Etiket arşivi: tuğba akbey inan

Kadın Olmayı Sevmek-3

Devraldığımız Mutsuz Kadınlık Mirası

Uzun zamandır yazamadım. Aslında kafamda bu yazı dizisinin tamamını bitirdim. Belki de o yüzden elim bir türlü klavyeye varmadı ve en son yazdığım yazının ardından epeyce zaman geçti . Kimilerine kopuk gelebilir yazdıklarım. Kimileri de daha önce yazdıklarımı unutmuş olabilir. Bu sebeple daha önceki yazıları (yeniden)  okumalarını rica edebilirim. Ve inşallah daha sık yazabilirim.

Çocuklar, büyürken en çok model alma yöntemiyle kimlikler üzerinden algılarını inşa ederler. Kuşkusuz kız çocukları için anneleri, erkek çocukları için babaları bu kimlik inşası için rol model niteliğindedir. O sebepledir ki, ya anne- babamıza benzeyen eşlerle evleniriz ya da onlara hiç benzemeyen birilerini seçmeye çalışırız. Ya onlar gibi bir ebeveyn olmak isteriz, ya da onlara benzememek ve değişmek için elimizden geleni yaparız.

Bir kız çocuğunun büyürken, zihninde oluşan kadınlık algısına  dair bir video seyredebilseydik, genellikle sürekli kadın ve anne olmaktan şikayet eden, yaptığı şeyleri bir tür hizmetçilik olarak gören, mutsuz bir film şeridine rastlayabilirdik.

Ayrıca ilişkiler kaydedilebilseydi sürekli annesiyle sürtüşen, evlenene ve anne olana kadar bir uzlaşmaya varılamayan kimlik çatışmalarına da şahitlik edebilirdik. Çünkü bir anne, kız  çocuğunun yapmadığı şeylere, erkek çocuğunun yapmadığı şeylere oranla çok daha fazla reaksiyon gösterir. Kendini sevmemekten kaynaklanır bu birazda. Kendini sevmeyen, kendine en çok benzeyenden çıkarmaz mı öfkesini?

Bu sebeple kadın olmak ağır bir yük gelebilir pek çok kız çocuğuna. Korkuların, geleneklerin, değerlerin zincirinden kurtulsa da kız çocukları, evin içindeki mutsuz kadınlık modeli zincirinden kurtulması epey zor olabilir. Çünkü yetişkin olduğunda yapması gereken her türlü iş, rol, kötü hislerle yer almıştır bilinç altında ve hisler aktif olduğunda her biri tek tek yerinden çıkıp zorlaştırıverir hayatı.

Yuvayı yapan dişi kuş olmaktan yorgun, bıkkın, mutsuz mirası fark etmeden ve bu zinciri kırmadann kadın olmakla barışmak da öyle kendi başına edinilen bir şey olmuyor ne yazık ki… Evliliklerin temel problemi de burda ya zaten. Biri neyi kaybettiğini farkedemiyor, diğeri neyi aradığını?

Kadın olmanın, sesin,sözün, tavrın inceliğini kimde gördük en son bir düşünsenize? Sadece dişi olmakla karıştırılan bir yapaylıktan söz etmiyorum elbette… Zarafetin, nezaketin ziynet gibi taşındığı bir huzur halinden söz ediyorum.  Bazen örneğini bulamadığımız halin, gerçeğini olmamız bekleniyor ya, bir define bulmak gibi kimileri için bu…

O yüzden kadın olmakla barışmak için, miras aldığımız kadınlığında bir resmini çekmeliyiz. Bu resimde görmek istediğimiz, asla olmasın istediğimiz ne varsa bir karar vermemiz gerekiyor besbelli. O zaman defineye ulaştıracak ip uçlarını görmek mümkün olacaktır.

Aynı zamanda, bir yandan kendi kız çocuklarımıza miras bırakmamamız gereken bir durumla da yüzleşmek demek bu. Zor ve sürekli kendini başa sarmış hissetmemize sebep olabilir. Buna rağmen, bu cesareti göstermeye ihtiyacımız var. Bununla ilgili yüzleşmelere, okumalara, desteklere ihtiyacımız var. Hemen reddetmek yerine üzerinde düşünmeye de…

Haim Gnot isimli terapist eğitimlerine katılan ve ebeveynlikle ilgili ne kadar şey öğrenirse öğrensin, zaman zaman yine  kendi dillerine döndüğünü ve bundan rahatsız  olduğunu söyleyen hanımlara “Yeni bir dil öğrenmek kolay değildir. Bir kere siz aksanlı konuşacaksınız. Ama bu çocuklarınızın anadili olacak” cevabını veriyor.

Ben de bu cümleden referansla şunu söylemek isterim;  anne babalarınızın korkularına , devraldığınız mutsuz kadınlık mirasına rağmen, gösterdiğiniz her çaba, unuttuğumuz bir yabancı dili yeniden öğrenir gibi size yanlış cümleler kurdurtabilir. Ama unutmayın bu dil kız çocuklarınızın anadili olacak. O zaman birbirimizi daha iyi anlayan, huzurlu kadınlar olacağız inşallah. Ve mutsuz kadınlık miraslarının zincirini kıracağız.

Tuğba Akbey İnan

Kadın Olmayı Sevmek-2

Bir yazının ya da eğitimin ardından konunun hemen “ Peki ne yapacağız?” a bağlanmasına çok alıştım. Zaten bu ülkede insanlar da her defasında başkalarının çözümlerini uygulamaya alışmışlar ne yazık ki… Kendi probleminin çözümünü bulma yoluna girmek uzun ve yorucu oluyor pek çok kimse için. Ama başkasının çözümü de eğreti durunca iç dünyalarında, bu sefer daha yorgun ve çaresizce başka çözümlere yöneliyorlar.

Bunu anlayabiliyorum. Sorunları hemen çözüme kavuşturmak ve var olan problemi çözmek istiyor insanlar. Lakin bir problemin kaynağını bulmadan onu çözebilmenin ne derece zor olduğunun farkındayım artık. Ve kendimi ne kadar net ifade etmek istesem de, bir yerde hep eksik kalan kısım olacağının da farkındayım.

Bu sebeple bir yazı dizisi olarak düşündüğüm Kadın Olmayı Sevmek yazılarının ilkini algımızdaki erkek, kadın ekseninde tutmaya çalıştım. Zira kadın ve erkek dendiğinde algısındakilerin farkında olmayanlar, mış gibi cümlelere ikna olmak konusunda zorlanmıyorlar. Halbuki içsel yönelişe sıra geldiğinde zorlanabilmek bu yüzden çok daha mümkün.

Bunun yanında ebeveynlik miras bırakılarak devam eden bir sistem. Kendi algılarıyla henüz yüzleşmeyenler, çarpraşık ve nefret geliştiren algılarının neticelerini kendinden sonraki kuşağa da aktarıyorlar. Bizim kadın ve erkek diye sadece kendi ilişkimiz ekseninde yaşadığımız haller, çocukların gözünde nasıl anlam buluyor sorusunu soramadığımız için, yorgun bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarılıyor.

Ayrıca zihnin ilişkilendirmek gibi bir işleyişi vardır. Zihninde ilişkilendirdiği erkek ve kadın anlamlarının, duyduğu ve gördüğü şeylerle uyumlu olması o ilişikliği devam ettirmesi açısından diretmesine de sebep olan unsurlar haline gelebiliyor. İnsanların değişime direnmeleri biraz da bu yüzden zaten.

O yüzden adım adım bir yol izlemek niyetindeyim. Bunun yanında elbette öneriler geliştireceğim. Ama tıpkı bir rahatsızlıkta doktora gittikten hemen ardından iyileşme nasıl mümkün değilse ve teşhis için önce tahlillere ihtiyaç varsa, bu yüzleşmelerde de benzer bir şeye ihtiyaç var. Sorularımız ve vereceğimiz cevaplar iç dünyanın tahlilleri ve röntgenleri olacaktır diye düşünüyorum.

Bu açıklamayı yaptıktan sonra ikinci bölüme geçebilirim sanırım ;

Hepimiz Anne ve Babalarımızın Korkularıyız

Çocuk ve dünya tasavvurumuz anne ve babalarımızdan miras aldığımız şeyler demiştim. Dünyanın güvenilmez ve tekin olmayan bir yer olduğunu düşündüğümüzde elbette bu algımıza hizmet eden şeyler yapmaya devam ederiz.

Doğan Cüceloğlu bunu korku toplumu olarak nitelendiriyor. Korktuğumuz için, karşımızdakini zaptetmek, aşırı sınırlandırmak getirmek, ödüle ve cezaya başvurmaktan geri durmayız. Çünkü bıraktığımız andan itibaren işlerin kontrolümüzden çıkacağını ve her şeyin karma karışık olacağına inanırız. “Kızını rahat bırakırsan ya davulcuya, ya zurnayıcıya” yargısı da zaten temelini bu eksen üzerine bina eder.

Çocuk yetiştirmek uzun vadeli bir süreç olduğu için, şimdiki zamandaki hallerle bütünü değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Ama anne ve babalar şimdiki zamanda yaşadıkları bütün korkuları çocuklarının gelecek zamanlarına da taşıyorlar.

Artık erkek çocukları içinde de benzer kaygılar yaşanmaya başlasa da, kız çocuğu yetiştiren anne ve babalar için ergenlik döneminden itibaren, kaygılı ve korku dolu zamanlar başlamış demektir. Ve kızların, yoldan çıkmasından, başlarını öne eğmesinden  o kadar korkarlar ki, bunu diğer cinsin ne kadar kötü ve güvenilmez olduğu tohumlarını ekerek yapmayı tercih ederler. Bütün erkekler, istismarcı, güvenilmez, sapık, eziyet eden birine dönüşür kızların gözünde. Ve kadın olmayı tüm bu kötülüklerin arasında, enkaz altında kalmış hissiyle hissetmeye çalışırlar.

Halbuki, değer dediğimiz şey, güvensiz ve karşı cinsi kötüleyen cümlelerle değil, bizzat biz de var olan haliyle geçer karşı tarafa. Eşimize, oğlumuza/kızımıza davranış biçimiyle şekillenir. “Ekonomik özgürlüğüm olsaydı bu adamı bir dakika çekmezdim” ile “Sana güveniyorum ama dışarıya güvenmiyorum” aynı bakış açısından besleniyor. Belki de kendinde oluşturulan algının yansımasını, çocuğuna aktarıyor anne baba.

Bu sebeple aslında anne ve babalarımızın – fark edemedikleri- korkularının sonucunda oluştu tüm bu olumsuz yargılarımız. Bu yargıların destekleyiciliği hususunda da örnek bulunmazsa, şehir efsanelerine dönmüş şeyleri paylaşmaktan da çekinmedikleri için büyük tabloda yapılan tahribat gözükmüyor ne yazık ki.

İşte bu yüzden, anne babalarının korkularının üzerimize ne kadar yapıştığına bakıp, benzer korkuları kendi çocuklarımıza aktarıp aktarmadığımıza dikkat etmemiz lazım.

Yoksa elin oğlu/kızı olduğunda kötü gözükenin, eşimiz olduğunda biricik olması ve bir kız çocuğunun sürekli karşıdakinden korkarak kendini sevmesi mümkün olmuyor.

Tuğba Akbey İnan – cocukaile.net

Kadın Olmayı Sevmek-1

Değişim İçin Zihin Temizliği 

Uzun bir yolculuk sırasında, olağan kavgalardan birine daha şahitlik ediyorduk. Zaten sıkışık olan otobüste kendine yer açmaya çalışan bir kadın ve kadının o sıkışıklıkta gelmesinden rahatsız olan bir erkek, bir süre sonra hepimizin duyacağı ve aynı zamanda rahatsız olacağı bir kavgaya tutuşmuşlardı. Birbirlerine, öfkeyle ağızlarına geleni söylüyorlardı ve taraflardan biri bile, alttan alıp kavgayı bitirmeye niyetli değildi. Bir ara kadın;

-Karşında bir kadın var dedi, kavga ettiği adama.

-Öyle mi ? dedi adam. Ben karşımda hiç bir kadın göremiyorum.

Onlar kavgalarına devam ederken, bu cümle beyninde dolanıp durmaya başlamıştı bile…

Bir süredir, hanımlarla eğitimler ve seminerler dolayısıyla bir aradayız. Çoğunlukla annelikten bahsetsek de, birbirinden ayrı düşünemeyeceğimiz hususlardan biri de elbette karı koca ilişkileri oluyor. Yaptığımız okumalarda salt, çocukları anlamak üzerine değil, kadın olmak vurgusu üzerine de konuşma fırsatımız oluyor. Nihayetinde ben de, toplumsal kodlardan ziyadesiyle etkilenmiş biriyim. Her birinin hislerini ve yaşadıklarını anlayabiliyorum.

Geçtiğimiz günlerde bir araya geldiğim üniversiteli genç kızlarla konuştuğumuz “ Kendinle yüzleşme” sohbetinde, onlara bir sevme rehberi hazırlamıştım. Onlardan biri de “Kadın Olmayı Sevin” başlığı idi.

Uzun zamandır niyetlerimden biri, bu konuda bir dizi yazı yazmak. Zira, konuşmalar da tartışmalar da, aynı yerden olmaya devam ediyor ve her iki cinste kendini fazlasıyla yorgun ve değersiz hissediyor.

Karşısında bir kadın göremeyen erkeklerle, kadın olmayı çokta sevmeyen kadınların, “Birbirinizi sevin” kalıbından çıkarak, anlaşıldıkları ve güvendikli bir dünyada kendileri olabilecekleri gerçeği üzerinden yola çıkarak yazmayı planlıyorum. Amacım bir tarafı yüceltip diğerini yermek değil elbette… Sadece yüksek sesle, sorular sormak istiyorum.

Zira soru sormanın problemi çözmek için atılmış en büyük adım olduğunu düşünüyorum. Dilerim düşündüğüm gibi faydalı ve en önemlisi kendimizi sorgulamamıza vesile bir yazı dizisi olur.

**

Değişim dediğimiz şeyin kavramlar üzerinden şekillendiğine inanıyorum ben. Zihnimizde çocuk, kadın ve erkek kodları nasıl yer alıyor önce bir görmeliyiz.

Diyelim ki çocuk dediğimizde; ayak bağı, ömür törpüsü, huysuz, yaramaz

Kadın dediğimizde; ezik, köle

Erkek dediğimizde; aldatan, zulm edici, güvenilmez gibi kodlar varsa zihnimizde, çocuğa, kadına ve erkeğe dair söylenen bütün cümlelerin geri bildirimi “ ama “ ile karşılık bulacaktır.

“ Güzel diyorsunuz ama bizim çocuk, anlamaz bu söylediklerinizden”

“ Ama benim annem ne zulumlar çekti”

“ Ama, benim kocam zor” gibi geri bildirimler alacağınızdan hiç şüpheniz olmasın.

Bunu erkeklerde kendilerine sorabilir. Elimize bir kalem kağıt alıp, bu kelimelerin zihnimizdeki hallerine bakmak en sağlıklı yol olacaktır. Böylece algımızdan yola çıkarak oluşturduğumuz yargımızı  değerlendirmek çok daha kolay olacaktır diye düşünüyorum.

Bu kodlar elbette kendi başına yer almadı zihnimizde. Yaşadıklarımız, bir çocukken bize davranılma biçimi, ailenin, kadına ve erkeğe biçtiği roller, ailemizin ve etrafımızdaki insanların evliliği dillendirme ve anlamlandırma biçimleri, bu kodların şifreleri oldular. (Şimdi bizim çocuklarımızın kodlarını inşa ediyor olduğumuz gibi)

Dolayısıyla, zihninde olumsuz bir kodla yer alan biri ile ilişkimiz her zaman güvensiz olacaktır. Halbuki güven, teslim olmayı içerir. Tıpkı kendimize suya bırakmak gibi. Oysa, güvensiz bir ilişkide taraflar, suda çırpınmanın yorgunluğunu yaşarlar genelde.

Çocuğuyla güvensiz bir ilişki kuran annenin ya da eşiyle güvensiz bir ilişki kuran kadının yorgunlukları hep bu çırpınma hallerindendir.

Çoğu zaman bunun adını koyamadığımız için, yüzeysel değişimler yapmaya çalışıyoruz elbette. Ama kültürel kodlarımız, yaşadığımız korkular, teslimiyeti, teslim olmak gibi algılamamıza sebep olabiliyor. Halbuki teslimiyet rıza iledir, teslim olmak ise, bir savaş sonrası gönülsüzce ve güvensizce kaybettiğini ilan etmek.

Okuduğu bir yazıyı, kitabı, yorumu büyük bir öfke ile karşılayanların zihnindeki kodlara bakmaları gerekir. “ Buna bu kadar öfkelenmeme sebep olan şey nedir?” diye kendimize sormadan, kısır döngüden çıkmamız pek mümkün gözükmüyor bu şartlarda.

Burda mesele, kimin daha yaralı olduğunu bulmaktan ya da bir sanık bulmaktan öte, birbirinin yaralarını sarıcı ve sürecine tanıklık edici bir yolculuğa çıkmayı göze almak.

Yoksa, ne söylersek söyleyelim, zihninde erkeği ve kadını olumsuz bir kodla yerleştirmiş bir kadın, değersizlik duygusundan öteye geçemiyor.

Ve zihnindeki kavramlara dokundurmayanlar, her iyi niyet cümlesini saldırı ve savunma ile karşılamaya devam ediyor.

Dediğim gibi değişim ve yüzleşme önce kavramlar üzerinden bir temizleme ile mümkün. Zira kirlenmiş bir algı ile inşa edilmiş kavramlar, okuduklarını da duyduklarını da o algıya hizmet ettirmeye çalışacaklardır. Temiz bir algı ise, eşyayı yeni tanımaya çalışan bebekler de olduğu gibi, merakla ve şevkle yola çıkma vesilesi olacaktır.

Önce zihnimizdeki kiri, pası atalım sonra kadın olmayı sevmek adına yol almaya devam edelim inşallah…

Tuğba Akbey İnan – cocukaile.net

Hepsi İçin İrade Gerek

Evlenmek de, evliliği devam ettirmek de,düzgün ayrılabilmek de,  anne baba olmakta, yanlış ilişkilerden uzak kalmakta irade ister. O sebeple son dönemlerdeki gündemi, yasaya katılmak ya da katılmamak ekseninden kendi gündemimize taşıyacak olursak irade temelli bir ebeveynlik anlayışından söz etmeliyiz diye düşünüyorum.Bu hem hali hazırdaki sorunları değerlendirirken hem de ileriye dönük ilişkiler açısından önemli bana kalırsa.

Bir insandaki irade inşası ahlaki yargıların belirlenmesinde de önemlidir. Bu duruş sadece o an istediğimiz için bir karar vermek yerine, verilen kararın sonuçları ve bedelleri üzerinden bir adım atmayı gerektirir.

Çocukluğundan itibaren “yapabilirlilik” ekseninde inşa edilmemiş bir yetiştirme biçiminin bedelini, sonrasında hem yeni kurulan aileler hem de yeni doğan çocuklar ödüyor ne yazık ki. Üstelik çocuklar yapabileceklerine çok inanıyorken, mücadele ediyorken, yetişkinlerin buna engel olmasıyla şekilleniyor bu iradesizlik.

Yemeğini kendi yemesinden, ayakkabını bağlamasına, kıyafetlerini giyebilmesinden, ödevlerini kendi başına yapabilmesiyle başlayan, sonrasında aşama aşama şekillenen bir ebeveynlik tercihinden bahsediyorum. Ya da bunların yapılmasına müsade edilmeyen ebeveynlik tercihinden.

Bir yanda müthiş bir pedagojik bilgi yağışı varken, diğer yanda bu bilgilere ısrarla kulaklarını tıkayan bir duruş devam ediyor.

Yetişkin olduğu halde, hazlarını öteleyebilecek bir iradeye sahip olmayan, istediği herşey hemen olsun diye direten, zararlı alışkanlıklarını terk etmek konusunda çaba sarf etmeyen, evliliği yürütmesine, çocuk büyütmesine müsadele edilmeyen insanların irade sahibi çocuklar yetiştirmesini beklemek oluyor dolayısıyla bu duruş.

Oysa küçük yaştan itibaren, zaman kavramıyla tanışan, ihtiyaç dışı istekleri hususunda bekleyen, kendi sorumluluklarını alabilen çocuklar evliliğe de, çocuk yetiştirmeye de, ilişkilerinde arızalar çıkaran alışkanlıklara da başka bir bakışla ve iradi bir duruşla bakabilirler.

Efendimizin evlenmeye gücü yetmeyen bekarlara oruç tutmasını tavsiye etmesi de, kaynağını “ irade eğitiminden” alıyor. Zira oruç en iyi irade eğitimlerinden biridir. Hem çocuk için hem yetişkin için.

Ben bu sebeple küçük yaştaki çocuklar için “Evlenmesinde zina mı yapsın?” tercihinin birbirini karşılamadığını düşünüyorum. Her ikisini de yapmadan devam edenler olduğuna göre, bunu belirleyenin salt bu iki seçenek olmadığı da ortada. Ya da evlilik tercihinin salt bu seçenekle şekillenmediği…

Ben toplumumuzun evlilik algısı konusunda çok fazla yolunun olduğuna inanıyorum. Zira her şeyim tamam olsun yaşı ile, gözü karalılık yaşı arasında gidip geliyor evliliğin seyri. Oysa daha iradeli ve sorumluluk sahibi bir evlilik niyetinden konuşmalıyız öncelikle. Ki sonrasında nesillerin devamını arzu ettiğimiz bir toplumsal dinamikten, salt haz odaklı bir sistem devşirmeyelim. “Bunu sevdik evlendik” vurgusu için yapıyorum özellikle. Sevgiyi besleme bilinci ve iradesi kazanamamışsa çiftler, o zaman “ Başka birini sevdim” ya da “ Sevmiyorum boşanıyorum” ucuna savrulması yaşayabiliyorlar.

Eğer bir mağduriyet gidermek ise niyet, var olan haliyle yaşanan mağduriyetler de göze alınmalı. Ekonomik olarak hala ailelerine bağlı olan, reşit olmadığı için hakları olmayan, kültürel baskıları iliklerine kadar hisseden beyler, şartlar değiştiğinde, eşlerinin yanına döndüğünde yani, yepyeni mağduriyetler üretmeyeceklerinin güvencesini verebilmeliler.

Zira evlilik, sevmek dışında pek çok kolonla ayakta duruyor. Bana kalırsa, diğer kolonlar sallanırken, tek bir kolonunu sağlamlaştırmaya çalışmanın sıkıntısını ve yanlış algısını yaşıyoruz son gündemle.

O yüzden iradeli çocuklar yetiştirmeyi, önceliklerimiz arasında almalıyız. Aileler, eğitim dünyası ve din adamları bunun üzerine çözüm yolları üretmeli.

Yoksa evlilik çocuk oyuncağına dönme riskiyle karşı karşıya kalıyor.

* Bu arada yine bir konuya odaklanıp diğer mağdurları görmezden geldik. Halbuki, çocukları için çaba sarf eden babaların ve babalarıyla zorla görüşebilen çocukların da mağduriyeti de konuşulmuştu komisyonda. Bakınız yine bunu konuşamıyoruz. Evlenmeyi de ayrılmayı da, ardımızda bir mağdur olmadan becerebilmenin adı ” irade” işte bu sebeple…

Tuğba Akbey İnan – cocukaile.net

Kıstasımız Sadece Masumiyet mi?

Geçtiğimiz hafta iki haber çok konuşuldu sosyal medyada. Birine ebeveyn olarak çok kızdık, diğerine de evlat olarak. Birinde küçük çocuğun yerine kendimizi koyduk, diğerin de annenin…

İlk haber bilgisayar mühendisi bir annenin servise binmek istemeyen oğlunu, arabasının arkasına bağlayıp sürüklemesi haberiydi. Diğer haber ise altmış üç yaşındaki bir annenin otuz sekiz yaşındaki  oğluna tartışırken terlik fırlatması ve ardından oğulun anneyi şikayet etmesi sonucu, terliğin silah sayılması idi.

İlk haberde anneye çok kızdı insanlar. Duyarsızlıkla, acımasızlıkla suçlandı bilgisayar mühendisi anne. Üstelik anne de etraftan gelen eleştirileri  “ Babam da bana ceza veriyordu” diye savuşturdu. İkinci olayda ise, terlik atan annesini şikayet eden çocuk eleştirildi çokça. Anne kendini , “Oğlum hakaret edince ayağımdaki terliği fırlattım. Zaten isabet etmedi. Terliğin silah olduğunu bilseydim atmazdım. Bu terlik isabet etse ne olacak sanki, yaralamaz, acıtmaz bile. Cezam neyse çekeceğim, terliği silah saymışlar, yapacak bir şey yok. Evladına kızınca terlik atmayan anne var mı ki?” cümleleriyle savundu.

Hatta  tıpkı bu anne gibi “Hepimiz terlik yedik annemizden” cümleleriyle tepki gösterildi sosyal medyada bu olaya ilişkin.

Aslında her ikisi de anne ve çocuk ilişkisiyken, zihnimizdeki ve kalbimizdeki masumiyet tablosu sebebiyle ilkinde çocuğa, ikincisinde anneye karşı daha duyarlı olmak zorunda hissetti pek çok kişi kendini. Halbuki,  biri diğerinin büyük resmiydi belki de… Birinde yanında yer aldığımız çocuk, büyüdüğünde kendisine hala terlik fırlatılan olacak belki de…

Sürece, detaylara, hukuki zemine indiğimizde pek çok şey farklılaşabilir elbette. Ama değişmeyen şey , kaç yaşına gelirsek gelelim; “Bana da ceza verirlerdi, çocuğuna terlik atmayan anne mi var ki? ” bakışını değiştirmediğimiz sürece, bu iki haberin birbirlerinin tamamlayısı olduğunu göremeyecek olmamız. Küçük çocuğunu arabasında sürükleme hakkını kendinde gören bir anne, elbette kocaman olmuş çocuğuna terlik fırlatma hakkını da kendinde görür.

Çocuklarımızı dövebileceğine, ceza verebileceğine, terlik fırlatabileceğimiz, onurunu kırabileceğine inanıyorsak elbette çocuğumuz büyüdüğünde krizi benzer yöntemlerle halletmeye devam ederiz.

Nihayetinde, her iki annenin de kendince geçerli sebepleri olabilir. Yaşadıkları, öfkelerinin ortaya çıkartıcısı da olabilir. Lakin yıllarca aynı çözüm yolları ile yol almayı marifet saymayı bırakmadığımız sürece, ekranda izlerken kızdığımız ama başımıza geldiğinde bizzat uygulayıcı olduğumuz eylemlerden vazgeçmemiz pek mümkün olmayacak diye düşünüyorum.

Bir haber karşısında, kıstasımız salt masumiyet olduğunda, büyük resimdeki onuru, hep aynı şekilde muamele görmenin yorgunluğunu, anne baba hakkını çocuğun üzerinde her şeyi yapmak saymayı da göremeyeceğiz bu sebeple.

Halbuki acıyacaksak, ikinci anne kadar ilk anneye de acımalıyız. Onca eğitime rağmen, problem çözebilecek basireti gösteremediği için ve kriz anlarında içindeki yaralı küçük kızın hırçınlığı ile davrandığı için.

Yine acıyacaksak, otuz sekiz yaşına geldiği halde hakaret etmeyi iletişim zanneden ve annesinden hala terlik yiyecek biri olarak kalmaya devam eden adama da acıyalım.

Ya da acımayı bırakıp, bir iletişimi daha anlamlı, daha insana yakışır şekle getirmek için başka çözüm yolları üretecek şeyleri yapalım.

Yoksa, öfkenin muhatabı olduğumuzda, söylendiğimiz ve kızdığımız kişiye dönme riskiyle her daim yaşar dururuz.

Tuğba Akbey İnan – cocukaile.net