Etiket arşivi: tefekkür

Politize Mi Olduk ?

Politize Mi Olduk ?

 

“İman hizmeti, iman hakaiki, bu kâ­inatta her şe­yin fevkindedir hiç bir şeye tâbi’ ve âlet olamaz. Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve da­lâlet ve dinini dünyaya satan ve bâki el­masları şişeye tebdil eden gafil in­sanlar naza­rında o hizmet-i ima­niyeyi ha­riçteki kuvvetli cereyanlara tâbi’ veya âlet telâkki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil et­mek endişesiyle, Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti bize kat’î bir surette si­yaseti yasak et­miş. [1]

 

Size, kâinatın en bü­yük mes’elesi olan iman hizmeti ye­ter. [2]

Şu zamanda ülkemiz olarak bir seçim senesi yaşamaktayız. O, bu, şu partilerin çekişmesi piyasada aşikare görünmektedir. Her meslek ve meşreb sahibi olan kimseler de bu siyasi hadiseler karşısında bir şeyler yapmaktadır.

Herkesin bir ölçüsü var. Ölçü sağlam ve cari ve umumi olmayanın ölçüsü ise heva ve hevesi ve çevresinden duyduklarından ibarettir. Hal bu ki her duyulana inanmak tetkik etmemek, tahlil etmemek durumu her sakallı dedemdir demek gibidir.

“Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. [3]

 Bediüzzaman Said Nursi gibi bir dahi, hem muvazzaf, hem müceddid, hem allame bize bunu söylerken biz ölçüsüzlüğü veya sağlam olmayan ölçüleri kendimize ölçü almamız akıl tutulması ve fikri bir kabz haletinden öte bir şey değildir.

Nur Talebeleri kendisine ölçü olarak Risale-i Nur kıssaları olan Lahikalardan hisse alarak nurculuk yapar. Nitekim her mesleğin ölçüleri, prensipleri var. Bu prensiplerle sair mesleklerden ve meşreplerden ayrılır, farkını ortaya koyar.

Nur Talebelerini ise sair mesşlek ve hizmetlerden ayıran Lahikalardır. Lahikasız olanlarla şunu sormak isterim ki; sair mesleklerden senin farkın nedir? Şayet nurcu isek lahikaya uymak zorundayız. Lahikasız nurculuk iddia edenlerin bu idiaları kuru bir söz, tedavülde olmayan paradan bir farkı kalmamaktadır. Nurcuyu sair mesleklerden ayıran lahikadır. İman hakikatleri zaten her meslekte var.

Hiçbir cemaat/meslek din olmadığı gibi Risale-i Nur da bir din değildir. Bir anlayıştır. Bu sebeple her hangi bir meslek/cemaat bizden ayrılırsan mürted olursun, kafir olursun, dalalete düştün diyorsa o lafı eden kimse kendisini enaniyetin katmerli haline kendisini teslim etmiştir demektir. Şayet o meslekte bu hakimse o mesleğin istikametinden şüphe edilir. “Hülâsa; tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer, fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır. [4]

 istikamet en büyük nimetler ve kerametler arasındadır. Doğru istikameti olmayan kimselerin hayatı ve hizmeti ve kendisine müteallik olan şeylerde zikzaklar çizmesi gayet normaldir. Çünkü elinde doğru istikametin malzemeleri bulunmamaktadır. Birisi hata yapınca onu tenkid etmek ise yanlıştır. Çünkü o hata yapan kimse, o hatayı gören kimse kadar bilmemektedir. Şayet o hatakar da hata yapmayan kimsenin bildiklerini bilse idi o hatayı yapmaya bilirdi.

Birisi duvara bir yazı yazmış. Şimdi ki aklım olsa idi şu, şu hataları yapmaz idi.

Başkası altına şöyle yazmış: o hataları yapmasa idin şimdi ki aklın olmazdı.

Bizler de hata yapanı görünce hemen hücum etmek yerine bu nazarla baksak güzel olacak. Hata ya cehilden yani bilmemezlikten veya gafletten veya dalaletten kaynaklanmaktadır.

Şeyet cehil ve gaflet ise ikazlarla uyandırılabilir; fakat dalaletten geliyorsa ne yaparsan yap vazgeçmez.

Nur Mesleğimizce zayıf damarlardan sayılan cah ve şöhretin en revaclı olan şeyi siyasettir. “Risale-i Nur şakirdleri dünya siyase­tine ve ce­re­yanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve te­nezzül etmiyorlar. [5]

 “Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatlarıyla bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşâallah bir sebeb çıkar (Haşiye) o istibdadı kıracak, masum ve mazlum Nurcuları kurtaracak.

Fakat çok dikkat ve ihtiyat lâzımdır. Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi’ ve dâhil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur.

Fakat siyaset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir. [6]

“Evet, bu zamanda siyaset, kalbleri if­sad eder ve asabi ruhları azab içinde bırakır. Selamet-i kalb ve isti­rahat-ı ruh istiyen adam, siya­seti bırakmalı. [7]

“Gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve ha­kiki vazife-i in­saniyeti ve âhireti unuttu­racak olan en geniş daire ise, siyaset da­ire­sidir. [8]

 Tüm bu mehazlara nazara alınıp hareket edildiğinde siyaset mana-i ismi ile olunca ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytanî fikirlerden hâlî değildir. [9]

 

  • Peki mana-i harfi ile ile olursa?
  • Din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-İ Sâlihînden başka siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. [10]

 

“Eski Said, bir mikdar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu.. ve gördü ki; o yol meşkuk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var. [11]dindarlar da siyaset yapsa etrafında mana-i ismi ile yani menfaat için siyaset yapanlar olacağı için tam manası ile muvaffak olamayacaktır.

Bir de mütedeyyin dindar kimseler tarafından destek görmezse bütün bütün zarar edecektir. Bu sebeple radikal islam veya ılımlı islam fikrine sahip olan yerlerden uzak durup orta halli olan bir yerle beraber olmak elzemdir.

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Emirdağ Lahika mekrublarında geçen ve hayatta olan varis ve talebelerinden halen hayatta olan 5 Talebesi vardır. Bunlar; Abdullah Yeğin, M. Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Hüsnü Bayram ve Salih Özcan ağabeylerimizidir.

Nazarımızda üstadımızın ashabı olan bu ağabeylerimiz diğer talebeler içerisinde muvazzaf kılınmıştır. Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört-beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. [12] bu tavzif ile muhakkak ki bu vazife sahipleri daha teyakkuzda ve yollarda yön ve tehlike belirten yol işaretleri gibi bir vazife omuzlarına konulmuştur. Üstadımızın bu varis ve talebeleri tanımamak ise üstadın vasiyetlerini kabul etmemek manasına da gelmektedir.

Üstadımızın tayin ettiği bu ağabeylerimiz ise bizlere muhtelif zamanlarda ve mevzularda mektub yazarak bazı şeyleri söylemekteler. Bu sebeple zekası aklının önüne geçen zekiler vekil-i Bediüzzaman’ı, şahsın “Kendisinde bulunan sû’-i ahlâkı, sû’-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin.

 Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin. Binaenaleyh eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek, sû’-i zandır. Sû’-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler. [13] su-i zanlarla ve su-i ahlakla hikmetini bilmediği hareketlerinde tenkid ederek madi ve manevi tesanüte ve sadakatına zarar veremektedir.

Zeki olan kimseler hikmetini bilmediği ve kendi kurgusunda ve “tahayyül ve tasavvurunda [14] giydirdiği ve renk verdiği şekilde süşünüp hareket etmesi neticesinde hasıl olan hatalar mesuliyet getirir.

Şahsi ve umumi hukuklar  bu siyasi meselede de ortaya girmektedir. Her şeyde şahsi ve umumi hukuk söz konusudur. Mesela birisi x şahsına sözse bu şahsi hukuk olur. Lakin islamiyete sözse bu umumi hukuk olur. Veya biri dershaneye geliyor orada birisi ile arası bozuk bu şahsi hukuk olur. Ama orada umumi bir huzursuzluk yapacak olursa bu umumi hukuk olur.

Umumi hukuka tecavüz ise herkesle helalleşmekten geçer. Ve söylemek makamında olupta susanlar bu suskunluktan mesuldürler. Susmakla piyasayı bilmeyenlere bırakmış olurlar. Bilmeyenler konuşması şu misale benzer Şayet tilki vaaza başlamışsa kümesten endişe edebilirsiniz. İşi ehline vermezsek her şey elden gidebilir.

Ağabeylerimiz siyasi çalkantı ve bir sürü yaygaranın ortada gezdiği bir zamanda toplumda huzurun ve refahın bozulup maddi ve manevi terakkiyatın tekrar geriye dönmesi ve hizmetlere elfreni çekilmesine mani olmak için iktidar partisini lehinde alenen renk verip tafaf belirmeleri bazı çevrelerce abiler politize oldu gibi bir akıl tutulması sözlerini söyletmekteler.

Keskin virajlarda ki tabelayı sökerseniz çok kimsenin helaketine sebep olursunuz. Ağabeylerimiz de bu çalkantıda bu tedbiri uygulayarak savrulmaları önlemek istemişlerdir.

Türkiyede kalabalık olan ve eski adamlar; fakat en yeni meşreb ve neşriyata sahip Bir grup ise ağabeyler için politize oldu ve 0 siyaset gibi bir şeyler söylemekteler ve ağabeyleri hakikatte dinlememekte zahirde beraber görünmekteler.

“küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur. Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merak ile, mütedeyyin iken âmî bir adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm.

 Böyle âmî bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acib bir misali değil midir? [15]

 Ağabeyler politize oldu diyenler kendileri nerede ise politika ve siyasetle hem hal olmuş olan bir güruhtur. Ağabeyleri saf dışı bırakıp yeni sahte abicikler türetip milleti o sahte abiciklerin çevresinde toplamaya çalışmakla hizmette farklı bir çığır ve yön açmak emelini gütmekteler.

Piyasada bir abi var birde kur-abiye var. Yani tasannu sahibi ve kendisini abi göstermek isteyen makam-ı kazip sahibi olan ehl-i cerbeze var. Bu cerbezeli kimseler hakkı batıl, batılı hak göstermek zekasına sahip olan kmselerdir. Bu cerbeze sahiplerinin ipleri, yularları nerede kimin elinde bu ise bizce aşikârdır.

“gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular.

 O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. [16]

 

Dost ve talebe kılığına bürünmüş sahte nurcu gibi duranlar çeşitli desiseler çevirirler. Hadiselerle kimin kaç ayar olduğu belli olmaktadır. Sadakat imtihanı şiddetli olur. Çok büyük zannedilenleri yutar devirir.

Lahikası Olmayan kimseler içtimai hadiselerde savrulmamaları imkansızdır. Bir ağaç eğer toprağı derin değilse kök salması imkansızdır. Toprağı derin olmayan yerdeki ağaçlar devrilirler. Lahika bu ağaç toprağının kök salması için var olan toprak gibidir.

Ağabeyler politize oldu diyenler kendileri politize olmuştur.

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 

(Haşiye): Demokrat çıktı, bir derece kırdı.

___________________________

[1] Kastamonu Lâhikası ( 137 )

[2] Kastamonu Lâhikası ( 193 )

[3] Münazarat ( 14 )

[4] Tarihçe-i Hayat ( 19 )

[5] Şualar ( 271)

[6] Emirdağ Lahikası-1 ( 160 )

[7] Kastamonu Lâhikası ( 123 )

[8] Emirdağ Lâhikası- 1 ( 57 )

[9] Mesnevi-i Nuriye ( 92 )

[10] Emirdağ Lahikası-1 ( 57 )

[11] Tarihçe-i Hayat ( 263 )

[12] Emirdağ Lahikası-2 ( 233 )

[13] Mesnevi-i Nuriye ( 66 )

[14] Sözler ( 287, 633, 634, 682, 706 )

[15] Kastamonu Lahikası ( 38 )

[16] Tarihçe-i Hayat ( 690 )

 

www.NurNet.Org

Kaldır Siyah Perdeleri Aradan

Edebiyat, resim, müzik, çini, seramik ve yazı gibi konular birer sanat dalıdır. İlham ile hareket eden sanatçıların elinden çıkarlar ama onları gören insanların içindeki estetik duyguları da harekete geçirirler.

Sanatçı eserini yaparken kullandığı desen ve renk sonsuz olduğu için onların bileşimleri de sonsuz olur. Desen çizimlerinin elemanları, ilkeleri vardır ama kullanılacak malzemeleri sınırsızdır. Kompozisyon, perspektif, düzen ve form ile sanatçının anlattığı konu daha başka bir önem taşır. Bazı eserlerde buna ışık da eklenir. Bütün bu araçlar sanatçının özgün sanatını belirleyen faktörlerdir.

Sanat eserlerinde uygulanan renklerin sanatçının yaşadığı ortama, kültüre göre farklı anlamları vardır. Mesela kırmızı renk: ABD’de tehlike, Fransa’da: asalet, Mısır’da ölüm, Hindistan’da yaşam, Japonya’da öfke ve tehlike, Çin’ de ise mutluluk anlamları taşır.

Her sanatçı kendi yapıtlarıyla sanatının arkasında görünür, tanınır. Aynı kategoride diğer sanatçılarla arasındaki yetenek farkları, ifade biçimleri o eserlerin sanatsal değerini gösterir.

İnsanlar tarafından üretilen sanatları teşhir için galeriler olduğu gibi evrende de ilahi sanatların çok sayıda galerisi vardır. Oralarda birbirinden çok farklı boylarda, canlı, cansız, sıcak veya soğuk, hareketsiz veya hareketli sayısız sanat eserleri sergilenmektedir.

Başını kaldırıp gökyüzüne bakan, teleskoplarla, uydularla evreni inceleyen insan; orada hareketleri, hızları, eğilimleri, büyüklüklüleri, şekilleri, yörüngeleri, atmosferleri ve sıcaklıkları birbirinden çok farklı galaksileri, yıldızları görür.

Sanat galerilerinde sergilenen eserlere bakanlar; insan sanatının nerelere kadar uzandığını seyrederler, sanatçısına hayran olurlar, ama aynı insanlar gökyüzüne bakınca oradaki ilahi sanatlar karşısında akılları hayretler içinde kalır mı acaba?

Ya da elementlerin atomlarına bakınca elementlerin çekirdekleri, elektronları ile birbirleriyle birleştiklerinde aralarındaki bağlarla kurulan atomik dizilişlerdeki sanata ne demeli? O dizilişe göre değişen fiziksel ve kimyasal özellikler, inorganik yapıdan organik yapıya geçince kazanılan hayat, canlılıklar nasıl bir sanat eseridir.

Ve o canlının ölümüyle başka canlıya geçen atomlar, yeniden özel dizilişler, cansızlardan, bitkilere, bitkilerden hayvanlara ve insanlara, hayvanlardan bitkilere veya insanlara geçişlerdeki güzellikler ve hareketler hangi sanat eserlerinde vardır ki? Sanatsever insanlar bunları hiç düşünürler mi? Veya onları yapan sanatçılar, kendi eserleriyle bu ilahi sanat eserlerini kıyaslarlar mı?

Peki mikroskopla görülebilen tek hücreli canlılardan, bitkilere, hayvanlara ve insanlara kadar uzanan maddi güzellikler, renkler, desenler, canlılık, hayat ile kendini gösteren sanat eserlerini başka nerede görebiliriz ki?

İnsanın san’atıyla Halıkın san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir; amma Halıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Halıkın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuraniler kalır. (M. NURİYE, 10. Risale)

* Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın süratiyle ziyâ, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefâvit olduğu mâlûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. (SÖZLER, 31.söz)

Kur’an ayetlerinin yavaş yavaş indiği zamanlarda Kâbe duvarlarına altınla yazılıp asılan kasideler, o günün sanat eseri sayılan en güzel edebi metinleriydi. Şair Lebid’in kızı Kur’an ayetlerini duyunca babasının eserinin artık bir kıymetinin kalmadığını görür ve onu oradan indirir.

Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin “Muallakât-ı Seb’a” nâmiyle şöhretşiâr kasîdelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı babasının kasîdesini Kâbe’den indirirken demiş: “âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.“(SÖZLER, 25.Söz)

Yeryüzündeki bütün sanat eserlerini gören kimseler,sanatseverler, onları yapan sanatçılar; bir o sanatlara baksınlar bir de evrendeki ilahi sanatlara, sonra canlı cansız, tüm sanat bu eserlerinin sanatkârını görmek için iyice düşünsünler.

O’nu görebilmek hem çok kolay, hem de çok zordur. Kendi sınırlarını bilip O’nun sınırlarını anlamak için ilahi sanatlardaki sebepler perdesini kaldırmak gerekir. Sebep-sonuç ilişkilerinde, sebeplerin öyle sonuç vermesini isteyen o irade, o güç kim? Sebepleri yaratanı bulmadan o eserlerin sahibi bulunmaz ki.

Galerideki eserleri sanatçıya veren insan, bu sefer onlarla mukayese bile edilemeyecek ölçüde sanat değeri taşıyan milyarlarca eserleri, tesadüfe, tabiata vermeye kalkabilir mi? Kim kalkarsa da, yazıklar olsun o akla. Hem de o akıldan istifa etsinler, ta ki akıl, onlardan utanmasın!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Kar Yağarken Düşünmek

“-Bir Allah var.” diyen, Allah’a iman etmiş sayılır mı?

Dinde lakayt, hattâ din düşmanı gibi söz ve tavırları olanların, yeri gelince:

“- Biz de Allah’a inanıyoruz. Sadece siz mi Müslümansınız, Müslümanlık sizin inhisarınızda mı?” şeklinde konuştukları olur ve bu konuşmalarının nasıl yorumlanması gerektiğini düşündürür.

Temel dinî kitaplarımızda, imanın dil ile ikrar ve kalp ile de tasdikle olabileceği, Kur’an’ın Allah kelâmı olması sebebiyle hiçbir âyetini inkâr etmemek gerektiği yazılıdır.

Çok kısa bir şekilde ve gereklilik-yeterlilik bakımından bu sorunun cevabı verilirse:

“- Allah var.” demek, Allah’a iman etmiş sayılmak için gereklidir; fakat yeterli değildir.

Çünkü, insanlar, hakikaten iman etmiş olmadıkları halde, “inkâr etmemek” manâsında da; “Allah var.” diyebilirler. “İnkâr etmemek başkadır; iman etmek bütün bütün başkadır.. Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden Rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve (lâ ilâhe illallah) kelime-i kudsiyesinin, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Allah var.’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşey’in yanında hâzır, irade ve ilmini bilmemek ve emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatine yaklaştığını göstermez. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî ta’zibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kâinatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayt kalır. Fakat O’na iman etmek Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlikı, sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek, ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” (Emirdağ Lâhikası-1)

“KAR” romanındaki bir cümlenin doğru yorumu nasıl olabilir?

Türkiye’de Nobel ödülü alan tek kişi, “KAR” romanını yazmak için, en fazla kar yağışı alan illerimizden olan Kars’ta bir yıl kalmıştı. Bu romanı beğenmek, yazarını takdir ve tüm yazdıklarını tasvip etmek manâsında değil; fakat, bu romandaki diğer cümlelerinden farklı olarak bir karakterine söylettiği bir cümlesinin, “Allah’ı inkâr etmemek” meselesi yönünden tahlil edilmesinde fayda olabilir:

“Bütün hayatım boyunca eğitimsizlerin, başı örtülü teyzelerle eli tespihli amcaların inandığı yoksulların Allah’ına inanmadığım için suçluluk duydum. İnançsızlığımın mağrur bir yanı vardı. Ama şimdi şu güzel karı yağdıran Allah’a inanmak istiyorum. Dünyanın gizli simetrisine dikkat kesilmiş, insanı daha uygar, daha ince kılacak bir Allah var.”

“..dünyanın gizli simetrisine dikkat kesilmiş..”, “..insanı daha uygar, daha ince kılacak..”sıfat cümlecikleri, dinî kitaplarımızda belirtilen Allah’ın sıfatlarına çok benzemese de, “KAR” romanı yazarının, romanının bir kahramanına söylettirdiklerini “..bir Allah var.” hüküm cümlesiyle noktalaması iyidir. Ancak, bu cümlenin Allah’a gerçek iman için yeterli sayılamayacağı yukarıdaki açıklamalardan anlaşılmaktadır.

Kâinattaki en yüksek hakikat nedir?

Allah’ın varlığı ve birliğine: “Tevhîd hakikatı” denilir. Kâinatta en yüksek hakikat budur.Kelime-i şehâdet ve kelime-i tevhîdin ilk bölümü, bu hakikati ifade eder. Kur’an-ı Kerîmin üzerinde en fazla ehemmiyetle durduğu konu da budur. Tevhîdin aksi “şirk”, yani Allah’a ortak koşmaktır ve en büyük günahtır. Varlık âlemi, en küçüğünden en büyüğüne kadar, aslında hâl lisanıyla: “Bir Allah var.” der. Kendisine akıl ve irade verilmiş olan insanların bir kısmı bu hakikat yolunun yolcusu iken, büyük bir kısmı da, bundan dalâlet (sapma) hâli içindedirler.

Kar kristallerindeki “Tevhid” dersi nedir?

Kar kristallerinin hepsi altıgen geometrisindeki kristal yapılarında teşekkül eder; fakat birbirinin ayni iki kar kristaline hiç rastlanmaz! Ömrünün elli senesini kar kristallerinin fotoğraflarını çekerek geçiren ve binlerce kar kristali fotoğrafı çekmiş olan W.A.Bentley, çektiği kar kristali fotoğraflarından 2453 adedini 1931 de Amerika’da 226 sayfalık “Snow Crystals”(Kar Kristalleri) kitabında neşrederek, Allah’ın varlığı ve birliğinin kar kristallerindeki bir çeşit deliline -bilerek veya bilmeyerek- dikkatleri çekmiştir.

Aynı cinsten olan canlı veya cansız bir varlığın, genel olarak anahatlarıyla birbirine benzer yapıda olmalarına rağmen hiçbirinin diğerinin ayni olmaması, konuyla ilgili kitaplarda açıklaması yapılan, Allah’ın “Fert” isminin içindeki “Vahidiyet” ve “Ehadiyet” şekillerindeki birliğinin tecellîleridir.

İnsandaki Vahidiyet ve Ehadiyet Tecellîleri nelerdir?

Allah’ın, Vahidiyet ve Ehadiyet şekillerindeki birliğinin tecellîleri en fazla, en mükemmel mahlûku olan insanların yaratılışlarında görülür: İnsanların DNA’larında, parmak izlerinde, yüzlerinde, avuç içlerindeki ve ayak tabanlarındaki çizgilerde, ellerinin damarlarında, bakışlarında ve daha başka birçok yerlerinde Allah’ın Vahidiyet ve Ehadiyet şeklindeki birliğinin delilleri mevcuttur. Bilim ilerledikçe, bu birlik tecellîlerinin yeni misallerini de keşfetmektedir.

İnsanlardaki kadar çok olmasa da, diğer bütün varlıklarda, Allah’ın bu birlik tecellîleri vardır. Meselâ bütün koyunlar, genel görünüşleri ile birbirine benzemekle Allah’ın Vahidiyet şeklindeki birliğini ispatlar; fakat birbirinin tamamen ayni iki koyunun bulunmaması da, her bir koyunda ayrı olarak Allah’ın Ehadiyet şeklinde birliğini gösterdiğinin delilidir. Ayni şey, bir ağacın bütün yaprakları ve bütün meyveleri için de söylenebilir.

Asıl Bulunması Gerekeni, Nobel Kendisi Bulmuş muydu?

Bir asırdan fazla zamandır, dünyanın en prestijli ödülü olan Nobel Ödülünü alabilmek için değişik branşlarda insanlar yarışmakta, bu ödülü alanlar şöhret ve servet, ülkelerine de itibar kazandırmaktadırlar. Bu ödülü koyan kimdi ve kendisi neyi bulmuştu?

Alfred Nobel (1833-1896), özel olarak kendi kendini yetiştirmiş ve yirmi yaşına geldiğinde, o devrin bilim seviyesine göre mükemmel bir kimyacı olmuştu. Ana dili olan İsveç dilinden başka Rusça, Almanca, Fransızca ve İngilizceyi de mükemmel şekilde konuşabiliyordu. Yaptığı ilmî keşiflerini endüstriye uygulamakta da çok muvaffak olmuş; yirmiden fazla şehirde seksenden fazla şirket kurmuş ve büyük servet kazanmıştı. Hiç evlenmemiş, son derece mütevazi bir hayat yaşamış ve ölümünden bir yıl önce hazırladığı meşhur vasiyetnamesi ile, büyük servetinden her yıl insanlığa en faydalı olanlara mükâfat verilmesini istemişti. Alfred Nobel’in bu vasiyetnamesi gereğince, her yıl fizik, kimya, fizyoloji veya tıp, edebiyat, barış ve kardeşlik için en büyük çalışmayı yapanlar seçilmekte ve bu seçimlerin neticelerini bütün dünya alâka ile takip etmektedir.

Nobel’in 31 milyon İsveç kron’luk servetinin her yıl getireceği gelir, bu vasiyetnamesine göre 5 eşit kısma bölünerek, ölümünün yıldönümü olan 10 Aralık’ta Stokholm’ün meşhur Konser Salonunda, büyük bir merasimle sahiplerine verilir. Mükâfatlar, berat, altın madalya ve para çeki halindedir.

Nobel’in hayatını yakından takip edenler, l896 yılında 63 yaşında ölen ve 119 yıldır yüzlerce kişiye kendi adı ile şöhret ve servet dağıtmış olan Nobel’in, topluluk içinde neşeli görünmesine rağmen, yalnız kaldığında büyük bir sıkıntı haline girdiğini nakletmektedirler.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Zıtların Efendisi!

Zıtlıklar olmazsa, hayatın bir anlamı olur muydu? Karanlık olmasa kim anlayacaktı ki ışığın o muazzam berraklığını. Beyazın karşısında siyah olmasaydı, kıymeti bilinmezdi ki beyazın. Çünkü siyahlar fark ettirir beyazın güzelliğini. Evrende birçok rengin temelini oluşturur siyah ve beyaz. Birlikte kullanıldığında nitelik ve durum olarak zıtlığı barındırır içinde. İyiliğin karşısında kötülük olmasaydı bilinir miydi hiç onun da kıymeti?

* “Herşey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa sıhhat lezzetsizdir. (LEMALAR, 25.lema)

* Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümânaatiyledir. Elbette o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, birtek şey gibi icad eder.

Ve madem o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz. Elbette hiçbir mâni onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez. (ŞUALAR, 7.Şua)

Yüce Yaratan, evreni zıtlıklar üzerine kurmuştur. Atomların çekirdeğindeki pozitif protonlar ile çevresindeki negatif elektronların müthiş uyum ve dengesi; O’nun bir, tek ve güçlü bir sanatkar olduğunu gösterir bizlere. Kanunları koyan da O’dur, kanunların tam zıddını yaratan da O. Hiçbir kanun ebedi değildir, tam onun zıddını da yaratır. Gücünün sonsuzluluğunun bir göstergesidir evrendeki bu zıt yaratışlar.

Mesela komşu gezegenimiz olan Venüs (Zühre) tüm gezegenlerin aksine doğudan batıya doğru döner. Yani Venüs’te Güneş batıdan doğar. Ekseni etrafındaki bir turu 243 günde tamamlarken Güneş çevresindeki tam turunu 224 günde tamamlar. Yani Venüs’te bir gün bir yıldan daha uzundur.

Çöldeki özel iki yeşil ağacın dallarının birbirine sürtülmesiyle ateş yakılır. Mesela Bedevilerin çakmak taşı gibi kullandıkları Merh ve Afar adında iki ayrı tür ağaçları vardır. Afar, çakmak demiri gibi üstte tutulur, Merh de çakmak taşı gibi altta tutulur. Her iki ağaçtan birer dal kesilip suyu akıtılır ve son­ra o iki dal birbirine sürtülerek ateş çıkarılır, yani yanmaları sağlanır. Dünyanın her yerinde kuru ağaçlar yanarken, çölde iki yeşil ağaçtan ateşi yaktıran yalnız O’dur.

* Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutûbetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıd tabiatı cem’ edip, onu buna menşe’ etmekle, herbir şey, hattâ anâsır-ı asliye ve tabâyî-i esâsiye Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder. Hiçbirisi, başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zât (SÖZLER, 25.söz)

Hayvanlar ya ot yerler ya da et, bazen ikisini de yiyerek beslenirler. Bitkiler ise topraktan beslenirler. Fakat günümüzde etle beslenen etobur yapıda 600 kadar bitki çeşidi bulunmaktadır. Mesela Venüs bitkisi(sinekkapan), etobur bir bitkidir, sinek ve böcek yiyerek beslenir.

Dünyada bilinen 6,000 kurbağa türünün tamamı üremek için “dış dölleme” sistemi kullanır. Erkek dişiyi yakalar ve dişi yumurtalarını bırakırken erkek de eş zamanlı olarak onları döller. Yeni bir kurbağa türü olan Sulawesi kurbağası, Endonezya’nın Sulawesi adasında yaşıyor. Bütün kurbağaların zıddına, yumurtalarını içeride dölleyerek “doğum yapan” 10-12 türden birisidir.

Bütün kurbağaların üremelerini dış dölleme yoluyla yaptırırken Sulawesi kurbağalarının üremelerini zıt bir şekilde doğum yolu ile yaptıran da O’dur.

çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu sûrette irâde ettiğinden, şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irâde etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhâl ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ ederek hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı (SÖZLER, 29.söz)

Yüce yaratıcı bazı canlıları erkek yaratır bazı canlıları da dişi. Cinsiyetler de cinsiyet kromozomlarına göre belirlenir. Her canlının hem kromozom sayıları hem de cinsiyet kromozomları birbirinden farklıdır. Ama cinsiyeti bazen kromozomlara bağlı olmadan da belirler. O kanunun tam zıddıyla da kendini gösterir. Bu O’nun bir güç gösterisidir, bir mesajıdır bize.

İnsanlarda cinsiyetin oluşumunda görevlendirilen genler X ve Y genleridir. Erkeklerde XY, dişilerde XX+ genleri vardır. İnsanın vücut hücreleri 46 Kromozoma sahiptir. Solucanın 2, Kurbağa 26,Kedi 38, köpek 78, fil 56, serçe ve inek 60,

Kümes hayvanlarında ve kuşlarda ise cinsiyet Z ve W kromozomu tarafından belirlenir. Horozlarda iki Z kromozomu (ZZ), tavuklarda ise Z ve W kromozom bulunur (ZW). Bazı sürüngenler, balıklar, kurbağalar, kelebek ve hatta çilekte de cinsiyet ZZ/ZW sistemi ile belirlenirler.

Kraliçe bal arısı tüm yaşamı boyunca bir erkekle yaptığı birleşmeyle erkekten aldığı spermleri sperm kesesinde biriktirir. Yumurtlama sırasında bu kesenin ağzını açarak döllediği yumurtalardan dişi (işçi) bireyler gelişirken, kesenin kapalı tutulması sonucu döllenmeyen yumurtalardan da erkek bireyler gelişirler. Erkek arılarda, vücut hücrelerinin kromozom sayısı(16), dişilerin hücrelerindekinin(32) yarısı kadardır.

Timsahlarda cinsiyet kromozomu yoktur. Amerikan timsahı(Alligator missisipiensis), yumurtalarını 30°C’deki çevre sıcaklığında kuluçkaya yatırdığında bütün yavrular dişi, 33°C’de yatırdığında ise hepsi erkek olur. İki sıcaklık arasında ise (31 – 32°C) iki cinsiyet nisbeti dengelenir. İlk 40 gün içinde sıcaklığın değişimine bağlı olarak embriyo erkeklik veya dişilik karakteri kazanır.

Tropikal timsahların çoğunda ise enteresan bir durum görülür: Bunlarda yüksek sıcaklıklarda (34°C) dişi, orta sıcaklıkta (32°C) erkek ve düşük sıcaklıkta (30°C) ise tekrar dişi meydana gelir.

Mesela Banggai Cardinal Balığı cinsiyetsiz doğar. Belli bir zaman sonra erkek ve dişi olurlar. Eş tutup gruptan ayrılırlar ve birlikte yan yana yüzmeye başlarlar. Dişi ilk önce yumurtaları çıkarır ve erkeğe transfer eder. Yumurtaları denizatları gibi erkek taşır. 25-27 gün sonra da, erkek balık, yumurtaları uzun dikenli denizkestanesine bırakır.

Salyangoz ve solucan gibi bazı hayvanlar da çift cinsiyet taşırlar. Kendi kendini dölleyebilenler olduğu gibi, bazı hermafrodit(çift cinsiyetli) canlılar da kendi kendini dölleyerek çoğalamaz. Bu durumda iki farklı birey karşılıklı birbirini döller.

Deniz tavşanları da böyle bir hayvandır ama onların bir farkı vardır ki döllenmeden sonra erkeklik organları düşer bir gün sonra yeniden yaratılır.

O, dilerse önce bir varlığı dişi, yaratır sonra onu erkeğe çevirir, dilerse önce erkek yaratır sonra onu dişileştirir. İsterse önce cinsiyetsiz yaratır sonra verir. Cinsiyetleri kromozomlarla da belirler kromozomsuz da. Kuralları yalnızca O koyar, O kaldırır. Kanunların, kuralların efendisi O’dur. Kanunlarının mahkumu değil hakimidir O. Onları, istediği gibi değiştirip iptal eden sonsuz kudret ve irade sahibidir O.

Mülk de onundur, istediği gibi tasarruf eder, istediği gibi değiştirir. Bu O’nun gücünü gösterir, tesadüfen oluşması, kendi kendine olması imkansızdır. Evrendeki ekosistem hiç bozulmaz. Çünkü O’nun tasarruf eli yarattıklarının üstündedir. İlhamlarla onlara hangi yolda gideceklerini bildirir.

Bazı balıklar erkek iken grubun dişisi ölürse o da dişileşir. Mesela Palyaço balıklarında en iri balık dişidir, sonra da erkek gelir. Grubun diğer balıkları, üremeyen küçük balıklardan meydana gelir. Dişi balık ölürse, erkek balık dişileşir grubun küçük balıklarında biri de büyüyerek erkekleşir.

Bazı balıklarda da grubun baskın erkeği ölünce en büyük dişi balık erkekleşir. Mesela Lapin grubundan bir balık (P.Pulchrum) cinsinde dişi, baskın erkek ölünce grubun en büyük dişisi, erkeğe dönüşür yumurta üretirken sperm üretmeye başlar. Ancak dişinin 4 yaşından küçük olmaması gerekir.

Çift yönlü cinsiyet değiştiren balıklar da vardır. Eğer balık baskın karakterde ise dişiye, emir altına girecek karakterde ise erkeğe dönüşüyor. Mesela Gobidae familyasından L. dalli cins balık böyledir.

Tropik bölgede yaşayan bir kelebek türünün larvaları (Hypolimnas bolina), eğer bir bakteri (Wolbachia) tarafından enfekte edilirse, larvalardan dişi kelebekler çıkıyor, edilmezse erkek oluyor.

* Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf, işine karışmadığını izhâr ettiği gibi, şüzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin hârikalarıyla, tegayyürât-ı sûriye ile, teşahhusâtın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzûl zamanının tebeddülüyle meşîetini, irâdetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyârını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhâr edip, yeknesak perdesini yırtarak ve herşey her anda, her şe’nde, herşeyinde Onamuhtaç ve Rubûbiyetine münkad olduğunu i’lâm etmekle, gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbâbdan Müsebbibü’l-Esbâba çevirir. (SÖZLER, 16.Söz)

Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla (ŞUALAR, 2.Şua)

Şimdi size bunları niçin anlattığımı bir hikaye ile de anlatacağım:

Temelin yanına bir yabancı gelir ve ona İngilizce bir şeyler söyler, cevap yok, Almanca bir şeyler söyler yine cevap yok, Fransızca, İtalyanca, Rusça, Arapça ve Çince bir şeyler söyler ama yine cevap yok. Arkadaşı Dursun der ki: Adama bak, kaç dil biliyor be.  Temel şöyle ona bir bakar ve der ki: Ne önemi var, derdini bana anlatamadı ki…

Bu yaratılışlar tesadüfen oluşan, basit sebeplere bağlanabilen veya tabiat yapıyor, oluyor diyerek geçiştirilecek cinsten olaylar mıdır? Bilinçli, kasıtlı ve iradeli olaylar mıdır? Her olayın arkasında yoksa O mu vardır?

Tabiatta bu olup bitenler bize ne anlatıyor? O, zıtların diliyle bize ne söylenmek istiyor?

 O’nun kudret ve iradesi her şeyi kuşatmış ve her türlü kanunu O mu koymuştur? Öyleyse O, kanunların mahkumu değil hakimidir, isterse onu iptal mi eder?

O, tabiatta yaratılan her canlının diliyle bizimle konuşuyor, kendisini bulmamızı istiyor, tabiat denilen sanatını bize sunuyor, düşünmemizi istiyor, O’nu bilmemizi, tanımamızı ve sevmemizi istiyor olabilir mi?

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Çobanyıldızı’nda Bir Gün Yaşamak!

“De ki: “Göklerde ve yerde ne var? Bir bakıverin.” (Yunus, 101)

Evrende milyarca yıldız bir araya getirilerek Galaksi adı verilen yıldız kümeleri oluşturulmuştur. Galaksilerin yaklaşık % 80 kadarı disk biçimlidir. Dünyanın da içinde bulunduğu yıldızlar kümesine Samanyolu Galaksisi(gökada) denir. Bunlar büyük galaksilerdir. Bir de sayısız Cüce Galaksiler vardır.

Güneş sistemi, güneşin çekim kuvvetinin etkisiyle; gezegenler, gezegenlerin uyduları, kuyruklu yıldızlar ve meteorların yine güneş etrafında birikmesiyle oluşan gök cisimleri topluluğudur.

Bir yıldızın etrafında dönen gök cimine Gezegen(seyyare) denir. Güneşin etrafında bugün için bilinen 8 gezegen(Merkür, Venüs, Mars, Dünya, Jupiter, Satürn, Uranüs ve Neptün) vardır. Gezegenleri güneşin etrafında dönen dönme dolaba benzetebiliriz, ama çok özel bir dönme dolab, hangisine binsen farklı şeyler yaşatan. Bir hayal edin bakın nasıl zevk alacaksızız, derin derin düşüneceksiniz.

Bir de Güneşin etrafında Cüce gezegenler vardır. Pluton, Ceres ve Eris gibi. Mesela Ceres cüce gezegeninin 1 günü 9.5 saat, güneş etrafındaki 1 turu ise 4.6 yıldır.

Gezegenlerin etrafında dönen gökcisimlerine Uydu(peyk) denir. Dünya’nın 1, Mars ve Neptün’ün 2, Uranüs’ün 6, Satürn’ün 10 ve Jüpiter’in ise 12 uydusu vardır. Merkür ve Venüs’ün ise uydusu yoktur.

Güneş sisteminin dışında olan bulunan yıldızların etrafındaki gezegenlere ise Ötegezegen denir.

Gezegenlerin kendi ekseni etrafında dönme hızı ile Güneşin etrafındaki dönme süratleri farklı farklıdır. Güneş çevresinde dolanma süreleri, Güneş’e olan uzaklıklarına bağlıdır. Dünya yılı cinsinden bu değerler şöyledir: Merkür: 88 gün, Venüs: 224 gün, Dünya: 365 gün 5 saat 45 dakika 46 sn, Mars: 687 gün, Jüpiter: 12 yıl, Satürn:29.4 yıl, Uranüs: 84 yıl, Neptün: 164 yıl dır.

Gezegenlerin kendi etrafında dolanma sürelerine ise belli bir kural konulmamıştır. Dünya günü açısından o zamanlar ise şöyledir: Merkür: 58 gün, Venüs: 243 gün, Dünya: 1 gün, Jüpiter: 10 saat Mars:1 gün 37 dakika, Satürn: 10 saat, Uranüs: 11 saat, Neptün: 17.24 saat

Gezegenler hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında batıdan doğuya doğru dönerler.  Güneş ve ay’dan sonraki en parlak gezegen Venüs (Çobanyıldızı, Çolpan, Zühre)dür.  Ancak Venüs tüm gezegenlerin aksine doğudan batıya doğru döner. Yani Venüs’te Güneş batıdan doğar. Ekseni etrafındaki bir turu 243 günde tamamlarken Güneş çevresindeki tam turunu 224 günde tamamlar. Yani Venüs’te bir gün bir yıldan daha uzundur.

Bu gezegenin büyüklüğü Dünya ile benzerlik gösterdiğinden Dünya ile kardeş gezegen veya dünyanın ikizi olarak da bilinmektedir. Ama ekvatordaki sıcaklığı 500°C‘nin üzerine çıkabilmektedir. En çok uydu gönderilen gezegendir. Bu sıcaklıkta orada yaşamak mümkün değilse de hayalen orada bir gün yaşayabiliriz. Güneşin batıdan doğup doğudan battığını görmek, daha 1 gün dolmadan 1 yaş yaşlanmak hangi gezegende mümkün ki? Allah size hayal gibi bir duygu vermiş, ona binerek yakıt harcamadan, trafik kazası ihtimali olmayan bir yolda, gidin gidebildiğiniz yere kadar…

Her insan gibi her yıldız, her gezegen ve her uydu da özeldir. Ama Venüs bir başkadır. O, ezber bozan, gaflet perdesini yırtan ve akılları bir daha düşünmeye sevk eden bir gezegendir. Yırtın bütün perdeleri, miraçda gibi yükselin, O’nu bulun.

*Semâvâtta hiçbir deverân ve hareket yoktur ki, böyle intizâmıyla Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin. (LEMALAR, Münacaat)

Devletler, anayasalarla kanunlarla idare edilir, kanunları koyan da değiştiren de kaldıran da Parlamentolarıdır. Evrende ise kanunları koyan onları yaratandır. O, kendi iradesiyle istediği kanunları koyar istediğinde kendi iradesiyle o kanunların dışına çıkar ama kainatı da bir düzen içinde idare eder. O, bu davranışıyla sebeplerin arkasındaki “sebeplerin yaratıcısı” na dikkatleri çeker. İnsanlar kanunları göre göre bazen duyarsızlaşır, vurdumduymaz olabilir. Kanunların istisnalarını, kural dışıları da yaratarak bu gaflet perdesini kaldırmak ister. Günü geldiğinde de O, bütün kanunları kaldırır, evreni bozar ve yeniden inşa eder. O’nun işlerine hiçbir tesadüf karışamaz.

*Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf, işine karışmadığını izhâr ettiği gibi, şüzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin hârikalarıyla, tegayyürât-ı sûriye ile, teşahhusâtın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzûl zamanının tebeddülüyle meşîetini, irâdetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyârını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhâr edip, yeknesak perdesini yırtarak ve herşey her anda, her şe’nde, herşeyinde Onamuhtaç ve Rubûbiyetine münkad olduğunu i’lâm etmekle, gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbâbdan Müsebbibü’l-Esbâba çevirir. (SÖZLER, 16.Söz)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org