Etiket arşivi: tito

Ataullah Efendi ve Rumeli Bostanı

Balkanlar’da Makedonya Müslümanları Kosova ve Arnavutluk Müslümanlarına nispeten niye dinlerine daha bağlı?

Çok kimseler tarafından bu soru ile karşılaştım. Bu sebepten bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Bilmeliyiz ki insanın kıymet ve ehemmiyeti bilgilerine göredir. Yani insan kulağından ve gözünden ne aldı ise odur, başka olamaz. Manevi bilgilere gelince kafaya girdikten sonra kalbe damlaya başlar ve insanın içini ve dışını nurlandırır. Bu sebepten Makedonyadaki Müslümanlarda ötekilere nispeten dini bilgiler var olduğu için, onlar ötekiler kadar dinden uzaklaşamamıştırlar. Bu bilgi onlara nereden geldi sorusuna gelince, bunu açıklasmaya çalışacağım.

Osmanlının son döneminde, tahsilini İstanbul’da tamamlayan gelen, Makedonya’nın Studeniçan köyünde doğan ve ora halkının dillerinde destan olmuş, Merhum ve Mağfur Ataullah Kurtiş Efendi, dini tahsil yapmak için Türkiye ye gelmiş. İstanbul da tahsilini bitirdikten sonra Fatih medresesinde Müderris olmuş. Hatta müderrisliği esnasında, Arnavut Ata Efendi adıyla meşhurlaşmış. Fakat Cumhuriyet devrinde dinimize karşı yapılan inkılaplardan sonra, Ataullah Efendi ona dayanamamış. Arkadaşlarına demiş, bana morfin yaptırıp beni uyuşturun, ve hükümet adamlarına deyin ki: Vasiyet etmiştir cenazesini tabutla memleketine götürelim. Nitekim arkadaşları öyle yapmışlar.Ve Makedonya’ya varıp ayıldıktan sonra. Orada Meddah adındaki Medreseyi yaptırıp, o medresede çok talebe yetiştirmiştir. Ben onların çoğunu, Kosova’nın Gilan kasabasına bağlı tamamı Türk olan Dobırçan Köyünden tavizsiz hoca olan öz dayım Abdülhamid Dindar vasıtasıyla tanırdım. Çünkü Oranın Lideri Mareşal Tito ile Rahmetli Adnan Menderesin Anlaşmaları neticesinde 1952-1960 arasında Türk, Arnavut, Boşnak ve Pomaklardan oluşan 2,5 milyon Nüfus Türkiye’ye göç ettikten sonra, Rahmetli Abdülhamid dayım köyünde ahbapsız kaldığı için mevcut mallarını satarak bizim köye yerleşmişti.

Bundan ötürü Ataullah Hoca Efendinin talebeleri dayımla çok samimi dostlukları oldukları olduğu için dayımı ziyarete sık sık geliyorlardı, ve misafır karşılamak için benim evim dayımın evinden daha müsait olduğu için haftalarca benim evimde kalıyorlardı. Bu sebepten Ataullah Hoca Efendinin talebelerinin çoğunu tanıyorum.

Birkaç tanesinin adlarını şöyle sayabilirim: Talebelerinden en meşhuru Alim ve şair olan Abdülfettah Rauf Efendi idi. Ötekilerinden hatırlayabildiğim kadarını saymaya devam edeyim. Sayacaklarımdan hepsi rahmetli oldular. Görelerli Selim Efendi. Hafız Sa’dullah Efendi, Gruşinalı Mehmet efendi, hem müderris hem hafız olan her iki gözleri ile ama olan iki tanesinin isimleri şöyle: Hafız Hasan ile Hafıs Sa’dullah Efendiler, Hafız Şaban Efendi, Preşovalı Hafız Necati Efendi, Nakuştaklı Ferhat Efendi ve bunlar gibi isimlerini hatırlamadığım Hoca Efendiler daha var. Bunların tamamı müderris olduktan sonra Ataullah Hoca Efendi hayatta iken Müderrisliği Meşhur talebesi olan Abdülfettah Efendiye devretmiş. Bu zat Arapça, Türkçe ve Farsça dillerini ve tahsili diniyyenin ilim dalları olan: Sarf, Nahiv, Fıkıh, Meani, Mebani ve diğerleri, bunların tamamı 16 dir Bu ulumi diniye dallarının tamamının mütehassisi idi bu zat. Hatta ve hatta Hocası Ataullah Hoca Efendi onun hakkında: “Eğer benim talebem olmasa idi diyemezdim ki insandır” demiş. Bu zattır ki; oranin Münafik Lideri olan Mareşal Titonun çıkardığı “Skidanje zare i ferece” kanunu ile Osmanlıdan kalma ora Müslüman hanımların tesettürü olan çarşaf ve peçelerini kaldırdığı zaman Kanuna itiraz eden Abdülfettah Efendi 8 sene hapis cezası çekti.

Böylece 1952-1960 arası Müslümanlar oradaki din düşmanlardan çektiklerinden kurtulmak maksadıyla 2,5 milyon Türkiyeye göç ettikleri halde, Ataullah Hocanın talebelerinin itirazları üzere, onları dinleyen Müslümanlar, Türkiye de dine karşı yapılan inkılaplar nedeniyle Türkiyeye gelmediler. Taki Risale-i Nur eserleri oralara geldi. Ondan sonra o hocalar: Allah asırlarca İslamiyet’in menbaı olan Türkiye’ye Bediüzzamanın gibi bir zatı göndermiş ve onun eserleri olan Risale-i Nurlar yayılmaya başlamış ve bu eserler sayesinde insan imanını muhafaza edebilir diyerek, daha önce Türkiye ye gidilmez diye verdiğimiz fetvamızı geri alıyoruz, bundan sonra kim isterse gidebilir dediler. Hatta ondan sonra Abdülfetta Efendinin oğlu Tarık Ridvan da Türkiye ye gelmişti.

Evet Ataullah hoca Efendi, talebe okutup hoca yetiştirme vazifesini Abdülfettah Rauf Efendiye bırakınca: O mübarek zatta çok talebe yetiştirdi. Başta Ataullah Hocanın oğlu merhum Ni’metullah Kurtişi’yi  Nikuştaklı Merhum Cemal Efendi’yi, Benim Küçük dayım Hafız Tahsin Dindar’ı ve daha bir çoğunu. Onlardan ikisi çok meşhur idiler ki:

Biri Allah kendisini rahmetine gark etsin Bekir Sadak Efendidir. Bu Efendi 4 ayda hafız olmuştur ve Hırvatistan’ın Zagreb şehrinde Hukuk fakültesini bitirmiş birisidir. Ve icazet aldıktan sonra Türkiye ye geldi, İstanbul da Yüksek İslam Enstitüsünde müderrislik yaptı İstanbul’un Barolar Birliğine kayıtlı idi. Hatta Risale-i Nurlar hakkında onunda bilirkişi raporu var. Risale-i Nurlar suçsuz, hatta faydalı eserler olarak bilirkişi raporunda kayıtlıdır.

Kendiside o zaman Yüksek islam enstitüsünde okuyan Nur talebelerinden İbrahim Çetin isminde bir Hoca Efendi Bekir Sadak Hoca için şöyle anlatıyor:

Eylül ayında talebelerin başladığı ilk gönünde Bekir Sadak Hoca bakıyor bir sürü yeni öğrenciler gelmiş. Onları karşısına alarak: “Gençler! Siz eğer para kazanmak için burayı seçti iseniz yanlışsız, gidin başka bölümü seçin bura para kazanmak yeri değil, Burası adama cenneti kazandıran bir yerdir.” Bana anlatan hoca diyor, hakikaten onlardan çoğu İslam enstitüsünü bırakıp başka mesleklere tahsil etmek için kaydoldular. Zaten Üstad İhlas Risalesinde: Hocaları kastederek, “Dini hizmet karşılığında bir menfaat istenilmez, belki verilir verilsede alırken ondan hoşlanılmamalı

Bir başka haber Bekir Sadak Hoca bir hoca arkadaşı ile yolda yürürken, arkadaşına biri sorar, Bankada bir miktar param vardı epeyce faiz toplanmış bu parayı alabilirim mi? Hoca cevaben, alamazsın, onları alsan da atmak zorundasın, deyince. Bekir Hoca konuştuklarını duyunca, adam ayrıldıktan sonra, Bekir Hoca meslekdaşına; Arkadaşım o para ile umumun faydasına bir tuvalet de mi yapamaz deyince?” arkadaşından cevap yok.

Abdülfettah Hocanın İkinci meşhur Talebesi: Pek Muhterem merhum ve magfur Kemal Aruçi dir. Bu zat Gostivarın Vrapçişte köyündendir. Bu köy hakkında bir hocadan şöyle işitmişim: Osmanlı zamanında Arnavutların dilinde dini kitap yok. Köyün eşrafi toplanıp karar alıyorlar: Bugünden itibaren hiçbir evde Arnavutça konuşulmayacak. Bundan sonra halk iyice dinini öğreniyor. Böylece dil bilince Kemal Aruçi Hoca Efendi Alim Şair bir Zat olma imkânını dil öğrenme zahmetine katlanmadan elde ediyor. Muhammed Aruçi isminde oğlu da, Arabistan’da İlahiyati bitirip Master ve Doktorasını da yapmıştır. Şimdi İstanbul da yaşıyor. Hatta buradan evlendi.Şimdi nerede çalışıyor kesin bilemiyorum, fakat, Diyanetin çıkardığı Ansiklopedi çalışmalarına onu da almışlardı. Orada çalıştığını biliyorum. Babasını yazmış olduğu Şiirlerini “ŞİİRLERİM” namıyla 440 sahifeden ibaret olan mükemmel bir üslupla yazılan şiirlerini oğlu Muhammed bastırdı. Hatta balkanlarda yaşayanların ekonomi durumları iyi olmadığı için, onların cami ve mektep gibi hayırlı faaliyetlerine Muhammed Aruçi Hoca buradaki hayırsever iş adamlarını teşvik etme gibi hayırlı işlerde dahi katkısı oluyor.

Evet boşuna değil Üstad Bediüzzaman hazretlerinin sözü ki Balkanlar hakkında mahsulat vermeyen mera dememiş: ” Rumeli bostanı” demiş. Bir tarihçi Osmanlı zamanında Arnavutlardan 38 Sadrazam çıktığını yazıyor . İstiklal Marşi Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Prof Sabattin Zaim, Eşref Edip ve Van valisi Tahir Paşanın da soyları oralardan. Hatta! Peygamberimiz a.s.min “Men teşebbehe bi kavmin fehüve minhüm” (Bir müslüman başka milletten birine benzerse o onlardan olur) Hadisi şerifin manasını açıklayarak kitap yapan İskilipli Atıf Hoca, ve bu kitap onun idamına sebep olmuştu. Bunun gibi Arnavutluğun İşkodra’sından İbrahim Kaduku ve Basnadan Seyfullah Efendi de ayni hadisi şerifi açıklayarak kitap yazmışlar. Hatta! Yukarıda kendilerinden bahsettiğim Üsküp Hocaları Kasket ve Fötr şöyle dursun, Müslümanlar çalışmak için Sırbistana gitme ihtiyacını duyup oralara giderken Sırplar arasında Müslüman olduğu bilinmesin diye, başlarına Fransız Beresini taktıkları zaman, Hocalar itiraz edip kendilerine siz Fransız kıyafetine büründüğünüz için dinden çıkmışsınız diyorlardı ve Hocalarla halk arasında bu kavga epey sürdü. Makedonya’nın baş şehri Üsküp te 1960 senesine kadar sokaklarda Müslümanların % 90 nını kırmızı fesle görürdün Makedonlar kendi kıyafetlerini taşırlardı. Hatta! Müslümanların ana vazifelerinden olan selam vermek, sokakta yürürken kime selam verip kime Makedonca ( Doberden) diyeceğini tereddüd etmeden bilinirdi. Fakat Türkiyemizde Müslimanlar şapka taşıma mes’uliyetinden kurtulmak için baş açıklığı tercih ettikleri için ora Müslümanları da Türkiyenin durumundan kuvvet alarak şimdilik onlarda başaçık gezebilme hususunu Türkiyeyi taklit ederek başaçık geziyorlar, Zaten Üstad Bediüzzaman Büyük millet Meclisindeki konuşmasında: Dıştakı müslümanlar bizi taklid ederek iyilikleri aldılar. Bizim kötü ahlakımızı da taklid edebilirler. Zaten şapka hususunda Şeyhül İslam Zembilli Ali Efendinin müthiş ikazı var. Bu sebepten müslümanlar başaçık yürümeyi, insanı küfre sokan şapka taşımaya tercih ediyorlar. Fakat ne yazık ki hepsi başaçık oldukları için sokakta yürürken karşıdakini müslüman mı yahudimi ermeni mi bilemediğin için rahatça selam veremiyorsun.

Yukarıda ismini vermiştim. Dayım tavizsiz Abdülhamid Dindarın oğlu 1973 te Yugoslavya dan Türkiyeye temelli olarak göç etti. Fakat babası Hoca dayım temelli olarak gelmedi. O başındaki sarığını çekmemek için turist pasaportu ile geldi. Çünkü pasaportta ki fotoğrafı Sarıklı idi. Burada polisler sarığına müdahale ettikleri zaman “ben turistim işte pasaportumu görebilirsiniz” diyerek bu şekilde gayesinden taviz vermeden yaşadı. Zaten orada dahi onun sarığını çekmek için 5-6 saat emniyette tuttular. Emniyet amiri çek sarığını deyince Ayni Üstad gibi boğazını göstererek bu sarık buradan çekilir diye Emniyet amirine cevap verir. Nihayet emniyet amiri kalkar kendisi Dayımın sarığını şözer ve dayımın eline verir. Dayım emniyetten çıkınca emniyet kapısı önüne tekrar sarar ve Elhamdülillah ölünceye kadar başından çekmedi. Topkapı kabristanında medfundur. Allah Rahmet eylesin.

Evet , Türkiye de dine karşı yapılan inkılaplarla ecdattan kalan çok güzel adetler yok olduğu gibi, Türk dil kurumunun başına getirilen A. Dilaçar’ı, halka karşı A. soyadını gizli tutup, millet onu Ahmet te Ali de olabilir düşüncesini taşıyordu. Sonra meydana çık tiki Agop Dilaçar mış, yani Ermeni imiş. Ve onun dilimize yaptığı tahribatın tamiri mümkün değil. Bu hususlara nazar attığımız zaman Ecdadın adetlerinin birçoğu Balkanlarda daha devam ediyor. Mesela, orada ev hanımları ve bulüğ çağında ki kızlar, avluya çıkınca evin içindeki elbiselerle görünmemesi için, ister köy ister kasabalarda evlerin avlularının çoğu 3- 3,5 metre duvarla sarılıdır. Hala gün bu gün öyledir. Yeni yapılan evlerinde duvarları yüksektir. Köylüler tarladaki mahsulatını arabayla rahatlıkla avluya sokmak için çift kanatlı 3 metre yüksek kapılar mevcuttur ve ister misafir perverlik istet ölüm ve düğünde, halk biri diğerinin derdi ile dertlenme gibi uhuvvet onlada mevcuttur. Bunlar gibi daha birçok güzel adetler grada hala devam etmektedir.

Kardeşler! Unutmayalım ki bu zamanda Müslüman ölmek kolay bir iş değil. Prof. Şener Dilek kardeşimiz bir konuşmasında, üç çeşit insan var diyor:

1- Bu kısım insanlar midesinden başka düşünmez. Onun yapacağı mutkfak ile tuvalet arasında dolaşmaktır.

2- Müslüman geçinir. Ben Müslüman değilmiyim der, fakat neyazık ki islamın icaplarını yerine getirmez. (bunun müslümanlığı hiç kimseyi tedavi etmeyen Doktora benzer)

3- Gaye adamıdır bu muhterem gayesi uğruna çok şey feda eder. Çok zahmetlere katlanır. Hatta öyleleri var ki gayesi uğruna ruhunu feda eder gayesinden asla feda etmez. Mesela Üstad Bediüzzaman gibi.

Hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

albnur.com

Aşağıda Abdülfettah Rauf efendinin iki şiirini size takdim edeceğım:

Menfi milleyetçilige düşmanım

Arnavutluk ya türklüğün yeri yoktur dinimde.

Ben yalınız Müslümanım budur kalan zihnımde.

Ben yalınız Müslümanım Allahım bir dinim hak.

Budur benin öğündüğüm bu olmuştur olacak.

Ben yalınız Müslüman’ım Peygamberim Muhammed.

Salat sana selam sana ey mürşidi muhalled.

Şanım Kur’an canım Kur’an kanunum tek Kur’andır.

Ulu kitap yüce kitap canım sana Kurbandır.

Müslümanlık dinim benim Müslümanlık milletim.

Müslümanım şübhem yoktur yoktur benil illetim.

Müslümanlık dörtyüz milyon kardeşim.

Akar ise onlar için akar benim gözyaşım.

Sevinç ile sevinirim, keder ile ağlarım.

Matem ile öz başıma karaları bağlarım.

Kıblem Kâbe, Rabbimiz bir kıblemiz bir hep biriz.

Ni’metlere şükrederiz belalara sabiriz.

Müslüman’ın düşmanına babam olsa düşmanım.

İçim dışım ben yalınız Müslüman ve insanım.

Müslümanlık ne büyük şey bir zamanlar cihanı.

Baştan başa zapt ederek insan etmiş insanı.

Yüce rabbim yüce dinim böyle hor ben kalamam.

Tarihimi çiğneyerek yabancı şey alamam.

Göksümdeki imanımın firmasıdır şu fesim.

Bu başımdan çıkmayacak çıkmadan son nefesim.

Sağ oldukça baş üstünde kalmalıdır ni’meti.

Ben ölünce olmalıdır tabutumun zineti.

Kalbimizin Nurunu solduranlar solmalı.

Müslümanım Müslümanın dini bütün olmalı.

Dinimiz bir bu ikilik Koğulsun Yarab aradan.

Müslümanlar dinimizden ayırmasın yaradan.

Balkan Şuarasında

Üsküplü Abdülfettah Rauf yazılış tarihi 1958

Evet buradaki ağabeylerin nazariyeleri de o istika mette. Kızların memure olmaları için yüksek tahsili uygun bulmuyarlar. Aşağıda göreceksiniz Abdülfettah Efendi de o istikamette

EY HAZRETİ HAVVANIN NAMUS SEVER KIZLARI

Küçük büyük kadın erkek şaşırdığı bir zaman,

bir zaman ki dostlar zebun düşman ise bi eman.

Beşer azmuş Hak yolundan her tarafta buhran var,

Ne elinde bir kitap var ne önünde burhan var.

Kadın çıkmış kadınlıktan ırzu namus paye mal,

ne şeref var ne âile sönmüş gitmiş hem âmal.

Öz çocuklar anne varken annesiz kaldı eyvah,

Ne haya var ne korku var ne Peygamber ne Allah.

İslamiyet kadınlığı kurtarmıştı zilletten,

Kurtarmıştı rezaletten esaretten illetten.

Her hakkını verdi fakat kadınlık çevresinde,

Kadın kadın oldu İslamın nurlu devresinde.

Bunun için Ey Havvanın namus sever kızları!

Müslümanlık âtisinin münevver yıldızları.

Siz bu günün genç kızları yarının anneleri,

Biliniz ki bu dindedir hakkın feyzi hüneri.

Her emrini şeref bilin hayat bilin hak bilin,

feyzi hayat bu dindedir bu dinde mutlak bilin.

İmanlıya dine kanmak zor değildir kolaydır,

Bir kadına kendi evi kafes değil saraydır.

O sarayın Padişahı yine kadın olmuştur,

Kadın ancak saadeti bu sarayda bulmuştur.

Ey Allaha iman eden afife kız bgün ben,

Fazla öğüt vermem sana şu sözüm var heman sen.

Aişe-i Sıddıkayı Fatımatüz Zehrayı,

Numune al, bakma asla bu kudurmuş dünyayı,

Bir kadını çarşafında saklamıştı diyanet,

Ayıp mıdır bir inciyi sadefinde sıyanet.

Diyorlar ki kadın demek kedi değildir heman,

Hiç yerinden oynamasın evde kalsın her zaman.

Fakat kadın köpek dahi değildir ki dolaşsın,

Çarşı pazar devr ederek her gübreye bulaşsın.

Bunun için kadın heman evladına annedir,

O evinde hakimedir silahı da iğnedir.

Bir milletin annesidir bir vatanın banisi,

Ailenin temel taşı zevcının da sanisi.

Medeniyyet ve asrilik dedikleri kederdir,

Kadınlığa cinayettir ırzu şeref hederdir.

Ev boş kalmaz boş kalırsa bütün hayat boş olur,

Hakkın yüce kanuni ile amel etmek hoş olur.

Hoş değilde vazifedir aklı olan insana,

Reva değil tekme vurmak şu pek büyük ihsana.

Üsküplü Abdülfettah Rauf Efendinin Şiiri

Dünya Savaşı’nı Gören İhtiyardır!

Balkanlarda yaşadığım bazı hadiseleri NurNet okuyucuları ile paylaşacağım:

Evet, Üstad Bediüzzaman: “Cihan Harbini Gören İhtiyardır” Demesi ile İhtiyar olduğumuzu ispat ediyor. “İhtiyarların tecrübesinden istifade etmek lazım“: Düsturunun yazımıza tevafukunu  eklersek, yaşadıklarımızdan bir şeyler anlatmak lazım.

Yazıma başlamadan: Allah memleketimizi ve âlem-i İslamı böyle durumlara düşmekten muhafaza eylesin. İkinci cihan harbini yaşayan biri olarak Balkanlarda yaşadığım bazı tecrübe ve bilgileri kardeşlerle paylaşmakta fayda görüyorum:

Her ne kadar ikinci dünya savaşı zamanında yaşım biraz küçük idi ise de, yaşlı adam gibi hadiseleri hatırlıyorum.

Alman, Bulgar ve Yugoslavya’nın partizanlarından oluşan üç düşman kuvvet, yaşadığımız kasabacığı bomba ve tüfekler ile biri diğerine saldırarak, savaşlar oluyordu. 24 saatte onlardan biri ötekileri kovalayıp kasabamızı istila ediyorlardı. En son Bulgarlar, Kasaba sakinlerini okul meydanına toplayıp insanlardan bazılarını halkın önünde öldürüyorlardı ve Bulgarca halka: “Hepinizi sabun yapacağız” diyerek halkı korkutuyordu.

Onlardan bir subay Bulgaristan Türklerinden olup imanından gelen merhametle,  bize Türkçe “korkmayın, sizleri şimdi salacayız” diyerek bize gayret veriyordu. Ama onlardan çoğu Bulgar gavuru olduğu için, biz okul meydanında iken  evlerimizdeki eşyaları yağmalamışlar. Eve döndüğümüz zaman sandıklardaki eşyaları bile alıp götürmüşler. Bu sırada dellallarla evlerimizi terk etmeyi emredip evlerimizi yakacaklarını ilan ediyorlardı. Zavallı bizler canlarımızı kurtarmak için elimizde hiçbir eşya alamamak şartı ile uzak köylere gitmeye mecbur olduk. 4-5 ay dışarıda kaldıktan sonra perişan evimize döndük.

Bunu de anlatayım: Bulgarlar bize zulüm yaptılar ama Almanlar yapmadılar. Müslüman olduğumuzu öğrenince: “Müslümanlar iyi insanlardır” manasında (Muhammedan guut) diyorlardı.

Balkanlarda II. Cihan Harbinden Sonraki Hal ve Sosyalizm İdaresi

Savaştan sonra başımıza çok kurnaz Hırvat asıllı Mareşal Tito isminde bir lider geldi. Komunizmden biraz daha yumuşak bir idare olan sosyalizmi kendine idare sistemi olarak benimseyen Tito’nun idaresinde kanun, kâğıtta değil, harfiyen tatbikatta idi. Ülke 7 federalden oluşuyordu: Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ, ve Makedonyadan oluşuyordu. 12 milletten oluşan Yugoslavya devleti her millete kendi dilinde okul açmaya kadar eşitlikle idare etti. Bu sebepten dolayı, çoğu devlet Tito’yu makbul bir şahsiyet olarak biliyordu. Amma Tito, zavallı halka, özellikle genç nesillere, okul eğitiminde dinsizlik propagandası yaptı.

Kurnaz dedim, evet yaşlılara hiç dokunmadı, camileri kapamadı. Hacılar, hocalar dışarıda sarıkla geziyordu, isteyen ve parası olan hacca gidebiliyordu. Fakat 1948’de dini tedrisati yasat yerleri olan mektepleri kapadı, ta 1959’a kadar öyle devam etti. 1959’de camilerde hocalar, çocuklara kitapsız din dersi verebildi, 4-5 sene öyle devam etti. Ondan sonra: “Camilerde hocalar kitapla ders verebilir” izni devletten geldi. Öte yandan okullardaki öğretmenlere “dikkatli olun camide din dersi almaya giden çocukların notlarını kırınız” dedi ve böylece istikbalin teminati olan gençlerin manevi dünyalarına çok zarar verdi. Şöyleki:

Mareşal Tito, her zaman halka hitab edeceği sırada konuşmalarına “Genç kızlar ve genç erkekler” sözleri ile başlardı. Yani yaşlıları kale almazdı. İdareyi sağlam ele alınca “Kolektif” sistemini uygulamaya başladı, Yani halk, beraber çalışacak, tarlaları beraber ekecek, beraber biçecekler, herkese yetecek kadar buğday verilecek. Fakat bunu uygulayamadı bıraktı.

Sonra 10 hektarın üzerinde arazisi olandan alıp, daha az arazisi olana verdi ve merhametten mahrum olan, âileden kopuk asaletsiz kimseleri alıp muhtar, mahalle azası ve ispiyonluk gibi vazifeyi onlara verdi. Yani böyle şerefsiz kimseleri idare makamına yükseltmekle, şerefli insanların sesini kesti.

Sonra devletine gelir sağlamak için buğdaydan, sığır hayvanların etinden, sütünden, tavuktan, tavuğun yumurtasından vergi aldı. Halk evleri yapmak için ormanda ağaçları olandan vergi aldı. Gerçi dükkanlar çok az  değildi, ama evin ihtiyaçlarını gidermek için, memurlara “Taçka” ismi ile bir çeşit kupon, zavallı köylülere et, yumurta, buğday gibi ürünlerden alabilmeleri için “Bon” adında başka bir çeşit kupon verildi.

Evet bugün gibi hatırlıyorum, küçük bir ineğimiz vardı, 157 litre süt vergi götürmüştüm. Sıkı isen içine azıcık su kat, kendini hapishanede bulursun. Ve daha önce anlattığım, gibi savaştan çıplak çıktık. Çok zaruri ihtiyaç içindeyken, içine saman koyup bir yatak yapmak için, bir beyaz astar için 10 adet tavuk ve 60 adet yumurta vermiştim. Bu bilgiler Allah’ın verdiği bol nimetlere daha çok şükretmemize fayda sağlar tahmin ediyorum.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.Orgwww.AlbNur.com