Etiket arşivi: teslimiyet

Tembellik Başka, Tevekkül Başka…

Kimi yazarlar “Müslümanlar kadere güvenip beklediler, bilimsel gelişmelere katkı sunmadılar” diyor, tevekkülün tembelleştirici rolünden söz ediyorlar. İslâm âlemindeki sorunları da müminlerin ‘kaderci’ tavrına bağlıyorlar.

Böyle Müslümanlar varsa bunlar kader ve tevekkülü yanlış anlamış, kadere iman etmekle kaderci olmak arasındaki farkı kavrayamamışlar demektir. Her mümin ilim sahibi olamıyor.

Bu konu eski zamanlarda da tartışılmış. Kitap ve sünnet üzere olan âlimler, İslâm âlemindeki ‘kaderci’ bakış açısının temsilcisi olan Cebriye mezhebini şiddetle eleştirmiş, hakikati açıklamışlar.

Evvela şunu söyleyeyim: Müslümanın hatası yüzünden İslâm suçlanamaz. Tıpkı bazı doktorların hatası sebebiyle tıbbın itham edilememesi gibi.

İkincisi, bir mümin, yaşadıklarına bakarak “Kaderim böyleymiş” diyebilir, fakat “Bu durum gelecekte de benim kaderimdir” diyemez. İstikbal bilinemez ve insan irade sahibidir, çalışıp çabalayarak durumunu değiştirebilir.

Tevekkül ise, hiçbir şey yapmaksızın “Allah kadir!” diyerek beklemek değildir. Sebeplere teşebbüs ettikten, elinden geleni yaptıktan sonra neticeyi Rabbinden beklemektir.

Allah, sınırsız hikmeti icabı her neticeyi bir sebebe bağlamış. Sebepler bir araya getirilmeli ki neticeyi yaratsın. Gerçi sebeplere mahkûm değildir, onlarsız da dilediğini yaratabilir ama dünya hayatını böyle takdir etmiş.

Hakikat böyle olunca, kişi evvela sebeplere teşebbüs edecek. Üzerine düşeni yaptıktan sonra neticeyi bekleyecek. Tevekkül budur!

Teslimiyet ise insanın Rabbine teslim olmasıdır. Müslim, bir daha geri almamak üzere kendini hakka teslim eden kimsedir.

Teslimiyet insanı korkulardan, kaygılardan, buhranlardan kurtarır. Her şeyin dizgini elinde olan, hem dünyaya hem de ahirete hükmeden bir zata teslim olmak ruha emniyet verir.

“Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin” sözü bunu dile getirir. Musibet fırtınaları eserken “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” demek kalbe huzur verir.

Kadere iman eden kul, “Beni bilen, bana ikramlar eden, merhametiyle nimetler veren biri var” diye düşünür. Hayat yükü hafifler.

Rabbine güvenen kişinin gözünde ölümün rengi değişir. Kabir, Rahmani bir kucak olur. Ecel ise sıkıntılı dünya imtihanının bitişi, sonsuz mutluluk kapılarının açılışı manasına gelir.

Ömer Sevinçgül – Zafer Dergisi

Bir mucize mümin: “Hz. Ebu Bekir (R.A.)”

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (c.c.) kâinata koyduğu yasalarından biri de insana doğru yolu göstermesi için peygamberler göndermesidir. Hadislerde geçtiği üzere 124 bin ya da 224 bin peygamber gönderilmiş, Kur’an bunlar içerisinden seçtiği 28 peygamberi bizlere anlatmıştır.

Gönderilen bu peygamberler muhatap oldukları insanların hassasiyetlerine göre çeşitli mucizelerle geldiler. Mesela, Hz. Davud büyük bir hükümranlıkla gelmişti. Oğlu Süleyman’a Allah (c.c.) onlarca mucize vermişti. Hz. Musa sihrin revaçta olduğu bir zeminde böyle mucizelerle geliyor, Hz. İsa Allah’ın izni ile ölülere yeniden hayat veriyor, hastaları iyileştiriyor, cüzamlılara eli ile şifa ulaştırıyordu.

Son Peygamber olan Efendimiz de (a.s.m.) çeşitli mucizeler gösteriyordu. Efendimiz’in (a.s.m.) bir çok mucizesi arasında en büyük mucizesi ise Kur’an’dır.

Peki, Kur’an’ın en büyük mucizesi nedir?

Bu soruyu sorduğumuzda onlarca cevap gelir zihnimize… Kur’an’ın nazmı, belağatı, edebi niteliği, evrensel özelliği, az söz ile çok şey beyan etmesi, korunmuşluğu ve daha birçok özelliği de birer mucizedir.

Bu mucizelerden bir tanesi de şudur: Kur’an’ın insan yetiştirme, terbiye etme ve geliştirme potansiyeli… Daha dün deve çobanları iken, yol kesip şakilik yaparlarken, diri diri kız çocuklarını toprağa gömerlerken, böyle bir toplumdan yeryüzünde ikinci bir örneği olmayan Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı bir topluluk meydana getirmiştir. Öyle bir topluluk ki, kıyamete kadar, kul olma gayreti olanların gaye-i hayalleri olmuştur. Öyle bir topluluk ki, kim onların yolunda yürüse cennete, kim onlar gibi yapmazsa azaba yürüyeceklerdir. İşte bundan dolayı diyebiliriz ki; Nübüvvetin en büyük mucizesi Kur’an, Kur’an’ın en büyük mucizesi Sahabedir.

Peki, sahabenin en büyük mucizesi nedir? Sahabenin en büyük mucizesi ise Hz. Ebû Bekir’dir.

Kırk üç yılllık dostluk

Neden Hz. Ebû Bekir?

Bunun birçok sebebi olsa da, ancak biz sadece bir noktada dikkatlerimizi yoğunlaştıracağız. Hz. Ebû Bekir, Miladi 573’te Mekke’de doğuyor, yani Efendimiz’den (a.s.m.) iki yaş küçük olarak dünyaya geliyor. Efendimiz de (a.s.m.) Hz. Ebû Bekir de Mekke’de oldukları için ta çocukluktan itibaren birbirlerini tanıyorlar. Ama ilk sıcak buluşmaları Efendimiz (a.s.m.) 20 yaşlarında, Hz. Ebû Bekir 18 yaşlarında iken bir erdemliler harekâtı olan Hilfu’l-Fudul’da oluyor. Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana ilkesi ile kurulan bu faziletliler topluluğunda yer alan Efendimiz (a.s.m.) ve Hz. Ebû Bekir, o günden sonra bir daha hiç ayrılmıyorlar. Öyle bir dostluk başlıyor ki aralarında 20 yıl Nübüvvet öncesinde, 23 yıl da Nübüvvet günlerinde tam 43 yıl fasılasız devam ediyor.

Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz (a.s.m.) Nübüvvet öncesi tam 20 yıl süren bu dostluklarında, bu ifadeye dikkat edin; hep bir adım önde olan Hz. Ebû Bekir’dir.  Neden mi? Hz. Ebû Bekir o günler iyi bir tüccardır, tam 40 bin dirhemlik bir sermayesi vardır; ama Efendimiz’in (a.sm.) böyle bir imkânı yoktur. O (a.sm.) Hz. Hatice’nin yanında sermaye-iş ortaklığı üzerinden çalışmaktadır. Hz. Ebû Bekir okuma-yazma bilmektedir; ama Efendimiz (a.s.m.) kâğıdı-kalemi hiç eline almamıştır, almayacaktır da… Hz. Ebû Bekir Mekke’nin sosyal yapısı içerisinde söz sahibi biridir. Daru’n-Nedve’ye girme yaşı 40’tır; ancak üç insandan bu zorunluluğu Mekke kaldırmıştır; Bu üç insan Ebû Cehil, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’dir. Hz. Ebû Bekir’in Daru’n-Nedve’de Eşnak diye bir görevi vardır. Eşnak, diyetleri belirlemedir.

Nübüvvet öncesi böyle bir durum ortada varken, yani Hz. Ebû Bekir hep bir adım öndeyken, Miladi 610’da bir pazartesi gecesi vahye muhatap olan Efendimiz (a.s.m.) salı günü Hz. Hatice’yi kadınlardan, Hz. Ali’yi çocuklardan, Hz. Zeyd b. Harise’yi kölelerden kazandıktan sonra o zamana kadar 20 yıllık dostu olan Ebu Bekir’e bu dini arz ettiğinde, Hz. Ebu Bekir hiç tereddüt etmeden, düşünmeden, şüphe duymadan, iman etmiş ve 20 yıldır bir adım öndeyken bir anda bir adım arkaya geçmiş ve 23 yıl boyunca da Efendimiz’in (a.s.m.) hep sağında ama arkasından yürümüştür. Bu bir mucize değil de nedir? Bu İslam’ın, imanın ve tabii ki Kur’an’ın bir mucizesidir. Kur’an’ın insan kazanma ve yetiştirme potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun bir göstergesidir.

Yaşanılması zor bir hayat

Hz. Ebû Bekir’in hayatı başından sonuna kadar; bu manada hep mucizelerle doludur. Mucize; şahit olanları aciz bırakan, görenleri kendine hayran eden hadiseler demektir. Gerçekten Hz. Ebû Bekir’in hayatı böyle bir hayattır. Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer, onun vefatının ardından şöyle demiştir: “Ey Ebû Bekir! Arkanda kalanlara yaşanamaz, yapılması çok güç bir hayat bıraktın.”

Hicri olarak 63 yıl süren bu hayatın her karesi çok farklı hadiseler ve mesajlarla doludur. Öyle bir bereketli hayat ki, hayat defterinin hiçbir sayfasında boşluk yok, boşa geçmiş bir zaman yok, atlayıp dikkate almayacağınız bir vakit yok; bereket var, anlamlı yaşama var, hedef var, büyük bir emel var, gayret var, mücadele var; var da var…

Hz. Ebû Bekir’i birkaç sayfa içerisinde anlatmak nasıl mümkün olabilir ki? Bu çok kolay bir iş değildir. Dolayısı ile biz yazımızın çerçevesini biraz daraltarak Hz. Ebû Bekir’in hayatında çok önemli gördüğümüz ve bizlerin hayatında da ne yazık ki istenilen düzeyde şahit olamadığımız, beş temel kavram üzerinden onu anlamaya çalışacağız. Bu kavramlar: Muhabbet, Sadakat, Teslimiyet, Celadet ve Evveliyet’tir.

Muhabbet

Muhabbet, bu zorlu işin olmazsa olmazıdır. Sevgi deyip geçmeyin, hakkı ile seven, sevdiğinin yolunda olur. Feda eder, feda olur, neyi varsa vazgeçer, gözü sevdiğinden başkasını görmez, hayatını sevgilisinin yoluna kurban eder. Biz bunların hepsini Hz. Ebû Bekir’in hayatında görüyoruz.

Hz. Ali Kufe’de halife iken, bir gün İslam’ın destan yazdığı o ilk günlere şahit olmayan genç nesle: “Söyleyin bakalım insanların en cesuru kimdir?” diye sormuştu. Soruya muhatap olan o günün Müslümanları, cesaret deyince akıllarına hep Ali geldiği için: “Ente Ya Emir’el-Mü’minin/ Sensin Ey Müminlerin Emiri!” demişlerdi. Hz. Ali: “Hayır, ben değilim. İnsanların en cesuru Hz. Ebû Bekir’dir” demişti. Neden Hz. Ebû Bekir olduğunu merak eden o bakışları görünce, Hz. Ali anlatmaya başlamıştı: “Bizler bir avuç iman eden kardeşlerimizle beraber nübüvvetin ilk günlerinde Kâbe’de namaz kılıyorduk. O anda Mekke’nin kara yüzlü adamları bize ve Efendimiz’e (a.s.m.) saldırdılar. Kimi Allah Resulü’nü (a.s.m.) itekliyor, kimi cübbesini çekiyor, kimi üzerine çöreklenmiş O’na (a.s.m.) vuruyordu. Biz ise elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadan sadece olanları seyrediyorduk. Bir anda baktık ki ötelerden cübbesi rüzgârda savrulan, ama gelişi ile etrafa izzet saçan biri bize doğru yaklaşıyor. Gelenin kim olduğunu merak etmiştik. O yiğitçe gelen, naif bedeni ile o gün bir aslan kesilen Hz. Ebû Bekir’den başkası değildi. Koşa koşa bize doğru geliyor, kendisine engel olanları bir bir deviriyor ve Kâbe’nin duvarlarında yankılanan şu sözü haykırıyordu: “Rabbim Allah’tır dediği için birini mi öldüreceksiniz?” Bu sözleri en gür sedası ile haykıran Hz. Ebû Bekir, gelip kendini o anda Mekkelilerin saldırılarına muhatap olan Efendimiz’in (a.s.m.) üzerine atıyordu. Bu sefer o kara yüzlü adamlar Efendimiz’i (a.s.m.) bırakıyor; Hz. Ebû Bekir’i ortalarına alıyorlardı ve başlıyorlardı onu dövmeye… Yumruklar, tekmeler, hakaretler havada üşüşüyordu… Ağzı, gözü, burnu dağılan Hz. Ebû Bekir daha fazla acılara dayanamıyor; oracıkta bayılıyordu. O anda kabilesi Benî Teym, olaydan haberdar oluyor, gelip Hz. Ebû Bekir’i onların elinden kurtarıyorlardı. Her tarafı kan-revan içerisinde ve baygın bir halde evine taşıyorlardı. Nice sonraları Hz. Ebû Bekir gözlerini açıyor, biraz kendine gelir gibi oluyordu.  Uyanır uyanmaz ağzından çıkan ilk söz “Allah Resulüne ne oldu?” sözü oluyordu. Söyler misiniz böyle bir cesareti ortaya koyarak insanların en cesuru olmayı hak eden Hz. Ebû Bekir değil de kimdir?”

Hz. Ali’nin nübüvvetin ilk yıllarında yaşadığı ve yıllardır unutmadığı bu tablo, Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e (a.s.m.) nasıl bir sevgi ile muhabbet ile bağlandığının bir örneğidir. O günden sonrada Hz. Ebû Bekir, hayatının birçok sayfasında muhabbetin ne kadar önemli olduğunu hep gösterip durmuştur.

Sadakat

Sadakat, sözünde ve özünde sadık olma, doğru olmadır. Sadakatin iki önemli vechesi/yüzü var. Biri; doğruluktan asla ayrılmama, başına ne gelirse gelsin, ne kaybederse kaybetsin; doğruluğu hayatın en temel şiarı kılma. İkincisi ise; doğruları tasdikleme, söylenen doğruyu tereddütsüz bir şekilde kabul etme… Biz sadakatin bu iki halini de Hz. Ebû Bekir’in hayatında zirve noktalarda görüyoruz. Zaten zirve olduğu için o Sıddık’tır; sadakat onunla âleme öğretilmiş ve o sıdkın en zirve hali olarak bu işin abidesi olmuştur. Sadece İsra ve Miraç hadisesinde onun tavrı hatırlandığında bu sözlerin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

Teslimiyet

Teslimiyet, Müslümanın olmazsa olmaz vasfıdır. Zaten Müslüman demek, hiçbir tereddüde, şüpheye kapı aralamadan teslim olan demektir. Hz. Ebû Bekir’in teslimiyeti söz konusu olduğunda kesinlikle Rûm Süresi’nin nazilindeki tutumunu hatırlamamız gerekir.

Bi’setin beşinci yılı, Milâdi olarak 614 senelerinde iki komşu ve rakip devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında 2. Hüsrev, Rûm İmparatorluğunda ise Heraklius bulunuyordu. O yıl yapılan son savaşta İranlılar galip gelmişti. Romalıların bu mağlubiyet haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi. Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve: “Siz ve Hıristiyanlar Ehl-i kitapsınız; biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlı kardeşlerimiz, sizin Rûm kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlup ederiz” diyerek şamataya başlamışlardı. Bu hadise üzerine Rûm Süresi nazil oldu ve yakın bir gelecekte Rûmların galip geleceğinin haberini verdi. İlgili ayetler nazil olduğu zaman, Rûm İmparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine katiyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.  İşte böyle bir zeminde inen ayetler Rûmların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini haber veriyordu.

Hz. Ebû Bekir, bu ayetleri Efendimiz’den (a.sm.) dinler dinlemez onları, Mekke’nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere, “Rûmlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklardır” dedi. Müşrik liderlerden Übey b. Halef bu sözleri duyunca hemen Hz. Ebû Bekir’in yanına geldi ve onunla bahse girmek istediğini söyledi. Allah’ın ayetlerine karşı büyük bir teslimiyet içerisinde olan Hz. Ebû Bekir onun bu teklifini kabul ederek, bahse girdi ve elbette netice Allah’ın dediği gibi oldu. Sadece bu olay bile Hz. Ebû Bekir’in teslimiyet noktasında nasıl bir duruşu olduğunu anlamamız açısından yeterlidir.

Celadet

Celadet, yiğitliktir, kahramanlıktır. Tabir caiz ise Ömerce davranmaktır. Yeri gelince aslan gibi kükremek, yeri gelince masaya yumruk vurabilmek, yeri gelince bakışları ile ödler koparmak, yeri gelince zalimin yüzüne hakkı haykırabilmektir. Bu vasıflar Hz. Ömer’de çok var da sanki Hz. Ebû Bekir’de yok gibidir. Ancak işin aslı böyle değildir. Gerçekten celadet Hz. Ebû Bekir’in de şahsiyetinin en önemli kavramlarından biridir. Onun Efendimiz’in (a.sm.) vefatındaki tavrı, Üsame ordusunu belirlenen hedefe göndermesi, peygamberlik iddiasında bulunanlara karşı ortaya koyduğu mücadelesi, dinden çıkanlara, iman ile zekât arasını ayıranlara karşı başlattığı cihadı nasıl bir celadet sahibi olduğunu bize göstermektedir.

Evveliyet

Evveliyet, ilk olmanın ayrıcalığını ilk günden son güne kadar devam ettirmek, başta heyecan ile başlayıp sonunda yorulmamak, hayırlarda hep yarışmak, her şeyin ilki olmasına rağmen , “hel min mezid” şuuru ile yani; “daha ötesi yok mu?” anlayışı ile yaşamaktır. Hz. Ebû Bekir, hayatı boyunca hep ilklerden, öncülerden oldu. Buna rağmen hiçbir zaman yaptıklarını yeterli görmedi. Her ne yapmışsa hep bir adım ötesine geçmek için gayret gösterdi.

Hz. Ömer Tebûk Gazvesi öncesini anlatıyor: “O günler Hz. Peygamber (a.s.m.) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden ‘Eğer Ebû Bekir’i geçeceğim bir gün varsa o, bu gündür‘ dedim ve malımın hepsini hesaplayarak, tam yarısını getirip, Efendimiz’in (a.sm.) önüne bıraktım. Peygamber Efendimiz bana ‘Ey Ömer! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. ‘Getirdiğim kadar da onlara bıraktım’ dedim. Sonra Ebû Bekir geldi. Meğer o nesi varsa hepsini getirmişti. Peygamber Efendimiz ona da ‘Ey Ebû Bekir! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. Ebû Bekir ‘Ben onlara Allah ve Resulünü bıraktım’ dedi. O zaman kalbimden ‘İmkânı yok, ben Ebû Bekir’i hiçbir zaman geçemeyeceğim’ dedim.”

İşte Hz. Ebû Bekir bu… Salih amellere doymayan biri o…

Muhammed Emin Yıldırım

Moral Dünyası Dergisi

Neyi Kurban Ediyoruz?

Kurban, insana Allah’a tamamen teslim olmayı öğretmektedir. Hz. İbrahim oğlu İsmail’i kurban etmesi emrini alınca Allah (c.c.) adına kurban etmeye girişmesi, oğlu İsmail’in de bunu teslimiyetle karşılaması aslında müslümanın Allah’a bütün varlığıyla teslim olması gerektiğini fiilen anlatan bir olaydır.

Müslüman olarak Allah’a (c.c.) teslimiyetin aynen Hz. İsmail (a.s) gibi ve her şeyini Allah’a (c.c.) kurban edebilmek de Hz. İbrahim (a.s) gibi olması gerektiğini öğretir bize Kurban.

Bir babanın oğlunu kendi eliyle boğazlamayı kabul edecek kadar ileri derecede bir teslimiyet örneğidir bu hadise. Gencecik, hayat dolu bir yüreğin henüz hayatının baharında canını Allah için feda edecek kadar yüksek bir teslimiyet sembolüdür bu kurban kıssası.

Her şeyin Allah’a (c.c.) ait olduğunu ve her şey yine Ona döndürüleceğini gösterir bize Kurban. Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye götürürken, İblis nasıl vaz geçirmeye çalıştıysa, bugün yine ayni İblis Müslümanları ellerindekini Allah için infak etmesin diye, vesvese vermiyor mu?

Sahabe-i Kiramda görülen ve imanlarından kaynaklanan çok teslimiyet örnekleri vardır. Adeta her şeylerinden vaz geçip Allah’a bu şekilde yaklaşımları günümüzde görmek maalesef mümkün olamıyor.

Sümeyra Hatun, uhud’da babasını, kocasını, kardeşini ve iki oğlu olmak üzere 5 kişiyi Allah için feda eden, kurban ne demek olduğunu idrak eden bir iman eridir!

Elinde avucunda ne varsa sadaka veren Hz. Ebu Bekr (r.a.) “ev halkı için ne bıraktın ya Eba Bekr” sorusuna “Allah ve Resulünü bıraktım” diyen bir örnek şahsiyet.

Peki, bugün nasıl? Allah’a yaklaşmak için neler yapıyoruz? Kurban bayramında kestiğimiz kurbanı ne niyetle kesiyoruz? Et yemek için mi? Herkes kesiyor bende kesmezsem beni fakir zannederler korkusu ile mi? Ya da kurban kesmenin şartlarını gözetiyor muyuz?

Maalesef hepsini yaşıyoruz ve görüyoruz. Kurban kesmeye parası yeterli değil ama çevresi “kesemiyor” demesin diye borç bulup kurban kesenleri görüyoruz. Bu kimselerin hangi niyetle kurban kestiğini varın siz düşünün. Herkes böyle davransa kurban etinin üçte birini kime vereceğiz?

Bir de kurbanlık hayvani araştırırken, keseceğimiz hayvanin budunu, etini, ağırlığını, pirzolası iyi olur, kuşbaşını yapsak daha lezzetli olur diye niyet ederek kestiğimiz hayvanla ne kadar Allah’a yaklaşırız orasını da siz düşünün. Büyük bas hayvana hisse olduysak, hissemize bir kaç kilo az düştü diye hissedar kişilerle kavgaya tutuşanı az mı gördük!

Kurban etinden ihtiyaç sahiplerine dağıtmak isterken, en etli kimsi bize kelsin diye düşünenleri de görüyoruz maalesef. Kurban kesmenin manası ve hikmeti bunlardan hiç biri değildir.

Kuranı Kerimde Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.” (Hacc; 37)

Ayette anlasildigi üzere kurban kesmekte niyet önemlidir. O halde niyetlerimizi halis tutalim.

Ayrıca, ehil olmayan kisiler tarafından kesilmek istenen kurbanlar elden kacinca, onları sokaklarda tekme sopa kovalanan manzarali inşallah bu sefer yasamayiz.

 

Arif Ağırbaş

arif.agirbas@hotmail.de

https://twitter.com/Arif_Agirbas

Allah’ım! Bu bela neden bana geldi?

Başımıza herhangi bir musibet geldiğinde, Allah c.c. dostları ve bazı mütevekkil bahtiyarlar hariç, genelde hepimiz “Eyy Allah’ım! NEDEN BEN?…” ..diye yakınırız. Adeta Yüce yaratıcıyı “Bu musibet, niçin bana geldi? Niçin beni seçtin?” dercesine sorgularız, değil mi?

1999 Yalova depreminden sonra, nasipsiz bazı gazeteler, “..Adalet mi bu?” (HÂŞÂ) gibi ve bu minvalde manşetler bile attılar.

Bir de îman ile müşerref olan bahtiyarlara bakalım…

İlk örnek dünyaca ünlü bir şampiyon olan, Arthur Ashe’den:

“Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe, kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından, kendisine mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesinde, şöyle bir soru soruluyordu:

-Tanrı (!) böylesine kötü bir hastalık için, neden seni seçti? Arthur Ashe ise şöyle çok ilginç bir cevap verdi:

-Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 Milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 Bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. İşte o 50 000 000 kişiden ve neticede de o iki kişiden birisi benim.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Yüce yaratıcıya, ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım da, şimdi sancı çekerken, Yüce yaratıcıya, ‘Niçin ben’ nasıl derim? Buna hiç hakkım yok…

***

Bu ilginç anekdottan sonra, Hz. Eyyüp A.S.’ın musibetler sonrası verdiği, o harika cevaplarını hatırlamamak mümkün mü?

Çoğunuzun da bildiği gibi, Murâd-ı İlâhî olarak Eyyûb A.S.’a, 60 yaşından sonra (imtihan gereği) peş peşe 5 ayrı musîbet gelir…

1.) Bâbil kavmi askerlerinin, tarlalarında çalışan mâsum Eyyûb kavmini katletmeleri…

2.) Yıldırımlar düşerek, verimli arâzileri ve o arâzilerdeki kavmini yakması…

3.) Eşkiyâların, tarlalarındaki ve dağlardaki kavmini öldürüp sürülerini alıp gitmeleri…

4.) Bu olayların şoku ve etkileriyle kavminin çoğunun, Eyyüb A.S.’a isyânı…

5.) Zelzelede çöken okulun enkâzı altında, beş oğlunun da vefât etmeleri… gibi.

Ben sadece bunlardan birini arz edeceğim:

Bu sonuncu (yani 5 inci) olayı da yerinde incelemek için enkâza giden Hz. Eyyûb a.s., enkâzı elleriyle kazarak oğullarının cansız bedenlerini buldukça, kısa bir süre kendinden geçer…

Her oğlunun cesedinin gözüken kısmını tutup sevdikçe, ağıt yakmaya başlar:

“-Evlâtlarım… Hangi birinizi sevip okşasam?…”

“-Hanginizin üstünlüklerinizi yâd etsem?”

“-Sen büyük oğlum, bu güçlü kollarınla, ben fakirlere erzak taşırken, çuvalları sırtına alıp bana yardım edişlerini mi yâd etsem?…”

“-Yoksa, sen küçük oğlum, yorgun argın eve geldiğimde, bu güzel başını göğsüme dayayıp beni dinlendirişini mi?…”

“-Yoksa sen ortanca oğlum!…” ………..

…Derken, birden irkilir! Kendi ağzına bir avuç toprak atarak, önce kendine bir cezâ verir.

Sonra da secdeye kapanarak, tevbe-i istiğfâr etmeye başlar:

“- Eyy Yüce Rabb’im, benim kusurumu affet! Mel’ûn şeytan, çocuklarımın vefâtını bana, mühim bir hâdise gibi gösterdi…

Senin bana emânet olarak verdiğin bu evlâtlarımı, Senin istediğin zaman alma hakkını unutup, hâdisenin gafletine daldım ve onları bir ân tamamen benim sandım!…

Oysa, bütün Kâinâtın sahibi Sen olduğun gibi, onların da sahibi Sendin!…

Lânetlenmiş şeytanın vesvesesiyle düştüğüm bu gaflet ve hatâdan (zelle’den) dolayı Sana tövbeler ediyorum, beni affet ey Yüce Rabb’im!…”

İşte, Yüce Rabbini ve Kâinâtın sahibi olan Allah’ı (c.c.), görüyormuş gibi inanan, bilen ve tanıyan bir peygamberin teslimiyeti…

Ve bizlere göre, “dayanılmaz” olaylar karşısındaki huzûru ve O’nun (c.c.) bizzat “Huzurunda“ymış gibi duruşu…

***

Ayrıca; yukarıda bir kısmı zikredilen felâketlerden sonra, sağ kalan kavmi Eyyüp A.S.’a, ısrarla şöyle sitem ederler:

“.. Ey yüce peygamber, varımızı yoğumuzu kaybettik, artık Allaha (c.c.) bir niyâzda bulun da, bu mallarımız geri gelsin…”

..gibi isteklerinin karşısında, Eyyûb A.S.’ın o hârika ve ibret dolu cevâbı şöyledir:

“- Varımızı yoğumuzu kaybetmedik… Çünkü, HEPSİ ONUNDU!…

Bizleri imtihan etmek için, geçici olarak verdiği emânetlerdi onlar! Sadece onları aldı!…”

“- Bu emânetlerin alınmasıyla bile, hiç mi kalbin kırılmadı..?.” ..diye tekrar soran kavmine:

“- Ben kalbimi Allaha c.c., Dünyaya ait emânetlerin ipiyle bağlamadım ki, onların kopmasıyla benim kalbim de kırılsın… Anamın bağrından çıplak doğdum, toprağın bağrına da çıplak gireceğim…”

***

Sınav gereği; bu musibetlerden başka Eyyüb A.S.’ın vücudu, öyle yaralı-bereli hâle gelmişti ki, çok ciddi ızdıraplar çekiyordu. Hanımı bir gün ona:

-Ey yüce Peygamber, yıllardan beri bu sıkıntıları çekiyorsun da, Yüce Rabbimize “bu hastalığı alması için” niçin niyazda bulunmuyorsun? Der.

Cevap ise daha ilginç:

“- Eyy benim hanımım, Allah c.c. benim vücudumu 60 yıl, benim iradem dışında sağlıklı tutmuşken, sadece şu altı yıllık hastalık için, nasıl şikâyette bulunayım?…

Bu vücut O’nun (c.c.) emaneti değil mi?…

Şunu unutmayalım ki O (c.c)., mülkünde istediği gibi tasarruf eder…”

***

Bütün bunlara mukabil Ebu Cehil’e, Firavun’a v.s. ömür boyu hiçbir musibetin, hatta tek bir diş ağrısının dahi verilmemesinin çok hikmetlerinden sadece birisi: Allah c.c., onların isyanlarına mukabil, onların kendisine el açıp niyazda bulunmalarını dahi istemiyor. Yani onlara, neticesi MUTLAK MÜKÂFAT olacak bir randevuyu vermiyor…

***

Bediüzzaman Hz. duâ-yı âzamın, sadece لَهُ الْمُلْكُ (Lehül mülk)kelimesini şöyle açıklıyor:

-“Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memlûküsün (kulusun), hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma.

Çünkü sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et (güvenerek yaslan) , rahmetini ittiham etme (suçlama) . Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul…”. ..Vesselâm…

NOT: Google çubuğuna, Mülk umumen onundur Necmi yazınız, Necmi İlgen’den tamamını dinleyiniz. Çünkü, ben sadece tadımlık olarak, yarım paragraf ekleyebildim.

 A. Raif Öztürk

“Sen bize yetersin” ile yetinmek

İNSANIN BİLDİĞİNİ SANDIKLARINI bildiğini iddia etmesi ve bu–bazen sessiz–iddianın gaflet uykusunda dinlenmeye çekilmesi hiç hoş değil. Neyse ki, öyle kelimeler var ki, gafletle bilse söylense, bilinse de bilinmese de, sırf söylenmesi bile kıymetli. Çünkü onlar bizim sözlerimiz değil, Rahmân’ın tenezzülle öğrettikleri.

İşte “Hasbünallahi ve ni’mel-vekîl” bu sözlerden biri. Bilerek söyleyenler de var elbet. Mesela Haremeyn’de dil alışkanlığıyla ve biraz da canımız sıkılınca dillendirmeye alışkın olduğumuz şekilde mırıldansanız bu cümleyi ve duyarsa sizi biri, nasıl irkilir, nasıl tepki verir! Kaç kez gördüm bu manzarayı. Sen ne dedin, der hayretle. Ne dedin? Tövbe. Benim için mi söyledin şimdi, bana kızdın diye mi söyledin? Tövbe Rabbim, tövbe.

Neden bu kadar tepki verdiklerini anlayamayan gözlere dehşetle bakıyorlar, bu büyük bir dua; hatta manası öyle derin, belki bir beddua. Titriyorlar, ne konuştuğunu ve ne duyduğunu bilenler. Öyle büyük bir cümle ki, sözgelimi ayağına bastılar diye söyleneceklerden değil yani. Ama söylüyoruz, söyleniyor, dile kolay geliyor, bilenler titriyor.

Bilsek.

Allah Bize Yeter, O Ne Güzel Vekildir.*

Bu cümleyi çok açılardan, hatta açı kelimesinin karşılığı olacak her kenardan irdelesem yetmeyeceğini bildiğim için, kendimce farklı bir açı seçtim, oraya kurdum rahlemi. Kalanına başka zaman kabımın aldığı kadar dönme isteğiyle.

Manasını bilmeden söylesek de, alışılagelmiş şekilde belli durum ve yerlerde çokça kurduğumuz bu cümleyi genelde manasına uygun şekilde gücümüzün yetmediği alanlarda sarf ediyoruz da, genelde bu sarf bir teslimden değil de, bir kızgınlıktan doğuyor. O mana da doğrudur belki, zalimlere karşı Sen bize yardım et, Sen bizim mevlamızsın, onları Sana havale ediyoruz, diye dua etmek kulluğun bir güzelliği elbet.

Ama genelde nefsine her lahza zulmeden bizlerin zulüm tanımı çok daraldı ve kısıtlandı. Çünkü dertlerimiz din değil, kendimiz. Kabımız kendimiz kadar, düşmanımız nefsimize isteğimiz dışında dokunanlar. Onları bir bir havale ediyoruz, ama ne havale. Yol haritasını da çizip öyle yolcu ediyoruz duamızı, ricamızı. İlla şöyle olsun, benim buna gücüm yetmez, Sana havale ediyorum, işte illa öyle olması için Sana havale ediyorum.

Gücümün azlığı sonsuz kudretine ram olmaktan haz almamı sağlamak yerine, baş edemediğim hırslarımı Senin gücünle gerçekleştirmek için dua etmeme yol açıyor yazık ki. Nefsimi Sana havale etmiyorum, bana Sen yetersin kısmını hemencecik atlayıp, Seni vekil tayin ettim aman hacetimi gider kısmına o nedenle kayıyorum işte. Havale ettiğim nefsimin emelleri değil, nefsim olsa, düşmanı bile havale etmeme gerek kalmaz ki Sana. Narın da hoş, nurun da. Var elbet bir planın. Her işin hikmetli, rahmetin kuşatıcıdır Senin, derim.

Hem düşman kim, baş edemeyip de Sana şikayet ettiğim. Acaba hangi mü’min kardeşim, Seni kendisine karşı vekil tayin ettiğim? Bir binanın hangi taşını öbürünü davaya verir, hangi bina böyle yükselir? Aynı vücudun hangi parçası bir mahkemeyle kesilir?

Ama gelgelelim öyle kolay geçemiyoruz nefsimizden; dualarımız, zikirlerimiz nefsimizin giydirdiği libaslara sarınıp ulaşıyor Sana ne yazık. Ne büyük duaları neler için sarf ediyor, duanın bir ibadet olduğunu, rızan için yapılması gerektiğini ve semeresinin uhrevi olmasını ne çabuk da unutuyoruz.

Vekil tayin etmek, avukat tutmak yani. İşi ona teslim edip, kendi işine bakmak, sonucu beklemek, varsa bir sonuç. Faniler için yapabiliyoruz bunu, işi bir avukata devrettik mi, aman şunu şöyle yap, ya da yapma, diyemiyoruz. Sen hukuktan ne anlarsın, bırak da işimi yapayım, o kadar biliyorsan, beni niye tuttun der diye. Doktora râm oluyoruz, işine karışmaya ödümüz kopuyor ya. Ne derse harfiyen yapıyor, bir tanecik canımızı onun “onca dirsek çürüttüğü” ilmine bırakıveriyoruz. Âlemlerin tek sahibine gelince de sanki onun verdiğini, onun idame ettirdiğini, onun olanı ona vermeye korkar gibi bir yanından çekiştirmeye devam ediyoruz, tam teslim edemiyoruz işte. Seni vekil tayin ettim diyoruz demesine, zaten yaradılış bunu haykırıyor her yerde, ama hedef göstererek vekil tayin etmemiz yok mu, hala olmadı mı diye gidip gidip kontrol edişimiz, hırslanışımız, huysuzlaşmamız, ısrarımız, karışmalarımız. Ne demeye varıyor acaba şu duamız!

Oysa kimi vekil tayin ettiğini baştan söylüyorsun, Allah bana yeter, Allah bize yeter, işte ben O herşeye yetene teslim oldum, O’nun vekaletine sığınıyorum, diyorsun. Ama Allah bana yeter kısmını öyle hızlı atlıyorsun ki, derdine düştüğün o şey her neyse zaten eriyor ilk kelimede. Kiminle baş edemiyorsan, vekil tayin etmeden önce bak cümleye, zaten Allah bana yeter diye başlıyorsun.

Öyle çok üzülüyorum ki, Allah bana yeter kısmı hep gafletle söyleniyor da, vekil tayin etme kısmında bir heves geliyor sanki insanlara. Sanki ayet böyle başlamıyor, sanki Allah bana yeter, yetmiyor. Neye vekil tayin ediyoruz herşeye yeteni, düşünmüyoruz. Elbette aciziz, herşeyde onun vekaletine muhtacız, ama neden Allah bana yeter, yetmiyor bize, neden Seni vekil tayin ettim dedikten sonra sonuç kapısına koşuyoruz? O’nun vekaletine girmek değil, onu işimize vekil tutmak gibi kulluğun tam tersi bir edaya bürünüyoruz?

O’nu vekil tayin etmenin hafifliği, bu tenezzülün lezzeti niye yetmiyor nefislerimize. Annesine sığınan bebek gibi, niye o huzurda kendimizi unutmuyoruz da davanın lehimize sonuçlanması için kapıları aşındırıyoruz? Kimin işine karışıyoruz, kim için, kimimiz kim?

Ama olsun Rabbim, bakma şu perişan halimize, yine de Senden başka kapı bilmiyoruz. Şu bizi çepeçevre sarmış dünyanın kollarından kurtulup Allah bana yeter vadilerine koşamasak da, dünyanın kollarını yine Sana şikayet ediyoruz. Acizliğimiz Seni vekil tayin etmemize yarıyor, varsın bunun ne büyük lütuf olduğunu bilmeden büyüklenelim de bir de tam istediğimiz gibi sonuç bekleyelim, değil mi ki Sen cahilleri affedensin. Tenezzülünden anlamayanların küçüklüğünü örtmeyi, sonsuz büyüklüğünün keremi sayarsın hem.

Olsun, biz küçüklüğümüzden idrak edemesek de, Sen bize yetersin. Senin vekaletine bürünüp, yükü dünya gemisine bırakmanın tatlı huzurunu ver bize lütfen. Şu küçücük davalarımızı bitiriver. Sonuca koşan ayaklarımız hayra koşsun, hırslarımız lütuflarından utansın da kendini unutsun.

İyi ki varsın kerim Rabbim, amenna, Sen bize yetersin ve şüphesiz tek vekil Sensin ve vekillerin de en güzelisin.

* bkz. Kur’ân, 3:173.

 

06/10/2009

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak