyeyim: Eşyaya bakıyorum. Eserden fail buluyorum. Sonra o faile eserdeki fiilini anlatır bir isim koyuyorum. Onu kendi âlemimde (bu sürecin şahidi olarak) Allah’a ait kılıyor ve yoluma devam ediyorum. Veya önceden ismi biliyor ve izlerini kainatta arıyorum. Bulduğumu o isim namına işaretleyip geçiyorum. Bir delil daha elde etmiş oluyorum. Allah beni affetsin. Bir yönüyle sanki mekanikleşiyorum.

Risale-i Nur’u ilk tanıdığım dönemlerde bu esma tefekkürü aklımı başımdan alırdı. Hiç görmediğim bir dünya, hiç tadına bakmadığım bir sofraydı. Öyle hırsla yerdim ki! 99 esma yetmemeye başladı. Kur’an’ın beyanıyla bütün güzel isimler Allah’ın olduğuna göre, ben de sahibime Ahmedce güzel isimler bulabilirdim. Bir tane bulmuştum hatta: “Bilmekle bitmeyecek olan.” Ben şu ‘bilmenin ebediyeti’ dediğim şeyden öyle bir lezzet alıyorum ki tarif edilmez. Cennette ebedî kalmaktan daha çok lezzet veriyordu. Belki zaten cennetteki edebiyetin müjdecisi bu oluyordu. Öyle ya! Bilinecek olan sonsuzsa bilecekleri de sonsuz olmalıdır. Yahut da mürşidimin dediği gibi: “Bakinin ayine-i zişuuru baki olmak lazım gelir.

Şimdilerde ise esma tefekkürüm bir engel sanki. Allah’ı daha fazla bilmeme engel oluyor. ‘Hâşâ’ diyeyim. Çünkü gerekir buraya. Horgörmeyin beni. Niyetim kötü değil. Bediüzzaman da 33. Söz’de esmadan öte marifet yolları olduğunu öğretmiyor mu? Mesela: Sıfat. Mesela: Şuunat. Neden herkes esmadan bahsediyor da sıfat ve şuunat pek öyle medar-ı bahs olmuyor? Bunu soruyorum kendime. Belki tehlikesinden. Evet, ifade edilirken tereddüde sevk edecek, Bediüzzaman’ı bile ‘tabir edemediğimiz’ demeye mecbur edecek bir dile gelmezlik sözkonusu. Kabul. Ama yine de vazgeçmemiz gerekir mi? Güzel bir koridor açmış mürşidim bence. Yürünesi bir koridor. Kaçınmamak gerek. Mesela şu yerde:

Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena’umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. ‘Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye’ tâbir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudât mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesrûriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz.

Bu metinde benim ilk dikkatimi çeken şey, yukarıda da sen-ben’li demekle dokunmaya çalıştığım, şuunatın insandaki duygulara bakan tarafıdır. Ne demek bu? Şu demek: Esma tefekkürü daha aklî bir zeminde, daha matematiksel bir ‘bak-keşfet-ilan et’ marifeti içerirken, şuunat tefekkürü daha kalbe/duygulara yakın ‘bil-zannet-ümit et’ marifeti içeriyor. Hatta çoğu zaman, duygusal bağlamda yaşadıklarımıza bir ismi ile teselli bulduğumuzda, aslında kastettiğimiz şey Allah’ın şuunatı oluyor. Yani o ismin arkasında görünen şuunatı. (“Ben kulumun zannı üzereyim” hadis-i kudsîsini de anımsayalım burada.)

“Allah kulunu darda bırakmaz!” dediğimizde bunun eşyaya bakan yönünü el-Bâsıt (bolluk veren) ismi karşılıyorsa, Hak Tealaya bakan yönünü de ‘darda bırakmanın Allah’ın şanına yakışmadığı’ veya ‘darda kalana yardım etmenin Allah’ın şanından oluşu’ karşılıyor. Buna, bir adım ötesinde, şöyle de diyebiliriz: Darda kalmışa yardım etmekte Allah’ın bir ‘lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye’si var.

Yani Cenab-ı Hak, tabir-i caizse, darda kalana yardım etmekten bir lezzet-i münezzehe alıyor. Beşerin lezzeti gibi değil. Ondaki kusurlardan mukaddes ve münezzeh. Zaten bu tenzih ve tesbih kelimeleri yalnızca Allah’ın fiillerinin ve Zat’ının kusurlardan beri olduğunu ilan etmek için değildir. Aynı zamanda Allah’ın fiilerinin ve isimlerinin insanın kendisinde/kendisince algıladığı fiilerinin ve isimlerinin cinsinden olmadığını da unutmamamız içindir. Bilmesi başkadır (Alîm). Yapması başkadır (Halık). Sevmesi başkadır (Vedûd). Bizim arızalarımızdan/sınırlarımızdan münezzehtir. Biz kısıtlıyız. Kendi dünyamızdan ene vasıtasıyla yaptığımız kıyaslamalarla küçük küçük Onu anlamaya çalışıyoruz. Bunun eşya/fiil dairesindeki kıyaslarını esma tefekkürü temsil ediyorsa hissediş boyutunu da şuunat temsil ediyor.

Bir sürü şey söyledim. Fakat aslında yazıya başlarken şuna değinmek istiyordum: Mekke normalde ne ziraat yapılabilecek, ne rahat yaşanabilecek, ne de hayvan beslenebilecek bir yer. İnsanın yaşamak için en son seçeceği yerlerden. Çöle yakın, sıcak, üstelik zemini kayalık da. Ama Allah hidayet güneşini oradan yükseltmiş. Sonra yetim olmak, Efendimiz aleyhissalatuvesselama ‘yetim-i Ebu Talib’ deyip kafirlerin dalga geçmesinden anlıyoruz, o devirlerde bir zayıflık ve aşağı olma vesilesi, ama Allah nurunun anahtarlarını bir yetim sultanın ellerinden bize ulaştırıyor. Araplar o dönemde belki bedevilikte en ileri milletler. Lakin Roma ve Sasani gibi kadim medeniyetlere meydan okuyacak nizam oradan çıkmış.

Bunun dışında Kur’an’a baktığınızda görüyorsunuz ki: Firavun’un yakınları da Hz. Musa’nın (a.s.) İsrailoğullarından çıkışını şöyle yadırgıyorlar: “Kavimleri bize köle iken bunlara mı iman edeceğiz?” Yine İsrailoğulları Hz. Meryem’in rüçhaniyetini böyle kabullenemiyorlar. “Ama o kadın!” diyorlar. Bunun İslam tarihinde de bir sürü örneği var. Mesela: Bediüzzaman’ın Kürtlerin içinden çıkması da bazı Türkler için imtihan değil mi? Türklere muhabbeti de yine bazı Kürtler için imtihan olmuyor mu?

Eşya tefekküründe bile buna benzer ‘dokunuş’lar görebiliyorum ben. İncir çekirdiğinden koca incir ağacının çıkması mesela. Ve buradan Allah’ın şuunatına dair şöyle bir çıkarımda buluyorum: Allah, tabir-i caizse, bizi ‘şaşırtmayı’ seviyor. Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye… Hangisini seçersek seçelim. Allah’ın kullarına hayret ettirmeyi sevdiğini hissediyoruz buradan. Bu hayret ettirme öyle birşey ki, Rahman isminin de, Kahhar isminin de, diğer bütün isimlerin de tecellilerine tesir ediyor. Bütün esmada izleri okunuyor. Firavun’un boğuluşu ne kadar hayret edilesi ise, Hz. Musa’nın kurtuluşu da o derece hayret edilesi. Herbirinde başka bir ismin hayretli tecellisi.

Hem Aleyhissalatuvesselamın meşhur bir duası da şöyle değil mi: “Allahım hayretimi arttır!” Elbette, kullarına hayret ettirmeyi seven, sanatına daha çok hayret edenleri daha çok sever. Kullarını gülümsetmeyi seven, gülümseyenleri, ‘tebessümü sadaka bilenleri’ daha çok sever. Yukarıda hani sen-ben’li bir tefekkürden bahsettim ya. İşte kastettiğim böyle birşeydi. Allah’ın şuunatını görüyorsun ve daha fazla sevmesi için neyi/nasıl yapmalı ona bakıyorsun. (Bunu da en çok sünnet-i seniyye öğretiyor.) Kendi kusurlu duygularından Allah’ın münezzeh şuunatına yol buluyorsun. İşte, Allah beni affetsin, esma tefekküründe bu sıcaklığı yakalayamıyorum ben.

Ahmet Ay – hicbisey.com