Toplum içinde en küçük sosyal kurum olan aile, aynı zamanda toplum hayatını da düzenleyen bir kurumdur. Bir toplumunun aile hayatı o toplumun sosyolojik hayatının da aynası olur. O topluma yön verecek bireyler de o ailelerden çıkar. Bediüzzaman aile hayatını insanlığın dünya hayatında bir çok şeyin bir arada bulunduğu bir merkez olarak görür ve şu ifadelere yer verir ; “Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevi saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngah ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır.”
AİLE HAYATININ SAADETİ SAMİMİ BİR VEFA VE HÜRMETTEN GEÇER
Dünyada ve Türkiye’de boşanma oranlarının hızla arttığı günümüzde, mutsuz evliliklerde günümüz toplumunun en büyük sorunu olarak yerini almaktadır. Maddi ve manevi yaralarımızın tedavisinde Kur’an-ı Kerim eczanesinden aldığı ilaçlarla bu asrın anlayışına sunan Bediüzzaman Said Nursi, bu hastalığın ilacını da şu şekilde verir ;
“Aile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddi ve vefadarane hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakarane merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedi bir arkadaşlık ve daimi bir refakat ve sermedi bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir.”
EVLİLİK KARARI ALIRKEN DİKKAT !
Evlilik kararı alınırken yapılan en büyük hayatalardan biriside eşlerin birbirlerinin güzelliklerine bakarak karar vermesidir. Yani o sevgiyi sadece insanın geçici birkaç yıl sürecek güzelliğine bina edip, o güzellik kaybolduktan sonra insanların hayal kırıklığına uğramasıdır. Bediüzzaman’ın bu konu hakkındaki tespitleri dikkat çekicidir ;
“Bu haremim, ebedi bir alemde, ebedi bir hayatta daimi bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de, zararı yok. Çünkü, ebedi bir güzelliği var; gelecek. Ve böyle daimi arkadaşlığın hatırı için, her bir fedakarlığı ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık, bir iki saat suri bir refakatten sonra ebedi bir firak ve müfarakata uğrayan arkadaşlık, elbette gayet suri ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazi merhamet ve sun’i bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair gàlip hisler, o hürmet ve merhameti mağlup edip, o dünya cennetini cehenneme çevirir.“
Sosyal hayatımızı düzenleyen bu kuralları asrımızın idrakine sunan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Risale-i Nur Külliyatı” nda daha birçok konuya yer vererek ahret ve dünya hayatımızı kurtaracak bir çok formülü insanlara sunmaktadır.
Bir Emevi yöneticisi ve kumandanı olan Haccac-ı Zalim, 95 tarihinde kendi kurduğu Vasıt şehrinde 53 yaşında ölünce, Haccac’ın Emevi taraftarları mateme bürünmüş, karşıtları ise ölüm gününü bayram ilan etmişlerdi.
Böylece Irak’ta iki cephe oluşmaya başlıyordu, Haccac taraftarları ile Haccac karşıtları. İşte bu sıralarda Haccac taraftarı bir adam, çevresindeki Haccac karşıtlarına duyuracak sesle şöyle diyordu: – Ya Rab, büyük kumandan Haccac Hazretleri’nin şefaatinden beni mahrum eyleme!.
Bunu duyan Haccac karşıtı bir adam da düşüncesini şöyle dile getiriyordu: – Ya Rab, cehennemliği kesin olan zalim Haccac’a taraftar olmaktan beni muhafaza eyle!
Biri, Haccac’ın şefaati istenecek derecede cennetlik olduğunu iddia ediyor, öteki de onun taraftarı olmaktan Allah’a sığınılacak derecede cehennemlik biri olduğunu ileri sürüyordu. Toplumun cepheleşmesini körükleyen bu tür iddialardan rahatsızlık duyan mutedil insanlar da vardı. Onlar bu aşırı iddia sahiplerine ikazlarını şöyle yaptılar: -İkiniz de büyük veli Hasan Basri Hazretleri’nden Haccac’ın durumunu sorun. Bakalım şefaati istenecek derecede cennetlik biri mi diyecek, yoksa taraftarı olmaktan Allah’a sığınılacak derecede cehennemliğin teki mi olduğunu anlatacak öğrenin. Sonra gelin toplum içinde konuşmanızı ona göre ayarlayın.
Bu ikaz üzerine iki zıt iddia sahibi, tartışa tartışa büyük veli Hasan Basri Hazretleri’ne giderek Haccac hakkındaki iddialarını anlattılar. Hasan Basri Hazretleri, tartıştıkları Haccac’ın durumunu bunlara şöyle anlattı: – Haccac ölürken: “Rabb’im, demiş, halk Senin beni affetmeyeceğini zannediyor, ben ise Senin rahmetinin benim zulmümden çok olduğunu biliyor, affedeceğini ümid ediyorum. Bana halkın su-i zannıyla değil de benim hüsnü zannımla muamele eylemeni diliyorum!”
Böyle bir dua ile ölen Haccac’ın imansız gittiğini, cehennemliğin teki olduğunu iddia etmek dinen mümkün değil. Nitekim bunca zulmün, katlin sorumlusu olan Haccac’ın şefaati istenecek cennetliğin biri olduğunu iddia etmek de mümkün olmayacağı gibi!. Bundan sonra şu tembihte bulunur iddia sahiplerine:
– Unutmayın ki siz, tarafını tuttuğunuzu cennetlik, karşıtı olduğunuzu da cehennemlik ilan etme bilgisine de, hakkına da sahip değilsiniz! Düşüncenizi toplumu germeyecek yumuşaklıkta ifade etmeniz gerekir. Yoksa cepheleştirme fitnesini körüklemiş olma vebalinden kurtulamazsınız bu türlü aşırı iddialarınızla!..
Sakin bir üslupla yapılan bu uyarıyı dinledikten sonra, Haccac’dan şefaat isteyecek derecede cennetlik olduğunu iddia eden taraftar ile, Allah’a sığınılacak derecede cehennemlik biri olduğunu iddia eden aleyhtarı, düşünmeye başlarlar. Taraftarlık öfkesiyle ileri sürdükleri aşırı iddialarının toplumun birliğine zarar vereceğini kabul ederler. ‘Haccac’ın gerçek durumunu Allah bilir, biz taraftarlıkta aşırı gitmişiz.’ diyerek tartışa tartışa gittikleri yoldan bu defa konuşa konuşa döner, tahriksiz, yumuşak konuşma örneği verirler. Hasan Basri Hazretleri de sert iddiadan vazgeçip yumuşak kanaat açıklamaya yönelen iki karşıt insanı takdirle karşılar, ikisine de dua eder.
-Şimdi düşünme sırası bizde. Biz de taraftarı olduklarımızla, karşıtı bulunduklarımız hakkında böyle aşırılıkta ifade ve üslup kullanıyor muyuz? Böyle aşırı iddialarımızla biz de toplumu cepheleştiren tutum ve tavra girmiş oluyoruz muyuz?. Hasan Basri Hazretleri’nin aşırı üslup sahiplerine yaptığı uyarıları bizim için de geçerli mi? Ne demişti büyük veli iki karşıt iddia sahiplerine?
-Siz tarafını tuttuğunuzu cennetlik, karşıtı olduğunuzu da cehennemlik ilan etme bilgisine de, yetkisine de sahip değilsiniz! Toplumu cepheleştirmeyecek yumuşaklıkta ifade edin düşüncelerinizi!..
Doğru mu? Ülkemizde birlik beraberlik için bizim de böyle yumuşak üsluba ihtiyacımız kesin mi? Bir düşünsek mi?
Bugünkü toplumda maruz kalınan mağduriyetlerle oluşan gerilimlerin benzerleri saadet asrında da yaşanmış, mağduriyetleri önleyerek gerilimleri düşürme örnekleri de verilmiştir. Günümüze de mesaj veren bu örneklerden birini bugünlerde bir daha hatırlamakta fayda olacağı düşüncesiyle arz ediyorum.
Medineli Abdullah ile Muhayyıs çalışmak için gittikleri Hayber’de iş bulmuşlardı. Abdullah Hayber’in Şık mahallesindeki bir evde kalıyor, Muhayyıs ise biraz uzaktaki mahalledeki işinde çalışıyordu. Muhayyıs, bir ara arkadaşını ziyarete gittiğinde onu yerinde bulamayınca aramaya başladı. Soruşturmayı derinleştirdiği sırada bir çocuk “Mahallemizdeki kuyuda bir ceset var, belki sen onu arıyorsun” dedi.
Muhayyıs heyecanla gelip kuyuya baktığında Abdullah’ın başı üzerine düşerek, yahut da düşürülerek boynu kırılmış halde cesedini gördü. Fevkalade üzüldü bu olaya. Çevresindeki Yahudilere,
– Abdullah’ı siz öldürdünüz, diyetini ödemelisiniz, kanı yerde kalmamalı kardeşimin, dedi.
Yahudiler hep birlikte, “Biz ne öldürdük ne de öldüreni gördük, bize suç yükleme boşuna.” diye karşılık verdiler. Muhayyıs cenazeyi usulüne uygun şekilde çıkarıp defnettikten sonra doğruca Medine’nin yolunu tutup Efendimiz’e olayı aynen anlattı.
Efendimiz Hayberlilerin Abdullah’ın yoksul ailesine diyetini ödemelerini istedi. Çevre halkı, “Biz öldürmedik de öldüreni görmedik de…” diye karşılık vermekte ısrar ettiler.
Bu durumda iddia sahibi Müslümanlara, Abdullah’ı Yahudilerin öldürdüklerini ispat etmek düşüyordu. Ya olayı gören şahitlerle ispat edecekler ya da Yahudilerin öldürmüş olacağına kendileri yemin edeceklerdi. Müslümanlar olayı gören şahit bulamadıkları gibi yemin yapmaya da cesaret edemediler. Çünkü olayı gözüyle gören biri çıkmamıştı ortaya. Ancak Abdullah’ın onların mahallesindeki kuyularında tepesi üzerine atılmış halde ölüsü bulunduğu da bir gerçekti.
Sonuç böyle ortada kalınca Müslümanlar ile Hayber Yahudileri arasında ciddi bir gerginlik başladı. Medine halkı Hayberlilere Abdullah’ın katilleri olarak bakıyor, diyetini ödemeleri gerektiğini, böylece Abdullah’ın geride kimsesiz kalan yoksul ailesinin de bir ölçüde yarasının sarılmış olacağını söylüyorlardı. Hayber halkı ise kendilerini suçlu bulmuyor, diyet ödemeye razı olmuyorlardı.
Ölüm olayının ortada kalışı, iki toplum arasında ciddi bir gerginliğin başlamasına sebep oldu.
Peygamberimiz (sas) bir yönetici olarak toplumun bir kesiminin ötekine karşı gergin şekilde bakmasını uygun bulmuyor, bu mağduriyetin giderilip gerilimin düşürülmesi gerektiğini düşünüyordu. Nitekim kararını şöyle verdi:
– Abdullah’ın diyetini ben ödüyorum. Hazinenin kırda otlayan develerinden yüz deve getirin, mağdurun ailesine diyet olarak ödeyin. Kanı yerde kaldı denerek toplumun düşmanlık duyguları içinde cepheleşmesini önleyin!Maruz kalınan mağduriyeti gidermeli, gerilimi de düşürmeliyiz toplumun birlik beraberliği için..
Nihayet hazine develerinden seçilip getirilen yüz deve, mağdurun ailesine teslim edilmiş, onlar da böylece diyetlerinin ödendiğini düşünerek olayın etkisinden bir ölçüde kurtulmuş, toplumdaki mağdur aile gerginliği de böylece sona ermiş…
İlahiyatçı yazar Mehmet Dikmen’in “Peygamberimizin İnsan Kazanma Metodu” kitabında bu olay yorumlanırken şöyle deniyor:
-Peygamberimiz, ölenin ortada kalan diyetini bir yönetici olarak hazineden kendisi ödeyerek toplumda ortaya çıkan gerginliği giderme örneği vermiş, barış ve huzuru sağlamak için ilk adımı da yine kendisi atmış, ümmetine de mesajını böyle vermiştir. Yeter ki ümmeti de bu mesajı alabilsin, toplumda oluşan faili meçhul mağduriyetleri ödeyip gerginliği gidermede ihmale düşmesin..
Yarın: Hz. Ömer’den kardeş katiliyle barışma örneği..
Toplum olarak birlik beraberliğimizi güçlendirmenin önem kazandığı bir devreden geçmekteyiz.
Böyle devrelerde Peygamber Efendimiz’in (sas) bizi kucaklaştıran emir ve tavsiyelerine daha fazla ihtiyaç duyup uygulama lüzumu hissetmeliyiz.
Geçmişte halka mal olmuş fakat şimdilerde zayıflamış gibi görünen bu önemli emir ve tavsiyeleri bir bakıma tazeleyerek dikkatinize sunmaya çalışacağım bugün.
İlginizi çekmek için konulara sorularla girmek istiyorum:
1- Toplumun her kesimiyle sevgi saygı köprüsü kurmak istiyor musunuz? Sakın bunun çok zor olduğunu sanmayın. Yeter ki vardığınız her yerde ilk sözünüz ‘önce selam sonra kelam’ olsun. Bunun için bakın Efendimiz (sas) Hazretleri ne buyurmaktadır:
– Toplum içinde ilk sözünüz önce selam sonra kelam olsun!.. Tanıdığınız tanımadığınız herkese selam verin, aranızda selamı yayın…
Evet, İslam’da selam, toplumun her kesimiyle kurulan ilk dostluk köprüsüdür. Bu köprü asla yıkılmaz. Çünkü Müslümanlar bu köprüyle irtibat kurarlar birbirleriyle. ‘Önce selam sonra kelam!’
Selamını veren sevap almış, duyup da almayan günahla kalmış demektir.
2- Allah’ın sevdiği kamil bir Müslüman olmak istiyor musunuz? Öyle ise toplumda incinip incittiğiniz kimselerle üç günden fazla küs ve dargın durmayın. Bunun için de Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
– Kamil Müslüman, toplum içinde üç günden fazla küs durmayan Müslüman’dır!
Demek ki kırdığımız, yahut da kırıldığımız kimselerle en fazla üç gün dargın ve kırgın durabiliriz. Daha fazlası bize de yakışmaz, Müslüman toplumun fertlerine de…
Şayet kamil manada Müslüman olmak isteniyorsa tabii…
3- Toplumda sevilen ve sayılan bir Müslüman olmak istiyor musunuz?
İstiyorsanız, çevrenizdeki insanları sevin, sevdiğiniz insanlar tarafından da sevilmeye değer verin.
Efendimiz (sas) Hazretleri, bu konuda da şöyle buyuruyor:
-Mümin çevresini sever, sevdiği çevresince de sevilir!..
Ancak hadisin sonundaki ikaza da dikkat edin:
– Çevresini sevmeyen, sevmediği için de sevilmeyen müminde hayır yoktur!
Öyle ise toplum içinde çevremizi sevmeli, çevremizce sevilmeye de değer vermeliyiz.
4- Maruz kaldığınız küçük günahlarınızın sararmış yapraklar gibi dökülmesini istiyor musunuz? Öyle ise karşılaştığınız dostlarınızla önce elinizi uzatıp musafaha yapacak kadar yakınlık gösterin, sıcak davranın. Bu konuda da Efendimiz (sas) Hazretleri’nin uyarısı şöyledir:
– Karşılaşan iki mümin el uzatıp da sevgi ile musafaha ederlerse, ağaçların sararmış yapraklarının döküldüğü gibi küçük günahları dökülür! Günahsız olarak ayrılırlar birbirinden.
5- Zorda kaldığınız yerlerde Allah’ın yardımının size de ulaşmasını mı istiyorsunuz?
Öyle ise siz de çevrenizde sıkıntıda kalanların yardımına koşun. Bunun için de Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle buyuruyor:
– Allah kuluna yardım eder, kul kardeşine yardım ettiği takdirde!
Evet, Efendimiz (sas) Hazretleri toplum içinde karşılıklı tutum ve tavırlarımızı böyle tespit ve tavzih etmekte, insanları da bu tutum ve tavırları uygulayarak içinde yaşadığı toplumla kucaklaşmaya davet etmektedir.
Ne dersiniz, insanları toplumla kucaklaştıran bu gibi sosyal insani ve İslami davranışları her yerde yaşamalı ve yaymalı değil miyiz? Özellikle birbirimize selam vermekten bile çekinir hale geldiğimiz yabancılaşma ve çözülmelerin başladığı şu devrelerde bu türlü sıcak yakınlaşma örneklerine daha çok ihtiyacımız yok mu?
Bazı çevrelerin çekindiği İslam, bizi uzaklaştırıyor mu, kucaklaştırıyor mu?