Etiket arşivi: tevbe

Mü’min Havf ve Reca Ortasında Olmalı!

Kur’an’ı Kerim şura süresi, ayet 25’te mealen şöyle buyurur: “O’ kullarının tövbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”

Keza, “Ey kendilerine haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar ve gerçekten O’ çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” Zümer, 53.

Tövbe ettikten sonra affolunmayacak günah yoktur. Ancak günahın affedilip affedilmeyeceğini bilinmez. Tövbe ettikten sonra Allah dilerse affeder, dilerse affetmez. Bunun için tövbe kabul şartlarına uygun olması gerekir.

Evet, böyle kudret sahibi olan Allah (cc) kullarını affediyorsa, kul neden O’na kulluk görevini samimi bir tövbe ile yapmasın. Günahlara hemen tövbe etmesin.
O zaman tövbe nedir? Sözlük anlamı: Dönmektir. Dinen, Allah’a yönelmektir. Yapılan kötülüklerden ciddi pişmanlık duymaktır. Kişi yaptığı günahlarından yürekleri yanıyorsa, vicdanı rahatsız ise, gözlerinde yaş akıyorsa, kalbi hüzün ve kederleniyorsa işte tövbe budur. Böyle bir tövbe sahibi, inşallah Rahman ve Rahim olan Allah’ın affına mazhar olur.

Evvela Kul hakkı dışında Allah’a karşı işlenmiş günah için tövbenin şartı nedir?

1- Günahtan tamamen vazgeçmek.

2- Yaptığına pişman olmak

3-  Bir daha ona dönmemek.

Allah’ın hakkı ödemek için bir daha hata ve günah işlememek üzere samimi bir tövbe ile Allah’ a yönelmek lazımdır. Bu arada kazaya kalmış namazları kılmak, tutmadığı oruçlarını tutmak, varsa zekâtı vermek, hacca gidebilecekse gitmek. Yani doğru bir tövbe ile Allah’a dönerse, tamamen borcunu ikmal edilemeyecek durumda olsa da, o zaman umulur ki Allah (cc) onu affeder.

Eğer kişi, kul hakkıyla ilgili bir kötülük işlemişse, hak sahibinin hakkını ödemek, onun rızasını almak, buda tövbenin kabul şartlarındandır. Yani üzerinde kul hakkı varsa, öncelikle alacaklı kişi ile helalleşmesi, hak sahibi ölmüşse baba – anne, evlatları veya yakınları ile helallik istemesi şarttır.

Her şeye rağmen gene de takdir Huda’nındır. Kimi affeder, kimi cezaya müstahaksa cezalandırır.  Tamamen O’nun bileceğidir. Biri kalkar kebair günahları işler,  insanlara zulüm eder, “nasıl olsa tövbe ederim. Allah’ta beni affeder,” Allah’a karşı, bunu demek kadar terbiyesiz ve edepsizlik olamaz. Böyle canilerin affı, ancak Allah’ın Kahhar ismine ve gazabına dokunmaktan başka ne olabilir?

O ZAMAN NE YAPMAK LAZIMDIR.

Bir kere yapılan günahlara karşı ciddi manada ve bir daha dönmemek üzere tövbe etmek.  Yapılan kusur ve hatalardan dolayı samimi ve içten af istemek, varsa üzerindeki kul hakkı ödemek şarttır. Tabir caiz ise Kul, Allah’a adım atarsa;  O’ kuluna koşarak gelir. Yeter ki tövbede samimiyet varsa…

Şanı Yüce olan Allah’ın affına bakın. Affedilmiş kimse daha sonra yeniden günah işlese, â’mal defterine eski günahları avdetmez. Çünkü onlar artık affedilmiştir. Sadece işlediği yeni günahları yazılır. Mü’min tövbeden sonra da durumu ne olduğunu bilmediği için, sürekli tövbe etmesi gerekiyor. Daima havf ve reca arasında, yani hem korku ve hem de ümit içinde olmalıdır. Zira Allah hem Gaffar’dır, hem de Kahhar. Bağışlaması da, kahrı da vardır…

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

16.1.2014

www.NurNet.org

Doğru Yolda Yürüyebilmek

yol üzerinde soru işaretiEvet aklı yerinde kalbi bozulmamış insan kendini ebedi azaptan kurtarmak için, ne pahasına olursa olsun eski olumsuz hayatını terk edip  doğru yolu bulmayı arayacaktır. Arkadaşları mı onlara ters bakacak, akrabaları mı ayağını kesip haksız olarak onlarla dargınlık tutacak, hiç mühim değil, yeter ki bu kardeşler, kendilerini ölü atomlardan yaratıp önlerine türlü türlü nimetler seren Allah’ı darıltmasınlar, üstelik  öbür hayatta Allah onlara vaad ettiği nimetleri elden kaçırmasınlar. Orada ki o güzel nimetlerden mahrum kalmamak için lazım olanı yapsınlar. Evet geleceği görmek için düşünüp çalışmak yine size düşüyor benim genç kardeşlerim.

Ah! Ölüm fırsatlarını ellerinden daha almayan kardeşlerim! Allah bizleri çok sevdiği için, bize taşıyamayacağımız yükü yüklememiş. Yasak ettikleri şeyleri için, yani sınırı tecavüz ederek herhangi bir günahı yaparsak, günahlarımızı bire bir yazıyor, hem belki pişman oluruz diye fırsat tanıyıp yedi sekiz saat geçtikten sonra sağ taraftaki melek solda olan meleklere yazmaya izin veriyor. Çünkü hüküm onda. Fakat Allah yap dediği şeylere Yani yapmamızı emrettiği şeylere  boyun eğip  yaparsak sağdaki melek sevaplarımızı, en az bire on, yüz, yedi yüz, yedi bin, Ramazan ayında Allahın emri ilebir sevap için 30.000 yazıyor. Ne mutlu aklını kullanıp nefsin, şeytanın ve iki ayaklı şeytanların oyunlarına gelmeyenlere.

Bunun için, genç erkek ve hanım kardeşlerime çok rica ederek yalvarıyorum! Aklı sağlam kalbi bozulmamış kardeşlerim! İlk önce Allahın yasaklarından kaçının, sonra  beş vakit namazı terk etmemeye kesin karar verin. Çünkü Allah’u Azimüşşan Kur’an-ı Keriminde namazı 119 yerde zikrederken onların içerisinde 70 yerde kılmamızı emrediyor. Düşünün bir patron işçisine ayni işi, iki üç defa emrederse, o iş çok ehemmiyetli olduğu meydana çıkmaz mı? Peki yalnız namaz değil, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah, bu kadar çok defa bu emri bize tekrarlarsa, demek bizim onu yapmaya çok ihtiyacımız var ki, Rabbimiz bize ısrarla onu emrediyor. Evet! Bu sözümü sakın unutmayın! Müslüman için namaz çok ehemmiyetlidir.. Namazın  ehemmiyetinden ötürü, burada birkaç ayetin manasını ortaya koymaya çalışacağım:

Allah’u Azimüşşan Kur’an-ı Kerim’de “Hem âilene (ve ümmetine) namazı emret, hem de sabırla ona devam et!”  (Taha 132)

Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin (Bakara 45)

Namazlara, özellikle orta namaza devam edin ve kalkın Allah için divan durun! (Bakara 238)

Sana vahy edilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. (Ankkebût 45)

Onlar, Allah anıldığı zaman, kalpleri oynar, kendilerine gelen musibetlere sabrederler namazı devamlı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz şeylerden başkalarına dağıtırlar. (Hac 35)

Bir de namaz kılın, zekatı verin ve Peygamber’e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz. (Nûr 56)                                                                                                            (Şûrâ 38)

Ey iman edenler Cuma günü namaza çağırıldığınız zaman, hemen Allahın zikrine (anılmasına) koşun ve alım satımı bırakın; eğer bilirseniz o sizin için daha hayırlıdır. (Cuma 9)

Hadisi şeriflerde:

”Namaz dinin direğidir.”

“Ahirette ilk olarak namazdan suale tabi olacağız.”

“Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır.”

“ Sizin amellerinizin en hayırlısı vaktinde kılınan namazdır.”

Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şöyle söylediğini işittim:

“Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?”

“Bu hal, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!” Ondan sonra Aleyhissalâtu vesselâm:

“İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah kılınan namazlar sayesinde (namaz kılanın) bütün hatalarını siler” buyurdu.” (Buhari mevakıf:6 Müslim 282 ….)

Biz Müslümanlara, bu büyük kârı elde etmek çok kolay. Yeter ki karar kesin olsun ve eski hayattan kurtulmak için tesirli bir sebep olan, önümüzde dikilmiş ölümü akılla görebilmek ve ister istemez yapayalnız gireceğimiz o mezarı düşünebilmektir. Biz ancak bu şekilde eski kötü alışkanlığımızdan kurtulup Allah’ın dediğini yapabiliriz.

Evet başka hiçbir  alternatif yok, o mezar ağzını açmış bize bakıyor, ama bugün ama yarın, hiç şüphesiz ki bir gün oraya girilecektir. O mezar bizim karşımızda, insanları asan darağacı gibi dikilip dururken, akıllı insan için oraya giden yolu çim halı döşeseler, halının güzelliğinden kıvanç duyup zevk alınır mı? O yolun etrafında güzel kokulu güller, karanfiller, tatlı baklavalar serseler, önünde o darağacı dururken onlar insana lezzet verir mi? Hayır! Akıllı insan için, o ölüm problemini halletmeden ona hiçbir şey ne tat verir ne lezzet. Onun için biz dünya hayatımızla beraber ahiret hayatımızı da cennet yapmak için ibadetlerimizi, bilhassa namazımızı terk etmemeye çalışacağız.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bir insan Kazanma Metodu Olarak; “Tevbe…”

Bazen çocuk eğitiminde fıtratı/yaratılışı unuttuğumuzu düşünüyorum. “Ağaç yaşken eğilir!” mantığıyla bu işe sarılanlar, yaşı eğmeye çalışırken, o tazeciklerin çok dalını da bilmeden kırıyorlar. Hedef ‘eğmek’ olunca, kırılanlar çok da umurlarında olmuyor çünkü. Fıtrat yön vermiyor o zaman eğitime. Allah’ın yarattığı (fıtrat), yön verilen oluyor, köreltiliyor. Herkes aynı marangozhaneden çıkmış mobilyalar gibi. Fikir aynı, not aynı, tavır aynı… Bizi, birbirimizden yalnız numaralar ayırıyor: 354 Ahmet, 355 Turan, 356 Türkan, 357 Salih… Sistem bizi yalnız bu kadar farklı görüyor. Yahut da yalnız bu kadar farklı olmamıza müsaade ediyor.

Karne dönemlerini hatırlıyorum aradan yıllar geçse bile. Zayıflarından ötürü akşam eve gitmeye korkan çocukların sokaklarda fink attığı cuma akşamlarını unutamıyorum. Kimisi, elindeki tükenmez kalemle zayıflarını iki gibi yapmaya çalışıyor. Kimisi, karnesini yırtıp “Bana karne vermediler ki!” yalanına replik hazırlıyor. Ağlayanlar var. Bildiğin, okulun merdivenlerine oturmuş; “Ben bu karneyi nasıl evdekilere gösteririm?” diye ağlayanlar var. Kimisi daha da çekingen. Olabileceklerden o kadar korkuyor ki, kafasında ölmek ama eve gitmemek var (Allah korusun). O kadar kötü birşey olarak görüyor karneyi. Hayatının dönüm noktası gibi görüyor. Sanırsınız, ahirette hesabı bu karneden görülecek. Cennet/cehennem bu notlarla belirlenecek.

Neden mi böyle oluyor? İşte karneyi aynen öyle lanse ettiğimiz için sevgili büyükler. Bunu biz yapıyoruz. Koca koca hayatları olacak çocukları; minik minik karnelerde, evraklarda boğuyoruz. Büyük ruhları, hayalleri; küçük notlarla, mizanlarla ölçüyoruz. Diyeceksiniz ki; “Sistem böyle, başarılı olmak için notlarının iyi olması şart.” Peki, sizce bu sistem Allah’ın insan kazanma sistemi mi? Yoksa bizim garip icatlarımızdan birisi mi?

Geçtiğimiz ay Nesil Yayınları’ndan okuruyla buluşan Tevbeyi Yaşayanlar’ı okurken aklıma bunlar geldi hep. Yazarı Said Demirtaş’ın peygamberler tarihinden tutun asr-ı saadete, oradan günümüz yaşanmış örneklerine kadar bir dizi kırılgan hayatı konu ettiği bu kitap, aslında her ebeveynin okuması gereken cinsten.

Mesela orada Bişr-i Hafî ve Fudayl b. Iyad gibi iki örnek var ki; gerçekten manidar. Birisi, yaşadığı şehrin meşhur sefihlerinden; diğeri yaşadığı yörenin en namlı eşkıyalarından. Birisi, alkole düşkünlüğüyle herkese illallah dedirtecek kadar meşhur bir içici; diğeri bütün kervancıların kendisinin korkusundan yaka silktiği bir yolkesici. Ama en nihayet vardıkları nokta ne oluyor? İkisi de yaşadıkları dönemin meşhur velilerinden olarak hayatlarını tamamlıyorlar. Belki kullar çoktan geçiyor onlardan, ama Allah asla vazgeçmiyor.

Tevbeyi Yaşayanlar’da anlatılan kıssalar, hayatın içinde rastladıklarım ne kadar farklı birbirinden. Biz, çocuklarımızdan ve çevremizdeki insanlardan ne kadar da çabuk vazgeçiyoruz aslında. Sanki kapı tekmiş gibi ve o kapıyı kaçırmak tüm kapıları kaçırmakmış gibi muamele ediyoruz. Allah, insanı, yüz kapılı bir saray hükmünde yaratmışken biz o kapılardan yalnızca bir tanesinin—belki sistem tarafından dayatılan bir tanesinin—açılmamasıyla çocuklarımıza eziyet ediyoruz. Yıl boyunca, karne zamanına kadar psikolojik bir gerilimin eşiğinde bekletiyoruz onları. Peki nereden biliyoruz Allah’ın o saraya o kapıdan girilmesini istediğini? Belki de Allah o çocuğa başka bir gelecek planlamış. Yok mudur okulda başarısız olup da hayatta mühim yerlere gelen? Veyahut hayatta mühim yerlere gelmeyiversin; hayatta mühim yerlere gelmek, iyi insan olmanın tek şartı mıdır? Yok mudur sıradan ama iyi insan olan?

Böylesi bir okuma için Tevbeyi Yaşayanlar kitabını hepinize tavsiye ederim. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” olarak İmam Gazalî’den rivayet edilen hadisin bir rengini belki bu kitapta yakalayabilirsiniz. Allah’ın insanlara ne kadar çok fırsat verdiğini farkederek siz de sevdiklerinize hayatlarında mutlu olmaları için daha fazla fırsat verebilirsiniz. Ve en önemlisi; onlardan bu kadar kolay vazgeçmezsiniz. Çünkü Allah, umut kesmeyi yasaklamıştır. Yalnız kendisinden değil, çocuklarınızdan da…

 Ahmet AY

twitter.com/yenirenkler

Temizlik Ordusunun Askerleri

İnsan, uçsuz bucaksız kâinat denizinin içinde bir kabarcık kadar bile yer tutmayan dünya küresini kendisinin bile yaşayamayacağı hale getirecek kadar kirleten acayip bir varlıktır.

Bu haliyle öyle bir hal arz eder ki, değil ikinci bir dünyayı, güneş kadar büyük sayısız dünyaları dahi kirletebilecek bir yapıya sahiptir. İnsan çevreyi kirletmekle kendi varlığını kirlettiğinin farkında mı acaba?

Bediüzzaman, Otuzuncu Lem’a’da dünyayı sürekli işleyen büyük bir fabrikaya, sürekli dolup boşalan bir hana ve bir misafirhaneye benzetir. Elbette benzetilen unsurlar insanîdir, insanların bildiği, aşina olduğu ve hatta kendi eseri olan yapılardır. Belki bütün bunları sınırlı da olsa bir fikir ve mesaj verme maksadıyla zikreder Bediüzzaman.

Zaten benzetmenin hemen akabinde benzetme yönü ve maksadını da dile getirir ve der ki: “Böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla (atıklarla), enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufûnetli (kokuşan) maddeler her tarafında teraküm ediyorlar (birikiyorlar). Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

Bediüzzaman bu eserinde temizlik kanununa dair ilginç bir noktaya daha dikkat çeker. Burada yine bizim kolayca anlayabileceğimiz bir mantık kurgusuyla izahta bulunur.

Bizim anlayışımıza göre bir fabrika ne kadar büyükse o kadar çok makine işliyor demektir. Ne kadar çok makine mevcutsa o kadar çok çalışma, ne kadar çok çalışma varsa o kadar çok üretim vardır. Ancak insanî yapı olduğu için çalışma süresiyle atık miktarı doğrudan orantılıdır. Hammaddenin büyük kısmı atılacak, hurdaya çıkacak veya posa olarak bir kenarda biriktirilecektir. Çalışma miktarı ve süresi aynı zamanda çevre kirliliğine de sebep olabilecektir. Hava, su ve toprak kirlenecek, hatta zehirlenecektir. Tedbir alınmadığı takdirde de önce o fabrikanın içi, sonra etrafı ve devam etmesi halinde daha geniş bir çevre sürekli kirlenecek, kokuşacak, yaşanmaz ve o fabrika işlemez hale gelecektir.

Ancak gördüğümüz şu dünya küresi hiç de öyle değildir. Alabildiğine büyük, alabildiğine karışık bir çalışma sistemine sahip olmasına rağmen kesinlikle kirlilik söz konusu değildir. Sanki büyüklük arttıkça temizlik de artmakta, yaygınlaşmakta, daha belirgin hâle gelmektedir. Gözümüz önündeki tablonun büyümesi temizliğe asla halel getirmemektedir. Dünyadan milyarlarca kat büyüklükteki yıldızlarda, güneşlerde, aklımızın alamayacağı kadar genişlik ve sayıdaki galaksilerde ve hatta tüm kâinatta temizlikten zerre kadar taviz verilmemektedir.

Temizlik ordusunun neferleri

Bediüzzaman’a göre bütün kâinat bir temizlik ordusudur ve her varlık o ordunun birer neferi gibidir. Her şey bu temizliğe katkı için görevlendirilmiştir. Denizlerdeki balıklar, karada yaşayan ve etle beslenen aslanlar, kartallar, kurtlar ve karıncalar temizlik komutuna itirazsız amade olan birer hizmetkârdır; cenazeleri toplayan sıhhiye memurlarıdır.

İnsan vücudundaki organlardan hücrelere kadar her bir unsur temizlik için adeta yırtınmaktadır. Kandaki alyuvarlar ve akyuvarlar temizlik görevindedir. Aldığımız her nefes, akciğerlerde temizlenerek kana geçer, kandaki kirli havayı dışarı atar. O temizlik emrini gözkapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek suretiyle yerine getirirler. Hava, zemin yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra, gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla (mükemmel bir disiplinle) çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösterir.

Bediüzzaman’ın gözümüz önüne koyduğu temizlik tablosunda sayısız temizlik mucizeleri resm-i geçit yapar. Bu tabloda zerre ile güneşin temizlik emrine riayette farkı yoktur. Birisinin gösterdiği teslimiyet ve temizlik aşkı diğerinden ne geri ne de fazladır.

O halde bir atom tanesinin temizlik kanununa kusursuz riayeti o kanunu koyan gücün, iradenin ve hâkimiyetin varlığını da açıkça göstermektedir.

Kirli beşer veya beşerin kiri

Bu muazzam ve muhteşem temizlik tablosunu kirletmenin ne demek olduğunu düşünebilir misiniz?

En büyük cirimlerin dahi zerre kadar ihlal etmediği bir kanuna cirmi küçük ama cürmü âlemler kadar büyük beşerin kirli elinin karıştığını söylesek?

Uçsuz bucaksız kâinat denizinin içinde bir kabarcık kadar bile yer tutmayan dünya küresini kendisinin bile yaşayamayacağı kadar kirleten bir acayip varlıktır insan. Üstelik kendi küçüklüğüyle birlikte, üzerinde yaşayabileceği bir başka gezegen olmadığını bile bile. Ama bu haliyle öyle bir hal arz eder ki, değil ikinci bir dünyayı güneş kadar büyük sayısız dünyaları dahi kirletebilecek bir yapıya sahiptir. İşte insanı böylesine kötü ve bu derece tehlikeli hâle getiren bu yönü ve özelliğidir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “fısk çamuruyla mülevves”, yani günah bataklığına saplanmış bir kafa yapısının ortaya çıkardığı ve yaygınlaştırdığı bir hayat felsefesidir insanı insanlıktan çıkaran. Yaratılış gayesini unutan, hedefini kaybeden beşerin elindeki kir, aslında bir isyanın ve cinayetin de açık delilidir.

Günümüzde hepimizi, tüm insanlığı tehdit eden çevre kirliliğinin başına “küresel” nitelemesi konuluyor. Ama Bediüzzaman’ın da dikkat çektiği ve beşerin sebebiyet verdiği cinayetler tablosu küresellikten çoktan çıkmış, “evrensel” boyutlara ulaşmıştır. Kirle ve kirlenmeyle açığa çıkan bir “evrensel isyan”la karşı karşıyayız.

İsraf, hırs, gasp, haksızlık, adaletsizlik, tahrip, cinayet, kibir, gurur…

Bu isyanın cezası da elbette çok büyük olacaktır.

İşte tam burada devreye ancak Sonsuz Rahmet Sahibi’ne dönüşle elde edilebilecek bir arınma ve kurtuluşa erme ümidi devreye girmelidir. Suç ve ceza ne kadar büyük olsa da, kurtuluş ve halas o derece kolay gerçekleşecektir.

Çözüm gayet açık ve alabildiğine kolaydır:

Tüm insanlığı ve üzerinde yaşadığımız dünyayı korkunç bir sona ve uçurumun başına getiren süreci durdurmak ve geri çevirmek. Bu korku filmini geriye sarmak…

Yani problemin kaynağına, insanın o kirli eline ulaşmak, o eli ya temizlemek veya geri çekmek.

Bunun için de topyekûn bir anlayış, bir idrak ve bir bakış temizliğini elde edebilmek.

Nezafetin, nezahetin ve temizliğin imanla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade eden Temizlik imandandır hadis-i şerifini rehber edinmek.

İmanlı bir bakış açısına erebilmek.

Temizlik nereden başlar?

Bediüzzaman, temizlikle ilgili “Kötü hasletler, bâtıl itikatlar, günahlar, bid’alar manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız” der. Bu tespitini kuru bir iddia olarak ifade etmeyerek Muhakkak ki Allah çok tövbe edenleri ve temiz olanları sever ayet-i kerimesine dikkat çeker.

Evet, her bir günah insan için birer kirdir. Bu kirin en olmaması gereken yer kalptir. İşlenen her bir “günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” (2. Lem’a)

Bu izahta günahların kalbi kirleten, katılaştıran ve iman nurunu söndüren, karanlıklara gark eden en temel aktör olduğu vurgulanırken, günah kirinin neyle temizlendiğine işaret de vardır. Manevî temizliğin yolu “istiğfar”dan geçer. Tövbe ve istiğfarla en küçük günah kirinin dahi temizlenmemesi halinde geri dönüşü çok zor bir uçuruma doğru yuvarlanma tehlikesi vardır.

Görüldüğü gibi iç ve dış temizlik birbirini tamamlayan unsurlardır. Birisi olmadan diğerinin olması düşünülemez. İnsanın ruh dünyasındaki kirlilik eninde sonunda dışarıya yansır. Günahlar, isyanlar, inkârlar zamanla insanın iç dünyasını alabildiğine karartır. Böyle bir insan beden dairesinden çevresini kuşatan varlıklar dairesine kadar maddî temizliğe de riayet edemez. Zahiren ediyor gibi görünse de o sadece görüntüde kalır.

İç âlemi böylesine kararan, günahlarla siyahlaşıp katılaşan bir kalbe sahip insan içinde yaşadığı âlemi ne bir misafirhane olarak görecektir ne onun temizliğine dikkat edecektir. Hattâ her şeye düşman nazarıyla bakar, iyilikleri kötülük, hayırları şer olarak görecektir.

Manen temiz olmayan, günah ve inkâr kirleriyle dolu bir kalbin sahibi ne kendini, ne çevresindeki varlıkları okuyabilecektir. Her birisi İlahî birer mektup olan eşyayı amaçsızlığa, hikmetsizliğe, hatta ademe mahkum eder. Onlar üzerinde vurulan İlahî mühürleri, damgaları okuyamaz. Hattâ temizlik hakikatini görmezden gelir. Âlemdeki eşsiz temizlik ona hiçbir şey ifade etmez. Bilakis hep olumsuz bakar, kirli görür, kirletmekte beis görmez. Hele bir de bol kazanç için her şeyi mübah gören bir kafa yapısındaysa, kendi menfaati için kıyametin kopmasına, o korkunç akıbete maruz kalınacak olmasına da bir önem vermez.

Manevî temizliğe riayet eden bir insan, kâinatta Kuddûs isminin tecellî ve yansımalarını görecektir. Örneğin hayvanlar, Allah’ın memurlarıdır, O’na ayinedarlık yapar ve O’nu zikrederler. Bazı hayvanlar yeryüzünün ve denizlerin temizlik ve sıhhiye memurlarıdır. Sineklerin bile önemli fonksiyon üstlendiği, lüzumsuz hiçbir varlığın bulunmadığı bir dünya her insan için ideal bir ortamdır. (30. Lem’a)

Dr. Veli SIRIM

Herkesin Aradığı O Kapı !

Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz çok merhametli.

Ama buna karşılık biz insanlar, kusur etmekten, günah işlemekten geri durmuyoruz.

Nefis taşıdığımız için ibadetlerimizi bile çoğu za­man eksik ve kusurlu yapıyoruz.

Ama merhametli Rabbimiz bizlere tevbe etmemiz, af dilememiz için izin veriyor ve günah­larımızı bir pişmanlığımızla adeta temizleyerek rahmetini gön­deriyor.

Aksini düşünürsek bunu daha iyi anlarız. Rabbimiz tüm canlılara ve biz insanlara azap etmek isteyen bir Rab olsay­dı, en küçük bir hatamızda hemen üzerimize azabını indirirdi. Tevbe olmadığı için günahlarımız biriktikçe birikirdi ve hep bir­likte cehennemin yolunu tutardık.

Hattâ böyle bir durumda cennet gibi muhteşem bir ikram ve mükâfat yeri de olmazdı. Ve hepimiz yalnızca azap edilmek için yaratılmış olurduk, ama Rabbimiz azap etmek isteyen bir Rab değil. Zaten öyle olsaydı bunca uyarıcı ve müjdeleyici pey­gamberlere, evliyalara, âlimlere gerek kalmazdı.

Rabbimiz bizi bizden daha çok seviyor, bize bizden daha çok acıyor ve bizi bizden daha çok düşünüyor. Günahlarımızı affetmek için bizle­re tevbe gibi bir nimeti ve Rahmeti ihsan eden Rabbimizden af diliyor muyuz? Tevbe kapısından, rahmet kapısından içeri gir­mekte acele ediyor muyuz?

Şu an hiçbirimizin haberdâr olmadığı bir ağaçtaki, bir elma­nın içindeki aciz kurdun aç karnını bilen ve onun dört bir yanı­nı rızıkla donatan Rabbimiz, bizleri de cennetine, asıl rızık ve ikram sofrasına çağırıyor. Bir pişmanlığımızla, günahlarımızın affını isteyerek bir tevbemizle oraya kavuşabiliriz.

Hayatımızda, günlük yaşantımızda bilerek ya da bilmeyerek yaptığımız kusurlarımız, hatalarımız vardır. Meselâ, bir dostu­muza karşı o anki öfkemizle bilerek kırıcı davransak, bir müd­det sonra hatamızı anlar, özür diler, onun gönlünü almaya çalı­şır ve affedilmeyi bekleriz.

Yolda, otobüste giderken birine çarpmamızın, bilmeyerek bi­rinin ayağına basmamızın hemen ardından gelen söz, “affeder­siniz özür dilerim” sözüdür. Bilerek ya da bilmeyerek işlediği­miz kusurlarımız içimizdeki vicdan süzgecinden geçer, içimiz­de küçük bir azap uyandırır. Bu yüzden insanlardan özür dile­yerek, af isteyerek içimizi rahatlatmaya ve vicdanımıza huzur getirmeye çalışırız. Hele özür dilediğimiz insan” Zararı yok, olur böyle şeyler” diyerek hoşgörüyle affetse derin bir oh çeke­riz.

Hatalarımız sonucunda insanlardan özür dilemek, onların gönüllerindeki merhametin devreye girmesini beklemek kadar tabîi ve affetmeleri kadar bizi rahatlatan bir şey yoktur, insanlar arasındaki durumumuz böyle. Onlara karşı hatada bulunuyo­ruz. Gönüllerine yerleşen Rahîm sıfatının tecellisi, küçük mer­hamet kırıntıları sonucu affediliyoruz ve rahatlıyoruz.

Peki Rahman ve Rahîm olan Rabbimize karşı işlediğimiz ku­surlarımız, günahlarımız bizim vicdanımızda bir rahatsızlık uyandırmıyor mu? Gönlümüze soralım. Bakın ne kadar pişman olduğunu fısıldıyor. Fısıldamak bir yana adeta haykırıyor. Ve Peygamberimiz de (a.s.m.) buyuruyor ” Bir kimse bir günah iş­ler, sonra pişman olursa, bu pişmanlığı günahına keffaret olur. Yani, affına sebep olur” diyor.

Bunca nimete mazhar olup, bunca günahı işlemek acziyetimizi ortaya koymakla birlikte yüreğimizi dağlıyor. Üstelik nimet­ler şu anda da gelmeye devam ediyor, ama bizler ibâdetlerimizi bile kusurlarla beraber yapıyoruz. Hiç tanımadığımız, bize hiç­bir iyiliği dokunmamış bir insanın ayağına bastığımızda hemen özür dilerken, Rabbimize olan özrümüzü ne derece dile getiri­yoruz?

Şimdi de bize karşı hatalı olan dostlarımızı düşünelim. Diye­lim ki, dostunuz sizi kırdı, sizin bir eşyanızı alıp geri vermedi, sözünde durmadı, istediğiniz iyiliği yapmadı… Ve hâlâ hatasını anlayıp da bir türlü gelip sizden özür dilemiyor. Siz sadece su­çunu kabul edip, Özür dilemesini bekliyorsunuz. Bir “Özür dile­rim.” sözcüğü sizi ne çok memnun edecektir. Ama hâlâ yapma­dı. Bir de daha ötesini düşünün. Suçunu görüp af istemek bir yana bir de kendisinin suçu olmadığını söylüyor, pek çok maze­retler öne sürüp kendisini savunuyor. Hattâ öylesine kafa tutu­yor ki neredeyse sizi suçlu çıkaracak.

Rabbimiz de bizden suçumuzu kabul edip, itiraf edip, özür dilememizi istiyor. Ama hâlâ çoğumuz kusurumuzu görmüyor, kendimizi güya haklı çıkaracak nedenler ileri sürüp savunuyor ve hâlâ özür dilemiyoruz. Hattâ daha çok günah işlemek suretiyle adeta kafa tutuyoruz.

Suçu kabul edip, itiraf ederek af dilemek ya da suçu kabul et­mek bir yana, kalkıp kafa tutmak olayını çok gerilerde, insanlı­ğın en başında görüyoruz. Hz. Adem ve Havva (a.s) şeytanın yalan yeminine kapılarak yasak meyveden yediler ve cennetten çıkarıldılar. Fakat suçlarını itiraf edip, af dilediler ve affedildi­ler.

Oysa şeytan, Hz. Âdem ilk yaratıldığında ona secde emrine uymamış, kendinde üstünlük görmüştü. Hatasını anlayıp af di­leyeceği yerde Rabbine kafa tutmaya başladı. Bir de kıyamete kadar mühlet isteyip, doğru yolda olanları saptırmak için izin istedi.

Sonuçta ne oldu? Hz. Âdem ve Havva (a.s) affa mazhar oldu­lar, şeytansa ebedî cehennemlik oldu.

Şu sonuca varabiliriz: suçu itiraf olayı, bizim için çok önemlidir.Çünkü suçunun farkına varmayan insan, kendini suçsuz gö­rür. Suçunu gizlemeye, herkesi suçlu, kendini suçsuz çıkarmaya çalışan insan kendini kandırır. Suçunu bilip itiraf eden ve af di­leyen insan da affedilir.

Diyelim ki sizi inciten dostunuz size gelip suçunu itiraf etti, sizden özür diledi. Ama siz bir türlü affetmeye yanaşmıyorsu­nuz. Böyle zamanlarımızla bazen karşılaşırız. Affetmemiz için bin bir dil döker, elinde hediyelerle gelir ama dönüp bakmayız bile. Çünkü suç işleyen gözümüzde daha bir küçülmüştür, biz de böylece güya büyümüş oluruz. Peygamberimizin ahlâkına bakalım. Uhud gazasında kâfirler yanağını kanatıp, dişini kır­dıkları zaman onların affını istemişti. Biz insanlarsa küçücük bir olayda öfkelenip affetmeye yanaşmıyoruz. Affetmeyi bilmiyo­ruz, ama Rabbinden en çok af isteyenler de yine bizleriz.

O halde şunu diyebiliriz ki, suçu kabul edip özür dilemek işi, aslında bir nefsi yenme işidir. Nefsini yenemeyen insan suçu ol­sa da özür dilemez. Ancak nefsini yenen insanlar büyük oldu­ğuna göre, özür dilemek aslında bir büyüklüktür. Ama, kendi­sinden özür dilendiği halde affetmeyen insan, kendini kusur­suz, karşısındakini kusurlu gördüğü için affetmez. Bir çeşit kib­re bürünür. Oysaki, “Affetmeyen affedilmez.” Yerdekilere mer­hamet etmeyene, göktekiler merhamet etmez.”

“O Hâlık-ı Azimdir ki, size korku ve ümit için şimşeği göste­rir ve ağır ağır bulutlar yaratır.” (Ra’d Sûresi, 12)

Bir şimşeğin gümbürdeyerek çakması, bulutların adetâ ateşle­nerek elektriklenmesi bizi çok korkutur. Hepimiz bu ateşten ve gürültüden korkup, sığınacak yerler ararız, camdan bile bakamaz geri çekiliriz. Bu hadise Rabbimizin azabından korkarak, Onun rahmetine sığınmamıza yol açar. Rabbimiz, “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyuruyor. Gerçekten de şimşek çakmala­rı, bu şiddetli ve korku dolu gürültü birkaç kere duyulur ve gö­rülür. Ardından günlerce rahmet olan yağmur, gökyüzü semâlarından, bulutlardan yeryüzüne iner ve biz canlılara ha­yat verir. Bu hadise gerçekten de rahmetin âzâbı geçtiğine bir delildir.

O halde Rahman ve Rahim olan Rabbimizin azabından kork­malı ve merhametine sığınmalıyız. Affetmeyi seven Rabbimizin affına mazhar olmamız için pişmanlığımızı dile getirip, tevbe etmeliyiz. Tevbe, Rabbimizin bize ihsan ettiği bir nimet, bir rah­mettir. Rahmet yağmurları, kirli yolları temizlediği gibi, bir rah­met olan tevbe de günah kirlerimizden bizi temizleyecek ve arındıracaktır.

Hiçbirimiz tozu-kiri sevmeyiz. Doğarken günahsız doğduğu­muz için fıtratımızda bir temizlik var. Kirlerden hoşnut olmadı­ğımız ve onları temizlediğimiz gibi, günah kirlerimizden de hoşnut olmayalım ve onları temizleyelim. Halıyı süpürürcesine günahlarımızı süpürelim, masadaki tozları silercesine günahla­rımız silelim, bulaşıklarımızı suyla yıkarcasma gönlümüzü yı­kayalım.

Tevbe, günahlarımızı silmek için yaptığımız bir temiz­lik faaliyetidir. Bir daha kirletmemek üzere gönlümüzü temizle­yelim. Bir daha dönmemecesine günahlarımızdan tevbeyle dö­nelim. Rahmet kapıları açılmak üzere tevbemizi bekliyor. Bu kapıdan içeri girmek için daha fazla beklemeyelim.

Tevbe etmek için güneşin batıdan doğmasını, kıyametin kop­masını beklemeyelim. Çünkü kıyamete kadar yaşamayacağımız kesin. Kendi kıyametimizin kopmasını, yani ölüm halimizi de beklemeyelim. Çünkü Firavun da son anda, öteki âleme geçiş anında tevbe edip iman etmişti, ama bir faydası olmadı.

O halde tevbe etmek için en uygun vakit şimdidir. Vakit şim­didir, “isteyin size verilir, arayın bulursunuz, kapıya vurun, si­ze açılır.”

Hülya Kartal