Etiket arşivi: tevhid

Da’vet Hak Din İslâmadır

Âl-i İmrân Sûresi’nin 64. âyet-i kerimesinde ehl-i kitabın ‘ortak bir kelime’ ye da’veti söz konusudur.

Bu kelime, nev-i beşerin son kemal noktası olan tevhîd’dir.Tevhîd ise, peygamberlerin açıkladıkları ve ortaya koydukları  tarzda olur. Tevhîd, kâinatın neticesidir. Cemâl ve kemâlin tezahür ettiği son nokta olup bir kudsî hakikattır.

 

Bediüzzaman Hazretleri, tevhîdin insaniyet için en yüce mertebe ve en âli makam olduğunu belirtir. (bkz. Mektubat, 238; Şualar, 7-9)

 

İslâmiyet hak dindir; Yahûdîlik ve Hıristiyanlık ise birer muharref dindir. Bozulmuş ve şirk karışmış dinler ile, hak din olan İslâmiyet arasında ortak nokta olamaz. Bu durumda doğru anlaşılması gereken husus şöyle olmak lazım gelir:” Kur’ân ile, muharref olmayan Tevrat ve İncil’in birleştikleri nokta olan bir kelimeye, yani şirkten tamamen uzak olan tevhîd çizgisine geliniz.”

 

Peygamber (s.a.v) bu da’vetiyle ehl-i kitaba diyor ki:”Tevhîde gelin, Yahûdîlik ve Hıristiyanlığı bırakın. Hakîkî tevhîd dersini veren ve bütün peygamberlerin dini olan İslamiyeti kabul edin. Bundan başka kurtuluşunuz ve çıkış yolunuz yoktur.”

 

Resûl-i Ekrem (A.S.M) Âl-i İmrân sûresinin 64. âyet-i kerimesinde geçen İlâhî emre uyarak, devrin en büyük hükümdarları olan Rum ve Acem meliklerine gönderdiği mektuplar vasıtasıyla onları, kendi risâletini kabule, Kur’ân’a ve getirdiği dine uymaya da’vet etmiş, sözünü ettiğimiz âyet-i kerimeyi de gönderdiği bu mektuplarda zikretmiştir.

 

“Allah’tan başkalarına ibadet etmemek, O’na ortak koşmamak ve Allah’ı bırakıp birbirlerini rabler edinmemek…”

 

İslâm dinini kabul etmek veya etmemekte kitap ehlini tercihleriyle baş başa bırakmamıştır. Bilakis onları doğrudan doğruya risâlet-i Muhammediyye (asm)’ı tasdîke, Kur’ân’a tâbi olmaya ve İslâm’ı kabule da’vet etmiştir.

 

Hz. Paygamber (s.a.v)’in din adına ehl-i kitapla olan muâmelesi ve İslâm dinine da’veti bu tarz ile olmuştur. Bütün güvenilir Siyer ve Tarih kitapları bu meselenin bu minval üzere cereyan ettiğini kaydeder.

 

Rum Meliki Hırakl’e gönderdiği mektupta O’nu İslam’a da’vet etmiş, bu mektubuna; “O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı ve Allah’ı bırakıp da ahbâr ve ruhbânları rabler edinmemeyi” emreden Âl-i İmrân sûresinin 64. âyetini mektubun sonunda kaydetmek suretiyle bu âyeti İslâm’a da’vet metodunda esas almıştır.

 

Peygamber (s.a.v)’in sahih kaynaklarda geçen mektubunun şekli şöyledir:” Bismillahi’r-Rahmânirrahîm. Allah’ın Resûlü Muhammed (asm)’dan Rumların büyüğü Hırakl’e! Hidâyete tâbi olanlara selam olsun. Bundan sonra; ben seni İslâm dinine da’vet ediyorumMüslüman ol, kurtul. Müslüman ol. Eğer Müslüman olursan, Allah sana iki kat mükâfat verecektir. Eğer benim da’vetimi kabul etmeyip İslâm dinine girmezsen, bil ki; kendi günahınla beraber senin emrin altında bulunan kimselerin günahları da sana yüklenecektir. (ve 64. ayet sonuna kadar…) (Sahîh-i Müslim)

 

Yine Hz. Peygamber (asm) Necran heyetine İslâmiyeti anlattı, Kur’ân okudu, onları İslâm’a da’vet etti. Necran heyet; “Biz senden önce Müslüman idik” diyerek  İslâmiyeti kabul etmediler.

Peygamber (s.a.v)’in onlara verdiği cevap, günümüzdeki tartışmalara da ışık tutması açısından oldukça mânidardır: ”Siz yalan söylüyorsunuz. Çünkü, şu üç şey sizi İslâm’dan men ediyor:

a)Salib’e (Haç işaretine) tapmanız,

b)Domuz eti yemeyi helal saymanız,

c)Allah’a veled (çocuk) isnadında bulunmanız.

 

Bunun üzerine Necran heyeti İslâm’ı kabul etmeyip cizye vermeye razı oldular.

 

Da’vet hususundaki tartışmalar dikkate alındığında, bunun dışındaki bütün düşünceler ve yollar bâtıldır, geçersizdir. Nebevî bir metod değildir. Hatta Hz. Peygamber (s.av)’e iftiradır.

Allah ve Resûlüne iftira etmek ise şirktir.

 

Öyle bir hava estiriliyor ve yalan yanlış o kadar mesnetsiz iddialar ileri sürülüyor ki, hâşâ sanki Resûl-i Ekrem (asm) ehl-i kitaba: “Sadece Allah’ın varlığını kabul edin, ‘Muhammedün Resulullah’ demeseniz de, bu akide size yeter. Kendi dininizde serbest kalabilirsiniz. Çünkü sizin dininiz de semâvîdir. Sizler de ehl-i necât ve ehl-i Cennet’siniz” dememiştir.Hâşa yüz bin kere hâşâ!

 

Kur’ân, açıkça dinde ta’vîz olamayacağını beyan etmektedir. Kur’ân’ın tebliğcisine böyle bir bühtan şirktir. Kaldı ki, Kur’ân böyle bir duruma düşmekten ikaz etmiştir.

 

Buna dâir pek çok âyet-i kerime ve müfessirlerin kitaplarında geniş ve doyurucu açıklamalar vardır.

 

Ayrıca asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretlerinin de konu ile alakalı tespitleri ve açıklamaları, şek ve tereddüde yer bırakmayacak bir açıklıkta mütalaamıza âmâdedir.

 

Âl-i İmrân sûresi, 20. âyet-i kerimesiyle mevzûya hâtime verelim inşâellah.

“Ey mükerrem Resûl! Eğer ehl-i kitap olan Yahûdî ve Hıristiyanlar, din konusunda seninle tartışmaya girip sana karşı Yahudilik ve Hıristiyanlığın hak din olduğunu iddia ederek dâvalarını bâtıl delillerle ispat etmeye çalışırlarsa; sen onlara de ki:’Ben, bana tâbi olanlarla birlikte Cenâb-ı Hakk’a inkıyâd ve bütün uzuvlarımla itâat ettim, teslim oldum.’ (Biz İslâmiyeti kabul edip Müslüman olduk. Halbuki sizler böyle değilsiniz.)”

İsmail AKSOY

Yokluk Var Mı?

Adem “Yokluk. Olmama. Bulunmama.” “Vücut” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına geliyor. Yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yok bu âlemde. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Her varlığın terki bir yokluğu netice veriyor. Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk deniliyor. Yok iken var olan insanoğlu, kendisini bu varlık nimetine kavuşturan Rabb’inin de var olduğunu anlamış ve böylece, “iman varlığı”na erişmiştir.
Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, bütün şer ve çirkinliklerin, bir başka ifadeyle “bütün adem alemlerinin” başını şeytan çekiyor. Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılışı tamamlandığında, melaikelere emir verilmişti; “Adem’e secde edin,” diye. Bu emri, bütün melekler severek yerine getirdiler; şeytan ise secde etmedi. Böylece adem alemlerinin de temeli atılmış oluyordu. Secde etmek “vücut” idi, yani ortaya bir hadise çıkıyordu, bir iş yapılıyordu. Etmemek ise “adem”, yani işi yapmama, kabulsüzlük, itaatsizlik… Tevazu “vücut” alemindendir ve insana bir kemal kazandırır. Kibir ise kendinde bir üstünlük vehmetmektir. İşte şeytan kibirlenmekle bu “ademe” yapıştı.
yoklukİlâhî lütuf, ihsan ve rızaya ermek vücut alemindendir; bunlardan mahrumiyet ise adem alemlerinden. Şeytan, bu adem alemlerine talip oldu ve kovuldu. Bu da ayrı bir “adem” idi. Zira, huzurda bulanmak “vücut”tur; kovulmak ise “adem”. Nur Külliyatından bir cümle: “Bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahribden ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor.” (Şualar)
Ademî fiil denilince, yokluğa dayanan, yahut sonu yokluğa çıkan işleri anlıyoruz. Adem-i itimat, “itimatsızlık” demek oluyor; adem-i kifayet ise “yeterli olmama.” Meselâ, namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Görmek vücut alemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem alemleri hesabına çalışmış demektir. Hayat sahibi olmak bir kemaldir ve vücut alemindendir. Cansız olmak ise bir noksanlıktır ve ademe dayanır. Hidayet vücut alemindendir, dalalet ise adem aleminden. İman ve hidayet ile kalp gözü açılır ve insan sonsuz bir varlığa kavuşur. Küfür, imanın yokluğu, dalâlet ise hidayetten mahrumiyettir. Aynı şekilde, ilim “vücuttur”, cehalet ise “adem.” Cehalet ilmin yokluğudur. İlim, yaratılan her varlıkta tecelli eder. Ama cehilde bir tecelli yoktur. Cehalet, ilimden uzak kalan insanın düştüğü bir yokluk karanlığıdır. Tevhit, yani Allah’ı bir bilmek vücut alemindendir. Bir insan tevhit hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş oluyor. Ama şirk ademdir. Allah’ın, şeriki olmadığından ona koşulan şirk de boşlukta kalır, adem aleminden çıkamaz. Şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O “müşriklerin vücudu” vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur. Doğru söylemek vücut alemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiil. Misalleri çoğaltabiliriz.
Ademin kaynaklarından birisi:
Kabiliyetsizlik. Yumurtada kuzu olma kabiliyeti yoktur. Ve bu ademin neticesi de bir başka ademdir: Yumurtadan kuzu çıkmaması. Bir diğer kaynak:
Tahrip. Meselâ, insanların ahlâkını tahrip eden yayınlar, adem hesabına çalışırlar. Bu ademin adı, ahlâksızlıktır. Ahlâk vücuttur, bundan mahrumiyet ise adem. Ademin başka bir kaynağı: Vazife yapmamak. İş görmemek, tembelce yatıp ortaya bir şey koymamak “adem” hesabına geçer.
Bediüzzaman hazretleri, Asa-yı Musa adlı eserinde, “bütün vücud âlemlerinin ‘Elhamdülillah Elhamdülillah’ ve bütün adem âlemlerinin de ’Sübhanallah Sübhanallah’ ”dediğini kaydeder Allah’ın cemal, kemal ve rahmetini gösteren bütün tecelliler karşısında kul, Rabb’ine hamd eder, “Elhamdülillah” der. Yani bütün medih ve senaların ancak Allah’a mahsus olduğunu beyan eder. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederken de “Sübhanallah” der. Demek oluyor ki, hayır, ihsan, güzellik, kemal, hayat, görme, işitme gibi bütün vücut alemleri, insanı hamd etmeğe götürürken, noksanlık, bilgisizlik, çirkinlik, görmeme, işitmeme, hayattan mahrum olma gibi bütün adem alemleri de insana Sübhanallah dedirtir, yani Allah bütün bu ve benzeri noksanlıklardan münezzehtir, mukaddestir.
Peygamberler ve onların yolundan gidenler hep vücut alemleri namına çalışmışlardır. Günümüz tabiriyle onlar hep “yapıcı” olmuşlardır; “yıkıcı” değil. Zira, tamir vücuttur, tahrip ise adem. Onlar, insanların ruh binalarını, “iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk” üzerine kurmak istemişler, şeytanlar ve onların temsilcileri ise küfür, günah, isyan ve ahlaksızlık yolunu tutarak adem alemlerinde faaliyet göstermişlerdir. Bu ikinci güruhun akıbeti de aynı eserde şöyle dile getirilir: “O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Asa-yı Musa)
Cehennemde küfür yoktur, zira oraya girenler artık bütün iman hakikatlerine inanmışlardır. Kabri görmüşler, orada azap meleklerini tanımışlar, dirilmeyi yaşamışlar, mahşerde Rablerinin huzurunda hesap vermişler ve işte şimdi bu hesaptan müflis olarak ayrıldıktan sonra azap diyarına girmişlerdir. Cehennemde şirk de yanmış, kavrulmuş ve yerini tevhide bırakmıştır. Artık Cehennemin her ferdi çok iyi bilmektedir ki, Allah’tan başka Mabud, Ondan başka Halık ve Malik yoktur.
Kur’an-ı Kerimde, cehennemin yakıtının “insanlar ile taşlar” olduğu haber verilir. (Tahrim,6; Bakara,24) Bu taşları, tefsir alimlerimiz “putlar” diye açıklamışlardır. Orada insanlarla taptıkları putlar, birlikte yanacaklardır. Taşın azap çekmeyeceği açıktır; ama müşriklerle putların birlikte yanmaları da tevhit namına, hoş bir manzaradır.
Cehennem, günah ve isyanları da kavurmuş, sahibini bunlardan temiz hale getirmiştir. O dehşetli azapla günahlardan temizlenen müminler daha sonra cennete varacaklardır. Ama küfür üzere ölenler için bu kapı ebediyen kapalı. Onlar, günah ve isyandan şu manada temiz kalırlar:
Cehennemde artık günah işleme söz konusu değildir. Orada herkes itaat üzeredir. Ama bu vakti geçmiş itaat, sahibini cennete götürmeye yetmeyecektir. … Ahiret ülkesi, iman ve itaat edenlerin mükafat beldesidir; etmeyenlerin de ceza menzili. Cennet vücut alemlerinin, cehennem ise adem alemlerinin mahsulleriyle dolup taşacaktır. Cennet ehli, “cemal, rahmet, ihsan ve kerem” tecellileriyle mest olacaklar, Cehennem ehli ise Allah’ın kahrını, izzet celalini en kâmil mânâsıyla idrak edeceklerdir. Demek oluyor ki, ahiret ülkesinde herkes mümin ve herkes ariftir. Ayna oldukları İlâhî isimler faklı olmak üzere…
Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

 

Kazan

Nasreddin Hoca bir gün bir komşusundan ödünç kazan ister. İşini gördükten sonra kazanın içine bir tencere koyarak komşusuna iade eder.

– Hoca bu ne?

– Gözün aydın komşum, senin kazan doğurdu.

Komşusu şaşırır ama sesini çıkarmaz. Kazanı ve tencereyi alır.

Bir zaman sonra Hoca yine komşusunun kapısındadır ve yine kazanı istemektedir. Geçen seferi hatırlayan komşusu seve seve kazanı verir hocaya. Fakat günler geçmesine rağmen Hoca kazanı geri getirmez. Sabrı taşan komşusu en sonunda soluğu Hoca’nın kapısında alır. Kapıyı açan Nasreddin Hoca ağlamaklıdır.

– Hoş geldin komşum.

– Hiç de hoş gelmedim Hoca. Benden kazan almıştın ama ne kadar zaman geçti, hiç getiresin yok.

– Sorma başımıza geleni komşum. Ben de sana gelip durumu anlatmak istiyordum ama nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Senin kazan sizlere ömür.

– Nasıl sizlere ömür, Hoca? Hiç kazan ölür mü?

– A komşum, doğurduğuna inandın da öldüğüne neden inanmıyorsun?

Bu fıkra Nasreddin Hoca’nın en bilinen fıkralarındandır ve birçok sosyal mesajlar içermektedir.

Zaten şimdiye kadar tanıdığımız Nasreddin Hoca insanlara sosyal mesajlar veren komik bir adamdır.

Bu girişten sonra Nasreddin Hoca’yı yazının sonuna doğru tekrar rahatsız etmek kaydıyla biraz rahat bırakalım ve bambaşka bir konuya geçelim.

Allah’ın (C.C.) insanlık tarihi boyunca peygamberler ve kitaplar aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklar arasında en çok önem verdiği hiç şüphesiz tevhid inancıdır. Tekliği, her şeyi kendi yaptığı ve her varlığın vücudu ve varlığı ona bağlı bulunduğu hakkında en küçük bir istisnası yoktur. Kabul etmeyenleri çok şiddetli tehdit eder ve bunu kesinlikle affetmeyeceğini açıkça ifade eder.

Bununla birlikte insanlık tarihi boyunca şeytan ve aveneleri de şirk tohumlarını insanlar arasına saçmışlardır. Çoğu zaman başarılı da olmuşlar pek çok insanın dünyadan imansız ayrılmasına sebep olmuşlardır.

Şirk denince genellikle aklımıza putlar gelir ancak bu günkü konumuz başka bir şirk çeşidi. Bu şirk çeşidi Resûlullah’ın (S.A.V.) görevi başına geçtiği dönemde de çok yaygın olan bir şirk çeşididir. Bu şirk çeşidi, o zaman en yaygın üç inanışın mensuplarında üç farklı şekilde ortaya çıkmaktaydı.

  • Birinci grup olan Yahudiler “Üzeyir Allah’ın (C.C.) oğludur.” diyorlardı.
  • İkinci grup olan Hristiyanlar da “Mesih (A.S.) Allah’ın (C.C.) oğludur.” diyorlardı.
  • Üçüncü en yaygın grup olan putperestler ise “Melekler Allah’ın (C.C.) kızlarıdır.” diyorlardı.

Bunların hepsine Allah (C.C.) İhlâs suresinde cevap veriyor ve onları yalanlıyordu.

Görülüyor ki, tüm din ve inanışlarda Allah’a zürriyet isnat etmek şeytan ve avenesi için vazgeçilmez bir görev olmuş, bu konuda özel çaba sarf etmişlerdir. Peki, acaba şeytan ve avenesi neden bu konuyu bu kadar ciddiye almış, bu kadar önem vermiş olabilir?

Bunun cevabı için yaratılmışlara, yaratılmışlar arasından da canlılara bakmamız gerekir.

Bu âlemde yaratılmış olan her canlının üç ortak özelliği vardır. Doğar, ürer ve ölürler.

Bu üç özelliğin tüm yaratılmışlarda ortak olmasının yanında başka bir ortak yönleri de hiç birinin Allah’a (C.C.) ait bir vasıf olmamasıdır.

Allah’a (C.C.) ölümlü demek şeytan ve avenesinin insanları ikna edemeyeceği bir şeydir. Hiç kimse âlemleri yaratan yaratıcının öleceğini kabul etmez. Aynı şekilde, zamandan bağımsız olacağından âlemlerin Rabbi için bir başlangıç noktasını inananlara kabul ettirmek, şeytan ve avenesi için oldukça zor bir uğraş olacaktır.

Gel gelelim çocuk sahibi olma konusu iyi süslenirse istismarın daha kolay olabileceği bir alandır. Yukarıda saydığımız gruplarda da görüldüğü gibi işe yaradığı da sıkça görülmektedir.

İşte bu şekilde insanların zihnine Allah (C.C.) için çocuk isnadı fikrini yerleştirdiklerinde yaratılmışlara ait bir vasfı yüce yaratıcıya yapıştırmış olacak, onun da yaratılmışlar gibi düşünülmesine yol açmış olacaklardı. Bir kez bunun yolu açılırsa da o yoldan artık istediklerini yapabilecekler, evlendirecekler, savaştıracaklar ve her canlı gibi öldürebileceklerdi. Tıpkı Olympos’takiler gibi…

“Akşehir’de büyük din adamı ve değerli zat “El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin”‘in kabri vardır.” der Evliya Çelebi. “Büyük din adamı” tarifi bizim alıştığımız sokakta stand-up yapan Nasreddin Hoca tarifine pek uymasa da ismin sonundaki “Hoca” sıfatı Evliya Çelebi’yi doğrulamaktadır.

Şimdi kazan meselesini tekrar bir düşünelim. Belki de Nasreddin Hoca böyle bir hadiseyi hiç yaşamamış, öğrencilerine yukarıdaki konuyu anlattığı bir derste konuyu pekiştirmek için anlatmıştır kazan hikâyesini…

Belki de faiz konusunun sonunda…

Belki “göle maya çalma” hikâyesini tebliğ konusunun sonunda anlatmıştır.

Parayı veren düdüğü çalar” hikâyesini cenneti anlatırken.

Kim bilir?..

Muhiddin Yenigun

Kaynak: http://yenigun.name.tr/kazan/

Akıl, Göz ve Tevhid (La İlahe İllallah’ın Farklı Perspektifleri)

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u Kur’an’ın üzerinde inşa edildiği tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet ve ibadet hakikatlerinden ilki olan tevhid üzerinde diğerlerinden çok durur. Neredeyse bütün eserler bu  tevhid  güneşinin ışığında  yorumlanabilir. Bu lafzı eserlerinin birçok yerinde farklı noktalardan bakarak izah eder.

20 Mektub’un iki bölümünün biri Lailahe illllah ile başlar. Orada  insandan hareketle bahsi şekillendirir.  İnsan ruhu bahsin odağındadır. Bu kelime bir müjdedir. Müjde zorda olanlara yapılar, veya bir çok yönlü kurtuluş anında yapılır. Bu kelimenin buradaki izahında bir müjde vardır. İnsan ruhunun iki yönünü nazara verir Bediüzzaman, bir yanında  ihtiyaçlar diğer yanında ise düşmanlar insan bu iki büyük düşmanından  birinden  bir sığınak   ile kurtulur. Diğerinden de dayanak arkasını verecek bir güç ile  kurtulur.

İhtiyaçları karşılamak zor iştir, üstelik onlar hadsizdirler, bir de insanın düşmanları da sınırsızdır. Bunlara dayamak da güçtür. İşte insan ruhunu bu iki kıskacın arasından kurtaracak Lailaheillallah’tır.  Bu izah ettiğimiz  hakikat şöyle ifade edilmiştir. “ Hadsiz hacata müptela  ve nihayetsiz adanın hücumuna hedef olan  ruhı insani şu kelimede  öyle bir nokta-i istinad bulur ki bütün hacatını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar.

Hadsiz ihtiyacı olan insan bir insan bir hazineye dayanınca onların elde edilememekten doğan sıkıntılarını giderir. Bediüzzaman bunu “hazine-i rahmet kapısını ana açar” şeklinde izah eder. Nasıl şeyki bu kelimeyi söylediğiniz anda bütün ihtiyaçlarınızı giderecek bir hazinenin kapısında kendinizi bulursunuz. Demek bizim söylememizde bir eksiklik var.

Aynı kelimede bir dayanak noktası vardır, insan düşmanlarına ancak bir dayanak noktası ile karşı koyabilir. Bir dayanak noktası bulsam onunla dünyayı yerinden oynatırım der, ünlü fizikçi. Bunu şöyle anlatır; “ve öyle bir nokta-i istinad  bulur ki  bütün adasının şerrinden emin edecek  bir kudret-i mutlakanın  sahibi olan  kendi  Mabudunu  ve Halıkını  bildirir ve tanıttırır. Sahibini gösterir. Maliki kim olduğunu irae eder. Ve o irae ile kalbi vahşet-i mutlakadan  ve ruhu hüzn-i elimden kurtarıp ebedi bir ferahı  daimi bir süruru temin eder.” Lailaheillallah dediğianda bir insan bir anda düşmanlarına dayanır, direnir ve ihtiyaçlarını da giderir. Demek bu kelimenin okyanusundan istifade etmekte ve olayı yaşamakta bir  yanlışımız var.

Yirminci Mektub’un ikinci makamıda aynı kelime ile başlar. Ama burada bakış açısı bir gözlem müşahede  şekillendirmesidir. Buradaki iddia bu  kelimede bir “tevhid-i uluhiyet ve Mabudiyet“ var olduğudur. Ne demek tevhidi uluhiyet ve mabudiyet. Bütün kainatı idare eden bir ilahın birliğine ve bundan ötürü ona ibadet edildiğine dair  deliller zinciri. Bediüzzaman bu na “ gayet kuvvetli bir bürhan” bulmuştur ona işaret eder.

Bahiste göz ile akıl müşterek çalışır. Birinci paragraftaki dört cümle görünüyor, müşahade ediyoruz,görüyoruz, görüyoruz diye dört göze ait fiil ile biter. Fiil adeta gözlem sonrası aklın ve gözün birlikte bir karara varmasıdır. Birinci cümle “şu kainat yüzünde hususan zeminin sahifesinde gayet muntazam bir faaliyet görünüyor. “Bir kamera göz ile kainatta bir faafliyeti görüyor. Ama karışık değil muntazam yani düzenli bir faaliyet.

İkinci cümle , “ Ve gayet hikmetli bir hallakiyet  müşahade ediyoruz” Kamera göz biraz daha yakından bakar faaliyete, faaliyetin içinde hallakiyet görür, ama hikmetli yani yaratılan şeyler fonksiyonel olarak yaratılıyor, evren içinde bir görevli olarak.

Üçüncü cümle, kamera göz daha yakından bakar, faaliyet ve hallakiyet ve arkasından “fettahiyet” Ve gayet intizamlı bir fettahiyet  yani her şeye layık bir şekil açmak  ve suret vermek aynelyakin görüyoruz.” Faaliyetin içinde yaratma, arkasından yaratılan şeye yaptığı işe layık  işini yapacak bir biçim ve şekil veriliyor. Her canlının ruhu ile biçimi ve cesedi arasında denklik var.

Kurbağanın ruhu yılanın cesedine girmemiş ve başkaları da. Allah’ın mahlukata verdiği şekiller birbiri ile bağlantılı. İnsanın şekli ile ona hizmet için yaratılmış bütün canlılar arasındaortak bir şekil tasarımı var. Koyunu kullanacak  ve yiyecek, ata binecek, arıdan istifade edecek velhasıl bütün şekiller arasında ortak bir tasarım var. Birini tasarlayan hepsini tasarlamış olur.

Yine aynı göz dördüncü olarak  daha öncekileri tamamlayan bir   cümle kullanır. “Hem gayet şefkatli, keremli , rahmetli bir vehhabiyet  ve ihsanat görüyoruz.” Varlık şekil olarak işine uygun yapıyı kazandıktan sonra hayatını devam ettirmesi gerekir, o zaman  vehhabiyet onun yaşaması lazım gelen şeyleri ona verir.Onunyaşamasına şefkat edip rızkını verir, çocuksa şekli bütünlüğünü kazandığında dışarı başını çıkardığı anda vehhabiyeti annesinin memesinden ona süt verir. Bütün canlılar da aynı şekilde.Keremli ona ikram eder, bütün verilenler ikramı seven birinin elinden verilir,  ve de rahmetli merhamet eden birisi. Vehhabiyet olmasa idi , doğan canlılar birkaç gün içinde ölürdü. Şimdi bu dört fiil bir kamera göz önünde görülmüş bunu Bediüzzaman şöyle bağlar. “Öyle ise  bizzarure  şu hal  ve şu keyfiyet 

  • F a a l
  • Hallak
  • Fettah
  • Vehhab

Bir Zat-ı Zülcelal’in  vücub-ı vücudunu  ve vahdetini  isbat eder.” faaliyeti yöneten bir faal yani fiili yapan, o yaratma işini yapan bir Hallak yaratıcı, o şekilleri açan bir Fettah, o canlıların hayatını idame eden bir vehhabı ortaya koyar. Bizzarure kelimesini kullanmış yani zorunlu olarak zaruri olarak bu fiillerin faili ortaya çıkar. Hem neden “ şu hal ve şu keyfiyet” yani görülenlerin halleri ve keyfiyetleri zorunlu olarak Allah’ı gösterir.işte tevhid, yani Lailaheillallah demek  gözlem ile . Gözlemleri son cümlede Allah ile bağladı.

İkinci paragrafta yine iki gözlem kelimesi kullanır. Zeval ve tazelenme. Zeval mahlukatın  süresinin bitmesi ve gitmesi, tazelenme ise yeniden meydana gelmesidir. Bu neyin delilidir. Bunun gösterdiklerini sıra cümleler ile anlatır.” Evet mevcudatın  mütemadiyen zevalleri, tazelenmeleri  gösteriyor ki o mevcudat  bir Sani-i Kadir’in kudsi esmasının cilveleri, ve envar-ı esmaiyyesinin gölgeleri, ve efalinin eserleri, ve kalem-i kader ve Kudret’in  nakışları  ve sahifeleri  ve cemal-i kemalinin  ayineleridirler.”

Kudretli ama kudreti ile yarattıklarını sanatlı yaratan Sani-iKadir’in isimlerinin cilveleridir, kimin mahlukatın. Aynı zamanda isimlerinin nurlarının gölgeleridir. Aynı zamanda onun fiillerinin eserleridir, aynı zamanda kader kalemi ile programı çizilen mahlukların nakışları  ve sahifeleridirler. Aynı zamanda varlıkları en ideal şekilde yaratan kemalinin ve yine en güzel şekilde yaratan cemal ve kemalinin aynalarıdır. Bu zeval  ve tazelenmenin anlamlarını  h a k i k a t-ı uzma ve tevhidin m e r t e b e –i  ulyası olarak ifade eder. Tevhidin mertebeleri vardır, nedir bu mertebeler, bunların bilinmesi gerekir onların en yükseği bu hakikattir, sonra hakikatler çok çeşitlidir, ama bu hakikat ulya yani en yüce en üstün hakikattir.

Bu büyük, hakikatı Allah nasılinsanlara açmıştır. Bediüzzaman burada bu hakikatleri gözlemleri ileanlatır. Ama her insan bu gözlemleri yapamaz, bu sonuçları gözlemlerden çıkaramaz. Bu yüzden her insanın gözü ve aklı bu çıkarımları yapamadığından Allah mukaddes kitaplarla bu hakikatleri göndermiştir. “Şu kainatın sahibi bütün gönderdiği mukaddes kitaplar ve suhuflarıyla  o tevhidi gösterir” ikici olarak “bütün ehli hakikat  ve kamilin-i nevi beşer tahkikatlarıyla ve keşfiyatlarıyla aynı mertebe-i tevhidi gösteriyorlar.” Beşerin akılları ve gözleri farklı gören insanlar yaptıkları araştırmalar ve ve elde etttikleri keşiflerle  bu tevhidin mertebesini gösterirler. Bunlardan biri de Bediüzzaman’dır. Üçüncüsü ise “ Kainat dahi acz ve fakrıyla beraber mazhar olduğu  daimi mucizat-ı sanatın  ve havarık-i iktidar hazain-i servetin şehadetiyle aynı mertebe-i tevhide işaret eder. “ Kainat aciz ve fakirdir ama onun üzerinde görünenler sanat mucizeleridir, iktidar harikalarıdır, servet hazineleridir. Bunları kainat ne düşünebilir ne tasarlayabilir ne de yaratabilir, amaonlar oluyorsa demek kainatın perdesi arkasında bir  iktidar ve ilmin sayesinde oluyor demektir. Boş bir tuval üzerinde görünen eser tuvalin değil sanatçının tesiridir.  Sonra bu üç sınıf  gözlem ve yorumcuyu şu cümle  ile ifade eder.

“Demek şahid-i Ezeli , bütün kütup ve suhufuyla  ve ehl-i şuhud bütün tahkikat ve küsufuyla, alem-i şehadet bütün muntazam  ahval ve hakimane  şuunatıyla  o mertebe-i tevhidde bilicma ittifak ediyorlar. Beşerin bu hakikatı kendi aklı ile bulamayacağını gören Şahid Ezeli Şahid ona yardım için kitap ve suhufları ile yardım ediyor hakikatı bulsun diye. Bir de  ilimve gözlem ile gören  olanlara aklen şahid olanlar da aynı hakikate katılıyor ve onu destekliyorlar. Şu görünen şahadet alemi de muntazam halleri ve hakimane işleri ile yine o ilaha işaret eder. Aynı kelimeden doğan üç kelime var. Şahid-i Ezeli , ehl-i şuhud, alem-i şehadet. Şuhud , şehadet, şahid. Görülenler ve görenler ve ifade edenler.

Bütün dinlerin ve ilimlerin, alimlerin bütün bakış ve yorumlarını bir metne sığdırmış metin. Kitap gibi bir sahife.

işte o vahid-i Ehadi kabul etmeyen   ya nihayetsiz  ilahları kabul edecek veyahut ahmak sofestai gibi  hem kendini hem kainatın vücudunu inkad edecek. “

Bediüzzaman’ın Elhüccet üz Zehra’da yine Lailaheillallah ile  ilgili beyanı var, başka yerlerde de var, biz ikisini şerhetmeye çalıştık.  

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Legoların, Tevhid Çığlıkları!…

Hem oyun, hem eğlence, hem zeka testi, hem kültür, hem de en önemlisi VAHDANİYET ve TEVHİD içeren tefekkür dolu çok harika bir konuya giriyoruz bugün. Bunu da hak ettik galiba.
 
Torunlarıma oyuncak almak için, zengin çeşitleri olan ünlü bir oyuncak mağazasına girmiştim. Sadece oyun ve eğlence için değil de, artı olarak zeka geliştirici oyuncaklar almayı düşünüyordum. Beni LEGO oyunları ile ilgili reyona götürdüler. Lego’yu bilirsiniz: Birbirine geçmeli olarak imal edilmiş, küçük ve renkli plastik parçalardır.  
 
Çeşitli renklerde ve boyutlarda olup, birbirine monte edilecek yiv ve setleri vardır. Çocuklar, örnek resimlere bakarak bu Legolardan onlarcasını kullanırlar ve evler, kaleler, köprüler, ağaçlar veya çiçekler yapmaya çalışırlar…
 
Bu konu o kadar çok geliştirilmiştir ki, büyükler bile Legolardan yüzlercesini kullanarak, araba, hayvan, hatta insan heykeli bile yapmaktadırlar. Ben hayretle, Legolardan yapılan bu şekillere bakarken, bana bir yabancı gazete kupürü getirildi. Bana gösterilen o ilginç Haber şöyleydi: “San Francisco’da New York merkezli Tuğla sanatçısı Nathan Sawaya tam boyutlu heykellerin yanı sıra, küçük sanat eserleri ve mozaikleri yapar.
 
O, New York stüdyosunda 1,5 milyondan daha fazla lego tuğla kullanır! Geçen yaz, Sawaya süper kahraman modunda Conan bir heykel yaptı.”  
 
Bana böyle geniş bilgiler verilirken, bendeniz adeta kendimden geçtim. İç alemimde vahdaniyet fırtınaları kopmaya başladı. Adeta Legoların TEVHİD ve vahdaniyet çığlıklarını duyuyor gibiydim. “Beyefendi, beyefendi, bir şeyiniz yok ya?…” sesleriyle kendime geldim. Alelacele karar vererek alacaklarımı aldım, bu tefekkürümü satırlara dökmek üzere bilgisayarımın başına geçtim. Şimdi birlikte tefekkür etmeye devam edelim. 
 
1. Bakınız; Legolar hazırken bile, 8-10 Legodan basit bir çiçek şekli   yapabilmek için, belli bir akla, zekaya ve kudrete ihtiyaç var. Bu kesindir. Yani, binlerce kez o 8-10 Legoyu rast gele atsanız veya yıllarca yan yana bekletseniz, tek bir çiçek şekli oluşmaz, değil mi? 
 
2. Dikkatinizi mutlaka çekmiştir. İlim ve kudreti çok sınırlı olan çocuklar, ancak 8-10 Lego kullanarak basit bazı şekiller yapabiliyor. İlim ve kudreti biraz daha çok olan büyükler ONLARCA Lego kullanarak, daha çok çeşitli obje yapabiliyorlar. İlim ve kudreti çok daha fazla olup, ömrünü bu çalışmalara verenler ise YÜZLERCE Lego kullanarak “Nathan Sawaya” gibi kişiler, hayvan veya insan suretleri yapabiliyor.  (Şimdi konuya tam odaklanalım.)
 
3. Acaba, (yüzlerce değil, binlerce ve milyonlarca da değil) milyarlarca atom Legolarından ELEMENT, ve milyonlarca element Legolarından HÜCRE, milyarlarca hücre Legolarından, tek bir gerçek MENEKŞE veya LALE nasıl kendi kendine olabilir?
 
Basit bir toprak içinde, birbirilerine kenetlenip yeryüzüne çıkarak, yavaş yavaş katılımlarla büyüyerek, o güzel renklerle ve harika kokularla bezenerek, nasıl bizlere gülümseyebilirler? 8-10 Lego’luk basit bir çiçek şekli bile kendi kendine oluşamazken, böylesine Harika bir menekşe nasıl kendi kendine olabilir? Elbette Bu menekşeyi bizlere sunan O Kudret, irade ve akıl, asla inkar edilemez. Değil mi?
 
Sadece bir menekşe değil, yeryüzündeki katrilyonlarca menekşeyi, hatta milyonlarca çeşit bitkiyi yaratıp, bizlerin istifadesine sunan O Yüce Kudret inkar edilebilir mi? Hazır Legolardan şekiller yapan Nathan Sawaya dünya basınında takdir görürken, her mevsimde bizlere bu güzellikleri sergileyen O Yüce Kudrete c.c. her fırsatta SECDE ile takdir, tebrik, teşekkür ve tazim edilmez mi?…
 
4. Normal yapıda bir insanda 100 TRİLYON’dan fazla HÜCRE (Lego’su) olduğu biliniyor.  Her hücrede milyonlarca molekül (Lego’su) olduğu da malum. Her molekül Lego’sunda da (300 000 Km./Saniye hızla dönüş ve gravitasyon halinde olan) milyonlarca ATOM Legosundan meydana getirildiği de ilmen kabul ediliyor.
 
Acaba; trilyonlarca çeşitli (atom, element, molekül, hücre v.s.) Legolardan meydana getirilen İNSAN, tesadüflere havale edilebilir mi? TEK bir insanı, böylesine karmaşa içinde KUSURSUZCA yaratan İlim ve Kudret sınırlı olabilir mi? 
 
5. Evet; vakıa ortada: Şu anda var olan 7,5 milyar insanların, her birinin parmak izlerini imza niteliğinde farklı, simaları farklı, göz frekansları farklı, SES şifreleri farklıdır. Tüm insanların bu şekilde farklı yaratılması için, O yüce Yaratıcının gelmiş-geçmiş ve var olan TÜM insanların parmak izlerini, simalarını, göz frekanslarını, SES şifrelerini, aynı anda görmesi ve bilmesi ŞART değil mi? Bu İlim ve Kudrette hiç SINIR olabilir mi?…
 
6. Böylesine komplike olan ve aynı atom, molekül ve hücre Legolarından, yüzbinlerce çeşit ve trilyonlarca sayıda hayvanları, aynı anda yaratan, onları fıtratlarına göre giydiren, kuşatan, yürüten, zıplatan, yüzdüren, uçuran, her türlü hareketi yaptıran ve insanlara hizmetler ettiren, her türlü ihtiyaçlarını karşılayan, v.b. deveranı asırlardan beri sürdüren O Yüce Kudret eğer tanınmaz ise, takdir edilmez ise, sevilmez ise, kendisine her gün SECDE edilmez ise, ne derece KALIN BİR GAFLET içinde olduğumuz anlaşılmaz mı?… 
 
7. O Yüce Kudret c.c., böylesine önemli NİZAMI, elbette boşu boşuna kurmadı. Tüm Kainatı ve bizleri yaratma gayesini anlayabilmemiz için (hayvanlardan farklı olarak) bizlere AKIL nimeti verdi. Bizlerin gaflete düşmememiz için, her an SINAVDA olduğumuzu idrak edebilmemiz için, her dönemdeki insanlığa, suhuflar ve kitaplar göndererek, dünyaya gönderiliş gayelerini bildirdi.
 
Rızık ve Maişet peşinde koşan insanların, bu kitaplardaki mesajları kolaylıkla anlamaları için, NEBİLER gönderdi. Son NEBİ Hz. Muhammed’den sonra, Kıyamete kadar her asır insanına yetecek donanımda olan Kur’anı, muasırlarına açıklamaları için (Ö.b. Abdulaziz, İ. Azam, Şafii, Maliki, Hambeli, İ. Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, Ahmed İsferani, İmam Gazali, Fahruddin Razi, A.K.Geylani, Ş.Nakşibendi, Mevlana C.Rumi, Bediüzzaman Said Nursi v.b. gibi) kutup imamları, din mücdditleri ve Bediüzzamanlar gönderdi. 
 
Böylesine lütuf ve Rahmete mazhar olan şu insan, O yüce Kudreti nasıl inkar edebilir? O’nun c.c. emir ve yasaklarını nasıl hafife alabilir? Dünyevi işlerini, nasıl O’nun c.c. buyruklarına tercih edebilir? Evlatlarının dünyevi tahsillerine 10-15 yıl ve milyonlarca lira harcarken, bunları O Yüce Rabbini tanıtmak ve sevdirmek için nasıl esirgeyebilir?…
 
KEHF Suresi, 29. Ayet: “Ve (insanlara) de ki: Hak (olan KUR’AN) , Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Susuzluktan İmdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeridir orası!”… İsra Suresi, 9. Ayet: “..Şüphesiz ki bu Kur’an; en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükafat olduğunu müjdeler.”…
 
Tefekkür deryasına, sadece bir kapı aralamış olduk. Bundan sonrası, sizlerin özel anlayış, arayış ve kabiliyetlerinize göre geliştirilebilir. Vesselam…
A. Raif Öztürk