Etiket arşivi: tevazu

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı II

İslam kıyafeti, sadece tesettürün sağlanmasıyla gerçekleşmez, başka esaslar da arar. İşte bunlardan biri dikkat çekici olmamaktır. Aksi takdirde, Allah kıyamet günü, kişinin işlediği suça muvafık bir ceza ile cezalandırıp onu zillete atacaktır.

İbnu’l-Esir bunu, “rengi,  herkesin giydiği elbiselerin  rengine muhalefetle dikkatleri kendine çeken elbisedir, sahibi böylece hâsıl ettiği istiğrabla tekebbür eder” diye açıklar.

Dikkat çekmek her zaman renk farklılığı ile olmaz. Giyilen elbisenin şekli, tarzı da dikkatleri kendine çekebilir. Bir başka ifade ile bölgenin umumi ve mutad modasına ters düştüğü için şu veya bu yönüyle garabet arzederek  dikkatleri üzerine çeken her çeşit elbise bu gruba girmeli  ve yasak olmalıdır. Nitekim bu elbise “şeriate ve örfe uymayan kıyafet” diye de tarif edilmiştir.

Hz.İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim şöhret elbisesi giyerse Allah ona zillet elbisesi giydirir.”

Bir rivayette de şöyle denmiştir: “…Kıyamet günü Allah ona onun aynısını giydirir, sonra içinde ateşi tutuşturur.” (Ebu Davud, Libas 5)

Kılık kıyafet, kişinin içtimâî statüsünü de tayin eden bir faktördür. İslam dini, herkesin kendine uygun kıyafeti taşımasını esas kabul etmiştir. Erkek kadına, kadın erkeğe kılık kıyafetiyle, konuşma  tarzıyla, hatta ayakkabı giyişinde dahi benzememelidir.

Buna göre kadınların erkek elbisesi giymesi caiz olmadığı gibi, erkeklerin de kadın kıyafetlerini andıran elbiseler giymesi caiz değildir. Yani erkek erkek gibi, kadın da kadın gibi giyinecektir.

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: “Resulullah(a.s.v) kadın elbisesini giyen erkeğe ve erkek elbisesini giyen kadına lanet etti.” (Ebu Davud, Libas 31, 4098)

İbnu Ebi Müleyke anlatıyor: Hz.Aişeye(r.a): “Kadın, erkeğe mahsus ayakkabı giyer mi?” diye sorulmuştu: “Resulullah(a.s.v) kadınlardan erkekleşenlere lanet etti!” diye cevap verdi. (Ebu Davud, Libas 31, 4099)

Kıyafetler kibre sevk edici olmamalıdır. Övünmek için, gösteriş için elbise giymek; elbisenin şeklini kibri hatırlatacak şekilde yapmak caiz değildir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v): “Kim elbisesini gururla yerde  sürürse, kıyamet günü Allah ona rahmet nazarıyla bakmaz!” buyurdu. (Tirmizî, Libas 9)

Giyilecek elbise temiz olmalıdır.

Hz.Âişe(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Yâ Âişe, bu iki elbiseyi yıka. Bilmez misin elbise tesbih eder ve kirlenince tesbihi kesilir.” (Ramûz, c.2/500-4)

Elbise helâl olacaktır. Bu meyanda olarak ipek, erkekler için haram, kadınlar ise helaldir.

Hz.Ali(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) bir miktar ipek alıp sağ avucuna koydu, bir miktar da altın alıp sol eline koydu sonra da: “Şu iki şey ümmetimin erkek kısmına haramdır!” buyurdu. (Ebu Davud, Libas 14)

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor:  Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Dünyada ipeği, ahirette nasibi olmayanlar giyer.” (Buhârî, Libas 25)

Dinimiz, vücud hatlarını gösterecek darlık ve incelikte olan  elbiselerin giyilmesini tecviz etmemiştir. Zira elbise örtünmek ve mahrem yerleri namahremlere göstermemek içindir.

Giyilen dar, vücut hatlarını gösteren, şeffaf, göz alıcı ve dikkat çekici elbiseler erkek veya kadını, giyinik oldukları halde çıplak durumuna düşürmektedir.

Tesettür, Allah(c.c) Hazretlerine hayâ edip, terbiyesiyle itaat eden, âhiret saâdetini de sağlayan, kurtuluşa da sevk eden kendisi için gerekli bir görev, her mü’min hanım ve erkeğin ibadetinin sağlam olması için de şart, farz ve İlâhi bir emirdir.

Buna göre, tesettürün dinen makbul olabilmesi için bazı şartları vardır, onlara dikkat etmek gerekir:

-Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince olmaması,

-Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli olmaması,

-Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Resûlullah(s.a.v); Hanımların en şerlisi, açılıp saçılan ve böbürlenendir. Onlar münafık sıfatı taşımaktadırlar. Onlardan cennete en azı, çok az sayıda gireceklerdir.” buyurmuştur. (Câmiü’s-Sağir, 3/392, 4092)

Hz. Ümmü Seleme’den(r.a):  Bir gece Resûl-i Ekrem(s.a.v) uyandı ve “Sübhanallah, bu gece ne fitneler indi, ne hazineler açıldı! Dünyada nice giyinik hanımlar var ki âhirette çıplaktırlar.” buyurdu. (Tecrid T. 1/95)

Bir defasında Efendimiz(s.a.v) bir sahabisine şöyle buyurmuştu: “Hanımına söyle, elbisesinin altına bir  astar koysun da bedenini vasfetmesin!” (Ebu Davud, Libas 39)

Elbise giyilirken sağdan başlamak ve yeni elbise giyince dua etmek sünnettir.

Hz.Abdurrahman İbni Ebû Leyla’nın(r.a) rivayetine göre Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: Sizden biri yeni bir elbise giydiğinde: “Bana vücudumu kendisi ile örtebileceğim ve hayatımda onunla güzelleşeceğim elbise ikram eden Allah’a hamd olsun” desin. (Ramûz, c.1/62-2)

Giyilecek elbisede ifrat ve tefrite dikkat ederek israfa gidilmemelidir.

Hadiste, insan haysiyetine yakışmayacak derecede düşük bir kıyafetin yasaklanması yanında, kişiye kibir telkin edecek çok pahalı bir kıyafet de yasaklanmaktadır. Böylece, “Her işin hayırlısı, vasat olanıdır” hadisi kıyafette de cari olmaktadır.

Çok düşük kıyafet kişiyi ruhen sefilleştirip, insanî itibarını da haleldar edeceği gibi, yüksek bir kıyafet de israfa kaçmaktan öte, ruhta mezmum olan tekebbür  hissini doğurabilecek, normal insanların uzaklaşmasına ve kişinin yalnızlaşmasına sebep olabilecektir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v)  şu iki kıyafeti yasakladı: “Çok yüksek kıyafet,  çok düşük kıyafet.” (Rezin tahriç etmiştir, Kütüb-ü Sitte, 5267)

Resûlullah Efendimiz(sav); giydikleri elbisede herhangi bir renk üzerinde ısrar etmemişlerdir. Öyle ki; beyaz, siyah, sarı, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri çeşitli zamanlarda giymişlerdir.

İklim icabı, beyaz rengi tercih ettikleri gibi Müslümanların da beyaz giymesini tavsiye etmişlerdir. Bunun dışında, renk tercihini zevklere bırakmışlardır. Ancak çok dikkat çekici ve itici renklerin giyilmemesi tavsiye edilmiştir.

İbnu Abbas(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Elbiselerden beyaz olanları giyin. Çünkü onlar en hayırlı giyeceklerinizdir. Ölülerinizi de beyazla kefenleyin.” (Tirmizî, Cenaiz 18; Ebu Davud, Tıbb 14)

Her işte olduğu gibi ayakkabı giyerken de sağdan başlamalı, çıkarırken ise ilk önce sol teki çıkarmalıdır.

Efendimiz(s.a.v) evden çıkarken önce sağ, sonra sol ayakkabısını giyer, “Allahın adıyla çıkıyorum. Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek, ibadet ve tâate kuvvet bulmak ancak Allah’ın yardımıyladır.” anlamında “Bismillah, tevekkeltü alellah, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh.” derdi. (Riyâzü’s-sâlihîn, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, V, 354-356)

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de soldan başlasın; ya ikisini birlikte  giysin, ya ikisini birlikte çıkarsın.” (Müslim, Libas 67)

Hasan Tayfur

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı

Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbiseler indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar. (A’râf Suresi, 26)

Libas, beşer kültürünün temel unsurlarından biridir. Bir kıyafete bürünmek, bir başka açıdan, Rab Teâla’nın Settar ismine mazhar olmak demektir.

Kıyafet insanoğlunun  hayatında ciddi bir yer işgal eder. Bir yönüyle o tekniktir: Sıcak  ve soğuğa karşı korur, avret yerlerimizi örterek mahremiyetimizi sağlar. Bir başka yönüyle kültürel değer taşır, dinî, millî, mahallî, örfî ve ferdî şahsiyetlerimizi temsil eder.

Her dinin, her kavmin, her bölgenin, her örfün ve hatta her ferdin kendini ifade ettiği, başkasından farklı bir kıyafeti vardır. Taşıdığı kıyafetten insanın dini, milliyeti, bölgesi, maddî ve manevî durumları, hatta halet-i ruhiyesi hakkında bilgi edinmek mümkündür. “Pejmürde”, “pasaklı”, “zevk sahibi”, “kibar giyinişli” gibi tabirler hep kıyafetle ilgilidir. Bazan kıyafetin iyi bir tavsiye mektubu olduğu söylenir.

İslam medeniyetinin kurucusu olan Hz.Peygamber(aleyhissalâtu vesselâm), medenî hayatımızdaki ehemmiyetine muvafık şekilde, kıyafet üzerinde çokça durmuştur.

Kadın ve erkeğin kıyafeti, çocukların kıyafeti,  kıyafetlerin boyu, dar ve geniş oluşu, rengi, kumaşların cinsi, temizlik ve kirlilikleri, cuma  ve bayram kıyafetleri, kıyafetin İslamî olan ve olmayanları vs. hep hadislerde mevzubahis edilmiştir. Bu sebeple bütün hadis kitaplarında Kitabu’l-Libas veya Kitabu’z-Zinet adı altında müstakil bölümler yer alır. Kur’an-ı Kerim’de de kıyafet ve libasla ilgili ayetler mevcuttur. (Bakara 187, 233, 259; Nisa, 5; Maide 89, A’raf 26, 27, 32; Hud 5; İbrahim 50; Nahl 5, 14, 81, 112; Kehf 31; Enbiya 80; Hacc 19, 23; Mü’minun 14; Nur 58, 60; Furkan 47; Ahzab 59; Fatır 12, 33; Duhan 53; Nuh 7; Müddessir 4; İnsan 21; Nebe 10)

İslam’ın kıyafetle ilgili olarak vazettiği esasları anlamada sünnette gelen bazı yasakları şöyle özetleyebiliriz:

İslâmî tesettürü sağlamayan giyecekler: “Kısa olanlar ve Vücut hatlarını ortaya vuracak kadar dar olanlar.”

Dinî kültüre, sünnete zıd düşen kıyafetler: Yabancı kültürü temsil eden kıyafetler, Şekil veya renk yönleriyle mukabil   cinse ait olan giyecekler, Tekebbür(kibir) verecek kıyafetler, Erkekler için ipekten mamul giyecekler, Mevkiine uygun düşmeyen kıyafetler(belli bir sınıfa ait olan  elbiseyi başkalarının giymesi; zenginin fukaraca giyinmesi gibi), Dikkat çekici elbiseler (hadislerde şöhret elbisesi diye geçer ve şarihlerce “cemiyetin umumi modasına uymadığı için dikkat çeken, çok güzel veya çok çirkin olan” diye açıklanır) ve Pejmürde olan kıyafetler.” (Kütüb-ü Sitte, c.15, Libas Bölümü)

İslâm, belli bir giyimi ve kıyafeti emretmez. Mensuplarını belli bir şeklin içine girmeye zorlamaz. Zira giyim mevsime göre değiştiği gibi, muhite göre de değişebilir.

Giyimde, yaşanan iklimin icabı esastır. Ancak burada İslâm’ın emrettiği bir husus hatırdan çıkarılmamalıdır. Hangi renk, moda ve biçimde giyilirse giyilsin, elbise erkekte ve kadında avret yerini mutlaka örtmeli, bakanları tahrik edecek şekilde dar ve kısa olmamalıdır.

Hz.Peygamber(s.a.v)’in hayatına baktığımızda, giyim konusunda şu üç ölçüyü öne çıkardığı görülür: İsraftan sakınmak; Giyinmeyi, kibir, gurur, azamet ve gösteriş vesilesi yapmamak; İçinde bulunduğu sosyal sınıfın imkân ve şartlarına uygun biçimde giyinmek. (Ali Yardım, Peygamberimizin(s.a.v) Şemaili)

Kıyafetin güzelleşmesi, kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder, hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar.

Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin ve san’atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir.

İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükrün bir gereği olarak ta, güzel giyinmelidir. Zira Allah(c.c) verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister. (Mektubat, 28.Mektub, 5.Risale, Şükür Risalesi)

Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Güzelce giyinip kuşanasınız. Kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Ta ki insanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi seçkin görünesiniz.”

Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Hamdi Sağlamer ağabey bir hatırasını şöyle anlatıyor: Bir gün Zübeyir Gündüzalp ağabey, Bekir Berk ‘in yazıhanesine geldi. “Birinizin bana olacak düzgün bir ceketi var mı?” dedi. Birinci abi de “Bende var ağabey” dedi. Ceketini getirince şu açıklamayı yaptı. “Ben karşıdaki berbere tıraş olmaya gidiyorum. Orada pardösümü çıkarıp tıraşa oturmam lazım. Ceketimin arkası yamalı. Berber beni tanımıyor. Ceketime göre tıraş yaparsa, kılık kıyafete hevesli olan gençler tıraşıma bakıp “Bir tıraşı dahi beceremeyen bize ne öğretecek.”der. Bu cihetten hizmetimize zarar gelir.” (Yolumuzu Aydınlatan Işık, Zübeyir Gündüzalp, syf.35)

Hamdi Sağlamer ağabey mevzu ile alakalı başka bir hatırasını ise şöyle anlatıyor: Bir gün Zübeyir ağabeyimizi alışık olmadığımız bir tarzda lacivert elbise, kolalı ve manşetli gömlek, kravatlı ve kaliteli bir gözlükle Beyazıt meydanında grand tuvalet görünce hayret etmiştik. O hayretimi anlamış olacak ki, “Kardeşim, bir beyefendi ile randevum var. Nazarlarını kılık kıyafetimle meşgul etmemek için, onun alışık olduğu kılık kıyafetle gitmeyi uygun buldum. dedi. (Yolumuzu Aydınlatan Işık, Zübeyir Gündüzalp, syf.35)

Herbir nimetin iki veçhi vardır.

     Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.

İkinci veçhi ise, in’am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in’âmını ifşa, esmâsına şehadet eder.

Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur.

Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam “Ne kadar güzel oldun” dediğine karşı, “Güzellik paltonundur” dediği zaman, tevazuyla tahdis-i nimeti cem etmiş olur. (Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale)

Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.”

Eğer sen tevazukârane desen: Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirane desen: Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir.

İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir. (Mektubat, 28.Mektub, 7.Risale)

İslamiyet, Sünnetin talimi gereği, herkesi geliriyle mütenasib giyinmeye teşvik etmiş, iyi ve kıymetli şeylerin giyilmesinin günah olmadığını belirtmiş ise de, Allah rızası için mütevazı giyinmenin faziletini de belirtmiştir.

Muaz İbnu Enes(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim muktedir olduğu halde tevazu maksadıyla Allah için  kıymetli elbise giymeyi terk ederse, Allah kıyamet günü, onu  mahlûkatın başları üstüne çağırır ve dilediği iman elbisesini giymekte onu muhayyer bırakır.” (Tirmizî, Kıyamet 40)

Dinimiz, her ne kadar mütevazı bir hayat tavsiye ediyorsa da, tevazuda ileri gidip varlık içinde yokluk hayatı yaşamayı hoş görmez.

Ayet-i kerime, dünyadaki nasibin unutulmamasını emreder. (Kasas Suresi 77)

Hadiste de: Allah birinize bir mal verdi mi, onu önce kendine harcasın buyurarak daha açık bir üslupla kişinin kendisi için makul ölçülerle harcaması gereğine dikkat çeker. (Kütüb-ü Sitte, c.15, 5264)

Ebu’l-Ahvas babasından naklen diyor ki: Üzerimde adi bir elbise olduğu halde Resulullahın(a.s.v) yanına gelmiştim. Bana: “Senin malın yok mu?” diye sordu. “Evet var!” cevabıma: “Hangi çeşit maldan?” sorusunu yöneltti. “Her çeşit maldan Allah bana vermiştir; deve, sığır, davar, at, köle, hepsinden var” demem üzerine: Öyleyse Allah Teala hazretleri sana bir mal verdiği vakit Allah’ın verdiği bu nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir!  buyurdular. (Nesaî, Zinet 83)

Hasan Tayfur

Kibir Nedir?

Kibir; insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi her hangi bir meziyetinden dolayı kendini başkasından üstün görme hastalığıdır. Hak ve hakikati kabul etmemektir.

Kibrin çok dereceleri vardır. Bazısı vardır ki, insanı küfre kadar götürebilir. Şeytan, gurur ve kibrinden dolayı Allah’ın huzurundan kovuldu ve ebedi cehenneme düçar oldu. Şeytana aldanan ve Cenab-ı Hakk’ın rububiyet sıfatını taklide cesaret eden Firavun suda boğulurken, Nemrut da bir sineğe mağlup olmuş ve elim akıbete uğramışlardır. Nitekim Cenab-ı Hak bir hadis-i kudside: “Kibriya ve azamet hususunda kendisiyle çekişecek kimseyi cehenneme atacağını” haber vermiştir.

Kibrin ne kadar tehlikeli ve çirkinolduğu bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Kibirli davranarak insanlardan yüzünü dönme, çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.

Bir başka ayette de; “Cehennem, kibirliler için ne çirkin, ne kötü bir yerdir.” buyrulmuştur.

Yine başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Hem, kibirli kibirli yürüme! Zira ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara erişebilirsin..

Büyüklük ve azamet kainatı ve içindeki bütün mahlukatı yoktan var eden Cenab-ı Hakk’a aittir ve O’na layıktır. Bir kulun kibirlenmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmesine benzer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremeyecektir.” Binaenaleyh az bir kibrin ahirette böyle büyük bir cezası olursa acaba Firavun ve Nemrut gibi bu hususta haddi aşanların durumu nice olacaktır. Bu hadis-i şerifte ifade edilen kibir, Allah’a ve Peygamberlere karşı yapılan kibirdir.

Kibrin sebebi, cehalet ve muhakeme noksanlığıdır. Halık-ı Azim’in kudret ve azametini düşünen ve bilen bir insan, hiç kibir ve gurur tehlikesine düşer mi?

Akl-ı selim sahibi bir insan hayal ve vehimden ibaret olan kibrin ne kadar manasız olduğunu anlar. Eğer kişiyi gurur ve kibre sevkeden, onun ceddinin ve neslinin şeref ve fazileti ise bu kendisine bir şeref kazandırmaz. Soyu ile övünmek ahmaklıktır. Kabil, Hazret-i Âdem’in oğlu idi, ancak babasının Peygamber olması, onu küfürden kurtarmadı. Nuh (a.s)’un oğlu da babasının peygamberliğini kabul etmeyerek ebedi felakete sürüklendi. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Atalarınız ile övünmeyi terk edin

Eğer insan kendinde var olan kudret, servet ve marifetten dolayı gurur ve kibre giriyorsa, bu da pek manasızdır ve büyük bir cehalettir. Zira, bir insan fil kadar kuvvetli ve kaplan gibi cesaret ve şacaatli olamaz. Sonsuz kudret sahibi olan ve kendisindeki bu nimetleri ona ihsan eden Cenab-ı Hakk’a karşı böyle bir harekette bulunmak en büyük felakettir. İnsan ne kadar kuvvet ve iktidar sahibi olursa olsun, bunların bir gün mutlaka elinden çıkacağını düşünse kesinlikle gurur ve kibre düşmez. Akıllı insan kendisinde bulunan maddi ve manevi nimetlerin Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremi olduğunu bilmeli, bir anda yazı kışa, kışı yaza çeviren Allah’ın bu nimetleri elinden her an alabileceğini unutmamalıdır ki, gurur ve kibre düşmesin. İnsan bütün bu nimetleri Allah’ın ikramı olarak görür ve şükür ile mukabele ederse bu hastalığa düşmez.

Eğer kişi, gençliğinden ve hüsn-ü cemalinden dolayı gurur ve kibre düşüyorsa bilmelidir ki, bu geçlik ve güzellik kısa bir zaman sonra elinden çıkar, yüzü kırışır, saçı ağarır ve beli bükülür. Gençliğinden ve güzelliğinden bir eser kalmaz.

Eğer onu gurur ve kibre götüren akıl ve zekasının çokluğu ise, bu durum da onun akılsızlığına delildir. Ama ne yazık ki, insan kendisinde bulunan bütün nimetlerin fani olduğunu bildiği halde, yine de o zavallı kibir ve azameti elinden bırakmaz. Zengin ise fakirleri, rütbe sahibi ise idare ettiği kimseleri, ilim sahibi ise kendinden aşağı mertebede olanları hakir ve küçük görür, fahr eder, gurur ve kibre düşer.

Eğer kişi ilim ve faziletinden dolayı kibre giriyorsa, bilmelidir ki, o ilim de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Kibir ile ilim bir arada bulunmaz, bunların bir kişide cem olmasına taaccüp edilir. İmam-ı Gazali Hazretleri ilminden dolayı gururlanan kişiler için şöyle der; “ Böyle bir kimse ilme vakıf olmadığından ve cehlini ilan etmiş olacağından ona teessüf olunur. İlim silah gibidir. İlim, kibirlinin kibrini izale eder, tevazu ise, ehlinin itibarını ve derecesini artırır. İlmi ile kibirlenmek, büyük bir felakettir.” Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Âlimin afeti, kendini büyük görmesidir

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar.

Aciz, zaif ve fakir olan insana yakışan tevazu ve tezellüldür. Zira insanın izzeti Cenab-ı Hakk’a karşı zilletindedir; şükür ve secdesindedir. Akıllı insan mütevazi olur, akibetinin ne olacağını düşünerek gurur ve kibre düşmekten kurtulur. Dünyanın fani ve geçici zevk ve sürurlarına aldanıp tekebbür etmez. Zira, dünyevî makamlar, kuvvet ve servetler fânidir, geçicidir.

Tevazu öyle ulvi bir meziyettir ki, insanı Allah’a yaklaştırır, O’na dost eder ve diğer insanların da muhabbetini kazandırır. İnsan tevazu sayesinde aklen ve ruhen terakki eder ve kalben de huzur bulur. Onda şefkat, merhamet ve edep gibi bir çok hisler meydana gelir. Bu haliyle diğer insanlara bir numune-i misal olur. Tevazu göstererek gurur ve kibirden kurtulan insan şeref ve itibar sahibi olur. Allah dostlarının kalplerini nazargâh-ı İlahi bilir ve onları incitmemeye gayret eder.

Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Dağda ve sert toprakta mahsul yetişmez. Aynı şekilde hikmet de, mütevazı olanın kalbinde yerleşir, kibirlinin gönlünde yerleşmez.

Bediüzzaman hazretleri gurur ve kibirin ağır bir yük ve tavazunun ise çok lezzetli ve mükafatlı olduğunu veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

Gurur ve kibirde öyle ağır yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle iskiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terki-i anâniyette öyle lezzetli bir mükâfât var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Tevazu sahiplerinin özelliklerinden biri, bir ayette mealen şöyle ifade buyrulur: “ Ve rahmanın –halis- kulları onlardır ki, yer yüzünde mütevaziane bir halde yürürler ve cahiller onlara hitabettikleri vakit “ selametle” derler.

Evet, tevazu ehli olanlar, azamet-i ilahiyeyi düşünerek kibir ve gururdan kaçınırlar. Kendi acizlik ve fakirliklerini bilerek rıfk ile hareket ederler. Hiç kimseye karşı mütekebbirane ve hodfuruşane bir vaziyet almazlar. Birtakım cahil ve sefih kimseler o mütevazi zatlara karşı hoş olmayan davranışlarda bulundukları zaman, onlar fena bir tarzda mukabelede bulunmazlar.

Bir insanın gurur ve kibir hastalığından kurtulmasının bir çaresi de hüsn-ü zan sahibi olmasıdır. Hüsn-ü zan bir kimse hakkında iyi niyetli olma halidir. İnsanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak sünnettir. Hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi olduğu gibi, kişinin kibir ve gurudan kurtulmasının da çaresidir.

Çünkü insan kendi hatalarını ve günahlarını çok iyi bildiği halde, karşıdaki insanın işlediği günahlarından tam manasıyla emin değildir.

Mehmet Kırkıncı

Geniş Daire Faaliyetleri

Evvelâ umumî bir kaideyi nazara almak lâzımdır. Şöyle ki: Esbab ve zıdlar karması olan bu alemde çok şeyler var ki ,kubh, hüsn, zarar ve fayda gibi zıdları tazammun eder. Bu durum karşısında hak düsturlarına uymaya bedel meyline uyan insanlar, mevzu edilen mes’elenin kendi meyline göre hoşlandığı cihetini görür ve gösterir ve böylece aldanır ve aldatır. Halbuki dinî mes’elelerde asl olan, Kur’andan gelen hükümleri esas almaktır. Bu kaide unutulmamalıdır. Dine hizmetin esasları ve hizmet ehlinin evsafı bilinmez ver hizmetler buna göre yapılmazsa, mühim hatalara sebebiyet verilmiş olur. Bu bakımdan geniş dairede içtimaî faaliyetler ve dine hizmet çalışmalarının nüsbet mânada yapılabilmesi için, bid’alara bulaşmamak ve hizmet-i Kur’aniyeyin esasını teşkil eden hâlis iman hizmetinden geniş dairelere nazarları çevirmemek icab eder. Böyle müsbet ve tavizsiz hizmet ve faaliyetlerin yürütülebilmesi de ancak gerekli olan şartların varlığı ile mümkündür.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususa dikkat çekerek der ki :
“Risale-i Nur’un meslebi, sâir tarikatlar, meslekler gibi mağlûb olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri îmana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniye olduğunu isbat eder. O dâirenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette ve hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağlûbane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde veya te’vilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i dîniye edilebilir, diye hâdisat bize kanaat vermiş.”(Em:63)
Halbuki Risale-I Nur’un haslar dairesi; ihlas sadakat, takva, azimet gibi keyfiyet hususiyetlerinde a’zamiyet mesleğini takip etmekle ve numune-i imtisal ve şayan-ı itimad ve nokta-i istinad olacak merkezi mâneviye vasfını muhafaza etmekle mükellef bulunmaktadır. Evet:
“Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.”(K.L.78)
Malumdur ki:
“Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır.”(K:148)
“Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.”(K:148)
Hem yine Hazret-i Üstad, mevcut hâkim cereyanların tasallutundan bahisle,şu ikazda bulunmaktadır:
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a’zam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.
Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risale-i Nur şakirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. Her ne ise… Bu mes’ele şimdilik bu kadar yeter.”(K:90)
Demek oluyor ki geniş dairede beklenen zat dahi, ittihad-ı İslamın teşekkülü ile ona istinad etmesi gerekiyor. Nitekim:
“O zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.”(E:266)
Hem  “O zâtın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.”(S.T:9)
Binaenaleyh o zâtın böyle bir kuvvete dayanmadığı takdirde, mezkûr hâkim cereyanların tasallutundan dolayı geniş dairedeki vazifelerden feragat edip en a’zam mes’ele olan iman hizmetini esas yapması icab ediyorsa, bugün iman hizmetinde vazife alanların elbette ki manevi hizmeti daha çok tercih etmeleri lazımdır.
Hem mezkûr ikaznamede, külli ifsadat içinde umumi ahlâkın bozulması ile itimadın sarsılması sebebiyle bu bozuk vasatta geniş daire faaliyetlerinin sağlam ve tesanüd esaslarına müstenid şekilde yapılamayacağına ve en selâmetli hizmetin Nur’un halis hizmeti olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü şer cereyanı, ya hizmet cemaatinin içine hulûl ederek içten bozmak için sinsi plânlarını tatbike çalışır veya imha etmek ister. Bu manada Hz.Üstad şöyle diyor:
“Sizin beraetiniz ve manen galebeniz, zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.”(K:147)
Aynı şekilde
“Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski plânlarını bırakıp, daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O plânların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, gül ve nur fabrikasının kahraman şakirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar.”(E:125)
Ve “Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur Talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları, Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya sâfiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur Talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar.”(T:690)
Aynı şekilde ihtilâfları tahrik ederek tefrikaya düşürmeye, içten tahrife ve bozmaya çalışırlar.Nitekim Hz.Üstad diyor:
“Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat’iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor.”(L:85)
Eğer böyle planlar netice vermiyorsa, çeşitli bahaneler çıkarıp o bahaneler perdesi altında su-i kast planlarını tatbikle tecavüz etmek isterler.Evet
“Ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksadları; benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zâten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi; sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdeta ne için karışmıyorsun, tâ karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar.”(E:17)
Hatta bu gizli düşmanlar gayeleri için en şenî planları hazırlayıp tatbik edebilirler. Hz Üstadın bir beyanı şöyledir:
“Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çıkarmak için bütün kuvvetiyle en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor, o plânı sair sû’-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu, benden halkları ürkütmek ve vazgeçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı Nuriye tevessü’ ediyor.”(E:147)
Bu din düşmanlarının çeşitli plân ve niyetlerini bilen Bediüzzaman Hazretleri bunların işi nereye kadar götürmek istediklerini göstermek bakımından şu misalide veriyor:
“Otuz sene evvel Dâr-ül Hikmet a’zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dâr-ül Hikmet a’zasından Seyyid Sa’deddin Paşa dedi ki: “Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız.” diye senin i’damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.” Ben de “Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez” dedim.
İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü’ etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi ondokuz defa oldu.) En son dehşetli plânları, sâbık dâhiliye vekilini ve Afyon’un sâbık valisini, Emirdağı’nın sâbık kaymakam vekilini aleyhime sevketmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zaîf, ihtiyar, merdümgiriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir bîçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki; bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde; inayet ve hıfz-ı İlahî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.”(E:193)
Hz. Üstad bir suale verdiği cevabında mezkûr ifsad komitesinin bu tarz plânlarına icmalen şöyle işaret ediyor:
“Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?
C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan herbir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes câmilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dâr-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci’ ediyordu.”(S.T.İ.89)
Risale-i Nur ‘daki has ve halis iman hizmetini geniş dairedeki hizmet şekline çevirmekle daha faydalı neticeler alınabileceği yolunda telkinatlarda yapıla gelmektedir. Bu tarz fikirler çok cazip görünse de Risale-i Nur böyle zâhirde şa’şalı hareketlere ve cereyanlara dâhil olduğu ve bu nevi hareketlerle ihtilata girdiği görülmemiştir. Nitekim Hz.Üstad bu manada çok cazip bir teklifi kabul etmediğini, hikmetleriyle beyan ederek, Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli bir düsturu olarak şu hâdiseyi ibret nazarlarına arz eder:
“Büyük memurlardan birkaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi’ olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”(E:11)
Yine bir mektubunda aynı mânayı te’yiden ve şayan-ı ibret ve teemmül olan bir ikazı da şöyledir:
“Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talib olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? şiddetle çekiniyorsun?
Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi’ ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi’ olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.”(E:74)
Yine aynı hükmü te’yiden Hz. Üstad:
“Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde (Ş:374)
Diyerek devam eden beyanında da Risale-I Nur’u geniş sahada neşredecek olan diplomatlardan dahi ihlas için uzak durduğunu ve bu içtinabından dolayı da muhalif ve muvafık iki siyasi cereyanın eziyette bulunduklarını, buna bedel Nur’un ve hizmetin safiyetinin muhafaza edildiğini açıklıyor. Demek oluyor ki, geniş dairedeki ünvanlı şahsiyetlerle temas ve ihtilatın zahirde getireceği faydadan daha çok manevi zararı vardır ki men ediliyor.
Aynı mes’eleyi tahkim ve ehemmiyetini tebarüz ve mesleğin bir hususiyetini beyana vesile olan bir suale verdiği cevapta şöyle demektedir:
“ Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.”(E:39)
Evet, Nur’un hâlis iman hizmetindeki hizmet ehlinin ,bu acib asırda keyfiyet hususiyetlerini muhafazada çok dikkatli olmaları icabediyor. Geniş daire faaliyetlerine Nur’un ikaz ve irşadları tebliğ edilmeli, fakat ihtilatsız ve Nur’un izzet ve hâlisiyetini incitmeden, yani tâbi ve dahil olmadan, diğer bir ifade ile hizmet-i imaniyenin umuma ders veren mal-ı umumilik vasfı muhafaza edilmek şartıyla olmalıdır. Yoksa geniş dairenin, nefsin hissiyatına hoş gelen şa’şalı faaliyetlerine fiilen katılıp hizmet ehlinin nazarlarını hârice dağıtmak, hizmet ehline fütur getirmek olur ki bu büyük zarardır. Mutabık-ı hal demek olan belağatın icabı olarak her türlü teşvikler, nefsin hissiyatına hoş gelmeyen manevi hizmetlere yapılmalıdır.
Hakiki Nur talebeleri tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet gibi meziyetlerinin iktizası olarak hizmeti Nuriyede bulunurken böyle şa’şaalı, cazibedar ve tezahüratlı faaliyetleri esas alamaz. Belki esas vazife-i Nuriye ve mânevi hizmet hayatı, a’zami ihlas ve sadakat üzere tam ve ciddiyetle muhafaza edilmek ve hâslar dairesinin manevi merkeziyeti ve müessiriyeti tam yerleşmiş olmak ve geniş dairedeki faaliyetler meşruiyet içinde Nur’a muvafık tutulmak şartıyla, hem bu faaliyetlerin lüzüm derecesinin imana nispetle ikinci ve üçüncü derecede olduğunun da şuurunda olmak ve haslar dairesini korumak kaydiyle, içtimai faaliyetlerin hizmet-i diniyeye vereceği faydaları, hatalarını, hatalarını örtebilir veya aşabilir ve bu şartlarda makbuliyeti kazanabilir.
Haslar dairesini muhlas hizmetkârlarının tezahürattan uzak mahviyetkâr vasıfları, Risale-i Nur’un muhtelif eczalarında tavsif edilmiştir. Ezcümle Şualar’daki bir ifade şöyledir: “Evet bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibi, mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip, mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.(Ş:748)
Tezahürata riyakârlık manasında bakan Hz. Üstad şöyle diyor:
“Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hodfüruşluk, bir enaniyet manasını verip halklarla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlahînin ihsanı ile sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mecbur olmasın ve hatırları da kırılmasın.” (E:237)
(Mevzu ile alâkalı tafsilat için Hizmet Ehlinin Hususiyetleri adlı Nur eczalarında alınmış toplamaya bakılabilir)
Mezkûr ifadelerden açıkça görülüyor ki tahkiki iman dairesinde ihlâs ve sadakat ehli olan şakirdler, şa’şaa ve tezahürat âlemlerine girmezler.
Bir mahkeme münasebetiyle Hz. Üstad’ın yazdırdığı, gayr-ı münteşir ve has daireye bakan bir mektubda da bu mes’eleyi çok derin hikmetiyle ifade edip der ki:
“Aziz kardeşlerimiz Ahmed Feyzi, Mehmed Emin.
Necded Bey’in tekrar ifade vermesini bildiren mektubunuzu aldık. Üstadımıza okuduk. Üstadımız sizlere selâm ediyor ve muvaffakiyetler niyaz ediyor ve diyor ki:
“Aziz kardeşlerimiz, şu dünyanın gidişatı ve hâdisatın sevkiyatı her dâim bitamamihâ âhiret hesabına olmasından, ehl-i hakikat âhiret ve beka itibariyle dünyaya bakıyorlar. Bu dünyada muvaffakiyet ve parlak saadet maksud-u bizzat değil. Belki rıza-yı İlahi ,saadet-i ebediye gibi ulvi emirlerdir. Esma-i hüsnanın mütenevvi tecelliyatına mazhariyet kesbetmektedir. Mahiyet-i insaniyede münderic acz, fakr, zaaf gibi madenleri tazyiklerle işlettirip dergah-ı uluhiyete iltica ettirmektedir.
Eğer bunlar olmasaydı, yalnız kürsülere çıkıp konferanslar ve vaazlar vermek , fikrî münakaşalar yapmak gibi meşru’ hususlar dahi olsaydı sönük kalırdı, tam kemal olmazdı. Hakiki ubudiyet yapılmayacaktı, yalnız bir cihette ayinedarlık olurdu. Mes’ele ruhun derinliğine nüfuz edemeyecekti.
İşte bu ve bunun gibi daha birçok sebebler var ki; Risale-i Nur şakirdleri cüz’i külli dünyevi müzayakalara, kederlere düçar oluyorlar. Tâ ihlaslarını muhafaza edebilsinler, hâdisatın şaşaa-i surîsine kapılıp aldanmasınlar.
Hatta bu sene içinde Üstadımızın Ankara ve İstanbul’a son seyahatları ve neticesinde muhalif ve muvafık muhitlerin birinden Nur’a iltihakları mana teşkil edip meydana gelen Risale-i Nur talebelerinin azîm manevi kuvveti icabı iken Risale-i Nur’un nurani ,bedi’ ve ulvi dairesine nâehiller girmemek ,dünyevi ve siyasi cereyanlar buluşmamak için kader-i İlahi dest-i inayetle muhafaza ediyor, sırrı imtihanı muhafaza ediyor gibi bazı sebebler olsa gerektir.
Çok selâm ve muvaffakiyetler.
Kardeşiniz Zübeyr, Mustafa Acet”

Hakiki Nur şakirdlerinin ehl-i dünyaca mahkemeler vasıtasıyla taciz edilmeleri gibi hadiselerin, âlem-i İslam’ın Nurculara itimadına vesile olduğunu anlatan, gayet mânidar ve medenilerle ihtilâtı hoş görmeyen mektup dahi şayan-ı teemmüldür. Şöyle ki:
“Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te’hirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za’f gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te’hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.”(E:107)
Mesnevi-i Nuriye’de de şu ifade var:
“Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.” (Mesnevi N.126)
Nesebi âl’e mensub ve içtimai geniş dairede vazifedar olan gelecek zatın vazife makamının nokta-i nazarıyla, asıl mehdiyetin birinci vazife sahasına yani safi ve şaaşasız medreselerdeki hizmetlere bakmanın ,yani dar ve geniş daireleri birbirine karıştırıp tefrik etmemenin mahzurunu anlatan Bediüzzaman Hz.leri şöyle diyor:
“Nurların fütühatını kalben temaşa ederken ,bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nispeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki : O fütuhatta binler hamd ü sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi.Ben o halde iken anladım ki , makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzu bahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkımda olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyede ki ihlâs-ı tamme bırakmağa mecbur eder.”(Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuasının zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektuptan)
İşte bütün bu mezkûr ifade ve beyanlar gibi Risale-i Nur’daki daha birçok ifade ve beyanlar müvacehesinde ve dikkat ve insafla bakılıp teemmül edilmesi halinde Nur’un haslar dairesi; bütün âlem-i İslam’da bir itimad merkezi olmak manasında ciddiyete sahip ve esasat-ı Nuriyenin muhafızlığı vasfına haiz olmasına binaen geniş Nur dairesinin itimad ve hürmetine mazhariyeti neticesi, tesanüde vesile olmak gibi çok mühim vazife-i maneviyeyi hâmil olan manevi bir dairedir. Geniş dairenin hizmette istikamet ve istihdamı için varlığı elzemdir. Hizmette teşettütü kaldırıp tevhide medardır. Varlığı ve müesseriyeti, resmi ve zecri değil manevi ve vicdanidir: Yani hürmet ve itimad evsafına sahip olmanın bir neticesidir. Bu sebeble bu dairedeki hizmet ehlinin hayat seyri, şaşaasız bir derece başkalarından farklı olmak gerektir.

Araştırmacı Yazar
Süleyman Yasin AKDENİZ

Yalnız kalan limon ağacı

Zengin bir iş adamının bahçesinde, yanyana dikilen iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek istemezdi.

Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi.

Büyük ağaç, iyice kasılarak:
—Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı. Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz.

Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengarenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysa ki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu.

Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti. Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.

Tohumların teklifini kabul ederken:
—Sizlerle birlikte olmak, bana mutluluk verir, dedi. Böylelikle yalnızlık da çekmeyiz.

Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı:
Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez, diye tekrarlıyordu. Güzellerden güzellikler doğar sadece.

Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.

Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi, o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.

Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.

Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.

Cüneyt Suavi