Etiket arşivi: türk

Kürt Vatandaşlarımıza Düşmanlık

“Sizi taife taife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabîle kabîle yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir!”
* * *
Kürdçülük, Türkçülük vesaire gibi menfi milliyet fikri, İslâmiyet Milliyetini parçalamak için hâriçten içimize sokulmuş öldürücü bir zehirdir.

 

KüRT VATANDAŞLARIMIZA DüŞMANLIK..
.. Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müdhiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenub tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki ile beraber; o cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’an nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.
İşte o dindaşlara adavet ise; dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ana dokunur. İslâmiyet ve Kur’ana karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır!
* * *
Ey Türk kardeş! Bilhâssa sen dikkat et!
Senin milliyetin İslâmiyetle imtizac etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil..
Dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi, müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi).
* * *
Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.
* * *
“Dil, din bir ise; millet birdir.”
Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.
* * *
Bediüzzaman: O vilayat-i şarkiye Âlem-i İslâm’ın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünki ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garbda gelmesi gösteriyor ki, şarkın terakkiyatı din ile kaimdir.
* *
Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdir. Yoksa Türk olmayan müslümanlar, Türk’e hakikî kardeşliği hissedemiyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz.
* *
Hattâ bu hususta size bir hakikatli bir misal vereyim:
Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: Sâlih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.
Sonra aynı talebe tali’sizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onun ile görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: Ben simdi râfizî bir Kürdü, sâlih bir Türk hocasına tercih ederim. Ben de eyvah dedim. Sen ne kadar bozulmuşsun. Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli hamiyetine çevirdim.
* *
işte ey meb’uslar!.. O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatına uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum.
Bediüzzaman Said Nursî

Haydi, Barış ve Huzur İçin Eller Semaya!

eller.semayaOtuz beş seneden beri Türkiye’de devam eden çatışmaların neticesinde, 35 binden fazla insan ölmüştür. Bu mücadele uğruna milyar dolarlar sarf edilmiş, başta işsizlik, sanayi ve tarım sektöründe birçok kayıplar olmuş, kayıp edilen insan ve ekonomi gücün tamamı millete mal olmuştur. Bu millet artık akan kanın durdurmasını istiyor. Ölen askerin de PKK’nın de ardından yanan bir yürek var! O da anne yüreği, bütün anneler bizim, artık ağlamasın yüreklerimiz.

Yıllardan beri devam eden bu çatışmalar elbette bir gün barışla son bulacak, umarım ki, daha insan kaybı verdirmeden, o gün yakın bir gün ola, çünkü bu millet barıştan yana, bu millet sulhtan yana, kardeşçe yaşamaktan yana, son zamanlarda şanlı devletin ve hükümetin Sulh-u umumiyi temin etmek için atığı adımlar vatandaşların özlem duyduğu bir hasrettir.

Otuz beş seneden sonra yakalanan bu barış sürecine taraflar “hükümet, İmralı ve Kandil” inisiyatif kullanarak halkın barış özlemi ve hasreti baltalanmasın.”Yurtta sulh cihanda sulh” patenti ile cihana “sulh” ilan eden bu devlet-i aliye kendi yurdunda da barış müzakeresi için tahriklere kapılmadan ve hak ihlali yapmadan sonuna varmaktır.

Cenab-ı Allah (cc) Ayet-ı Kerimede şöyle buyurur: “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir cezadır. Ama kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.”

İnsanları cezalandırmaktansa, affedici olanların ve barışa vesile olanların yüksek mükâfatı Allah’a aittir.  Daima yapıcı ve uzlaştırıcı olmak lazımdır. Ortaya çıkan bireysel ve toplumsal problemler her zaman müdahalelerle çözüme kavuşturmuştur. Artık toplumun muzdarip olduğu bu ateşin söndürülmesi için her kesimin fiili ve kavli duada bulunma zamanıdır.  

Münasebetle alakalı bir hadise: Kubâ halkı arasında kavga çıkmış olay büyümeye başladığı sırada, Durumdan haberdar olan Peygamberimiz (asm) “Bizi oraya götürün de aralarını düzeltip onları barıştıralım.” Buyurmuş,

Bütün insanlara rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) günümüz insanına ne güzel bir mesaj vermiştir. Kişi eviyle, komşusuyla, mahallesiyle, kazasıyla, bölgesiyle, halkıyla hatta memleketiyle alakadardır. Bu alakadarlıkla birinin rahatsızlığı ile başka bireylerin rahatsız olması İslami ve insani bir şiardır. Başka bir hadiste de, Peygamberimiz (asm) en güzel amel “sulh sağlamak” olduğunu emir buyurmuştur.

Kur’an’ın delalı, Risale-i nurun müellifi, Bediüzzaman Hazretleri sulh ile ilgili münazarat eserinde şöyle diyor:

“Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır. Rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”2 

Gene, başka bir eserinde: …”Sulh-u Hudeybiye ile çendan maddî kılıç kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin bârika-âsâ elmas kılıcı çıktı; kalbleri, akılları fethetti. Musalâha münasebetiyle birbiriyle ihtilât ettiler. Mehâsin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur’âniye, inat ve taassubât-ı kavmiye perdelerini yırtarak hükmünü icra ettiler.” Buyurmaktadır..3 

Görüldüğü üzere İslamiyet’ten evvel insanların hak ve hukuktan uzak olduğu ve cehaletin hâkim olduğu bir dönemde Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (asm) yaydığı İslamiyet’le gelen güzellikler ve Kur’an’ın nuru insanların inat ve taassupları kaldırmış, kalplere hidayet verilmiştir. Örf ve adetlerinde inatçı olan Araplar, İslam’ın nuru ile inatlarını bırakıp, barış ve huzurun muallimleri,  insanlığın medar-i iftiharı olmuşlar,

Netice itibariyle İslamiyet ruhu ile yaşayan bizler, yani Türk ve Kürtler iki millet’te olsalar, gene ayrılmaz bir vücutturlar. Bin seneden beri beraber yaşamış ve yaşamaya da devam edecekler. Çünkü  bu halkın başka yakını yok, başka seveni yoktur….    Haydi, barış ve huzur için eller semaya!

Ya İlahi ve Ya Rabbi! İslam ülkeleri ve Türkiye’nin de yaşadığı sıkıntılardan kurtulmak için bir sulh-u umumi nasip eyle, barış ve huzur için semaya kaldıran elleri boş çevirme, barışın temini için yapılan ve yapılacak müzakereler tüm halkımız için hayırlara vesile olmasını Rahmetinden niyaz ediyoruz. Amin….

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

KAYNAK

1-Şura/40

2-münazarat

3-Lem’alar, 7.ci lem’a 

Bediüzzaman’dan Başbakan Erdoğan’a Mektup!

PKK terörünün sona erdirilmesi konusunda sanırım devlet ilk defa samimi görünüyor. Tabii Kürt tarafı da!

Sayın Başbakan ‘ben bir Kürt sorunu tanımıyorum’ dese de bu bir kürt sorunudur. Geçmişte kendisi de bunu telaffuz etti. Bendeniz de o zaman, meseleye ‘Kürt sorunu’ demenin veya “Kürt açılımı” demenin yanlış olduğunu yazmıştım ama meselenin adı Kürt sorunu olarak kaldı.

Esasında şu meselede ne Türkiye hakiki inisiyatif sahibi idi ne de PKK…

Toplumsal tepkilerin, tarafları çözüme zorladığı her seferinde ya devlet içindeki kriptolar -adını siz koyun- ya da onların dağ versiyonu olan PKK içindeki gayrı Kürt unsurlar, buna mani oldular.

Daha açık ifade ile ortadaki kavga, Türk olmayan Türkler ile Kürt olmayan Kürtlerin kavgası idi ama kavgada ölenler hakiki Kürtler ile hakiki Türklerdi…

Esasında Türkiye’nin nerede ve kimin yanında kalacağı meselesi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlandırılamamış cephesi olduğundan terör belasının içinde tam olarak kimlerin bulunduğunu tesbit etmek de mümkün olamıyordu. Amerika terörün bitirilmesini istese, Rusya istemiyordu, ikisi de istese İsrail bırakmıyordu ki sona ersin. O dahi istese Ya suriye Ya İran işi çomak sokuyorlardı. Hatırlayan, Saddam’ın Irak’ı ve Yunanistan bile zaman zaman oyunun içine dahil olabiliyorlardı. Olan da Kürtlere ve Türklere oluyordu.

35-40 yıllık şu fitne ile arzu ettikleri sonucu yine de elde edemediler; külli bir Türk – Kürt çatışması yaratmayı başaramadılar. Çünkü, ‘islam milliyeti’ -kardeşliği- nin her iki unsurda da hâlâ var ve güçlü olduğunu hesap edemediler.

Artık bu mesele sürdürülemez hale geldi. İşin içindeki oyuncuların rolleri aleniyet kazanmaya başladı. Oysa bu işler el altından yapılması gerekir. Hâlbuki ki PKK meselesinde parmağı olanları artık bu ülkenin en sıradan insanları dahi biliyorlar. Sonuç olarak bu oyun saklı bir şekilde sürdürülebilirliğini kaybetmeye başladı.

Fransa’da öldürülen üç terörist kadının -ki benim tahminim en geri planda Alman İstihbaratı çıkacak- niçin öldürüldüğü tam anlaşılsa Türkiye bu meselede elini daha da güçlendirmiş olacak.

Türkiye mevcut Genelkurmay Başkanımızın dönemiyle birlikte terörle ciddi mücadeleye başladı. Ordu içindeki kriptolar tam temizlenmemiş olmakla birlikte artık PKK, yapılacak operasyonlardan haberdar edilmiyor. Daha önceleri, güya operasyon kararı alınır alınmaz, haber Kandil’e uçuruluyordu.

Artık öyle olmadığı, belki de olmayacağını gördükleri için, ya PKK dışında yeni bir yol bulmak -ASALA’yı bitirip PKK’yı başlattıkları gibi- ya da büyüyün Türkiye’yi durmak için daha büyük bir tezgaha –Allah korusun Şii-Sünni çatışması gibi- ihtiyaç duydukları için veyahut ilahi mukadderatın da etkisiyle artık büyüyen Türkiye’ye daha fazla düşman kalmamak için (!?) terör konusunda ipleri salıverdiler.

Ben bu mevzuda, siyasi rol yüklenilmiş insanların da artık daha fazla ikiyüzlü davranmaktan bıktıkları kanaatindeyim. Siz kendinizi BDP’lilerin yerine koyun. Ne kadar zor ve insan fıtratına aykırı bir hal yaşadılar yıllardır. Güya milletin vekili olarak Meclis çatısı altındalar ama uzaktan gelen talimatlarla hareket etmek zorunda kalıyorlardı. Ne zor bir durum!

Anlaşılıyor ki, aktörler artık bu rolleri sürdürmekten usanmışlar. Bu işi sonlandırmak istiyorlar. Ve hem de -sanırım belki bir inkıta veya soluklanma olabilir- sonlandırılmalı.

Bu konuda en zor görev Türk Devletine ve Türk milletine düşüyor. Esasında şu ana kadar Türk Milliyetçileri de ciddi bir tahripkarlık yapmadılar. İnşallah yine yapmazlar. Zira her iki tarafın da  -yani devletin ve PKK’nın- içine sızmış kriptolar hala iş başında.

Yaklaşmakta olan Asya Medeniyeti’nin, birlik içindeki bir Anadolu’ya ihtiyacı var. Artık zorunluluk haline gelmiş bulunan İslam kardeşliğinin teşekkülü için Anadolu’daki birlikteliğe ihtiyaç var. Bu ülke bizim. Etrafımızdaki coğrafyalarda yaşayan Müslümanların daima sığınabilecekleri bir Anadolu’ları vardı. Türkiye’nin sınanabileceği bir Anadolu’su da yok. O yüzden bu topraklar üzerinde yaşayan gerçek sahipler, aklıselimlerini ve itidallerini korumalılar ki, bu fitne bitsin.

Bu konuda özellikle de devlete büyük iş düşüyor. Sabırla, tahriklere kapılmadan, karşı taraftan gelecek ihlallere aldırmadan ve kendi içindekilerin de süreci baltalamalarına fırsat vermeden sonuca varmak. Bence Türkiye’nin siyasi mizacını değiştiren, Sevr’in muahedelerinin gizli gizi uygulandığı, adından başka hiçbir şeyi Türk olmayan devletin nasiyesini tebdil eden, Türk milletini, batı için tehlike teşkil etmeyecek şekilde sevk ve idare eden derin politikada ciddi değişikliklere giden iradenin, Kürt-Türk kardeşliğini tesiste de bir azimet göstermesi gerekir diye düşünüyorum.

Elbette her hareketlerinin isabetli olmasını beklemiyoruz. Zaten mümkün de değildir. Yüz hareketlerinden 60 düzgün ve isabetli olsa iş tamamdır.

Niyet hayır akıbet hayır’ diye bir deyiş vardır. Ama şu meselede niyetin hayır olması yetmiyor. Sadece niyetlerimizde değil fiillerimizde de riza-yı ilahiyeyyi gözetmemiz gerekiyor. Yani meseleye dahil olan hükümetinin niyeti düzgün olduğunu biliyoruz ama diyoruz ki, her bir filleri dahi düzgün olmalı ki, fitnecilere yeni umutlar doğmasın.

Bu açıdan ben özellikle şu meselede masaya oturacak rol üstlenecek kimselerin, Bediuzzaman’ın 1952 yılında Menderes’e gönderdiği şu mektubu dikkatle okumaları gerektiğine inanıyorum. Menderes, o gün o mektubu doğru okuyup gereğini yapabilseydi, büyük ihtimalle kendisini idama götürecek olaylara fırsat vermezdi.

İşte o Mektup (Sadeleştirilmiş olarak- Bir kısmı):

“…Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Meneres gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o sûrî konuşmak yerine bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esâsı, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Meneres gibi dindarlara beyân ediyorum:

 

Birincisi: İslâmiyetin temel kurallarından birisi, “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. (En’am Sûresi: 164.)” âyet-i kerimesinin hakikatidir ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akrabâ ve dostları mes’ul olamaz. ”

Hâlbuki mevcut siyasi yapı içinde particilik taraftarlığı ile bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden, taraftarları veyahut arkabâları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip (aşağılanıp),  bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve düşmanlığı damarlara dokunduruyor, (karşıtları)  kin ve garaza ve misliyle karşılık vermeye mecbur ediyor.

Bu ise, sosyal hayatı tamamen yerle bir eden bir zehirdir ve dış düşmanların (işe) parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. Iran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar(ın) bu esastan (yani siyasi tarafgirlikle karşı tarafın damarına basılmaktan) ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı tek çare İslâm kardeşliğidir. İslâmiyet milliyetini, o kuvvetin (yani birlikte yaşama kültürünün) temel taşı yapıp, masumları himâye için, canilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. Zaten emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden  (yeni birinin yaptığından başkası sorumlu olamaz prensibinden) geliyor.

Meselâ, bir hânede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakîki adâletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esâsîsi ile o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve hâneye ilişmemek lâzım; tâ ki, mâsum çıkıncaya kadar.

İşte bu Kur’ânî prensip hükmünce, âsâyiş(e) ve dahildeki güvenli ortamı bozmaya kalkışmak,  on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, ilahi gazabı üstümüze çekmeye sebep olur.

Mâdem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakîki dindarların başa geçmesine yol açmış (Şimdi Ak Parti), (Suç işleyenin kardeşi suçlu olmaz) şeklindeki Kur’ânî prenssibi dayanak noktası yaparak garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esâsîsi (Temel Prensibi) şu hadîs-i şeriftir: “Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır, bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.  (Fakat) bu zamanda İslami terbiye yeterli olmadığından ve kulluk edenler de azınlık haline geldiğinden benlik, enâniyet kuvvet bulmuş. (Rejim kendi varlığını korumak için) Memuriyeti (özelikle adli mercilerde görevli olanları) hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve topluma baskı kurma aracı yapmıştır -(Birzamanların Yargıtay’ını, Anayasa Mahkemesini, HSYK’yı düşünün)-. Topluma hizmet etmesi gerekenlerin despot efendiler haline gelmesi kabullenilemez. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmakla namaz olmadığı gibi (öyle bir) adâlet (de) olmaz. Esâsıyla da bozulur ve toplumsal huzur zîr ü zeber olur. Hukûk-u ibâd, hukûkullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin, belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur.

Şimdi, Adnan Menderes -(Siz ona Ak Partililer deyin)- gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esâsîye karşı muhâlefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdâhalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimâli kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esâsîye muhâlif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış (Mustafa Muğlalı olayı). Bu derece bir istibdâd-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor. (Yani diyor ki askerin içindeki kriptolardan gelecek provokasyonlara dikkat!)

İkinci hücum da, İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp-evvelkisi gibi-bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zâhiren bir milliyetçilik ve hakîkatte ırkçılık damarıyla, hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sâir unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bîçare Türkler aleyhine, hem Demokratın tâkip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enâniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. (Yani varlığını rejimin devamında bulan kesimlerin aldatma ve fitnelerine dikkat!)

O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin defa daha ziyâde hakîki kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acîb tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

(…..) Bu tehlike, hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir; ve öyle yapanlar da hakiki Türk değillerdir. Necib Türkler böyle hatadan çekinirler. (Bu ikazın muhatapları kim ola ki? J)

Bu acîb tahribâta ve bu iki kuvvetli muârızlara karşı, kırk Sahâbe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muârazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakîkat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o câzibedar hakîkatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muârızlarınıza ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarûri bir çare-i yegânedir” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı / Sf.534)

Benim kanaatim, Adnan Menderes’e yazılmış gibi görünen şu mektubun asıl muhatabı Şu ateşi söndürmeye azimli görünen sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. İnşallah o dahi bu mektubu kamilen okumuş ve anlamıştır ki, bu ateşi söndürmenin yegane çaresi, insanı merkeze alan bir Anayasa ve İslam kardeşliğini toplumsal rabıta yapan bir milliyet arzusu.

Şu meselede Türkler namına hareket edecek olana azami itidal düşüyor zira…

Bu prensipler gözetildiğinde, şu meselenin en kısa zamanda çözüldüğünü göreceğiz. Ve hem de vakti geldi ki artık çözülsün!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

mabulut@gmail.com

Ah! Nerede O Eski Zamanlar?

Küçüklüğümden beri yaşlı büyüklerimizin sohbetlerini sever, zevkle dinlerdim. Hayretime mucip, memleketin her yerinde bulunan ihtiyarlarımız, lisanları, renkleri, örf ve adetleri ayrı da olsa, ortaklaşa bir birliktelikleri var, aynı duygu ve aynı düşünceyi bir sözle ifade ederler. Onlar… Heyecanla! ‘ah nerede o eski zamanlar?’diye büyük bir özlemle söylerler. Acaba, ihtiyarlarımız arzu ettikleri ilgi ve alakayı görmediklerinden mi? Veya ihtiyarlığın verdiği bedeni marazların sıkıntılarından mı? Her nedense yaptıkları serzenişle, gençlik zamanları ile alakadar olmaya başlarlar. Hane! Gençliğimde böyleydim, şöyleydim, bunu yaptım, şunu yaptım, gençlikte yaptıklarını bugün yapamayınca, ihtiyarlığın bıraktığı eziyet ve ızdırapları bir nevi gençliğe şikâyette bulunuyorlar. Onun için ‘’Ah nerede o eski zamanlar.’’ Bir şair de: ” Keşki gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazin haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim. Demiş.”1

Oysa ihtiyarlarımız her zaman asayişin, barışın ve huzurun teminatı, geleceğe ışık tutan, saygı değer birer canlı tarihtirler. Mürur-u zamanla imkânlar, şartlar değişebilir. Değişmeyen tek bir şey var, o da bir milletin mukaddesatı,  asaleti, büyüklerine saygı, örf ve âdetidir. Tarih şahittir: Ne zaman ki: Bir millet dininden taviz vermişse, örf ve adetlerinden ve aile büyüklerinden uzaklaşmışsa o zaman gerilemiş ve zarar görmüştür. Yıllar boyunca sosyal ve içtimai hayatımızda, daima arkamızda birer çınar ağacı gibi ayakta duran, haslet dolu yaşlı büyüklerimiz; gençlerinden, aile, akraba ve aşiretinden, hatta köy ve mahallesinden mesul, asayiş ve huzurun temini ve teminatı olmuşlardır. Olayların tedbir ve önlemini önceden alan bu kanaat önderlerimiz, büyüklük ve reisliklerini böylece göstermişlerdir. İşte büyüklükte, reislikte bu olsa gerek,

Her bir olayın neticesinde arzu edilemeyen hadiseler olabilir, vaki olan bir hadisenin önüne geçme yolları da diyalog, uzlaşma, maslahat ve müzakeredir. Maslahat yapılmadığı müddetçe risk daha da artar. Maslahat, uzlaşı ve hoşgörü büyüklüğün ve erdemliğin şe’nidir. Onun için büyüklerimiz bu hoşgörüyü daima önemsemiş ve alakadar olmuşlardır. Bugün yaşadığımız bunca olumsuzluklardan acaba büyüklerimiz haberdar olmamışlar mı? Nereye gidecek? Artık yeter… Millet olarak tahammül edilmez hale gelinmiş, Adamın biri, doktora gider, Doktor bey, ‘’Hanımın kulakları sağır olmuş’’der. Doktor da: ‘’ Onun sağırlık oranı tespit etmek lazım, fasıla, fasıla hanımla konuş, hangi mesafede ses ona giderse onu tespit et.’’der. Adamcağız: önce 5 metrede seslenir ‘’hanım akşam yemeği nedir’’ ses gitmez, 3 metre, 2 metre, derken bir metre kala hanım bağırır.’’bey efendi: Tam beş seferdir, sana demedim mi? Yemek, Kuru fasulyedir.’’ Meğerse, bey sağırmış. Evet, ağlayan annelerin sesleri Arş-i aladakiler bile duymuşlar. Acaba; Ferş-i aladakiler!  Siz de duydunuz mu?.

Bin yıldan beri ayni coğrafya üzerinde yaşayan Kürtler, Türkler, Lazlar ve Boşnakların ecdatları, yurt sathında meydana gelen düşman tearuzlarına hep birlikte göğüs germişler, hep beraber mücadele etmişler, canı pahasına bu güzelim memleketi bizlere miras olarak emanet etmişler, bugün yerleşim olarak Türkiye’nin güneydoğu ve doğu anadolu bölgelerinde yaşayan Kürt milletinin yarısından fazlası batı ve içanadolu bölgelerinde yaşamaktadırlar. Keza Türkler de, aynı şekilde Şarkın değişik yörelerinde yaşamaktadırlar. Yani Türkiye’nin her yerinde Kürt ve  Türk bulunmakta ve içtimai hayatta birlikte yaşamaktadırlar. Evlilikleri, dostlukları var, en önemlisi aynı din mensupları, aynı inanç, aynı Kıble, aynı Peygamber ve aynı Allah’a inanan insanlar,bu kadar birlerle birbirleriyle kaynaşmış bir topluluğun birinin diğerinden ayrı yaşaması imkansız….  

Biliniyor ki: Kürt milleti daima devletine sadık, Türk halkını daima başında bir büyük olarak görmüştür. Yıllardan beri devlet bu halkı ötekileştirilmiş üvey evlat muamelesine tabi tutulmuştur. Bir milletin ırkı, milliyeti neyse, o odur. Sen o değilsin denilmez. Kürt halkına zamanında eğitim imkânı verilmedi, dilini, giyimini, örf ve âdetini yasakladı. Zorla sen Türk’sün dediler. Kürt halkı, Türkiye Cumhuriyetine mensup bir vatandaştır. Kürt milleti asla ve asla Türk kardeşinden ve Türkiye’den ayrı yaşamak istemez.. Bu kuşku ve bu düşünce beyhudedir.

“Mademki biz Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak… vs. hepimiz kardeşiz. Öyle ise diğer kardeşlerimizin de en az bizim kadar hak ve hürriyet sahibi olmasına razı olmalıyız. Onun farklılıklarına saygı duymalı ve onları fıtri halleri ile kabullenmeliyiz. Kendimiz gibi giyinmeye, kendimiz gibi konuşmaya, kendimiz gibi davranmaya zorlamamalıyız. Zorla kendi kalıbımıza sokmaya, kendimize benzetmeye çalışmamalıyız. Onun da bizim gibi insan olduğunu unutmamalıyız. Farklılıklarımıza hoşgörü ve tahammül göstermekle birlikte ortak değerlerimizi, ortak vasıflarımızı ön plana çıkarıp, bu ortak paydalar etrafında birleşmeliyiz. Kardeş olduğumuz ve pek çok ortak değerlere sahip olduğumuz hakikati üzerinde birleşmeliyiz.”

Artık televizyon haberlerini dinlemek istemiyoruz!..

Neden?

Acaba, bugün Türkiye’nin neresinden kaç şehit, kaç trafik kazası, kaç terör etkisiz hale getirilmiş, kaç kişi hayatını kaybetmiş? Bu acı haberler milettin psikolojisini bozmuş, ölen askerin de, PKK’lının de üzerinde bir yürek ağlar, o da anne yüreği! Bu ağlayan annelerin feryatları arş-ı azama kadar yükseldi. O ağlayan gözlerle tüm gözler, tüm kalpler, tüm yürekler ağlıyor. Otuz iki senede 30-40 bin insan gitti, daha 30 veya 130 senelere; daha 30 veya 140 bin can kaybına artık tahammül kalmadı,

Başbakanımız, Sayın Tayip ERDOĞAN’IN barışa ve huzura attığı en güzel adımlarından biri de  ‘’Kürt açılımı’’ydı, bu barışçıl adımı engelleyen iç ve dış düşmanlarımız ile menfi milliyetçilik yapan boş boğaz muhalefetçilerin engeline takılı kaldı. Gene bu günlerde,  “Anneler ağlamasın’’ memleketin içinde bulunduğu rahatsızlığı ve sıkıntıyı bertaraf etmek için  gerekirse İmralı’yla da; PKK’yla de görüşülebilir” demesi, büyük bir cesaret ve erdemlik gösterdiği halde, barışı da, uzlaşıyı da istenmeyen hainler gene de seslerini yükseltmeye başladılar. Bu millet bin seneden beri beraber yaşamış, yaşamaya da devam etmek mecburiyetindedir. Bugün ki içinde bulunduğumuz acıyı müzakere, maslahat, diyalog, uzlaşma, İmralı’yla, PKK’yla her kiminle olursa olsun sonlandırılması milletin arzu ve temennisidir. Silahlar sussun.. Anneler ağlamasın…  Bu beladan kurtulmak istiyoruz..  ARTIK YETER!…

Sayın, Başbakanım ‘’Bu ateşe bir su serp,’’ halkın duası seninledir.

Asrımızın müceddidi,Bediüzzaman: Belaların def’i için şöyle diyor:

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır.

ABD’nin ve bazı Avrupa münafıklarının zulmüne duçar olan tüm İslam alemine, özellikle Suriye halkına  ve  memleketimize musallat olan  bugün ki belaların bertarafı için üstat Bediüzzaman’ın beyan ettiği üzere: hususi namaz ve duaların vaktı   gelmiştir. Hayırlı dualar dileğiyle…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Görevlisi

Kaynaklar

1-Yirmi altıncı Lem’a, 8.ci rica

Hannover Liyakat Nişanı Bir Türke Verildi (Almanya)

Hannover büyükşehir belediyesi mayıs ayında aldığı karar  ile çalışmaları ile topluma örnek olmuş altı  insana Hannover (Stadt plakkette) Liyakat Nişanı verdi.

Hannover ve Niedersachsen Eyaletlerinde Nur Cemaatinin 1996’dan  beri Diyalog sorumlusu, Caminin Kapısını bütün dinlere açması, okullarda sınıf ziyaretlerini başlatması, karşılıklı dostluğa ve müşterek Hannover ve Linden Bölgesinde Linden Dernekleriyle beraber 60 Alman derneği ve sivil kurumları arasında tek Müslüman  dernek olması ve İslam Din dersinin  Müslümanlara okullarda verilmesine vesile olması ve katılımın rekor düzeyde olması,  yorulmadan kesin kararlılıkla müslümanların Eyalet başkentinde bir arada yaşamaya köprüler kurması, Hannover için bu katkılarınızdan dolayı bu ödülü hak ettiniz“ dedi belediye başkani Weil.

Biz bu ödülü vermekte çok cimriyiz. Herkese vermiyoruz, üstün başarı ve toplum yararına fahri çalışmanıza veriyoruz. Siz ilk Müslüman ve Türksünüz. Yani zamanda aşağı saksonya İslam Şurası Başkanlığını devamlılık ve başarıyla eyaletimizde 2002‘den beri yürütüyorsunuz

Dinadamları ve dinlerarası diyolog, İslam dersinin seçmeli olarak okutulması ve müslüman mezarlığı açılmaları çalışmalarıyla örnek bir şahsiyet olan Avni Altıner`de bu ödüle layık görülerek Liyakat Nişanı Hannover Büyükşehir Belediye Başkanı Stephan Weil Tarafindan kendisine verildi

852 yıllık tarihinde Hannover şehri idarecileri bugüne kadar bu plaketi 134 insana layık gördü. Tarihinde bir ilk olarak Müslüman ve Türk kökenli birine takdim edilen ödül herkes tarafından takdir edildi.

Ödül töreni belediye başkanı Weilin açılış ve selamlama konuşması ile başladı. Daha sonra ilk  başta Avni Altıner olmak üzere tek tek ödüller belediye meclisi üyeleri önünde alkışlar eşliğinde verildi. Kısa bir müzik resitalinden sonra ödül alanlar, şehrin yüzyıllık hatıra onur defterine düşüncelerini yazdı.

Ardından ödül alanlar arasından sadece Avni Altıner, ödül sahipleri adına teşekkür  konuşması yaptı. Altıner konuşmasında;

1980 yılında bu şehre geldim ve burada yaşadığım herkes ile diyalog kurarak yaşamaya gayret ettim. Zamanında katolik ve evangelistler arasında problemler yaşanan şehirde artık sadece dostluk var. Fakat Belediyenin duvarında asılı duran 4 metre genişliğinde 12 metre uzunluğundaki bir Tablo 26.6.1533 orotestanların Katolikleri Hannover‘den Hildesheim‘a kovduklarını gösteriyor, bu bugün normal karşılanıyor.

Biz müslüman ilk gelenler  ikinci Viyana seferinde esir düşen askerler  bunların ikisinin Mezarı Hannover‘de ve vasiyet üzere müslüman olarak gömülmüşler. Biz bu mezarların eski orjinal haline dönmesini istiyoruz. Mezarlarda osmanlıca kitabe vardı.  Önceki cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi İslam Almanya’ya aittir ve bir parçasıdır, olmayada devam edecek“ dedi.

Davetliler arasinda T.C. Hannover Başkonsolosu sayın Tunca Özcuhadar, Almanya Sosyal Demokrat Parti Yönetim Kurulu Üyesi Alptekin Kırıcı, eyalet milletvekili Filiz Polat, Münüre Altıner, Ali Türk. Etnomedizin zentrum Almanya Müdürü Ramazan Salman, Muhammed Emin Altıner de vardı.

Diğer ödül alanlar;

Avni Altıner: Ailesiyle birlikte 1980 yılında Almanya’ya göç etti. Göçmen kökenli olarak başka dernek ve görüşlerle uyum içerisinde çalışmasıyla tanınmış.

Barbara David: 1989 yılında kurulan Violetta e.V. derneğinin kuruluşunda aktif olarak rol alan Barbara David kız çocuklarının kötü amaçla kullanılması ve tacizine karşı çalışıyor.

Ulrike Enders: Sanatçı olarak 40 yıldır Hannover‘de yaşıyor. Bir çok eser yaptı. Hannoverin en tanınmış simalarından.

Arno Kirse: Hannover bölgesinde yıllar boyunca kızıl haç teşkilatında gönüllü çalışmış.

Walter Meyer: Hannover şehrinde çevre ve sehircilikle alakalı konularda yıllardır çalışmış  bir gönüllü.

Prof. Gudrun Schröfel: Uzun yıllar boyunca sanat çalışmaları için çocuk ve gençlerden profosyenel çalışmalar  yapıyor.

Gülsen Özütemiz      

Hannover / Almanya

12.07.2012

www.NurNet.org