Etiket arşivi: tokat

Silgi Yiyen Çocuk

Elimden oyunumu ve yazlık elbiselerimi aldığı için sonbaharı pek sevmezdim. Bir de, okulların başladığı bir mevsim olduğundan tabii. Çocukluk günleri malum; bir günümüz bir hafta kadar uzun gelirdi bize. İşte o uzun günlerin bitmez zannedilen yaz tatilinin peşinden eylül çıkagelirdi. Eylül; tatile veda, okula merhaba demekti…Bahçemizdeki kavak ağaçlarının yaprak döküm mevsimiydi. Bir yandan ağaçlar soyunuyor, kuru dallar iskelet şeklini alıyorlardı. Sadece dut ağaçlarının yaprakları direniyordu, sonbaharın son ânına kadar. Bir yandan kısalan günler ve biten tatil, diğer yandan ise sürprizler ve meraklar karmaşası içinde okulun yolunu tutuş. Birinci sınıfta refakat eden, okulun kapısına kadar getiren babaanne ya da yakın biri yok artık. Önce ilkokul iki de bu ilgiler azalıyor. Üçüncü sınıfta ise, tamamen yalnızlaşıyorsunuz. Eh okulu da tanıdığınıza göre, bir de sınıf başkanıysanız benim gibi, havanız değişiyor birden. Belki de bize güven duydukları için, ilk yılların takip ve ilgisi kalmıyor. Sevdiğim bazı arkadaşlarımdan sınıflarımız ayrıldı diye çok üzülürdüm…Bir müddet sonra buna da alışırdık. Hiç olmazsa aynı okuldayız diye teselli bulurduk. Aklım sokaklarda ve oyunlardaydı. Alışkanlıkları terk etmek kolay mı? Ama yine de yeni öğretmen, yeni sınıf ve yeni arkadaşlar heyecan uyandırmıyor değildi. Pırıl pırıl giysilerimiz, özenle kaplanmış defterlerimiz bir başkaydı. Çantaya tüm kokusunu sindiren kalemler ve silgiler unutulur mu hiç? Hâlâ hatırlarım hafızama sinmiş bu kokuyu. İçime uzun uzun kokusunu çektiğim pembe silgiler vardı. Sekizgen köşeli, parmak kalınlığında, köfteye benzerdi. İnsanın yiyesi gelirdi onları. Bu pembe silgiler, o günlerde başıma çok iş açmıştır.. “Sakın Ağzındakini Çıkarma!” Bir gün Necla Öğretmen sınıf arkadaşlarımızdan birini sözlüye kaldırmıştı. Ezberlediği çarpım tablosunu dinliyordu. Ben de dalmışım. Alışkanlık işte, ısırdığım silginin ufalanmış parçalarını ağzımda gezdiriyordum. Öğretmenim birden bana doğru bakıp, “Öyle kal!” dedi. Ne yapacağımı bilemedim. “Sakın ağzındakini çıkarma” diyordu. Eyvah ki eyvah. Silgiden başka bir şey olsaydı ağzımda, onu yutardım ama şimdi ne yapabilirdim. Bu hâlimle bir yanda bütün sınıfa karşı rezil olmak vardı. Bir yanda da utancımdan ağzımdaki silgi parçalarını kimsenin görmesini istemiyordum.Her şeyi göze alıp, başımı sıranın altına doğru eğdim ve ağzımdaki silgi parçacıklarını yere tükürdüm. Benim ağzım boşalmıştı ama öğretmenimin ağzı, yüzü öfkeyle dopdoluydu. Ne vardı bu kadar büyütülecek, anlamadım gitti. Ben onun yerinde olsaydım, daha koca bir silgi verirdim öğrencimin eline kimseye çaktırmadan. “Boş vakitlerinde evde devam edersin” diye, bir de işi espriye vururdum. Öyle olmadı maalesef. Sanırım o gün Necla Hanım da çok kötü bir günündeydi. Orta boylu, ağır vücut yapısıyla iki yana sallana sallana hışımla yanıma geldi. “Aç bakayım ağzını” dedi. Ağzımda bir şey olmadığımı görünce, öyle bir tokat aşketti ki, hatırladıkça hâlâ sol yanağımda o acıyı duyarım. Keşke bunları yaşamasaydım ve sizlere de anlatmasaydım. Ama olmuyor işte, hayat böyle acısıyla, tatlısıyla güzel. Bu tatsız günler de, diğer tatlı ve güzel günlerin kıymetini bilmek için bir ölçü oluyor sanki. Öfke ile kalkan zararla oturur derler ya, her ikimiz için de kayıp bir gündü…

Eminim, aynı el o sıralarda yeni doğmuş çocuğuna şefkatle dokunurken, onu tutup sevip, okşarken, bana attığı o bir tokat için çok acılar hissetmiştir. Kendi çocuğuna yapabilir miydi bunu? Asla… Peki ama bana neden? Yaptığım şey yanlış ise, uyarması gerekmez miydi? Sekiz yaşında bir çocuğun, işin doğrusunu ondan öğrenmek hakkı değil miydi? Benim hayatıma mutlaka unutulmaz güzellikler katan öğretmenim, bir tokatla siliniverdi dünyamdan. Onca güzel anılar varken, yaşadığım bu tek acı olay yüzünden; bütün o yılı ve üçüncü sınıfın tamamını sildim hafızamdan… Ağlamak Benim de Hakkım ŞİMDİ ağlamak istiyorum… Öğretmenime haksızlık ediyorum belki de… Bana mutlaka sayısız faydası dokunmuş olan bu insanı, bir tokat attı diye nasıl da acımazsızca silmişim defterimden. Bunu geç de olsa telâfi etmeliyim.

Siz, siz olun, ne yapılırsa yapılsın affetmesini bilin. Bazen büyüklük, küçüklerde kalmalı… Benim gibi öğretmenini affetmek için kırk yıl beklemeyin lütfen olur mu? Yıllarca yüreciğim bu acıya nasıl da dayanmış, hayret… Bu olayı yaşamaktan daha da acısı affetmemekmiş meğer bunu bildim. Affettim öğretmenim, ebediyen affettim sizi. Suçlu bendim ama bunun suç olduğunu bilecek, yanlış olduğunu gösterecek biri çıkmadı karşıma. Elimden tutmalıydınız, doğru davranışı göstermeliydiniz. Buna rağmen affettim sizi, lütfen siz de affedin beni. Dualarım ruhunuza ulaşır inşaallah… Sevgili, öğretmenim benim.

İşte böyle arkadaşlar. Bakın o günlerden kalma en acı bir hatıra bile sonunda tatlıya bağlandı değil mi? Barışmak güzel, yüz yüze olmasa bile güzel. Hem bizim küsmelerimiz hani mendil kuruyuncaya kadardı canım. Ne çabuk unuttuk. Hâlâ mı affetmeyelim bize A’yı, B’yi, hayatı, yaşamayı öğretenleri. Lütfen bu hatıra anlattığım kadarıyla kalsın, sizler bundan başkaca bir olumsuzluk dersi çıkarmayın olmaz mı? Ben sevdiklerimle bir müddet konuşmasam bile, onları dualarımdan silmedim hiçbir zaman. Çünkü küsmek bile, ancak birbirini sevenlerin arasında olan şeydir. Birbirini hiç tanımayan insanlar arasında ne küslük, ne dargınlık olabilir ki. Sevgili öğretmenimle aramızdaki bu anıyı, bugün bir kez daha hatırlamamızın sırrı, onunla tekrar görüşme arzusundan doğmuştur belki de. Hatıralar hatırlandıkça, güzel tarafından bakıldıkça, ne kadar da doyumsuz bir zevk veriyor insana. Dışarıdaki eylül güneşi ne kadar solgun olursa olsun, içinizdeki güneş parlayacak ve ısıtacak sizleriAbdülkadir Geylâni’nin; “Acılara sabırla karşılık verdiler, tatlı oldular” özdeyişini hatırlamanın tam da sırası. Rabbim neşenizi hiç eksik etmesin. Hayatınız en güzel hatıralarla dolu dolu geçsin inşallah.

Selim Gündüzalp

Hz. Musa’nın, Azrail (A.S)’a Tokat Vurması

Ebu Hureyre (ra) dan rivayet, Resul-i Ekrem (asm) ferman etmiş ki: Melekül Mevt (yani Azrail) Musa Aleyhisselama ruhunu kabzetmek için gönderilmiş. Hz. Musa’ya geldiği zaman, O’na tokat vurmuş, bir gözü çıkmış. Azrail Aleyhisselam Rabbine dönmüş, demiş ki: “Beni öyle bir kula gönderdin ki, ölümü istemiyor.” Cenabı Hak tekrar ona gözünü iade etmiş.

Allah Teâlâ ölüm meleğini Musa’ya ruhunu kabzetmek için göndermemiş; ancak ve ancak imtihan için göndermiştir.

Nitekim ALLAH Teâlâ Halil İbrahim (Aleyhisselâm)’a oğlunu kesmesini emretmiş, fakat bunun hakikaten kasdetmemiştir. Eğer Musa (Aleyhisselâm) tokat vurduğu vakit onun ruhunu kabzetmek isteseydi, murad ettiği olurdu. Musa (Aleyhisseiâm) şeriatında tokat vurmak mubahtı. Kendisi yanına giren bir adam görmüş. Onun ölüm meleği olduğunu anlamamıştı. Bizim Peygamberimiz de izinsiz bir müslümanın evine bakan kimsenin gözünü çıkarmayı mubah kılmıştır. Hz. Musa’nın ölüm meleğini tanıdığı halde gözünü çıkarması imkânsızdır. Melekler İbrâhim (Aleyhisselâm)’a da gelmiş, O dahi ilk görüşde onları tanıyamamıştı. Tanımış olsa kendilerine dana eti takdim etmesi muhal olurdu. Çünkü melekler yemek yemezler.

Aşağıdaki güzel videoyu izlemeden kısa bir açıklama ;

Bu hususta üç meslek var:

Birinci meslek: Azrâil Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mâni olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî birşey, hadsiz aynalar vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin aynalardaki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı aynalarında misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat aynaların kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.

İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın aynasına temessül eden melekü’l-mevtin insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm ve celâlli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü’l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür.

İnsanın ruh aynasında yansıyan Azrail (as)’in hakiki vücudu değil, hakiki vücudun aynadaki basit bir yansımasıdır. Hazreti Musa (as) bu yansımadaki surete tokat attığı için, Azrail (as)’in hakiki vücudundaki gözü değil, bu aynada yansıyan suretin gözünü çıkarmış oluyor. Bu birinci mesleğin görüşüdür ki; Risale-i Nurların tarzı bu şekildedir.

İkinci meslek odur ki, Hazret-i Cebrâil, Mikâil, Azrâil gibi melâike-i izâm, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, envâ-ı mahlûkata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehânın (Haşiye 1 ) ervâhını kabzeden başkadır, ehl-i şekavetin ervâhını kabzeden yine başkadır. Nasıl ki,

-1-

âyeti işaret ediyor ki, kabz-ı ervâh eden, taife taifedir. Bu mesleğe göre, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâma değil, belki Azrâil’in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celâletine ve hulkî celâdetine ve Cenâb-ı Hakkın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür. Haşiye2

HAŞİYE 1:  Bizde “Seydâ” lâkabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervâh-ı evliyanın kabzına müekkel melekü’l-mevt gelmiş. Seydâ, bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervâhına müekkel, mahsus taife ruhumu kabzetsin” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahit olmuşlar.

HAŞİYE 2:  Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde melekü’l-mevti görmüş, demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış, atına binmiş, kılıcını eline almış, ona meydan okumuş. Merdâne, at üstünde vefat etmiş

Bu mesleğe göre dört büyük meleklerden her biri bir vazifeden sorumlu bakan gibidir. Bu bakanların raiyetinde binlerce memur ve vazifeli vardır. Azrail de (as) insanların ruhlarını almakla sorumlu bir bakandır. Emri altında sayısız vazifeli ve memuru vardır. Bu vazifeli memurlar onun adına insanların ruhlarını alıyorlar. Tabi bu memurlar insanların ameline göre ayrı ayrı düşüyorlar. Kafirlerin ruhu için ayrı, Müminlerin ruhu için ayrı vazifeli memurlar vardır. İşte Hazreti Musa’nın (as) tokat attığı ölüm meleği, Azrail (as) değil, onun bir memuru olan melektir.

Üçüncü meslek: Yirmi Dokuzuncu Sözün Dördüncü Esasında beyan edildiği gibi ve ehâdis-i şerifenin delâlet ettiği üzere, “Bazı melâikeler var ki, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dili var (demek seksen bin gözü dahi var). Herbir dilde kırk bin tesbihat var.”

Evet, madem melâikeler Âlem-i şehadetin envâına göre müekkeldirler, Âlem-i ervahta o envâın tesbihatlarını temsil ediyorlar; elbette öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, meselâ küre-i arz bir mahlûktur, Cenâb-ı Hakkı tesbih ediyor. Değil kırk bin, belki yüz binler baş hükmünde envâları var. Her nevin, yüz binler dil hükmünde efradları var, ve hâkezâ…

Demek, küre-i arza müekkel meleğin kırk bin, belki yüz binler başı olmalı ve her başında da yüz binler dil olmalı, ve hâkezâ…

İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâmın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Hazret-i Azrâil Aleyhisselâma tokat vurması, hâşâ, Azrâil Aleyhisselâmın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikîsine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için, kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur.

Bu fikre göre de; her bir meleğin suret ve vücudu, vazifeli olduğu işin mahiyet ve kemiyetine göredir. Çok büyük ve kemiyetli bir vazife ile vazifelenmiş ise; suret ve şekli de ona göre büyük ve kemiyetli oluyor. Azrail (as) bir anda milyonlarca ruhu almakla mükellef olduğu için, Allah, Azrail’e (as), ya bu ruhlar adedince misali göz ve teveccüh vermiştir. İşte Hazreti Musa (as)’in tokat attığı göz, Azrail (as)’in hakiki gözü ve sureti değil, misali gözlerinden bir tanesidir.(Sorularla Risale)

Her hafta sıcak bir aile ortamı gibi devam eden Keşan’daki Nur derslerine bir yenisi daha eklendi. Devamını Doç.Dr.Şadi EREN Hocamızın Risalelerden anlatımıyla devam edelim…

www.NurNet.org